27 Ocak 2016 Çarşamba

BÜYÜK ERMENİSTAN’I KURMA PROJESİ BÖLÜM 1





BÜYÜK ERMENİSTAN’I KURMA PROJESİ 

BÖLÜM 1 



Prof. Dr. Salim Çöhçe












Osmanlı Devleti, doğu ve batı dünyaları arasında eskiden beri temas noktası olan bir bölgede ve Yakındoğu’nun Müslümanları ile Hıristiyanlarını bir bayrak altında toplayacak şekilde tesis edilmişti[i]. Dolayısıyla çeşitli soy, dil ve dine mensup topluluklar bu devletin tebâsı olarak yüzyıllarca huzur içerisinde yaşadı[ii]. Ancak Fransız İhtilâli, XIX. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’nın siyasî ve fikrî hayatında meydana getirdiği değişikliklerle Hıristiyan dünyası için yepyeni bir gelişme devri açmakla beraber Avrupa dışı memleketlerde, özellikle de Osmanlı Devleti’nde yıkıcı hareketlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Zira, hürriyet ve milliyet fikirlerini öğrenen Yunan, Sırp, Bulgar vs. gayrımüslim zümreler isyanlar çıkarmak suretiyle istiklal arayışı içerisine girdi. Bunun üzerine o zamana kadar Rusya, Avusturya gibi Hıristiyan devletlerin saldırılarına karşı koymaya çalışan Osmanlı Devleti, bir de asgari beşyüz yıldan beri tebâsı olan gayrımüslim topluluklarla mücadele etmek zorunda kaldı[iii].



Gayrimüslim tebâyı meşru Osmanlı yönetimine karşı çıkmaya teşvik eden sebepler arasında, Müslümanlardan daha müreffeh bir hayat yaşayan bu zümrelerin uzun süreden beri Osmanlı’nın hoşgörüsü ve koruyuculuğu sayesinde özgün kimliklerini geliştirerek muhafaza etmeleri yanında, yönetimdeki aksaklıklardan doğan şikayetler ve en önemlisi de Avrupa devletlerinin dinî, siyasî ve kültürel sebeplerden kaynaklanan kışkırtmaları vardı. Sonuçta bu devletlerle temas mevkiinde olup da, gayrımüslim nüfusun epeyce kalabalık bulunduğu eyaletlerde muhtar, ya da müstakil idarelerin kurulmaya başlanması Osmanlı Devlet adamlarını Batının sevgi ve desteğini sağlamaya yöneltti. Bu arada Avrupalıların daha çok emperyalist maksatlarla ileri sürdükleri “Hıristiyan tebânın kötü ve adaletsiz bir yönetime maruz kaldığı” yönündeki iddialar başta Padişah olmak üzere Osmanlı devlet adamlarını gayrımüslimler ile Müslümanları hukuken eşit haklara sahip kılmanın gerekliliğine inandırmıştı. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin zamanından önce dağılmasını kendi çıkarları açısından tehlikeli bulan Fransa ve İngiltere, Türk yöneticileri bu yönde teşvik ile Osmanlı’nın bir an önce Avrupa medeniyeti ve devletleri umûmî hukuku içerisinde yerini almasını telkin ediyorlardı[iv]. Onun için önce 1839’da Tanzimat[v], sonra da 1856’da Islâhat Fermânı ilân edildi[vi].


Osmanlı yöneticileri toplum ve devlet hayatında değişiklikler yaparak artık karşı konulamaz hale gelmiş olan Avrupalıların baskısı ile esasen millet seviyesine ulaşmış her toplulukta tabiî bir duygu olarak tezahür eden milliyetçilik düşüncesinin gelişmesini önleyebileceklerini zannediyorlardı. Ama bu mümkün olmadığı gibi Hıristiyanları korumak bahanesiyle Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışılmasının da önüne geçilememiştir. Her ne kadar 30 Mart 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’nın dokuzuncu maddesi[vii] sözde Avrupalı devletlerin Hıristiyan tebâ üzerindeki “koruyuculuk” çabalarını sona erdirmekteyse de, aynı maddede Islâhat Fermanı’nın zikredilmiş olması Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasetini esaslı bir şekilde yabancı müdahalesine açık hale getiriyordu. Zira, Islâhat Fermanı’nın kendilerine bildirilmesindeki yüksek değeri ve önemi takdir ettiklerini belirtmekle Antlaşmaya taraf devletler Osmanlı tebâsı Hıristiyanlar için bir teminat elde etmiş oluyorlardı. Gerçekte de diplomatların değilse bile, Avrupa kamuoyunun müdahalesi daha antlaşmanın mürekkebi kurumadan başladı. Yine bu sayede Hıristiyan ahali, Osmanlı Devleti’ni yabancı devletlere şikâyet etmek fırsatını bulacaktır[viii]


Avrupalı devletlerin Osmanlı tebâsı gayrımüslimlerle ilişkilerinin dünyanın zamanla değişen siyasî, iktisadî ve sosyal yapısına uygun olarak yeni boyutlar kazanması tabiidir. Ama, Rusların Ortodoks tebâ hakkındaki müdahalelerine son vermek için girdiği bir savaştan[ix] sonra üstelik galip devletler safında da olmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin Paris antlaşmasıyla bütün taraf devletlere gayrımüslim tebâ lehine müdahaleyi mümkün hale getirmesi[x] büyük bir siyasî hata olmuştur. Öyle ki, daha sonraki dönemin başlıca karakterini bu tür müdahaleler belirleyecektir.


Avrupa devletlerinden bazılarının kendince makul bir şekil ve usûl dairesinde yapılmasını istediği ıslâhat hareketlerini gerçekleştirmek mümkün değildi. Her ne kadar bu devletler Osmanlı Devleti’nin müesseselerinin ıslahı ile bekasının sağlanması hususunda Türk yetkililere yardımcı olmak istediklerini ifade etmekte iseler de, bunda samimi değillerdi. Ayrıca tatbik edilmesini istedikleri projelerde sadece kendi iktisadî ve siyasî ihtiraslarını tatmine elverişli şartların yaratılmasını sağlamaya çalışırken Türk ahaliyi tanımadıkları gibi savundukları gayrımüslim tebânın durumunu da bilmiyorlardı[xi]. Onun için İngiltere, Ermeni, Rum gibi bir ayrım yapmaksızın bütün Hıristiyan tebânın durumunu inceden inceye araştırmaya koyuldu[xii]. Osmanlı topraklarında görev yapan konsoloslarına gönderdiği yirmi, yirmibeş soruluk genelgeler-yönergelerle Hıristiyanların durumlarının tetkik edilerek halihazırdaki vaziyeti iyileştirmek için alınacak tedbirlerin bildirilmesini istedi[xiii].


İngiliz konsolosların hazırladıkları raporlarda Müslüman ahalini muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilirken, Hıristiyanların rahat bir hayat yaşadığı bildirilmekteydi[xiv]. Bu tesbit, Osmanlı idaresiyle ilgili Avrupa’daki genel kabule ters düşmekteydi. Ama, Avrupalı devletlerin politikalarında bir değişiklik meydana getirmedi. Özellikle Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya birlikte veya ayrı ayrı yaptıkları müdahalelerle Osmanlı Devleti’nde görünüşte gayrımüslimler lehine Islâhatların yürürlüğünü sağlamaya, gerçekte ise emperyalist emellerini temine yönelik faaliyetlerini sürdürdüler. Yalnız bu dönemde Avrupalı emperyalist devletler arasındaki denge Osmanlı Devleti’nin varlığı üzerine kurulmuştu[xv].


Geniş toprakları, zengin yeraltı kaynakları ve stratejik açıdan arz ettiği önem sebebiyle Osmanlı Devleti, hızla endüstrileşmesini sağlayan Avrupalı devletler için değerli bir sömürge alanı olarak görülmekteydi. O yüzden Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında yaşayan gayrımüslim tebâya olan ilgi gün geçtikçe arttı. Bunun sonucunda Türk ahali dışında diğer unsurlar devletin meşruiyetini kaybettiğine ve en kısa zamanda hükümranlığının da ortadan kaldırılması gerektiğine inandırıldı[xvi]. Nihayet, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Rumeli büyük ölçüde elden çıkarken Anadolu’da da Ermeniler harekete geçti[xvii].


Balkan kavimlerinin aksine Ermeniler, imparatorluğun her tarafına dağılmış bulunuyorlardı. En kesif oldukları Doğu Anadolu’da bile Müslüman nüfusa nisbetle sıradan bir azınlık konumundaydılar[xviii]. Ama, Osmanlı Devleti kurulduğu günden beri topraklarında bir Ermeni azınlığı barındırmaktaydı ve Türk idareleri arasında Osmanlıların Ermeni politikaları, diğerleriyle kıyas edilemeyecek kadar devamlı ve bu toplumun kader çizgisini belirleyecek derecede de etkili olmuştur[xix]. Öyle ki, batının ananevî politikası olan Şark meselesinin bir parçası olarak[xx] XIX. Yüzyılın başlarından itibaren geliştirilmeye çalışılan Ermeni Meselesi’nin[xxi] etkili olmaya başladığı sıralarda bile bu toplum, Osmanlı Devleti içerisinde asli unsur sayılan Türklerden daha fazla haklara sahipti ve bunları da rahatlıkla kullanabiliyordu[xxii]. Günlük hayat ve yaşayış bakımından da Türklerden ayırt edilemeyecek bir konumdaydı[xxiii]. Onun için XX. Yüzyılın başlarına kadar Osmanlılar, adeta Ermenileri muhafaza etmekle görevlendirilmiş gibidir[xxiv].
Zanaat ve ticaretle uğraşarak devletin esas yükünü taşıyan Türklerin aksine gün geçtikçe zenginleşen Osmanlı Ermenilerinin[xxv] hayatında ilk değişiklik XIX. yüzyılın birinci çeyreğinde Kafkasların Ruslar tarafından zaptı[xxvi] ile Anadolu’nun doğu sınırında Ermeni kilisesinin yerleşip tanındığı, Ermeni vali ve generallerinin iller yönetip, orduları komuta ettiği bir Rus Ermenistanı’nın kuruluşuyla başladı[xxvii]. Bu döneme kadar büyük bir kısmı Osmanlı hakimiyetinde ve bunlardan pek farklı sayılamayacak bir hayat tarzı ile küçük bir gurup halinde İranlıların hakimiyetinde yaşayan[xxviii] bütün Ermeniler bir millet olarak henüz Avrupalılar tarafından bilinmiyordu. Sadece İstanbul’dan tanındıkları kadarıyla, yeryüzüne dağılmış tüccarlar, kendi çıkarlarından başka bir şeye bağlı olmayan kimseler ve Yahudiler gibi vatansız, milliyetsiz, serseri bahtsızlar olarak bilinmekteydiler[xxix].



XVIII. yüzyılda Doğu ticaretinden istifade etmek isteyen Rus Çarı I. Petro, Ermenilerden faydalanmayı düşünmüş ve onları hakimiyeti altındaki topraklarda yerleşmeye davet ederek kendilerine dinî ve dünyevî her türlü imtiyaz ve garantiyi vermeye hazır olduğunu bildirmişti. Bu davete uyarak İran’dan Rusya’ya göç eden Ermeni ailelere mensup bazı kişiler XIX. yüzyıla gelindiğinde Çar’ın maiyetinde oldukça etkili mevkilere yükselmiş bulunuyordu[xxx]. Bunların gayretiyle Osmanlı Devleti, Ermeni camiası üzerindeki kontrol ve yönlendirme kabiliyetini önce Rusya daha sonra da batılı güçler lehine tedricen kaybetmeye başlayacaktır[xxxi].


XIX. yüzyılın başlarında Rusya, Balkanlar, Boğazlar veya Doğu Anadolu yoluyla mutlaka Akdeniz’e inmek istiyordu. Fakat Balkanlar veya Boğazları aşmak oldukça zordu. Oysa Kafkasya’ya hakim bir Rusya’nın Doğu Anadolu’da Basra ve İskenderun körfezlerine uzanan bir Ermenistan yaratmak suretiyle emeline ulaşması pek de imkânsız görünmüyordu. Ayrıca Ermeniler de, bölgede Rus çıkarlarına alet olabilecek en elverişli toplumdu[xxxii]. Dolayısıyla Osmanlı Ermenilerini sürekli kışkırtmak XIX. yüzyıl Rus dış siyasetinin ana ilkelerinden birisi haline gelmiştir[xxxiii]. Bu arada Ermeniler, Amerikan sermayesi ve misyonerleriyle de tanıştılar[xxxiv]. Mayevsriy’nin deyimiyle Amerikalılar “Ermeni Profesörden daha çok, iyi komitacı, ihtilâlci ve propagandacı yetiştireceklerdir.”[xxxv]


Ruslar ve Amerikalılara karşılık Avrupalıların Ermenilerle ilgilenmeleri genelden özele doğru bir seyir gösterir[xxxvi]. Buna bağlı olarak gelişen Ermeni meselesi de bu toplumun değil, Osmanlı topraklarında menfaatleri çatışan iki büyük devletin, İngiltere ile Rusya’nın davası olarak politik bir hüviyetle ortaya çıkarılacaktır[xxxvii]. Nitekim, Rusların 3 Mart 1878 günü imzalanan Ayastefanos Antlaşması’na koydurdukları özel bir madde ile Ermeni adı ilk kez uluslararası bir antlaşmaya[xxxviii] girmiştir. Ama, bu gelişme İngiltere’nin “hayatî çıkarlarına” ters düşüyordu[xxxix]. Onun için söz konusu anlaşma 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşmasıyla tadil edilirken orada yer alan Ermenilerle ilgili onaltıncı madde hemen hemen aynı ifadelerle bu yeni antlaşmada altmışbirinci maddeyi oluşturdu. Yalnız bu maddede, Avrupa’nın büyük devletlerine konu hakkında telkin, teklif ve müdahale hakkı da tanınıyordu[xl]. Nitekim İngiltere bu hakkı kullanmak üzere ilk adımı atmakta gecikmeyecektir.


Berlin Kongresi’nden sonra İngiltere’nin Osmanlı Devletine yönelik politikası giderek değişmeye başladı[xli]. Bu değişmenin en açık belirtisi de yaratılmaya çalışılan “Ermeni Sorununa” adamakıllı bulaşmak olmuştur. Öyle ki, 8 Ağustos 1878 de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury İstanbul’daki büyükelçi Sir H. Layard’a gönderdiği uzun bir yönerge ile Osmanlı Devletinin diğer yörelerinde, özellikle de Rumeli’de yapılan Islâhat hareketlerinin[xlii] başarı şansları ne olursa olsun Doğu Anadolu bölgesinde uygulanamayacağından hareketle yeni bir reform projesi sunmaktaydı[xliii]. Böylelikle 4 Haziran 1878 günü Kıbrıs’ı İngiliz yönetimine bırakan Antlaşmanın[xliv] birinci maddesinde söz konusu edilen “Anadolu’da yapılacak reform”dan ne anlaşıldığı da ortaya konulmuş oluyordu[xlv].


Lord Salisbury’nin söz konusu yönergesi Disraeli Başkanlığındaki İngiliz muhafazakâr hükümetinin bir notası şeklinde, ayrıntılı gerekçeleriyle birlikte 20 Ağustos 1878 günü Bab-ı Ali’ye verildi[xlvi]. Her ne kadar İngilizler bu dönemde Ermenilerin özerklik isteklerine karşı çıkmakta iseler de[xlvii], bu projenin benimsenmesi bölgede Osmanlı hakimiyetinin sona ermesi demekti. Onun için 24 Ekim 1878’de İngiliz notasına cevap veren Osmanlı Devleti, baskılara direnmeye ve kendi iradesiyle reformlar yapmaya çalıştı[xlviii]. Bu arada 1878 yılında bölgeyi gezen ve Doğu Anadolu Bölgesi Yüksek Komutanlığı’na atanması düşünülen[xlix] İngiliz general Baker [Paşa]’ın “Hıristiyanların Müslümanlardan çok daha iyi durumda oldukları” yolundaki raporuna[l] rağmen ateşli bir kampanya başlatmış olan Ermenilerin çabalarıyla İngiliz baskısı günden güne arttı. Hatta silahlı tehdide kadar vardı[li]. Nihayet, 1879 yılında İngiltere Anadolu’nun başlıca kentlerine birer asker-konsolos atadı[lii]. Sivas’a Albay Wilson, Erzurum’a Binbaşı Trotter, sonra Yüzbaşı Everett, Van’a Yüzbaşı Clayton, Kayseri’ye Yüzbaşı Cooper gönderildiler. Ayrıca Konya’ya Yüzbaşı Steward, Adana’ya yine Yüzbaşı H. Cooper, Diyarbakır’a Binbaşı Trotter[liii], Kastamonu’ya Yüzbaşı G. Williers, Bursa’ya Teğmen Chermside görevlendirildi[liv]. Meslekten asker olan bu kişilerin konsolos olarak atanmaları olağandışı ve yeni bir uygulamaydı. O sebeple Osmanlı Devleti tarafından iyi karşılanmayacaklardır[lv]. Ama yapılacak fazla bir şey de bulunmamaktadır. Sonuçta bunların görevleri, ana çizgileriyle “Anadolu ahalisinin çeşitli sınıfları üzerinde araştırma yapmak”, “Yerel Türk yöneticilerine öğütler vermek”, “Yerel Osmanlı makamları katında girişimlerde bulunmak”, “Anadolu’da yapılacak reformların uygulanmasını gözetlemek ve bu uygulamanın hakkıyla yapılmasını sağlamak” şeklinde belirlenmişti[lvi].


İngiliz asker-konsoloslar köy köy Anadolu’yu dolaşmaya başladılar ve Ermeniler tarafından adeta “kurtarıcı” olarak karşılandılar[lvii]. Esasen bu görevlilerde de sanki Anadolu’yu yönetmeye geliyorlarmış gibi bir hava sezilmektedir[lviii]. Bunlardan 7 Temmuz’da Erzurum’a gelen ve 26 Temmuz’da buradan hareket eden Van Vis-konsolosu Yüzbaşı Clayton[lix] 31 Temmuz 1879’da Muş’ta Ermeni cemaati tarafından muazzam gösterilerle karşılandı[lx]. Kısa sürede bütün bölgeyi gezen bu yüzbaşının yazdığı bir raporla ortaya koyduğu program, günümüze kadar Ortadoğu’da oynanan pek çok oyunun iç yüzünü, tarihi temellerini ortaya koyacak mahiyettedir.
İngiltere’nin İstanbul’daki büyük elçisi Sir H. Layard’dan M. Salisbury’e gönderilen 26 Aralık 1879 tarihli yazının[lxi] ekinde sekiz numarayla yer alan ve Binbaşı Trotter’e yazdığı 29 Kasım 1879 tarihli mektupta Clayton, “Buraya geldiğimden beri bütün dikkatimi reform sorunu ile politik duruma verdim. İlişikte bu konudaki incelemelerimi kapsayan raporumu sunuyorum. Onların çok özgün ve değerli şeyler olduğunu ileri sürmüyorum. Ancak benim bu konuda vardığım sonuçların bilinmesini istiyorum. Görevimin dışına çıktığım şeklinde yorumlanmayacağından eminim.” demekte ve bu mektuba ilâveten Layard’ın yazısının dokuz numaralı eki olarak işaretlenen “Van’daki Reformlara İlişkin Raporu”na, kurulması düşünülen Ermeni imparatorluğunun bir parçası olan Türk topraklarında yaşayan halkın demografik dağılımıyla giriş yapmaktadır[lxii]. Ona göre, bölgede yaşayan Türk, Nasturi, Kürt, bir kısım Çerkez ve öteki Müslümanlar yanında takriben iki milyon kişiyle Ermeniler nüfusun 2/5’ini oluşturmaktadır. Bütün dünyadaki toplam nüfusları ise dört milyona yaklaşmaktadır.



Yüzbaşı Clayton’a göre “Reform sorununu ve politik sonuçlarını düşünürken Ermenilerin ulusal duygularını gözden uzak tutmamak gerekir. Onlar geleneklerine bağlı vaktiyle büyük bir ulus oldukları bilinciyle, yine öyle olmayı istemektedirler. Eğer onlara huzur ve refah verilebilseydi dışarıdan buraya akın edecek olan Ermeniler, her ne kadar bir zamanlar Türk idaresi altında güven ve gelişme içinde olmalarından memnun idiler ise de şimdi hepsi yurttaşlarını yeniden bir ulus olarak canlandırmak iddiası ile dolu olarak sonunda bağımsız devlet kurmuş olabilirlerdi. Bunun Rusya üzerindeki etkisi ne olur? Bağımsız bir Ermenistan yaratma hareketine, Rusya’nın aldırış etmeyeceğini varsaymak güçtür. Görüldüğü gibi Rusya’da kalabalık bir Ermeni topluluğu ve bir zamanlar Ermenistan olan hatırı sayılır büyüklükte toprakları var. Ermenistan’ı tekrar canlandırmak için bu topraklar geri istenilebilir, eğer kabul olunmazsa buradakiler Türkiye’de bağımsız bir Ermenistan kurabilmek için Türkiye’ye göç edebilirler. Bu göç onların gelişmesini sağlar ve devlet kurulduğu zaman da onu güçlendirir. Ayrıca böyle bir devlet, Rusya’nın güneye sarkmasına da bir set oluşturabilir. Eğer Rusya’nın böyle güneye doğru ciddi bir ilerleme isteğinde olduğunu kabul ettirecek bir sebep varsa, biz onun güçlü ve bağımsız bir Ermenistan kurulmasına engel olacak çabalarına hazır olmalıyız[lxiii]. Rusya şimdiki kötü idareyi entrikalarla sürdürmeye gayret eder ve böylece umutsuzluğa düşen Ermenistan’ın kendisine başvurmasıyla ona sahip olur. Yahut resmen bir Ermenistan Devleti kurulmuşsa onun güçlenmesine ve zabt olunamaz duruma gelmesine engel olur; örneğin, ya sinsice yaltaklanarak sonunda onu yutmak için onunla samimi bir ittifak kurar, ya da yeni kurulan devlette parti kavgalarını filân körükleyerek, kendi müdahalesine gerek duyulacak bir anarşi yaratır.”


Görüldüğü gibi İngilizler, kurulacak bağımsız büyük Ermenistan’ın her halükârda Rusya’ya yem olmayacak biçimde tesisini istemektedir. Aksi halde reformlar bağımsız bir Ermeni devletinin kurulmasına imkân vermeyecek bir şekilde düzenlenmelidir. Bu hususta Clayton “Osmanlı imparatorluğunun bu bölümünde ne yapılabilir diye karara varılırken bu iki nokta akılda tutulmalıdır: Ya bağımsız bir Ermenistan kurulmasını önlemek için reform çalışmaları sürdürülür; ya da Rusya’nın müdahalesine kapı açmamak için Ermenistan’ın dahili gelişmesini garanti edecek şekilde gözetilir. Bu endişemizin temelsiz olduğunu umut etsek de tehlikeye karşı gerekli dikkati göstermeliyiz.


Bu iki hedeften birincisi, ancak bir veya iki biçimde sağlanabilir. Ermenileri kendi sistem ve hükümetleri içinde eritmek için Türkler yerleşmiş sistemlerini bütünüyle değiştirecekler, böylece Ermeniler ilerlemenin en iyi yolu olarak imparatorluğun devamını kendileri isteyecekler, ya da Asya’daki idaresinin yerini İngiltere veya uluslararası himayeci başka bir otorite alacaktır[lxiv]. Bu otorite hükümette merkezi makamlar için Ermeni isteklerine kapıyı açacak böylece Ermeniler kendi özel yurtlarında homojen fakat nisbeten zayıf bir prenslik olmaktansa, karışık durumda olmalarına karşın büyük ve kuvvetli Küçük Asya devletinin liderleri durumuna gelmelerinin daha uygun olacağını düşünebileceklerdir.” demektedir. Ancak İngiliz Yüzbaşı Türk idaresinin değişip, kendisini yenilemesini mümkün görmemektedir. Ama yabancıların desteğiyle Ermeniler Türkiye üzerinde söz sahibi, hatta birinci derecede söz sahibi olacaklar ve “Anadolu Devleti’nin Liderleri” durumuna geleceklerdi. Bunun için de Türk hükümetinin baştan atılması gerekmektedir[lxv]. Yalnız Ermenilerin de İngiliz veya diğer batılı devletlerin desteğiyle serpilip güçlenmesi ve siyasal bakımdan hazırlanması lazımdı. O zamana kadar bağımsızlık isteyecek bir Ermeni harekatının önüne geçilmeliydi. Zira Ermenilerin iktidar gücü yoktu ve bölgede pek çok topluluk bir arada yaşamaktaydı[lxvi].


Clayton’a göre Ermeniler iktidara hazırlanırken bağımsız Büyük Ermenistan için gerekli Ermeni nüfus bir türlü istenilen düzeye çıkacak gibi görünmemektedir. Onun için de bir yandan dışarıdan Ermeni göçü özendirilirken, öte yandan bölgedeki Türk nüfus peyderpey Anadolu’nun diğer yörelerine göç ettirilmektedir. İngiliz Yüzbaşı bunu da yeterli görmemekte ve geriye kalan halktan özellikle Kürtler, Ermenilerle birlikte yaşamaya zorlanmalıdır. Eğer netice alınamazsa “silah zoruyla hizaya getirilmeleri” de son çare olarak ifade edilir. Bütün bunlar raporda “...Aynı zamanda bir yandan Kürtleri disiplin altına alırken, öte yandan da dışarıdaki politik eğitimi yaygınlaştırarak gerçek kuvvetin nasıl olacağı, bölünmenin tehlikesi, alçakgönüllülük ve hoşgörü ihtiyacı üzerinde halk eğitilmeli ve yavaş yavaş yetki ve yürütmeye alıştırılmalıdır. Bunu yaparken halkın karışık olması nedeniyle zorluklarla karşılaşılacaktır. Osmanlı (Türk) halkının Küçük Asya’nın başka bölgelerine göç etmelerini buna karşın Ermenilerin bu yöreye aktarılmalarını teşvik etmenin büyük faydası olacaktır. Eğer bu iş sessiz sedasız yapılabilirse geriye Kürtlerle Nasturiler kalır. Kürtler, Ermenilerle kader birliği etmeye teşvik edilmelidir. Serbest bir eğitimle aralarındaki dini nefret yumuşatılmalı, bu iki ırk bütünleştirilmelidir[lxvii]. Ancak ilkin Kürtler güçlü bir disiplin altına alınmalı ve sükunet içinde yaşamak zorunda bırakılmalıdırlar. Eğitim mümkün olduğu kadar onlar arasında yapılmalı eğer onları sakinleştirici önlemler giderek istenildiği gibi sonuçlanmazsa eğitimin hiç olmazsa onları hükümete katılabilecek ölçüde birer iyi vatandaş yapacağı umulabilir. Belki de onlar son zamanlarda iyice artan Müslüman bağnazlığı nedeniyle Hıristiyan olurlar. Kürtlerin kökeninde Hıristiyanlarınkine benzeyen birçok gelenekleri vardır. Son zamanlara kadar Kürtler, Hıristiyanlarla dosttular[lxviii]. Dahası Ermeniler, Kürtlerin de kendi ırklarından olduklarına inanırlar[lxix]. İlkin Kürtlere bazı bölgeleri ayırmak, buradaki Hıristiyanları başka yerlere sevk etmek ve komşuları rahatsız etmedikleri sürece onları bağımsız olarak bırakmak çok faydalı olabilir. Aynı zamanda onlara Hıristiyanlığı aşılamaya ve aralarında eğitim yapmaya çaba gösterilmeli, eğer bunda başarı sağlanamazsa toprakları işgal edilerek boyun eğmeleri ve uslu durmaları sağlanmalıdır.” sözleriyle yer almaktadır[lxx].


İngilizler, bu rapordaki tekliflerin pek çoğunu bizzat kendi yönettikleri, işgalleri altındaki topraklarda, yani sömürgelerinde bile uygulamamışlardır. Ama bütün bunlar Anadolu’da, Osmanlı yönetiminde ıslâhat bahanesiyle gerçekleştirilmeye çalışacaktır. Zira, zamanı gelip de Osmanlı Devleti çökünce Ermenilere ayrı bir devlet kurdurmak ancak böyle mümkün olabilirdi. Aslında Konsolos Emilius Clayton’un kayıtları kendi kafasından çıkmış şahsî düşüncelere dayanmamaktaydı. Bu rapor, tamamen zamanın İngiliz politikaları doğrultusunda düşünülmüş ve kaleme alınmıştı. Nitekim burada söz konusu edilen pek çok husus Lord Salisbury’ın 8 Ağustos 1878 tarihli yönergesinde de vardır. Aradaki fark, Salisbury daha kapalı, diplomatik bir ifadeyi tercih ederken Clayton her şeyi daha açık seçik yazabilmiştir[lxxi].


Clayton’ın raporunda dikkati çeken en önemli husus söz konusu rapora kadar, hatta bu raporun sonunda da yer aldığı şekliyle sürekli kötülenen, aşağılanan, Ermenilere en büyük zulmü yapan topluluk olarak gösterilen, dolayısıyla mutlaka tedip edilmeleri gerektiğine inanılan Kürtlerin[lxxii] birden bire Ermeni ideallerini gerçekleştirmede en önemli müttefik olarak değerlendirilmek istenilmesidir. Bu tür görüşlere daha sonraki İngiliz belgelerinde fazlaca rastlanmaz[lxxiii]. Ama bu düşünce, zamanla Hoybun cemiyetine[lxxiv] temel teşkil etmesi ve Doğu Anadolu üzerindeki İngiliz-Rus nüfûz rekabetinde bir faktör, daha doğrusu bir piyon olan Ermenilere yeni unsurların eklenmek istendiğini göstermesi bakımından dikkatle üzerinde durulmayı gerektirmektedir.


Kürtleri, Ermeni ideallerine payanda yapma fikri sadece İngilizlere ait bir düşünce değildir. Meselâ, XX. yüzyılın hemen başlarında bölgeyi gezen ve “Van-Bitlis Vilâyetleri Askerî İstatistikleri” başlığıyla geniş bir rapor hazırlayan Rusya’nın Van konsolosu Tuğgeneral T.V. Mayévsrıy (Mayewski) de benzer düşüncelere sahiptir[lxxv]. O, raporunda; “Ermeni olaylarında Kürt köylerinin önemi hakkında birkaç söz söylemek isterim. Kürtlerin içinde yaşayan Ermeniler dostça yaşamışlardır. Yıllarca Kürt ve Ermeni arasında hiçbir olay yokken, birden bire aralarında yüzyıllarca sürecek böyle bir kin ve nefretin gireceğini hiç kimse düşünmemiştir.


Fakat Ermeni olaylarını uzaktan idare edenler, (şayet Ermeni-Kürt ilişkilerini hakkıyla bilselerdi) Kürtleri, Ermenilerin aleyhine tahrik için değil, aksine aralarında bulunan ilişkilerin geliştirilmesi ve ilerletilmesi için büyük çaba harcarlardı ve bunların aralarındaki teşriki mesai için büyük emek vermek zorunda kalırlardı.


Kürtlerin büyük bir bölümü henüz gerçekten Osmanlı Devleti’ne bağlı değildi. Uzun uzadıya buralarda yapılan incelemeye göre Kürtlerin yarısından fazlası Osmanlı hükümetine karşı kin ve nefret beslemekteler. Bu da Kürtlerle Ermenileri bir arada teşriki mesaide bulunduracak bir konuydu. Bunu tatbik sahasına koymak liderlere düşerdi. Bu düşünce Ermenilerde yoktu.


Kürt ve Ermenilerin birlikte ayaklanmaları işe başka bir şekil verirdi. Bu ayaklanmayı hiç kimse reddetmezdi. Çünkü öyle Ermeni köyleri vardı ki Kürtçeden başka hiçbir dil bilmezler. Bu iki millet de Türkleri pek sevmezlerdi. Bunun için Osmanlı’ya karşı her iki milletin birlikte hareketi kolaylaşırdı. Bazen komitacılar Kürtleri ve Ermenileri birleştirmeye çalışırlardı. Çünkü çiftçi olan Ermeni aynı zamanda kendisi gibi çiftçi olan reaya Kürtlerle bir arada yaşamayı bilirlerdi, aşiret Kürtler ise bazen her iki taraftan da nefret ederlerdi. Bununla beraber yakınlıkları da vardı. Çünkü birbirlerine muhtaçtır (sic.). Böylelikle yaşam sahaları aynı arazi olduğundan bunlar kolayca barışırlar ve beraber hareket ederler. Artık bundan sonra bunları ayırt etmek mümkün olamaz.


Eğer Avrupalılar ile İstanbul’daki komitacılar ve tüm Ermeniler, Ermenistan yerine Kürdistan kelimesini kullanabilselerdi[lxxvi], bütün Kürtleri arkalarına alırlardı. Daha sonra kentlerde yeni yeni şehirleşmeye başlayan Kürt aşiretleri, şehir hayatına alıştıktan sonra diğer aşiretlere de örnek olabilirdi.” demektedir[lxxvii]. Dikkat edilirse Mayévsrıy, Ermenilerle Kürtlerin arasına hiç yokken, birden bire düşmanlığın, kin ve nefretin sokulmasına hayıflanmaktadır. Aynı zamanda bu iki toplumun birlikte ayaklanması halinde her şeyin değişeceğine inanan Rus Konsolos, Kürt ve Ermenilerin karşı karşıya getirilişini de, Batılıların özellikle de İngilizlerin bir oyunu olarak göstermektedir[lxxviii]. Haliyle Mayévsrıy, Ermeni patırtısında Rusların rolünü gizlemeye çalışmakta[lxxix], ancak gelecekte bu yönde girişilecek faaliyetlerde de nelere dikkat edilmesi gerektiğini ortaya koymaktan kendisini alamamaktadır.

2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder