26 Şubat 2016 Cuma

1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?



1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?

BİLGESAM Araştırmacısı Dicle Sasaoğlu’nun Bilge Adamlar  Kurulu Üyesi Büyükelçi Ümit Pamir ile mülakatı

SORU- Nisan 2015 Türkiye’nin aleyhine kullanılan “ Soykırım ” suçlamasının 100. yılına denk gelmektedir. Günümüzde sadece siyasi boyutuyla ele alınan bu 
sorunun geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu tarihi sorunu değerlendirmeden önce o dönemin genel tablosuna bakmamız uygun olur. Tarihte bütün imparatorlukların yıkılışı ki Roma, Habsburg, Britanya 
ve Osmanlı imparatorlukları buna örnek olarak gösterilebilir, beraberinde sancılı, karmaşık, bazen felaketlerle dolu dönemlere sahne olmuştur. 

Osmanlı, Trablusgarp ve Balkanlar’dan sonra Kafkaslar, Suriye ve Irak cephelerinde, Çanakkale’de savaş halindedir. Ermenilerin “soykırım”ın başladığı tarih olarak algıladığı ve bazı Ermeni ileri gelenlerinin tutuklandıkları 24 Nisan 1915’te İngiliz donanması Çanakkale önündedir. Ertesi gün saldırıya geçeceklerdir. 
Sırpların ve Bulgarların bağımsızlıklarını kazanmaları, çöküntü halindeki Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermeni devleti kurmayı hedefleyen milliyetçilik cereyanlarını körüklemiş ve “ Doğu Meselesi ”nin Osmanlı’nın parçalanması suretiyle kesin bir çözüme kavuşturulmasının artık zamanı geldiğini düşünen Rusya, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci Batı ülkeleri Ermenilerin bu hayallerini istismar ederek onları teşvik etmişler, kışkırtmışlar ve ellerinden gelen yardımlarda bulunmuşlardır. Ermeniler de maalesef bu vaadlere kanmışlardır. 

SORU- Türklerin ve Ermenilerin yüzyıllarca barış içinde birlikte yaşayan dost milletler oldukları bilinmektedir. Bu çerçevede 1915 yılında alınan tehcir kararını nasıl yorumluyorsunuz? 

Birden bire bu dostluğun bozulması için yani birisinin sabahleyin kalkıp da “ Hadi ben 800-900 yıldır birlikte yaşadığım insanları tehcire tabii tutayım ” demesi için 
birşeylerin olması gerekir. Birşeyler oluyor ki hükümet tehcire başvuruyor. Bunlar nedir? 


Çöküntü halinde bir imparatorluğa dönüşen Osmanlıyı bölmek isteyen büyük devletlerin himayesinde “Doğu Hıristiyanlarını Koruma Cemiyetleri” kuruluyor, 
bunlar ayrıca federasyonlar da kuruyorlar. Bu misyonerlerin kışkırtıcı bir takım faaliyetleri mevcut. Yine bu dönemde bir takım Ermeni çeteleri oluşuyor. 
Bu çeteler isyanlar düzenlemeye başlıyor. Bazıları büyük kitleler halinde Rus ve Fransız ordularına gönüllü olarak katılıyorlar, özel taburlar kuruyorlar, onların 
üniformalarını giyiyorlar, Doğu’da ilerleyen Rus orduları ile birlikte düşmanla işbirliği yapan bir konuma geçiyorlar. Aynı durum Güneydoğu’da Fransızlarla da 
söz konusu. 

Yaptıkları mezalime karşı yerel halkta tepkiler oluşuyor. Zaten kendileri de Milletler Cemiyeti’ndeki görüşmelerde “200 bin Ermeni’nin İtilaf devletlerine yardım amacıyla” yaşamlarını kaybettiklerini açıkça kabul ediyorlar. O tarihe kadar “sadık tebaa” olarak tanımladığı Ermenilerin savaş halinde olduğu ülkelerle işbirliğinde bulunmasını ihanet olarak algılayan ve parçalanma süreci içindeki Osmanlı, çaresizlik içinde tek seçenek olan tehcir kararını alıyor. Ermeniler özellikle Rusların ilerlediği bölgelerdeki lojistik ve destek yollarında etkin olmamaları için bölgeden uzaklaştırılıyorlar. Gönderdikleri topraklar Suriye gibi gene Osmanlı toprağı. Hatırlanacağı gibi, Holocaust’ta Yahudiler Almanya’nın savaşta olduğu başka bir ülke ile işbirliği yapmadılar ve onların üniformalarını giymediler. Ona rağmen onlar Polonya gibi Almanya’nın sınırları dışında bir ülkeye gönderildiler. 

Osmanlı ise Suriye topraklarına gönderiyor. 1993 yılında Fransız Le Monde gazetesine verdiği beyanatta Bernard LewisOsmanlı hükümetinin Ermeni ulusuna karşı kitlesel imhayı öngören bir planının olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur ” derken bu hususa da ayrıca değinmiştir. 

Bu çerçevede Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’in Taşnaksutyun Partisi’nin kongresinde yaptığı konuşmada “ Ortada bir emperyalist proje bulunduğunu”, 
“İngiliz işgalinin Ermeni umutlarını yeşillendirdiğini ”, “ kayıtsız şartsız Batı’ya bağımlılıklarını ”, “ Osmanlı ordularına karşı savaşmak üzere gönüllü birlikler 
oluşturduklarını”, “ Türklerin savunma içgüdüsüyle hareket ettiklerini ”, “tehcirin amaca uygun olduğunu” içeren ifadelerini hatırlamak ve hatırlatmak uygun olacaktır. 


Tehcirin düzenli, kontrollü, kimsenin malına canına dokunulmayacak şekilde uygulanması yönündeki talimatlara rağmen, savaş halinde olan yerel halk Ermeni çetelerinin saldırılarının yarattığı öfke ve kin ile bazı olaylara tevessül ediyor. Bazı resmi görevlilerin de görevlerini büyük bir titizlikle yapmadıkları durumlar söz konusu. Devlet otoritesinin büyük ölçüde yıpranmasının yarattığı kargaşa ve zaaflar (açlık, salgın hastalıklar, ulaşım zorlukları, elverişsiz iklim koşulları, iaşe konusundaki ciddi imkânsızlıklar, yağma ve soygun gibi üzücü durumlar) nedeniyle Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı bu tehcir olayı bir trajedidir. Hiç şüphe yok ki bu felaket karşısında bir empati duymak, tehcirin yol açtığı acıları paylaşmak, haksızlıklara uğramış olanlardan özür dilemek gerekmektedir. 
Bu acıların yaşandığı ortamda Osmanlı Müslüman halklarının da büyük acılar yaşadığı görülmektedir. Balkanlarda, Kafkaslarda milyonlarca ölü ve yaralı 
söz konusu. Bir o kadar insan da anayurtlarından sökülmüşler ve Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmışlardır. Sığındıkları topraklarda da savaş süregelmektedir. 


Türk tarafında yaşanan bu trajediler için de üzüntü beyan etmek, empati duymak gerekmez mi? Aksi takdirde, bir tarafın uğradığı felaketi dile getirip öbür tarafın felaketini görmezlikten gelmek “seçici unutkanlığa” (selective amnesia) sığınmak olur.
Bir yıkılış döneminin geri planındaki tablo bu. 

SORU- Türkiye ve Ermenistan’ın farklı tarih anlatılarına sahip oldukları aşikâr. Bu noktada Türkiye’nin tarihçilerden oluşan bir tarih komisyonun kurulması önerisine nasıl bakıyorsunuz?

Ermeni tarihçilerle Türk tarihçilerin bir araya gelmesi fikri ilk defa 1978 yılında Başbakan Sayın Ecevit tarafından ortaya atıldı. Daha sonra 1989’da Türk Tarih 
Kurumu’nun düzenlediği bir sempozyum oldu. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi bir konferans düzenledi. 2009’da yine Tarih Kurumu bir toplantı yaptı. Bunlara 
Ermeni tarihçiler katılacağız dediler. Bazen bir kişi geldi bazen hiç gelmediler. Tarihinizle yüzleşin diyorlar. Tarihinizle yüzleşirken “ben neyi neden yaptım” 
diye bakarsınız. Yüzleşmenin geniş ve kapsayıcı bir kavram olduğu unutulma malı. Tarihle yüzleşirken o tarihteki bütün aktörlerle yüzleşmek, onlar ne yaptılar, ne ettiler onu da bilmek istersiniz. Yoksa “sen tarihe tek başına bak, ben ‘soykırım’ yaptım de, bu iş bitsin” denemez. Yüzleşmedeki tüm tarafların ortaya çıkması lazım, bütün tarafların elindeki belgeleri, bilgileri ortaya dökmesi lazım. 

Ayrıca büyük kargaşa ve altüst olmaların söz konusu olduğu dönemlere, o tarihte cereyan eden olaylara bugünün gözlükleriyle, parametreleriyle, fikirleriyle ve değer yargılarıyla bakmamak lazım. O günkü dünyaya bugünkü gözlükle baktığımız zaman, başka bir tablo görmüş oluruz ve haksız yargı ve sonuçlara varabiliriz. Biz de bu olaylara, ne olup ne bittiğine o günün koşullarından hareketle bakalım diyoruz. Ermenileri tehcir etme planı var, ama Ermenileri soykırıma uğratmak gibi bir plan yok. Bunu kanıtlayacak hiçbir belge de yok. 

Bizim okullarımızda, üniversitelerimizde çocuklarımıza anlattığımız tarihle sizinki arasında büyük fark var. Bu anlatılar arasındaki farkı gidermemizin mümkün 
olup olmadığını araştırmak amacıyla tarihçilerle bir çalışma yapalım diyoruz. Tarihçiler baksınlar eldeki belge ve bilgiler nedir, bunları nesnel biçimde tarasınlar, varacakları sonucu kabul edelim diyoruz. Bundan çekiniyorlar.

Türk, Ermeni ve 3. ülkelerden de tarihçilerin katılacağı komisyon önerisine yanaşmayan Ermenilerin bu konudaki çekincelerine değinmek gerekmekte. Ermeniler tarih komisyonunun kurulup çalışmasının, “soykırım” iddialarını sorgulanabilir hale getirmesinden ötürü çekiniyorlar. Bu özgüven eksikliğinden kaynaklanan bir tutumu yansıtır. Ellerinde “soykırım” konusunda kesin, inandırıcı bilgi ve belge varsa korkmamaları lazım. Türkiye Osmanlı arşivini açmıştır. Rus arşivlerinde çok önemli belgeler var, bir kısmını Mehmet Perinçek yayınladı. Boston’da Ermeni arşivleri var, bir türlü açmıyorlar. Açarlarsa orada kendilerinin de neler yaptıkları ve belki de bu üzücü olayın, bu trajedinin öyle sanıldığı gibi başlamadığı ortaya çıkabilir diye çekiniyor olabilirler. Komisyon çalışmaları sonunda “ Soykırım ” yapıldığı saptanırsa onu kabul ederiz diyoruz. Ama siz baştan “ Soykırım ” olmuştur deyip işe başlayalım dediğiniz zaman bizim, bir soyun “ Soykırım ” gibi çok ciddi bir suçlamayla itibarının lekelenmesini kabul etmemiz söz konusu olamaz. 


Ermenistan ile tarih konusundaki anlatılarımız farklı, ama tarihi yeni baştan yazamayız. Ermeniler bize “tarihi bir tek benim versiyonuma uygun şekilde yazalım” diyorlar. Bunu yapamayız, tarihi yazacaksak birlikte oturup bakmamız lazım. Tarihi yeniden yazamayacağımıza göre hiç değilse geleceği birlikte şekillendirebiliriz. 

Tarihteki travmaların esiri olup geleceği de travmatik bir yaklaşımla ele almamamız gerekir. Hiçbir ulustan tarihini unutması istenemez, tabi ki tarihlerini hatırlayacaklardır ama tarihteki travmalara günümüzdeki davranışlarımızı da etkileyecek şekilde bağlı kalır ve bugünkü ilişkilerimizi, yaklaşımlarımızı bu travmaların etkisinde şekillendirirsek sağlıklı bir konumda olmayız, bir takım hatalar yaparız ki bu hatalar bize pahalıya mal olabilir. Tarihi şekillendirmek lazımdır ama tek bir tarih anlatısını bir tarafa baştan empoze etmek de herhalde oldukça haksız bir durumdur. 

SORU- 1915 yılında yaşanan olayları bugün “ Soykırım ” olarak tanımlayan ve bu süreçte 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia eden görüşler mevcut. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dışişleri Bakanlığı’na 1965’te girdiğimde hatta 1970’lere kadar sayı 500 bin civarındaydı. Rakamlar giderek arttı 800 bin, 900 bin şimdi 1,5 milyona kadar çıktı. Kaldı ki Türkler “soykırım” suçunu işlemişlerdir derken dikkat edilirse bunu belirli bir idareye değil bir ulusa yüklemeye kalkıyorlar. Srebrenitsa’da ve Ruanda’da idareler söz konusu fakat burada tüm bir ulus “soykırım”la itham ediliyor. 

Ermenilerin tezlerinde dayandıkları iddialar Birinci Dünya Savaşı sırasında yayınlanan makaleler, misyonerlerin notları, bir takım hatıratlar ki bunların hiçbiri orijinal nitelikte değil. Üstelik de bunları çarpıtarak kullanıyorlar. Mesela hatırattaki 5 cümleden 1’ini alıyor öbür cümleleri görmezlikten gelip o cümleyi de bazı eklemeler yaparak yayınlıyorlar. Saptırılmış versiyonlarla karşı karşıya kalınca her defasında bunları çürütme konumunda kalıyoruz.

1960’lardan sonra, özellikle Soğuk Savaş’ın da etkisiyle bir Ermeni aktivizmi ortaya çıktı, bu da Türklerin “ Soykırım ” yaptığı tezine dayandı. Giderek bu Ermeni paradigması Ermeni kimliği ile eş anlama gelmeye başladı. Yani biz ancak Türk karşıtlığı üzerinden, Türklerin “soykırım” yaptığını iddia ettikçe Ermeni kimliğini canlı tutabiliriz algısı oluşmaya başladı. Böyle bir paradigma yaratıldığı zaman “ Irkçı Türk ”, “ Hitler’e ilham veren Türk ” gibi ifadelerle karşı karşıya kalınıyor. Bu yaklaşımın son derece siyasi bir yaklaşım olduğu aşikâr zira soykırım konusunda ortada hukuki ve bilimsel bakımdan bir oydaşma mevcut değil. “ Soykırım ” olmuştur diyenler de var, hayır olanlar “soykırım” olarak tanımlanamaz diyenler de.

Bizde tarih eğitimi olmasa da tarih bilmese de “Ermeni soykırımı olmuştur” diyen Taner Akçam, Hasan Cemal gibi gazeteciler var. Buna mukabil 1 Mart 1920 
tarihinde Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Sir Eric Drummond “Türkiye’deki azınlıklar baskıya uğramış ve başıboş çeteler tarafından katliamlar işlenmiştir. 
Ancak bunlar merkezi hükümetin kontrolü dışında cereyan etmiştir.” demiştir. (“Minorities were often oppressed and massacres carried out by irregular bands 
who were entirely outside the control of the central Turkish Government”). Ayrıca Doğu Perinçek davası var. Bu davada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Doğu Perinçek’in haklı olduğunu, 1915 olaylarına “ soykırım ” diyenler olduğu gibi böyle tanımlamayanların da bulunduğunu belirtmiştir. Tarihe siyasal bir açıdan değil, tarihçi gibi bakmak lazım yani belgelere inmek lazım. 

Hukuki bakımdan ortada “ soykırımı ” belgeleyecek bir şey bulunmamaktadır. Bilindiği gibi, 1948 Sözleşmesi soykırım için örneğin Holocaust ve Nurnberg’de 
olduğu gibi “yetkili bir mahkemenin”, “adil ve hukuka uygun” bir yargılama sonunda vereceği kararın, ayrıca “bir yok etme niyetinin” var olması gerektiğini ifade etmektedir. 1915 olaylarında “soykırım” ile ilgili bir mahkeme kararı ve imha niyeti söz konusu değildir. Zaten “soykırım” kavramı Almanya’da Holocaust’tan sonra ortaya çıkıyor. 1915’lerde “soykırım” kavramı diye bir kavram yok. Tabii bu kavramın o tarihlerde mevcut olup olmamasından çok, neyin yapıldığı önemlidir. 


Şimdiye kadar Ermeni “ soykırımı ” konusunda 20 civarında ülkede, parlamentolarda ya karar alındı ya da deklarasyon yayınlandı. Mesela İsveç’te 150’ye karşı 151 oyla, bir oy farkla kabul edildi. Bazılarında parlamentoda kararlar milletvekili sayısının %10’un oyuyla geçti. Kaldı ki siyasal bir konumda olan parlamentoların, kanun koyucunun tarihi olaylar hakkında kanun koyması sağlıklı bir yaklaşım olamaz.

Bu noktada sömürgecilik zihniyetinden kalma algıların hala devam ettiğini söyleyebiliriz. Bu algı “biz üstün toplumuz, sömürgecilik döneminde yaptıklarımız katliam sayılmaz çünkü biz uygarlık götürdük. Türkler ise Avrupa’ya yakışmayan barbarlar ve katliam yaparlar” üzerine kuruludur. Uygarlık götürdük deyip vicdanlarını rahatlatmak ve suçu kendilerinden geri olarak gördükleri toplumlara mal etmek söz konusu. Bunun geri planda var olduğunu akılda tutmamız gerekir. 

“ Soykırım ” temasının, Lozan Barış Antlaşması’ndan 50 yıl sonra uluslararası gündeme taşınmasında, ASALA gibi terör örgütlerinin işlediği cinayetlerin –ki bu 
çerçevede 31’i Türk diplomatı ve yakınları olmak üzere 90 kişi yaşamını yitirmiştir- yanı sıra Avrupa ve ABD’deki bu algının çok önemli rolü olmuştur. O kadar ki bu cinayetler karşısında bigâne kalmak veya olup bitenleri hoşgörüyle karşılamak, bazı Batılı ülkelerde failleri yakalamamak veya asgari cezalarla salıvermek ölçüsüne varabilmiştir. 

SORU- Nisan 2014’te Türkiye, 1915 olaylarında ölenler için Ermenistan’a taziye dileklerini iletmiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi amacıyla bir sonraki adımın sınırın açılması konusunda olacağının sinyallerini vermişti. Alican Sınır Kapısı’nın açılması halinde bunun yaratacağı etkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? 


Bilindiği gibi dünyada 8 milyon Ermeni var, bunun 3 milyonu Ermenistan’da, 2,5 milyonu Rusya’da -ki en büyük Ermeni diasporası Rusya’dadır-, 1,3 milyon 
civarı ABD’de ve 500-600 bini de Fransa’da yaşıyor. 3 milyon nüfusu olan Ermenistan’ın gayrisafi milli hasılası 10 milyar dolar civarında. Türkiye ile ihracatı Gürcistan üzerinden oluyor. Bizim oraya ihracatımız 250 milyon dolar civarında, onlardan da 1 milyon dolar civarında ithalatımız var. 250 milyon dolarlık bir ihracat Türkiye açısından çok önemli bir rakam değil. 

Ancak sınırın açılması sayesinde Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye arasında bölgede kurulacak istikrarlı bir barış ortamı her bakımdan 3 ülkenin de yararına 
olur. Buraya doğrudan yabancı sermaye akışı artar, ekonomik ve sosyal ilişkiler dokusu oluşur, tarihle barışma süreci de kolaylaşabilir. 

Sınırın açılmasının taşımacılık konusunda da bir takım olumlu getirisi olur; Gürcistan üzerinden olan yol kısalır, maliyetler düşer, Türkiye’nin Orta Asya pazarına kuzeyden de gitme imkânı doğar. Sınır ticareti hem Ermenistan hem de Türkiye’deki sınır bölgeleri bakımından kârlı olur. Ancak tüm bunların gerçekleşebilmesi için Yukarı Karabağ sorununda Ermenistan’ın adım atması gerektiğini düşünüyorum. 

SORU- Bu noktada Ekim 2009’da ilişkilerin normalleşme süreci bağlamında iki ülkenin dışişleri bakanları tarafından imzalanan Zürih Protokolleri’ni nasıl 
değerlendiriyorsunuz? 


Protokollerde sınırın açılması öngörülüyordu. Yalnız Zürih Protokolü’nde bildiğim kadarıyla zımni, bazı kaynaklara göre ise daha kesin ABD vaatleri vardı. Bilindiği 
gibi Yukarı Karabağ dışında reyon denilen 7 tane bölge var. Bunlar Ermeni işgali altında. Ermeniler bu protokolleri bizim meclise sevk etme sürecimize paralel 
olarak bazı reyonlardan çekileceklerdi. Bunu yapmadılar. O müzakerelerde ABD tarafının “ Siz merak etmeyin protokolü imzalarsanız, meclise sevk ettiğiniz 
aşamaya paralel olarak belli bir takvim çerçevesinde Ermeniler de bu reyonlar dan çekileceklerdir ” şeklinde bir vaadi olduğu görüşü doğruysa, bizim bu sözlü vaadlerle yetinmeyip bu anlayışı kâğıda dökmemiz lazımdı. ABD gibi büyük bir devletle iş yaparken çok dikkatli olmanız lazım. Benim anladığım kadarıyla biz bir sözlü vaatle yetindik, Amerikalılar Ermenileri ikna edemeyip de Ermeniler hiçbir reyondan çekilmeyince, Türk hükümetinin bunu parlamentodan geçirmesinin imkânı olmadı. Biz özellikle Yukarı Karabağ sorununda Azerbaycan’ı hesaba katmayan bir tutuma giremezdik. Bence hata orada oldu. Amerika vaatlerini gerçekleştiremeyince biz de parlamentodaki süreci ileriye götüremedik. 

SORU- Türkiye’nin iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için verdiği çabalar ortadadır. Peki, Ermenistan ne tür adım atabilir?

Zürih protokollerinin yürürlüğe girmesini sağlamak için Ermenistan’ın reyonların bazılarından çıkması olabilirdi, yapmadılar. Ortada enteresan bir durum da 
var. Ermeni diasporasıyla Ermenistan hep değişken rollere soyunuyorlar. Bazen Ermenistan yakınlaşmadan yana tutum sergiliyor ama diaspora karşı çıkıyor, bazen de diaspora “ Bu iş artık bitirilmeli ” diyor, bu sefer de Ermenistan hükümeti tutumunu sertleştiriyor. Günlük sıkıntıları çekenler Ermenistan’da yaşayanlar, diasporadakiler değil. Diaspora açısından bir de çıkar meselesi var. Diasporadaki Ermeni kuruluşları, özellikle Amerika ve Fransa’dakiler bu işten epey para kazanıyor. Yani bir de işin mali yönü var. “ Soykırım ” temasını işlemekten nemalanıyorlar. 

Ermenilerin meseleye Erivan’dan soğukkanlılıkla bakarak “evet tarihte bir felaket oldu, Türkler bu felaketi kabul ediyorlar, ama bunun baştan ‘soykırım’ 
olmasına karşılar, oturup konuşalım” demesi lazım. 

Bazı Ermeni aydınları, Ermeni halkı adına işlenen cinayetlerden ötürü Türklerden özür dilenmesi amacıyla bir metin hazırlamaya girişmişler fakat ASALA’nın 
kendilerini ölümle tehdit etmesi üzerine bu niyetlerini gerçekleştirememişlerdi. Örneğin bir diğer adım da bu projeyi canlandırmak olabilir.

Bir de bildiğiniz gibi 2015 Şubat ayında Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın protokollerin parlamentodan geri çekilmesi yönünde almış olduğu 
karar var. Karşılıklı iyi niyet adımlarının atılması beklenirken böyle bir kararın alınması hayal kırıklığı yaratmıştır. 

SORU- Sizce Nisan 2015’te neler olacak?

2015 Nisan’da neler olacak bilemiyoruz, ama parlamentolardan çıkacak kararlarla Türkiye’nin baştan “ Soykırımı ” kabul etmesi bekleniyorsa bu olmayacaktır. Ermenilerin yaklaşımı “ Soykırım ” kararını tanıyan 21 tane parlamentodan hareketle bu rakam büyür ve o zaman Türkler bu suçu kabul eder yönündeyse, bunun gerçekleşebileceğini sanmıyorum. Ermeni ulusu eski bir ulustur, ama Türk ulusu da eski bir ulustur. Yani Ermeniler için tarih ne kadar kutsal ve önemliyse bizim için de kutsaldır. Türkler 1071’den itibaren yaklaşık 10 asra yakın birlikte yaşadıkları Ermenilerin elim trajedisini yadsımamak tadır. Ermeni trajedisini kabulleniyoruz, bunun için taziyelerimizi, empatımizi sunuyoruz ve acılarını paylaşıyoruz ama bizim de bir takım acılarımız var biraz da buna bakalım dendiği zaman da bize karşı cimri davranılmaması gerektiğini düşünüyoruz. 

24 Nisan 2015’ten sonra 100. yıl da bittikten sonraki dönemde Ermenilerin tutumlarını yeni bir bakış açısıyla gözden geçirme imkânı bulmalarını, yeni dinamiklerin devreye sokulacağı yaklaşımların benimsenmesini diliyorum. Geleceği beraber şekillendirmemiz için bir 100 yıl daha beklemememiz lazım geldiğini düşünüyorum. 

Bilge Strateji, Cilt 7, Sayı 12, Bahar 2015

http://www.bilgesam.org/incele/2077/-1915-trajedisi--soykirim--mi-/


****

16 Şubat 2016 Salı

Savaş Esirleri..,


Savaş Esirleri..,




Nil Özben 
21.01.2016




1914-1922 yılları arasında Rusya’nın çeşitli bölgelerinde toplam sayısı 65 bini bulduğu düşünülen Osmanlı askeri esir düştü. Birinci Dünya Savaşı’nın esir askerleri, İkinci Dünya Savaşı’nın esir askerlerine kıyasla daha az incelenmiş bir konu. Osmanlı askerlerinin esaret hikayeleri ise literatürde oldukça küçük bir alan kapsıyor. Mevcut çalışmalar içinde daha ziyade Mısır’daki esir askerler üzerinde durulduğunu görüyoruz. Rusya’dakiler hakkında yapılan yerli çalışmalar son derece sınırlıyken yabancı çalışma neredeyse yok.

Öncelikle bir kavram olarak “ Savaş esiri ”nin üzerinde duralım. Temel bir tanım vermek gerekirse, savaş esiri, savaşan devletin çatışma devam ederken düşman devlet tarafından gözetim ve denetim altına alınan, bu devlette “tutuklu” bulunan vatandaşlarına verilen isim. Bir kişinin savaş esiri olarak tutulmasının çeşitli sebepleri olabilir: Kişinin birliğine yeniden katılıp savaşa dönmesini engellemek, ele geçirilen kişileri bir güç ve zafer göstergesi olarak sergilemek, cezalandırmak, işgücünden faydalanmak, önemli istihbarat elde etmek gibi. Savaş esiri statüsü ve olayın hukuki boyutu üzerine birçok yazı kaleme alınmış, ama bunlardan 1913 tarihli “The Prisoner of War” başlıklı makale ironik niteliği bakımından ayrı bir yerde duruyor. Askerî başsavcı George B. Davis’in yazdığı makalede bir savaş esirinin hukuki tanımının ne olması gerektiğine ilişkin görüşler ifade ediliyor ve bu kişilerin ne gibi haklara sahip oldukları anlatılıyor. Davis, savaş esiri kavramına tarihsel bir çerçeve çiziyor; kadim zamanlarda böyle bir kavram olmadığından, insanların zaman geçtikçe savaşta ele geçirilen kişilerin bir değer ifade edebileceğini anladığından bahsediyor ve özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında artık yerleşmiş bir uygulama haline gelen savaşta esir almanın hukuksal tanımının yapılıp sınırlarının çizilmesine çalışıldığını ifade ediyor. Davis’in tanımına göre savaş esiri insanca muamele görmeye hakkı olan, silahları dışındaki özel eşyalarını kendisini esir alanlara teslim etmek zorunda olmayan, bu kişilere özel veya askerî bilgi verme zorunluluğu bulunmayan, rütbesine göre maddi yardım alması gereken bir kişidir. Davis’in bu satırları kaleme almasından bir sene sonra patlak veren savaşta bu düzenlemelere ne ölçüde uyulduğu elbette önemli bir soru.

Savaş esirinin teoride kim olduğunu, pratikte ise teorinin öngördüğü standarttan ciddi sapmalar bulunduğunu biliyoruz, çünkü elimizde, savaşan devletlerin askerlerinin kaleme aldığı birçok anı var. Buna rağmen I. Dünya Savaşı’ndaki esir askerler konusu, yazının başında da belirtildiği gibi akademik açıdan sıkça ele alınmış bir konu değil. Bunun neden böyle olduğu sorusunu soran tarihçi Peter Gatrell, iki muhtemel cevap sunuyor: Savaş esirlerinin çatışma devam ederken sürekli vurgulanan kahramanlığın, büyük başarıların bir “antitezi” olması ve bu kişilerin sosyo-tarihî skalada nereye yerleştirilmeleri gerektiğinin tam olarak bilinememesi. Esir askerlerin savaş devam ederken ülkenin kurtuluşunun ve orduların zaferinin ön planda olması nedeniyle tecrübe etmiş olabilecekleri ihmal durumunun, savaştan sonra da yakın zamana kadar neden devam ettiği sorusu karmaşık bir soru. Bu sorunun bir boyutu da savaş esirleri hakkındaki çalışmaların neden daha ziyade belirli ülkelerin askerleri üzerinde yoğunlaştığı meselesi.

Esir Türk askerleri hakkında çok fazla çalışma olmadığından bahsetmiştik. Rusya’daki savaş esirleri konusu ise belirli isimler tarafından ele alınmış. Bu esirlerin sayısı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Mevcut tahminlerin 40 bin ile 65 bin arasında değiştiği düşünüldüğünde bu belirsizlik daha da açık hale geliyor. Cemil Kutlu, neden kesin bir rakama ulaşılamadığını çeşitli nedenlerle açıklıyor: Osmanlı ordusunda tutulan çizelgelerin pek güvenilir olmaması, devletler arasında bu kayıtların sağlıklı bir kıyaslamasının yapılamaması, ele geçirilen kişilerin ne kadarının esir olarak alınıp ne kadarının öldürüldüğünün bilinememesi ve iletişim imkanlarının kısıtlılığı. Özellikle Galiçya ve Kafkasya cephelerinden getirilen Osmanlı askerlerinin Rusya’nın çeşitli bölgelerine gönderildiğini ve gördükleri muamelenin de son derece değişken olduğunu biliyoruz. Rusya’daki savaş esirleri konusundaki bilgilerimizin çoğunu hükümet tarafından Hilal-i Ahmer temsilcisi olarak bölgeye gönderilen ve 13 Ocak 1918’den 1 Şubat 1919’a kadar burada kalan Yusuf Akçura’nın hazırladığı son derece uzun ve geniş kapsamlı rapordan elde ediyoruz. Öncelikli olarak savaş esirlerinin kesin sayısının tespiti ile görevlendirilen, daha sonra kendisinden bu esirlerin sağlık durumlarını ve ihtiyaçlarını öğrenmesi talep edilen Akçura’nın Rusya’da geçirdiği zaman boyunca özveriyle çalıştığını, elinden geleni yapmak için büyük çaba sarf ettiğini anlıyoruz. Kendisinin titizlikle tuttuğu düzenli notlar, bugün bölgedeki durumu anlayabilmek için elimizdeki en önemli kaynak.

Rusya’daki Osmanlı esirleri üzerine önemli çalışmaları bulunan bir başka isim de Yücel Yanıkdağ. Yanıkdağ, çalışmalarında sürecin nasıl işlediğine dair önemli bilgiler veriyor. Toplanan askerlerin Rus subaylar tarafından sorgulandıktan sonra gönderilecekleri yerlere gitmek üzere en yakın tren istasyonuna yollandıklarını yazan Yanıkdağ, bu esnada askerlerin karşılaştıkları muamelenin çeşitli olduğunu ifade ediyor. Rus askerlerinin değişik kaynaklarda genellikle ılımlı olduğu ifade edilen tutumunun önemli bir sebebi, topraklarında bulunan çok sayıdaki Türk ve Müslüman halkın tepkisini çekmekten kaçınmaları olabilir. Nitekim bu kişilerin gördükleri askerlere ellerinden geldiğince yardım etmeye çalıştıkları da birçok yerde dile getirilmiş. Yalnızca askerlerin kalacakları yere gönderilmeleri sırasında değil, yerleşmelerinden sonra da yerel Türk ve Müslüman toplulukların esirlere yardım etmek için çeşitli girişimlerde bulunduklarını biliyoruz. Yusuf Akçura, bu girişimlerin bir örneğini söyle aktarıyor: “Rusya’da sakin Müslümanlar, yani Şimal Türkleri, Osmanlı üserasına (esirlerine) her türlü ve birçok muavenette (yardımda) bulunmuşlardır. Daha Çar idaresi devam ederken bile bazı mahallelerde üseraya muavenet komiteleri teşkil ederek yakınlarındaki karargahlara bilhassa erzak vermek suretiyle muavenet ettikleri gibi, teşebbüs-i zatileriyle karargahlardan çıkıp memleketlerine avdet eden (dönen) müteşebbis ve cesur esirlerimize her türlü teshilatı (kolaylığı) izhar etmişler (göstermişler) ve nakdi ve fikri muavenetlerinden dolayı bazı Müslümanlar, Çar hükümeti tarafından mücazata (cezaya) bile duçar olmuşlardır.” Akçura’nın raporunda bu türden yardım faaliyetlerinde bulunan tam on altı farklı kuruluşun adı geçiyor. Akçura, bu yardım çalışmalarının bölgede Türkçe çıkan gazetelere verilen ilanlarla da duyurulduğunu ve desteklendiğini ayrıca not düşüyor.

Osmanlı savaş esirlerinin bu türden maddi ve manevi yardıma şiddetle ihtiyaç duydukları muhakkak. İki sıra tahta ranzadan oluşan kompartımanlarında balık istifi halinde kalacakları yere ulaşmayı başaran askerler -ki önemli bir kısmı yolda hastalıktan veya soğuktan ölmüştür- zorlu yolculuklarının sonunda kendilerini kirli, soğuk, ıslak, parazit ve bit dolu bir barakada buluyorlardı. Açlık ve hastalık olağan şeylerdi; askerlere savaş koşulları gerekçe gösterilerek gittikçe daha az yemek veriliyor, hijyenik koşulların eksikliği ve aşırı kalabalık başta tifüs, tifo ve kolera olmak üzere hastalıkların artmasına ve yayılmasına yol açıyordu. Yücel Yanıkdağ, konuyla ilgili kaleme aldığı bir makalede Türk askerlerinin etraflarını saran bitleri öldürmenin “yaratıcı yollarını” bulduklarını, bunun da onlar için bir nevi rahatlama aracı olarak görülebileceğini yazar. Bütün olumsuz koşullara rağmen, esirlerin hayatlarını olabilecek en olumlu şekilde idame ettirmeye çalıştıklarını biliyoruz. Esir kamplarındaki aktiviteler arasında futbol, resim ve müzik bulunuyordu. Askerlerin bu aktiviteleri yapma fırsatı bulmaları, Rus askerlerinin kendilerine olumlu şartlar sağlayamamasına rağmen en azından bir hareket alanı bıraktıklarının göstergesi olarak yorumlanabilir. Yanıkdağ, kamplardaki savaş esirlerinin çoğunun diğer ülke esirlerinden dil öğrendiklerini, bir el becerisi kazanmaya çabaladıklarını, kendi aralarında konserler ve tiyatro oyunları düzenlediklerini belirtiyor. Bu aktiviteler esirlerin hayatlarına bir nevi normallik getirirken muhtemelen benliklerini korumalarına da yardımcı oluyordu. Tabii savaş esirlerinden günlük olarak yerine getirmeleri beklenen fiziksel işler olduğunu da eklemek gerekir.

Savaş esirlerine kısıtlı da olsa bir özgürlük alanı tanındığının bir başka göstergesi de yerel halklarla etkileşim içinde olduklarını gösteren kayıtlar. Bu etkileşimlerde İslam’ın birleştirici ve kaynaştırıcı bir öge olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor. Yusuf Akçura, Ramazan ayında düzenlenen bir iftarı şöyle aktarıyor: “Moskova’da bulunan 53 esir Osmanlı neferine Hilal-i Ahmer murahhasının (görevlisinin) teşebbüs ve iştirakiyle yerli Müslümanlar bir iftar ziyafeti tertip eylediler. Ziyafet Moskova Türk-Tatar mektebinin büyük binasında verildi. Hamurlu et suyu, etli pilav, komposto, çay ve bol francaladan mürekkep bu iftardan esirlerimiz çok memnun kaldılar. Hele çay esnasında kendilerine tevzi edilen (dağıtılan) sigara ve kibritler memnuniyetlerini daha ziyade artırdı. Okur-yazarlarına Kuran, kitap ve risaleler de hediye edildi. İftardan sonra mektebin havalisinde ta sabaha kadar Anadolu şarkıları çağırıp Anadolu oyunları oynadılar.”

Yerel halkın desteğiyle zaman zaman moral bulsalar da savaş esirleri sonuçta tutsaktı. Osmanlı hükümeti, kendilerinden yardım bekleyen bu askerlere özellikle savaşın ilk zamanlarında yeterli ilgiyi göstermemekle, etkili müdahale teşebbüsünde bulunmamakla suçlanır; fakat hükümetin elinden geldiğince esir askerlerine yardım elini uzattığını söylemek gerekir. Osmanlı Devleti, bu girişimlerinde tarafsız kalan ve askerlerle ilgili arabuluculuk görevi üstlenen ülkeleri devreye sokmanın yanı sıra, kendisi de bölgeye çeşitli heyetler göndermiş, askerlerin iadesi veya takası için çeşitli anlaşmalar yapmaya çalışmıştır. Tarafsız devletler aracılığıyla savaş esirlerine ulaştırılmak istenen yardım ve özgürlüğün bir örneğini Nisan 2014’te İstanbul’da düzenlenen “Osmanlı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Var: Cihan Harbi’ne (1914-18) Yeniden Bakmak” konferansında bir konuşma yapan Tülin Uygur dile getirmişti. Savaş esirleri konusunu gündeme taşıyan İsveç’e 50 bin kron ödendiğinden ve bu meblağ karşılığında İsveç Kızılhaç’ının Rusya’daki kamplardan toplam 428 askeri ülkelerine geri getirdiğinden bahseden Uygur, izlenilen rota ve taşınan askerlerin ahvali hakkında bilgiler vermişti. Uygur’un konuşmasında tanıdık bir isim de geçiyordu: Yusuf Akçura. Uygur, Akçura’nın taşınmak üzere trenlere bindirilen askerlerin yanına gittiğini, onlara maddi yardım yapıp meyve ve sigara dağıttığını aktarmıştı.



Geride kalan esir askerler içinse 1917 Bolşevik İhtilali’nin önemli sonuçları oldu. Kamplar üzerindeki denetimin daha da azalması, yeni yönetimin esirlerin serbest olduğunu açıklaması üzerine askerlerin bir kısmı yakın kasaba ve şehirlerde iş bulmaya niyetlenirken bir kısmı da ülkenin içinde bulunduğu karışıklıktan dolayı kamplarda kalmayı tercih etti. Yerel halkın yardımlarını artık çok daha kolay bir şekilde yapabilmesi de birçok esir için umut oldu. Kendilerine sağlanan pasaportlar veya ulaştırılan maddi yardım sayesinde bir grup esir ülkelerine dönebildi. Yusuf Akçura’nın bu zaman dilimine denk düşen notlarına bakalım: “Kazan’da bulunan Osmanlı esirlerinin hemen hepsi Kazan’ın Müslüman mahallelerinde serbest yaşamakta idiler. Bunların zabit, sivil veya neferlerini ayırmak müşküldü. Bazı nefer veya çavuşlar zabit olduklarını iddia etmişler, bazı siviller kendilerini asker diye göstermişler, bazı askerler de bilakis sivil demeyi daha muvafık (uygun) bulmuşlardır. Bu karışık kümenin bir kısmı otellerde, bir kısmı evlerde, bir kısmı ise medreselerde yatıp kalkıyorlardı. (…) Birkaç çavuş ve nefer mahalle bekçisi yazılmışlar, birkaç zabit ve nefer de ‘Kızıl Hassa’ya, yani Bolşevik Ordusu’na kaydolmuşlardır. Bir miktarı Tatar köylerine dağılarak orada rençberliğe girmişler, ve hatta rivayete göre bazıları köylerde evlenerek adeta yerleşmişler ve mahalli Müslümanlar arasında eriyip gitmişlerdir.” Akçura’nın Bolşevik Ordusu’na katıldıklarından bahsettiği Türk askerlerinin sayısının oldukça az olduğu tahmin ediliyor. 1917 İhtilali’nden sonra Bolşeviklerin esir kamplarında propaganda faaliyetlerine giriştiği, kendilerine katılanlara para vadettikleri biliniyor olsa da akademisyenler, Türklerin buna pek fazla rağbet etmediğinde hemfikir. Bunun nedeni olarak da propagandanın temeli olan sınıf farklılıklarını ortadan kaldırma ülküsünün Osmanlı askerine hitap etmediği, çünkü bu türden farklılıkların yaratması muhtemel sorunlara aşina olmadıkları gösteriliyor.

Bolşevik İhtilali ve savaşın bitişi, esir askerlerin tümünün özgürlüklerine kavuşmasını sağlayamadı. Bazılarının esareti 1922 yılına kadar devam etti. Omsk, Tomsk, Nargin Adası, İrkutsk Samara, Kazan, Moskova, Nijniy Novgorod, Harkov gibi çeşitli bölgelere gönderilen yaklaşık 65 bin savaş esirinden yalnızca 20-25 bin kadarı ülkesine dönebildi. Geri döndükleri ülkenin savaşa gitmek için terk ettikleri ülkeyi ne kadar andırdığı, geride bıraktıklarının ne kadarını sağlam bulabildikleri, bu geri dönüşün ardından nasıl bir yeniden uyum süreci tecrübe etmek zorunda kaldıkları ise yalnızca kendilerinin bilebilecekleri konular. 



Kaynakça

Akgün, S. K., ve Uluğtekin, M. Birinci Dünya Savaşı Sonunda İskandinavya’dan Sibirya’ya Hilâl-i Ahmer Hizmetinde Akçuraoğlu Yusuf. Ankara: Türkiye Kızılay Derneği Yayınları, 2009.

Aslan, B. “I. Dünya Savaşı Esnasında Nargin Adası’ndaki Türk Esirler.” A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi 42 (2010): 283-305.

Davis, G. “The Prisoner of War.” The American Journal of International Law 7 (1913): 521-545.

Gatrell, P. W. “Prisoners of war on the Eastern front, 1914-1918.” Kritika: Explorations in Russian and Eurasian History 6 (2006): 557-566.

Köstüklü, N. “I. Dünya Savaşında Rusya’nın Ukrayna ve Diğer Bölgelerindeki Türk Savaş Esirlerine Dair Bazı Tespitler.” Uluslararası Türkiye-Ukrayna İlişkileri ve VII. Uluslararası Gagauz Kültürü Sempozyumu bildirisi, 2009.

Yanıkdağ, Y. “Ottoman Prisoners of War in Russia, 1914-22.” Journal of Contemporary History 34 (1999): 69-85.


http://www.tarihhaber.net/savas-esirleri/

http://www.tarihhaber.net/


..

14 Şubat 2016 Pazar

Ermeni Ayaklanması ve Büyük Savaş



(Ermeni Ayaklanması ve Büyük Savaş) 


The Armenian Insurrection and the Great War 
Pat Walsh and Dr. Garegin Pastermadjian “Armen Garo” 
Belfast, Belfast Historical & Educational Society, 2015, 215 s, ISBN: 978-1-8722078-23-6. 





Şükrü Server AYA
Çev. H. Kübra SAYGILI** 
Araştırmacı, yazar** 
İngilizce Okutmanı, İstanbul Şehir Üniversitesi, kubrasaygili@sehir.edu.tr 
Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 
The Armenian Insurrection and the Great War 

Geniş kapsamlı, yüzeysel ve çapraz kaynaklar doğrultusunda araştırma yapanlar için, sadece son elli yılda popüler olan "soykırım tantanası” terimi, bazı mantıksal soruları içerir. Bu sorular genellikle ya hiçbir zaman sorulmamış ya da yüz ila yüz elli yıllık, unutulmaya yüz tutmuş eski tarihi olaylar tartışıldığında asla cevaplanmamıştır. Asıl önemli gerçek şudur ki; soykırım iddialarına ilişkin bir asrı aşkın eski olaylar, resmi evrak, geçmiş muhtıralar veya yazışma benzeri herhangi bir güvenilir yazılı delillere dayanmamaktadır. Genellikle bunlar 
büyükanne hikâyelerine hatta gerçek görgü tanığı raporlarına bağlı olmaksızın kişisel şayialara dayanmaktadır. Genellikle bunlar, geniş kapsamlı okumayan ve amaçlarına uygun olmayan kaynaklara atıfta bulunmayan bir kaç akademisyenin isimlerine dayanırlar. 


Akademik makalelerin en güncel örnekleri arasında Ermeni Devrimci Federasyonu adına teşekkürlerini ileten “ Ermeni Soykırımı Tazminat Çalışma Grubu ” tarafından hazırlanan Son Rapor – Eylül 2014 ” vardır. Bu çalışma Henry C. Theriault tarafından yönetilmiş olup üyeleri; Alfred de Zayas, Jermaine McCalpin ve Ara Papian’dır. 

Raporun adı “ Hakkaniyet ile Kararlılık-Ermeni Soykırımı için Tazminat ” dır. Raporun tamamına bu bağlantıdan ulaşılabilir:
http://armenians-1915.blogspot.com/2014/10/3489resolution-
with-justice.html

Bu yazarlar ilgili döneme dair belge veya kitaplara neredeyse hiç atıfta bulunmazlar, onun yerine cömert bağışları kabul eden kişilere itimat gösterirler. Bu zamana kadar, hepimizin bildiği üzere, bu iddiaya ilişkin tarihi kanıt niteliğinde takdim edilen tüm belgeler yanlış, içeriği ile oynanmış veya imal edilmiştir. 

Cinayet ve ihanet vb. gerçekleştiren çeşitli devrimci grupların liderleri için "Ermeni Kahramanı" isimleri mevcuttur. Mahalli devrimlere ilişkin, en ihtişamlı günlerinde, cesaretleri hakkında övünme ve işgalci ordulara ithaf en (Rus, Fransız, İngiltere) ve anakaranın Müslüman çoğunluk üyelerinin yok edilişleri üzerine kitaplar yazmışlardır. Bu tür kitaplar veya belgeler, ana kütüphanelerden kayboldu ve beyni yıkanmış diaspora dikkatine veya bilgisine asla getirilmedi. Birçok Ermeni ileri gelenlerinin devrimci amaç ve taktikleri onaylamadığı ve kendi halklarını uyarmaya çalıştıkları, fakat onlar ya göz ardı edildiler veya ortadan kaldırıldılar. 

Dr. Pat Walsh, son iki yüzyılın İrlanda-İngiliz ilişkilerini inceleyen ve Protestan İngilizler tarafından Katolik İrlanda halkına karşı olan emperyalist kötü davranışları tartışan bir tarih bilimcidir. Bu kıyımlar İrlandalı çiftçilere birçok felaket ve İrlanda halkına da perişanlık getirmiştir. 1840 sonrasında, yaklaşık bir milyon İrlandalı vatandaşı ABD'ye göç etti ve 1900' lerde, "İrlanda doğumlu" Amerikalılar ABD'de kabul edilen tüm göçmenlerin yaklaşık % 43’nü oluşturmaktaydı. Dr. Walsh o kötü açlık günlerinde başka ülkelerden İrlanda’ya beş gemi tahıl ve para olarak birçok bağış yapılırken, İngiltere’nin patatesi vergi olarak alırken istisna yapmamasına bir hayli şaşırmıştır. Dr. Walsh’in diğer kitapları için lütfen bkz 
< http://drpatwalsh.com/about/publications/

Ermeni kaynakları kendi Partisi'nin 1923 Bükreş Kongresi'nde bir itiraf yapan (Ağustos ortaları 1919 -30 Mayıs 1918) Taşnak Ermeni Cumhuriyeti Başbakanı Hovannes Kaçaznuni'yi hiç anmazlar. Verilen vaatlerle ve fazla gösterilen güçleri hususunda nasıl yanlış yönlendirildiklerini ve kısacası kendileri Ermeni halkının imhasına neden olduklarını detaylandırmıştır. 

Bu muhtıra Müslümanlara karşı işlenen büyük suçların çoğundan bahsetmek için değil, siyasi incelik ile yazılmıştır. http://louisville.edu/as/history/turks/Katchaznouni.pdf. Buna 
rağmen, bu asgari samimiyete bile şu anda bir yüzyıldır diasporanın ve bir çok büyük hareketin kontrolünü elde tutan Taşnaklar’ın ANCA teşkilatı tarafından tahammül edilememiştir. ( Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 Şükrü Server Aya/H Kübra Saygılı )



Garekin Pastırmacıyan’nın (Cesur Armen) Ermeni Devrimciler ve kendi halkı için cesaret dolu ve dikkat çekici bir hayatı vardı. Gürcistan’da 1868 yılında doğmuş, İstanbul'da eğitim almış ve 1896 yılında Osmanlı Bankası'nı basarak 48 saat boyunca 160 kişiyi rehine alan üst liderlerinden biridir (bu kuşatmada bomba ve silahla yaklaşık 50 kişi öldürülmüştür). 
Suçluların Fransa'ya gitmelerine izin verildi ve Pastırmacıyan İsviçre'de Kimya Doktoru oldu. Tiflis'e döndü ve kendi işini kurdu. Fakat 1908 ve 1913 Osmanlı Meclis seçimlerinde parlamentoda Erzurum'u temsil eden, 12 Ermeni mebustan biri oldu. Kabinede ona bir görev teklif edildi fakat reddetti. Meclis Üyesi iken, yaklaşık 2000 atlı ile ayrı bir Devrimci kıtası oluşturmuştu. 2 Kasım 1914’te Osmanlılar için Birinci Cihan Harbi başlamadan önce, Pastırmacıyan ve onun güçleri zaten sınırın Rus tarafında, Rus Ordusuna kendilerini "yol gösterici ve keşif hizmeti" olarak sunmuşlardı. 

Garekin Pastırmacıyan ve onun iki kitabı onu en meşhur Ermeni Devrimci liderlerden biri olarak tasvir eder. Kitaplarımda yaptığı işlerden örnekler sunmaya çalıştım, 2008’de yayınladığım makale de, neredeyse dışarıdan hiç dikkat çekmedi: 
< http://armenians1915.blogspot.com/2008/10/2610-genocide-lies-need-no-archives.html

Daha sonradan "ABD’nin genç Ermenistan Cumhuriyeti’ni tanıması için" ABD’ye büyükelçi olarak görevlendirilen bu büyük Ermeni Liderinin önemini vurgulamak ta daima kendimi yetersiz his ettim. Her an çok aktif çalıştı ve 1918 yılında Boston'da basılmış iki mükemmel kitap ile iddialarını destekledi. Osmanlı İmparatorluğu'nun tesliminden sonra (Ekim.30, 1918) "Nemesis İntikamı Örgütü"nü kuran liderlerden biri oldu. Paris ve Lozan Barış Konferanslarında, Ermeni davası için verdiği sonsuz çabaları hiçbir sonuç vermedi ve o hayal kırıklığı içinde kalp krizi geçirerek 1923 yılında İsviçre'de öldü! Bu kitabı yazarken Dr. Walsh çok sıra dışı ve akıllı bir hamlede bulundu. Walsh, kitabına ortak yazar olarak Garegin Pastırmacıyan’ı aldı. Ayrıntılı olarak verilen içerik ve açıklamalar Ermeni Devrimcilerin ihanetleri hakkında hiçbir şüphe bırakmamaktadır ve Osmanlı Parlamentosu’nun Ermeni üyelerinin de ihtilalcı olarak düşmanlarla birlik oldukları, ülkelerinin tüm kurumlarına karşı komplo kuranlara hizmet ettikleri açıklanmıştır. Bu örneğin kendisi bile, Osmanlı yetkililerin Ankara’nın Çankırı bölgesinde 24 Nisan 1915’te yaklaşık 235 Ermeni eşrafı ev ve cezaevlerinde tutulmaları için çok iyi nedenleri olduğunu kanıtlamaya yeterlidir. Sadece bu tedbir, onların Ermeni devrimciler, Patrikhane ve ertesi gece çıkartma yapan İngiliz-Fransız-Anzac güçleri ile temaslarını önleyebilirdi. 

Dr. Walsh, Pastırmacıyan’ın kitaplarından birini kullanmak yerine; Senatör Henry Cabot Lodge (Cumhuriyetçi) tarafından sunulan "Ermenistan’ın Özgürlüğü ve Ulusal Egemenliği İddiası Muhtırasından" kopya ve alıntı yapmıştır. Senatör Lodge, Başkan (Demokrat) Wilson’un Amerikan Bağımsızlığı’na uymayan ve Milletler Cemiyeti’ni düzenlemeyi umarak, 14 maddelik hedefler dâhil olmak üzere, yürüttüğü her şey ile daima anlaşmazlık içinde olmuştur. Muhtıra 1919 yılının 15 ya da 23 Aralık tarihinde, “Washington Hükümeti Yayın Ofisi tarafından basılmıştır.” Dolayısıyla Washington Anıtı gibi güçlü ve devasa bir belgedir. Türk kaynaklarının, bu " Anıt belgeyi " asla kullanmayışının sebebi olarak, bir asırdır 
"Türk bilim adamlarının, yazarların ve politikacıların bilgisinin bu konuda dev bir kara delik olduğu" gerçeği dışında açıklama ya da bahane yoktur. 

History Critique-Issue 2, January 2016 The Armenian Insurrection and the Great War 

Muhtıra Türk Ermeni İlişkileri ve anlaşmazlık nedenlerini detaylandırır. Pastırmacıyan 18.000.000 Osmanlı nüfusunun 2.100.000’inin Ermeni olduğunu iddia eder. Bunu destekleyen hiçbir kanıt bulunmamaktadır. 1 Mart 1914 tarihli ortak Fransız-Ermeni Toprak Dağıtım Komitesi tarafından dolaysız olarak hazırlanan ve toplam Ermeni nüfusunu 1.280.000 olarak veren ve daha düşük rakamlar sunan diğer resmi kayıtlarca da onaylanan bir raporumuz var. 1912 yılında Ermeni Patrikhanesi Ermeni nüfusunu 1.425.000 olarak ilan etmişti. Bu sayının (iddia edilen katliam, salgın hastalık ve açlığa rağmen) 2.100.000’e nasıl yükseldiği Ermenilerce açıklanmalıdır. Daha da ilginci, Doğu Karadeniz kıyı şehirlerinden başlayarak, İskenderun ve Kilikya dâhil olmak üzere Akdeniz'in aşağısındaki şehirlere kadar olan, net ve talep edilen Ermeni topraklarına ait bir harita da mevcuttur. 
Bugünün Türkiye'sinde baktığımızda, Ermenilerin bugünkü Anadolu’nun % 40’ını, “Hıristiyan olmayan tüm unsurlardan” (açıkçası yerleşik insanların %80’iniden 
arındırılmış) talep ettikleri anlaşılmaktadır. Bugün Türklerin tehcir döneminde 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdüğünü sıklıkla duymaktayız (bunun için 150 gün boyunca, her gün ortalama 10.000 Ermeni’nin öldürülmesi ve her gün 5000 işçi tarafından kazılan stadyum büyüklüğünde mezarlara gömülmesi gerekir). Böyle bir mezar şimdiye kadar asla bulunmuş, belgelenmiş, veya herhangi bir katliama tarafsız kişiler tarafından tanıklık edilmiş değildir. (1.3 milyon toplam içinden 1.5 milyonun öldürüldüğünü iddia eden akademisyen ve diğerleri, bu büyük alana hangi Ermenilerin iskan edileceğini açıklamak zorundadırlar. Bu Soykırım palavrası, bir odaya bir fili gizlemek saçmalığından çok da farklı değildir. 

1919 yılının Ermeni gündemi için birçok önemli tarih vardır. Bunlardan bazıları aşağıdaki gibi kronolojik olarak belirtilebilir: 

a-28.5.1918’de Osmanlı Koruması altında, özel anlaşmalarla kurulan Ermenistan Cumhuriyetinde, Keri, Dro, Antranig, gibi liderler anlaşmayı yok sayıp, bölgelerinden Müslümanları temizlemeye devam etmişlerdir. 

b-30.10.1918 tarihinde Osmanlı teslim oldu; bir sonraki ay 30.11.1918 tarihinde Ermenistan Osmanlı İmparatorluğu ile olan anlaşmalarını feshederek, İran’daki İngilizlerin izni ile Ardahan ve Kars vilayetlerini ele geçirmiştir. 

c-Pastırmacıyan 1918 yılının Temmuz ayında, Amerikan yardımı aramak ve tanınmak için; Ermeni Patrik’in mektubu ile ABD’ye Büyükelçi olarak yollanmıştı; Ekim 1918’de Boston’da iki kitap yayınladı. 

d-1918 yılının Aralık ayı sonlarında, Walsh’ın kitabının ilk bölümünde de tam olarak alıntı yaptığı gibi Pastırmacıyan, Ermeni taleplerini Senatör Lodge aracılığı ile ABD Senatosu’na iletti. 

e-1919 yılının 26 Şubat tarihinde, Ermeni Delegasyonu, Aharonian ve Boghos Nubar tarafından imzalanan ve benzer istekleri içeren muhtırayı Paris Barış Konferansı'na sundu. ( Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 Şükrü Server Aya/H Kübra Saygılı )

f-Antranig, Paris Konferansı’na geç kalır, Londra'ya devam eder; 19 Haziran 1919 tarihinde Ermenileri kışkırtan İngiliz devlet adamları tarafınca büyük ihtişamla bir konferans düzenlenmiştir! 

g-ABD, savaşta zarar gören kalan bölgeler üzerine bir durum keşfi yapmak üzere 1919 yılının Temmuz ayında Yüzbaşı Emory Niles ve Arthur Sutherland’i gönderir. Bunlar da Konstantinople , 16 Ağustos 1919 tarihli raporları ile Ermenilerin yaptığı katliam ve hasarlar hakkında detaylı bir rapor verirler. 

( http://louisville.edu/as/history/turks/Niles_and_Sutherland.pdf 
(ABD Ulusal Arşivler Ref. 184,021 / 175). 

h-ABD Başkanı, General Harbord ve yaklaşık 40 kişilik bir heyeti "1 Ağustos 1919 tarihinde Anadolu ve Ermenistan'a yollayarak " Ermenistan'ın Amerikan mandası altına sokulmasını” desteklemek için durum tespiti ve rapor hazırlamak üzere görevlendirmiştir. Heyet bölgede bir ay seyahat eder, Mustafa Kemal ile tanışır, Batum ve Ermenistan'a gider ve İstanbul'a dönerek, 1919 yılının Ekim ayının sonunda çok kapsamlı bir rapor hazırlayarak, Başkan ve Senato’nun beklentilerine karşı olarak ABD’nin böyle bir yük altına girmesinin nedeni ve avantajı olmadığını detaylandırır. 

i-Senatör Lodge 1919 yılının Aralık ayının ikinci yarısında, General Harbord’un tavsiye ve bulguları ile çelişen Ermeni Taleplerini Amerikan Senatosuna sunar. 

j-Bay Lodge, Genel Harbord’un Raporunu ABD Senatosu’na ancak 1920 yılının Nisan ayının ortası gibi geç bir tarihte sunar.. 

Pek çok "belgelenen gerçekler" arasında, Pastırmacıyan’ın kabul ettiği ve görmezden gelinen üç nokta vardır. Birincisi "250.000 Türk Ermeni’nin Ruslar tarafından Sibirya'ya gönderilmiş" olmasıdır. Çok çeşitli kaynaklardan biliyoruz ki, en az 250.000-300.000 Türk Ermeni Rus Ordusu ile Rusya'ya göç etmiştir. ABD Yakın Doğu Yardım Raporu bu sayıyı 500.000 olarak belirtir. Bu göç Rus kayıtları ile de teyit edilir. Taşnak Ermeni Cumhuriyeti (28 Mayıs 1918 ‘ta Türk koruması altında) kurulduğunda kendi nüfusu 885.000’di. Bu aslında mevcut 500.000 Rus Ermeni’sine ilâveten 385.000’inin (veya daha azının) Rusya'ya sığınan Ermeniler olduğunu göstermektedir. 30 ay sonra 1920 Aralık ayında bu nüfusun, Ermenistan’da kendi hükümetleri döneminde 195.000 Ermeni’nin (çoğunluğu Türkiye’den gelmiş) ölerek 690.000’a düştüğünü kanıtlar. Bundan asla söz edilmez fakat Ermeni tarih bilimcisi tarafından yazılmış Sovyet belgesi açık durmaktadır. 

İkinci önemli nokta Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerinde, Ruslar hicret etmiş Türk Ermenilerden sadece yaklaşık 25.000’inin geri dönmesine izin verdi. 
Ruslar Ermenilere güvenmiyordu ve boşaltılan köylere (Ermenileri kontrol için) Kazakları yerleştirecek idiler! 

Üçüncü önemli detay ise; Ermenilerin ayrıldıklarında, kıymetli eşyalarını sandık ve denkler içinde, açıklayıcı not ekleyerek geride emanet bırakmışlardı, çünkü "Osmanlılar savaşı kazanınca geri döneceklerdi". Sandık ve denkler kilit ve koruma altında bir Ermeni Kilisesi ya da Katedral içinde saklandı ve kimsenin girmesine izin verilmedi. Fakat Rus Komutanı ( History Critique-Issue 2, January 2016 The Armenian Insurrection and the Great War )

General Kaledine kente girdiğinde ve bu depolanmış malları duyduğunda, Katedrale girerek sandık ve balyaları açar. Kendisi için doldurarak bir kaç araba alır. Ondan sonra, diğer memurlar da geriye kalanları paylaşır ve bu bugünkü bazı müzelerin kaderi gibi "yağmalama düzeni" kurulur. 

"ABD’deki Ermeni Büyükelçisi Garekin Pastırmacıyan" nın kendini açıklayıcı raporunun ardından, Dr. Walsh kendisinin "hukuk esaslı” çalışma ve açıklamalarına başlar. ABD Senatosu’ndaki Pastırmacıyan Muhtırasının birçok önemli noktasının, Ermenistan Cumhuriyetini temsilen A. Aharonian ve Boghos Nubar’ın ortak imzaladığı ve Paris Barış Konferansında Ermeni Delegasyonu tarafından sunulan 26 Şubat 1919 Muhtırası ile büyük benzerlikler taşıdığını unutmayalım. 

Bu belgelere "G" âlimleri veya savunucuları asla rucü etmezler! Onlar, Cemiyet-i Akvamın 21.9.1929 tarihli Resmi Gazetesini görmemişlerdir. Bu kurum Türklere karşı olan savaşta, 

200.000 Ermeni’nin düşmanla bir olup çarpışmalarda öldüğünü teyit etmiştir. Fil palavraların altında gizlenmektedir. Dr. Walsh çalışma yaptığı bölümüne "Bir Uyarıcı İhanetin Öyküsü" başlığı ile başlar ve sadece "Ermeni mağduriyeti iddiaları sonuçlarının neticesini" değil, aynı zamanda daha önceki devirlere de geri dönerek, Amerikan Misyonerlerinin etkilerini, İngilizlerin istikrarı bozma gücünü ve Osmanlı İmparatorluğunu paylaşırken, "onların sahip olmadığı kara kuvvetlerine İngiltere’nin ihtiyaç duyduğu için", Rusya’ya vermek zorunda kaldıkları tavizler konusunda da inanılmaz analizler sunar. Tüm deniz ve okyanusları kontrol ediyorlardı fakat insan gücüne de ihtiyaçları vardı ve bu yüzden Çanakkale’yi kendileri için alıkoyup, nihayet Rusya’ya da İstanbul ve Boğaziçi’ni vaat ettiler. Dr. Walsh’ın dâhil ettiği bilgi ve kaynaklar "bu hukuksal tarih gerçekleri çalışmasında" yeni ve tutarlıdır. 

Hangi kişilerin ya da makamların bu özlü ve iki – üç mukabil kaynakla uyumlu mükemmel çalışmalarından ötürü Dr. Walsh’e teşekkür edeceklerini bilmiyorum. Dr. Walsh, bu değerli çalışmayı benim adıma ithaf ederek başka bir eylemle beni şaşırttı. Bunun nedeni yaşım veya bazı yazılarımda bu Ermeni kahramanının önemini belirtmem olabilir. 
Sayın Dr. Walsh, "G" (Jenosit) Tarihine devasa katkılarınızdan dolayı size teşekkür ederim! 


Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 


***

Ermeni Terör Kurbanları Şehit Diplomatlarımız Anıldı



Ermeni Terör Kurbanları Şehit Diplomatlarımız Anıldı


Emekli Büyükelçi, Dr. Bilal N. ŞİMŞİR*

ERMENİ ARAŞTIRMALARI, DERGİSİ 
(3 AYDABİR YAYINLANIR )
Sayı 1, 
Mart-Nisan-Mayıs 2001
 

          Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Dr. O. Faruk Loğoğlu, 19 Mart 2001 Pazartesi akşamı Ankara Palas Devlet Konukevinde bir davet verdi. Davet, emekli Büyükelçi Dr. Bilâl N. Şimşir’ in son olarak yayınlamış olduğu iki ciltlik "ŞEHİT DİPLOMATLARIMIZ" adlı eserinin tanıtımı için düzenlenmişti.

Tanıtım töreninin açılış konuşmasını yapan Müsteşar Loğoğlu, kitabın menfur saldırıları her yönüyle irdeleyen kapsamlı bir belgesel niteliği taşıdığını söyledi. Şimşir’in daha önce yayınlamış olduğu 56 kitabının ve 160 bilimsel makalesinin bulunduğunu belirten Müsteşar Loğoğlu, bu son kitabının Dışişleri açısından önemli bir yeri olacağını, zira Dışişleri Bakanlığının Ermeni teröründen en fazla etkilenen kurum olduğunu belirtti.

Büyükelçi Bilâl N. Şimşir bu konuda yaptığı konuşma, nezaket bölümleri hariç, aynen aşağıdadır.

Hatırlayacağınız gibi, yakın geçmişte Türk Dışişleri teşkilatı büyük bir trajedi yaşadı. 1970’li ve 1980’li yıllarda, Ermeni terör örgütleri yurt dışında görev yapan Türk diplomatlarına karşı silâhlı, bombalı kanlı saldırılar düzenlediler ve birbirinden değerli Türk diplomatlarını şehit ettiler.

Kanlı saldırılar 1973 yılında başladı. O yıl, 27 Ocak günü Mıgırdıç Yanıkyan adlı yaşlı bir Ermeni komitacı, Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile yardımcısı Konsolos Bahadır Demir’i bir otelde kurşunlayıp öldürdü. Amerika’nın Pasifik kıyısında işlenen bu çifte cinayet, Türk diplomatlarına karşı kanlı Ermeni suikastlarının başlangıcı oldu.

Silahlı Ermeni teröristler, 22 Ekim 1975 tarihinde Türkiye’nin Viyana Büyükelçiliğini bastılar. Büyükelçimiz Dâniş Tunalıgil‘i makam odasında, çalışma masası başında şehit ettiler. Bu cinayetten iki gün sonra Ermeniler, Paris Büyükelçimiz İsmail Erez‘i ve şoförü Talip Yener’i makam otomobili içinde kurşun yağmuruna tuttular. Türkiye, 48 saat içinde Ermeni terörüne üç kurban verdi, değerli ve deneyimli iki Büyükelçi kaybet ti. O yıl Cumhuriyet Bayramı arifesinde Türk Dışişleri Teşkilâtı ve Türk ulusu yasa boğuldu.

Ermenilerin düzenlediği bu ilk saldırıları yeni kanlı suikastlar izledi. 1980’li yıllarda Ermeni saldırıları büsbütün arttı. Ermeni teröristler kudurmuş gibi üstüste saldırdılar. Bu dönemde Belgrad Büyükelçimiz Galip Balkar, Sydney Başkonsolosumuz Şarık Arıyak, Los Angeles Başkonsolosumuz Kemal Arıkan, Ottawa Büyükelçiliğimiz Askeri Ataşesi Hava Kurmay Albay Attilâ Altıkat, Paris Turizm Müşavirimiz Yılmaz Çolpan, Paris Çalışma Ataşemiz Reşat Moralı, Paris din görevlimiz Tecelli Arı arka arkaya Ermeni saldırılarında şehit düştüler. Ermeniler, Türk diplomatlarına karşı dört kıtada arka arkaya 27 suikast düzenlediler. Bu suikastlarda 34 şehit ve pek çok yaralı verdik.

1970’li ve 1980’li yıllarda uçaklar, dünyanın dört bucağından Türkiye’ye şehit diplomat cenazeleri taşıyıp durdular. Yurt dışına bavulla giden Türk diplomatları tabutlar içinde döndüler. Onlar, bizim meslektaşlarımızdı. O tabutların içinde biz de olabilirdik. Onlar da bugün yaşıyor olabilirlerdi. 

Bizim yaşadığımız bu trajedinin tarihte benzeri yoktur. Gerçekten hiç bir dönemde, başka hiçbir ülkenin diplomatları böylesine sistematik suikastlara maruz kalmamışlardır. Tarihte de günümüzde de saldırıya uğramış ve can vermiş diplomatlar olmuştur, ama onlar münferit ve istisnai olaylardır. Bizim uğradığımız suikastlar ise birbirini izleyen sistematik bir suikastlar dizisidir. Evet, Ermeniler, Türk diplomatlarına karşı peş peşe tam 27 suikast düzenlenmiş ve otuzdan fazla kurban almışlardır. Dünya diplomasi tarihinde bunun bir başka benzeri ve emsali yoktur.

Türk Dışişleri Bakanlığı, teröre en yüksek oranda şehit vermiş bir kuruluştur. Dışişleri Bakanlığımız o zamanki mevcut personelinin yaklaşık binde 40 veya % 4 kadarını şehit vermiştir. Bu, gerçekten çok yüksek bir orandır. Verdiğimiz bu şehitlerin kolay yetişmeyen, seçme devlet görevlileri olduklarını da unutmamak gerekir.

Ermeni terörüne kurban verdiğimiz meslektaşlarımız, Türk oldukları için, yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil ettikleri için öldürüldüler. Onlar bu memleket için, bu vatan için öldüler. Bunu not ediyoruz ve şehitlerimizi hiç unutmuyoruz, unutmayacağız. Hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.

Şehit diplomatlarımız üzerine bir kitap hazırlama düşüncesi emekli Büyükelçi Semih Günver’ den geldi. 1996 yılında Bizim Diplomatlar adlı kitabım yayımlanmıştı. O kitabımda, Lozan Barış Konferansı sırasında İsmet Paşa’ya (İnönü) karşı hazırlanan suikast girişimlerine değinmiştim. Orada yazdıklarım Ermenilerin şehit ettikleri diplomatlarımızı akla getirmiştir. Rahmetli Büyükelçi Günver, şehit diplomatlarımız hakkında da bir kitap yazmam için bana açık çağrıda bulundu. Cumhuriyet gazetesinde yayımladığı bir yazısında, "Şehit diplomatlarımızın da öykülerini yazmak gerekli. Diplomasi şehitlerimizi bir arada bir kitap içinde toplamakta büyük yarar var... Sayın Bilâl Şimşir, siz bu işi de ele alamazmısınız? Bizler size yardımcı olmaya çalışırız" diyordu. Onun bu çağrısını görev bildim. Kendisini burada rahmet ve şükranla anıyorum. Kitabın fikir babası rahmetli Günver’dir.

Türk diplomatlarına karşı Ermeni suikastlarının çoğu demokratik Batı ülkelerinde düzenlendi. Ermeni teröristler Amerika, batı Avrupa ve Avustralya’da lojistik destek buluyor, daha kolaylıkla eylem yapıyor ve buralarda çoğu zaman cezasız kalıyor ya da hafif cezalarla kurtuluyorlardı. Ayrıca oralarda kanlı propagandalarına daha elverişli bir ortam buluyorlardı. Kitabımızda bunları not ettik. Meslektaşlarımız Amerika kıtasında, Santa Barbara, Los Angeles, Boston ve Ottawa şehirlerinde; Avrupa’da da şu merkezlerde Ermenilerin silahlı saldırılarına uğradılar: Viyana, Paris, Lyon, Marsilya, Roma, Brüksel, Lahey, Madrid, Lizbon, Atina, Kopenhag, Cenevre, Belgrad ve Burgaz. Avustralya’da da Sydney Başkonsolosumuz ve koruma görevlisi şehit edildiler. Ermeni teröristler Tahran’da da diplomatlarımıza ve temsilciliklerimize karşı silâhlı saldırılar düzenlediler ve can aldılar.

O yıllarda Ermeni terörünün asıl merkezi Paris idi. Paris, "Ermeni terörünün başkenti" olarak .n yapmıştı. Ermeni cinayetlerinin bir çoğu Paris’te işlendi. 1975-1983 yıllarında Paris’te verdiğimiz şehitlerin isimleri şöyle sıralanabilir:

Büyükelçi İsmail Erez (24 Ekim 1975’de şehit edildi.)

Büyükelçinin makam şoförü Talip Yener (24 Ekim 1975’de şehit edildi).

Turizm ve Tanıtma Müşaviri Yılmaz Çolpan (22 Aralık 1979’de şehit edildi ).

Çalışma Müşaviri Reşat Moralı (4 Mart 1981’de şehit edildi).

Din Görevlisi Tecelli Arı (4 Mart 1981’de şehit edildi).

Başkonsolosluk koruma görevlisi Cemal Özen (24 Eylül 1981’de şehit edildi).

Bu görevlilerimizin hepsi Paris’te şehit edildiler.

Ermeni teröristler 15 Temmuz 1983 günü de Paris/Orly havaalanında Türk Hava Yolları bürosuna karşı bombalı saldırı düzenlediler. Saldırıda 8 kişi öldü, 60 kişi yaralandı (ölenler: 1 Amerikalı, 1 İsveçli, 2 Türk ve 4 Fransız idi).

Basın Müşaviri Selçuk Bakkalbaşı Paris’te ağır yaralandı: 26 Eylül 1980

Maliye Müşaviri Ahmet Erbeyli’ nin arabası Paris’te bombalandı: 13 Ocak 1981

Başkonsolos Kaya İnal Paris’te ağır yaralandı: 24 Eylül 1981.

Fransız makamları, korumakla yükümlü oldukları halde Türk diplomatlarını korumamışlar ve Ermeni terörüne göz yummuşlardır. Katillerin çoğu yakalanmamış, cinayetlerin failleri meçhul kalmıştır. Yakalanan veya teslim olan Ermeni katiller de müstahak oldukları cezalara çarptırılmamışlardır. 24 Eylül 1981 günü T.C. Paris Başkonsolosluğunu basan, oradaki koruma görevlisi Cemal Özen’i öldüren ve Başkonsolos Kaya İnal’ı ağır yaralayan Ermeni teröristler Fransız mahkemesi tarafından layık oldukları cezalara çarptırılmamışlardır. Bugün işlemediği bir suç için Türk ulusunu lekelemeğe kalkışan Fransız Parlamentosu, Fransa’nın başkenti Paris’te Türk diplomatları arka arkaya katledilirken kılını kıpırdatmamış, Ermeni cinayetleri kınamamıştır.

Fransızların bu hasmane tutumunu not ediyoruz ve unutmayacağız.

Bu suikastlar, bizi derinden sarstı ve sarsarken bize bazı gerçekleri de öğretti veya hatırlattı. Türkiye’de bizler, Cumhuriyet çocuklarıydık. Kanlı Ermeni tarihini, Ermenilerin eski kanlı eylemlerini, Ermeni suikast geleneğini çoktan unutmuştuk. Bunları okullarda okumuyor, kitaplarda görmüyorduk. Bizler geleceğe bakıyor, eski kanlı olayları pek hatırlamıyorduk. Los Angeles Başkonsolosunu ve yardımcısını vuran katil bir Ermeniydi. Yakalandı. Ama biz bunu münferit bir olay olarak algıladık, bu çifte cinayeti yaşlı bir meczubun cinneti olarak gördük ve yanıldık. Arkasından Viyana ve Paris Büyükelçilerimiz vuruldu. Ermeni terör örgüt. ASALA bildiriler yayınladı ve bu cinayetleri üstlendi. Biz yine bu cinayetleri Ermenilerin işlemiş olabileceğine inanmak istemedik. O günlerde Türk basını, Yunanlılara ve Kıbrıs Rumlarına göre şartlanmıştı. Gazetelerimiz, bu cinayetleri olsa olsa EOKA B adlı Rum örgütünün işlemiş olabileceğini yazdılar. ASALA bildirilerini ise "Rumların hedef saptırması" olarak yorumladılar.

Oysa Ermenilerin köklü bir terör ve suikast geleneği vardır. Ama biz eskiyi, eski Ermeni suikastlarını çoktan unutmuştuk. 1887 ve 1890 yılında kurulan Ermeni Hınçak ve Taşnaksutyun örgütleri, ta kuruldukları günlerden beri suikast ve terörü birer metot olarak benimsemişlerdi. Terörü ve suikastları kuşaktan kuşağa aktarmışlardı. Ama biz bunları pek hatırlamıyorduk. Ermeniler vaktiyle terörü Osmanlı payı tahtına da taşımışlardı. 1896’ta Galata’daki Osmanlı Bankasını silahla basmış ve birçok masum insanı katletmişlerdi. 1905 yılında Osmanlı Padişahı Abdülhamid’e suikast düzenlemişler, padişahın geçeceği yerde 80 kiloluk bir bomba patlatmışlardı. Bu büyük infilâkta 26 kişi can vermiş, 58 kişi yaralanmıştı. Biz bunları da unutmuştuk. Ermeni teröristler 1921 yılında eski sadrazam Talat Paşa’yı ve eski sadrazam Sait Halim Paşa’yı, 1922 yılında da Büyük Cemal Paşa’yı ve iki yaverini vurmuşlardı. Biz bunları artık hatırlamıyorduk. 1922-23 yıllarında, Lozan’da İsmet Paşa’ya karşı Ermeni suikastları düzenlenmiş olduğunu bilmiyorduk. Ermeniler büyük Atatürk’e karşı da bir dizi suikast hazırlamışlardı. Ama Atatürk’le ilgili yayınlarda bunlardan tek satırla dahi bahsedilmiyordu. Bunları bilenimiz yoktu. Bilenlerimiz varsa da onlar göçüp gitmişlerdi.

Lozan Konferansı’nda ikinci delegemiz Dr. Rıza Nur, " Suikast Ermenilerin Spesiyalitesidir ", der. Ermenilerin kendileri de suikast ustaları olmakla övünürler. Biz eğer bunları unutmamış olsaydık ve zamanında hatırlayabilseydik, belki yeni Ermeni suikastlarına karşı daha tedbirli olurduk ve belki şehit diplomatlarımızın bazıları hayatta kalırlardı, diye düşünürüm. Cehalet öldürüyor, diye düşünürüm.

Görev şehidi diplomatlarımızın acıklı öykülerini anlatan kitabımda, bir giriş çerçevesinde eski Ermeni suikastlarını, Ermenilerin suikast ve terör geleneğini de biraz anlatmak gereğini duydum. Ermenilerin bir suikast geleneği olduğunu unutmayalım, demek istedim. Tarihten ibret alabilirsek tarih tekerrür etmez. Özellikle gençlerimize bunu ısrarla anlatmak gerekir.

Burada bir dileğimi de dile getirmek isterim. O da şudur: Yurt dışında şehit düşmüş olan diplomatlarımıza Türkiye olarak, evet Türkiye olarak sahip çıkalım. Dışişleri olarak sahip çıkıyoruz, ama bu yetmez. Türkiye olarak sahip çıkmamız gerekir, diye düşünüyorum. Çünkü bu meslektaşlarımız Türkiye için can verdiler, Türk devletinin temsilcileri oldukları için şehit edildiler. Onlar yalnız hayattayken değil, ölümleriyle de bu ülkeye büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. 

öncelikle şehitlerimizin mezun oldukları okullara, Fakülteler görevler düşer. Kendi çatıları altında yetiştirmiş ve mezun etmiş oldukları bu şehitlerimize lütfen biraz ilgi göstersinler. Şehitlerimizin birçoğu Galatasaray lisesinden çıkmıştır. Birkaçını zikredeyim. Örneğin:

Şehit Büyükelçi Dâniş Tunalıgil,

Şehit Büyükelçi İsmail Erez,

Şehit Büyükelçi Taha Carım,

Şehit Büyükelçi Beşir Balcıoğlu Galatasaray mezunlarıdır.

Galatasaray çok köklü bir eğitim öğretim kuruluşumuzdur ve bugün saygın bir üniversitedir. Ama Galatasaray camiasının şehit diplomatlarımızla ilgili herhangi bir etkinliğini şahsen duymadım ve hatırlamıyorum. Futbola gösterilen ilginin binde biri şehitlere gösterilemez mi? Galatasaray, yetiştirip mezun ettiği bu görev şehitlerine sahip çıkabilir, sanırım. Onlar için anma günleri düzenleyebilir; salonlara, mekânlara onların adlarını verebilir; öğrencilerine bu şehitlerimizi ve dolayısıyla Emeni terörünü anlatabilir. Özellikle gençleri bilgilendirip bilinçlendirmek pek gerekli ve önemlidir. Galatasaray Üniversitesinin ve Galatasaray camiasının bunu hakkıyla değerlendireceğine inanıyorum.

Aynı şeyler diğer öğretim kurumlarımız için de geçerlidir.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi veya Mülkiye mezunu olan şehitlerimizden birkaçının adlarını zikredeyim:

İlk diplomat şehidimiz Konsolos Bahadır Demir,

Paris Büyükelçisi iken şehit edilen İsmail Erez,

Avustralya’nın Sydney şehrinde şehit edilen Başkonsolos Şarık Arıyak,

Paris’te Çalışma Müşaviri iken vurulan Reşat Moralı Mülkiye mezunudurlar.

Öğrenci ve asistan olarak benim de gençliğimin yedi yılı Mülkiye’de geçmiştir. Çok sevdiğim Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı ve Mülkiyeliler Birliği nerededirler? Bugüne kadar onların da Mülkiyeli şehitleri hatırlayıp onlar için bir şeyler yaptıklarını, onların isimlerini Mülkiye’nin bir yerine kazıdıklarını, onlar hakkında bir şeyler yazıp yayınladıklarını duymadım. Her yıl 4 Aralık’ta Mülkiye’nin yaş günü törenle kutlanır. Bu törenlerde Mülkiyeli şehitlerimiz için bir dakikalık saygı duruşunda bulunulamaz mı? Her yıl Dışişlerine genç diplomat adayları gönderen Mülkiye Mektebinin, Mülkiye çıkışlı şehit diplomatlarımızı öğrencilerine anlatması ve dolayısıyla gençleri bu konuda biraz yetiştirmesi yerinde olmaz mı?

Belgrad’da şehit edilen Büyükelçi Galip Balkar ile San Francisco’da vurulan Başkonsolos Kemal Arıkan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudurlar. İlk diplomat şehidimiz Başkonsolos Mehmet Baydar, Viyana’da vurulan Büyükelçi Dâniş Tunalıgil ve Madrid’de vurulan Büyükelçi Beşir Balcıoğlu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuşlardır. Hukuk Fakültelerimizin de bu şehit diplomatlarımızı hatırlayıp andıklarını hiç duymadım. Ankara Hukuk Fakültesinin bir salonuna Şehit Büyükelçi Galip Balkar ve Şehit Başkonsolos Kemal Arıkan adlarının, İstanbul Hukuk Fakültesinin mekânlarına da Şehit Büyükelçi Dâniş Tunalıgil, Şehit Başkonsolos Mehmet Baydar, Şehit Büyükelçi Beşir Balcıoğlu adlarının verilmesi yerinde olmaz mı?

Paris’te vurulan Turizm ve Tanıtma Müşaviri Yılmaz Çolpan, A... Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinden mezun olmuştur. Bir süre önce bu Fakültede Ermeni sorunuyla ilgili bir panel düzenlendi. Ben de konuşmacı olarak katıldım. Başarılı geçen bu panelden önce Fakültenin kendi şehidi Yılmaz Çolpan için bir dakikalık saygı duruşunda bulunulabilir ve bir yere bir plaket çakılabilirdi. Ama bunu akıl eden olmadı.

Paris’te vurulan din görevlisi Tecelli Arı İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun olmuştur. Din adamı yetiştiren eğitim kurumlarımız da bu şehidimize sahip çıkabilirler, öğrenicilerine Tecelli Arı’nın nerede, nasıl şehit düştüğünü anlatabilirler. Şehit Başkonsolos Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir İstanbul Robert Kolej’i bitirmişlerdir. Robert Kolej bugün Boğaziçi Üniversitesidir. Bu Üniversitemiz de bu ilk diplomat şehitlerimiz hakkında çeşitli etkinlikler düzenleyebilirler. Dış görevde, diplomatlarımızla birlikte Ermeniler tarafından şehit edilen emniyet görevlilerimiz de vardır: 1980 yılında Sydney’de Başkonsolos Arıyak ile birlikte vurulan koruma görevlisi Engin Sever ve 1981 yılında Paris Başkonsolosluğumuzda vurulan koruma görevlisi Cemal Özen gibi. Polis Kolejlerinde, Polis Akademisinde bu şehitlerimiz için bazı etkinlikler düzenlenebilir, diye düşünüyorum.

Diğer kurum ve kuruluşların ve özellikle medyanın da Ermeniler tarafından katledilen Türk diplomatlarına daha yakından eğilmeleri yerinde olur. Çünkü bu olay sıradan bir olay değildir. Bunun bir başka benzeri yoktur. Yurt dışında Ermeni kurşunlarıyla, Ermeni bombalarıyla hayatını kaybeden görevlilerimiz bu vatan için ölmüşlerdir. Bu trajik ölümlerin, bu şahadetlerin büyük sembolik anlamı vardır. Bunu Türk kamuoyuna hakkıyla anlatmak gerekir. Görev şehidi diplomatlarımızın adlarını mermere, granite kazımak, onları unutmamak bizler için boyun borcudur. Biz şehitlerimizi hatırlamazsak, biz yeterince bilgili ve bilinçli olamazsak, üstümüze gelirler. Nitekim geliyorlar. Hala farkında değil miyiz?

Bu vesileyle komşumuz Ermenistan hakkında da bir iki şey söylemek isterim. Türkiye olarak biz, yeni bağımsızlığa kavuşan bütün devletleri tanıdık, tanırken hiçbir ayrım gözetmedik ve bağımsız Ermenistan Cumhuriyetini de tanıdık.

İkinci aşamada yeni bağımsız devletlerle protokoller, anlaşmalar imzalayıp diplomatik ilişkiler kurduk ve oralarda Elçilikler açtık. Fakat Ermenistan ile diplomatik ilişki kurmadık ve Erivan’da Elçilik açmadık. Çünkü gerekli şartlar yoktu, çünkü Ermenistan, saldırgan ve sorumsuz bir devlet olarak sahneye çıkmıştı. Halâ da öyledir. Sovyetler Birliğinden 15 bağımsız devlet doğdu, bunların içinde yalnız Ermenistan, komşularına saldıran veya dil uzatan bir sorumsuz devlet olarak sahneye çıkmıştı. İlişki kurmak için bizim vazgeçilmez şartlarımızdan biri, olmazsa olmaz şartımız, sınırların değişmezliği ilkesi idi. Ermenistan ise silah zoruyla komşusu Azerbaycan’ın sınırlarını değiştirmeğe, sınırları çizen eski antlaşmaları tanımamaya doğru yöneldi. Böylesine sorumsuz bir devletle diplomatik ilişki kurulamazdı ve kurulamadı.

Dahası, Ermenistan, bugün burada hatıralarını yâd ettiğimiz aziz şehitlerimizin katledilmelerinden de sorumludur. Hem Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti, hem de bugünkü Ermenistan Cumhuriyeti, Türk diplomatlarına karşı düzenlenmiş olan suikastlar serisinden birinci derecede sorumludur. Ermenistan’ın bu sorumluluğu Sovyet döneminden gününüze kadar uzanır. Türk diplomatlarını katleden Ermeni teröristlerin birçoğu bugün Ermenistan’da barınmakta ve korunmaktadır. Ermenistan Cumhuriyeti, büyük komşusu Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmek isterse, önce sınırların değişmezliği ilkesini açıkça kabul etmeli ve bunun gereğini yapmalıdır. Bundan başka, Ermenistan, şehitlerimizden özür dilemeli ve şehitlerimizin katillerini Türk adaletine teslim etmelidir, diye düşünüyorum.
  ----------------------
* Tarihçi - 
- ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 1, Mart-Nisan-Mayıs 2001

http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=205


**