30 Aralık 2014 Salı

Amerika'daki Ermeni Propagandası ve Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey



Amerika'daki Ermeni Propagandası ve Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey



Emekli Büyükelçi, Dr. Bilal N. ŞİMŞİR*
ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 2,
Haziran-Temmuz-Ağustos 2001

 
Tarihten Birkaç Not

Amerika’da Ermeni propagandasının geçmişi oldukça eskidir. Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmış olan dört ciltlik Osmanlı Diplomatik Belgelerinde Ermeni Sorunu adlı kitabımıza da başvurarak Tarihten birkaç not aktaralım:

Yıl 1820: İlk Amerikan Protestan Misyonerleri Pliny Fiks ve Levi Parsons İzmir’e ayak bastılar. Levi Parsons, İzmir’e çıkar çıkmaz, “Bu günah İmparatorluğunu tamamen yıkmak ahdim olsun” diye yazdı ve ardından gelen misyonerler onun için şiirler, destanlar düzdüler. Osmanlı Ermenileri arasında çalışmaya başlayan Amerikan misyonerleri, bol paralı ve donanımlı olarak Türkiye’ye geldiler ve bazı Ermenileri çabucak kendilerine çektiler. Fanatik misyonerler, Müslüman Türklerle Hıristiyan Ermeniler arasında ayrılık tohumları ektiler ve Amerika’da Türkler aleyhinde sistematik propagandanın ilk adımlarını attılar.[1]

Yıl 1830: Amerika Birleşik Devletleri ile Osmanlı Devleti Arasında Ticaret Anlaşması imzalandı ve ABD, en geniş anlamda kapitülasyon hakları kazandı. Anlaşmada Osmanlı Ermenileri lehine dolaylı hükümler yer aldı. Amerikan tüccarı, Anadolu’da Ermeni simsarlar kullanma hakkı kazandılar ve Amerikan hizmetine alınan Osmanlı vatandaşı bu simsarları da kapitülasyonlardan yararlandırmaya ve onlara kanat germeye yöneldiler.

Yine yıl 1830: Amerikan Protestan Misyonerleri İstanbul’u merkez yaptılar ve Anadolu’yu üç bölgeye ve birçok “istasyon”a ayırarak Ermeni toplumu arasındaki çalışmalarını yoğunlaştırdılar. Gregoryen Ermenilerin bir bölümü Protestan mezhebini kabul etti ve Amerika’nın (ve İngiltere’nin) koruyuculuğu altına girdiler.

Yıl 1848: Amerikan Misyonerleri, Osmanlı Devletinde bir Protestan Cemaati yarattılar. Tamamı Ermenilerden oluşan bu yeni cemaatı Osmanlı Hükümetine resmen tanıttılar.

Yıl 1850: Amerikan Misyonerleri Osmanlı Ermenileri arasında eğitim çalışmalarını hızlandırdılar ve bundan sonraki 35 yıl içinde 80 High School, 8 yüksek kolej ve 16 kız okulu açtılar. Yüksek Kolejler şuralardı:

İstanbul (Robert Kolej),

İstanbul (Üsküdar Amerikan Kız Koleji),

Harput (Fırat Koleji),

Merzifon (Anadolu Koleji),

Antep (Merkezi Anadolu Koleji),

Kayseri (Talas Koleji),

Mersin (Tarsus Koleji),

Samakov (Rumeli Koleji)

Öğrenci sayısı bir ara 27 bini aşan bu okullara ve kolejlere bütün 19. Yüzyıl boyunca hemen hiç Türk-Müslüman öğrenci alınmadı. Ancak 20. Yüzyıl başlarında tek tük Türkler de misyoner okullarına alınmaya başlandı. Halide Edip Adıvar ve Hüseyin Bey (Lozan Konferansında tercüman) gibi bazı Türkler bu okullardan il mezun olanlardandır.

Yıl 1860: Amerikalılarla iş yapan bazı Ermeni işadamları ABD vatandaşlığına geçmeye ve Amerika’ya göç etmeye başladılar. Atlantik ötesinde iş tutan bu Ermeniler, Anadolu’dan Amerika’ya halı, kilim götürürken Türk düşmanlığını da taşıdılar. Düşmanlık propagandasını ticari amaçlarla ustaca kullandılar ve Türkiye’nin yerini bile bilmeyen saf Amerikalılara Türk düşmanlığı aşılamağa çalıştılar ve bundan maddi çıkarlar sağladılar.

Yıl 1865: Amerikan Misyonerleri, Osmanlı ülkesinden seçtikleri yetenekli Ermeni gençlerini burslu olarak Amerikan Üniversitelerine göndermeye başladılar. Bu öğrencilerin bir bölümünü Teoloji fakültelerinde yardımcı misyoner olarak, bir bölümünü de laik fakültelerde başka amaçlarla yetiştirdiler. Bu gençlerin bir bölümü Amerikan vatandaşlığına geçirildi ve Türk aleyhtarı Emeni propagandasında kullanıldı. Türkiye’de görevli bazı Amerikan misyonerleri, daha sonraki tarihlerde Ermeni ihtilalcilerini desteklemiş, Taşnak ve Hınçak komitelerinin gizli kuryeliğini üstlenmişlerdir. (Osmanlı makamları, kapitülasyonlar yüzünden misyonerlerin mektuplarını açamıyorlardı. Buna rağmen Merzifon Amerikan kolejinde görevli Kayayan ve Tumayan adlı iki misyoner 1893’te suç üstü yakalanmış, Ankara’da yargılanıp idama mahkum edilmişler, fakat Amerika ve İngiltere’nin baskılarıyla serbest bırakılıp Londra’ya gönderilmişler, oradan Türkiye düşmalığını sürdümüşlerdir.).

Yıl 1870: Osmanlı ülkesinden Amerika’ya Ermeni göçleri artmaya başladı.

Yıl 1886: Ermeniler için Anadolu’da (Sivas’ta) ilk Amerikan Konsolosluğu açıldı ve bunun başına bir misyoner ailenin çocuğu olarak Tokat’ta doğmuş ve çocukluğu Ermeniler arasında geçmiş olan Mr. Jevet adlı bir konsolos getirdiler. (Sivas Başkonsolosluğuna bağlı olarak Ankara’da da bir Amerikan Konsolosluk Ajanlığı açıldı.)

Yıl 1894: Ermeni sorunu ilk defa Amerikan Senatosunun gündemine getirildi. Sasun’da Ermeni ayaklanması dolayısıyla Louisiana Senatörü Newton Blanchard tarafından Senatoya sunulan ve 3 Aralık 1895 günü kabul edilen tasarısıyla Türkiye haksız yere suçlandı ve kınandı. (107 yıl önce).

Yıl 1895: Sivas’tan sonra Erzurum’da da Amerikan Konsolosluğu açıldı ve Ermeniler arasında çalışmaya koyuldu. Aynı yıl Ermeni Hınçak ve Taşnak komiteleri Türkiye’de kanlı eylemlerini arttırdılar.

Yine yıl 1895: ABD Hükümeti, güya Ermenileri ve misyonerleri korumak için, Osmanlı kara sularına bir savaş gemisi gönderdi. Mersin ve İskenderun limanlarına demir atan geminin komutanı Amiral Selfridge, Halep Valisine ve Mersin Mutasarrıfına ağır mektuplar gönderdi. (106 yıl önce).

Yıl 1896: Ermeni iddiaları ikinci defa Amerikan Senatosu ve Temsilciler Meclisi gündemine getirildi ve Ocak 1896’da her iki mecliste Türkiye aleyhine bir karar kabul edildi. Ayrıca New Hamshire Senatörü Sallinger, Osmanlı Ermenileri lehine müdahale edilmesini öngören bir kanun tasarısını Senato’ya sundu.(105 yıl önce).

Yıl 1896-1900: Anadolu'dan Amerika'ya Ermeni göçleri hızlandı. Özellikle Misyoner faaliyetlerinin yoğun olduğu Harput, Merzifon gibi yörelerdeki Ermeni nüfusunun yarıdan fazlası Amerika'ya göç etti. Türkiye'den göç eden Ermeni göçmenlerden bazıları, Amerikan pasaportu aldıktan sonra geri dönüp Anadolu'da kanlı eylemlere karıştılar ve ABD makamları "vatandaş" diye bunları resmen himaye etmek istediler.

Yıl 1900: Harput’ta (Elazığ yakınında) Amerikan Konsolosluğu açıldı. Sivas, Erzurum ve Harput’taki Amerikan konsolosluklarının her üçü de kirayla Ermeni evlerine yerleşmiş, Ermeni tercüman ve memurlar kullanmış ve Washingoton’a Ermeni yanlısı çarpık ve tek taraflı raporlar sunmuşlardır.

Yıl 1909: ABD Hükümeti, Adana olayları dolayısıyla Osmanlı sularına iki savaş gemisi gönderdi. "Marblehead" ve "San Fransisco" adlarındaki bu savaş gemileri yerel makamlara ve Türk Hükümetine gözdağı verdiler...

Yıl 1914:
Washington’dan İki Sürpriz.

Amerikan basınında, 1880’lerden beri sistematik biçimde Ermeni propagandası yapılıyordu. Müslüman Türklerin Hıristiyan Ermenilere baskı yaptıkları ileri sürülüyor, Türk Hükümeti ve Türk insanı haksız yere suçlanıyordu. Bu karalama kampanyası zaman zaman çok şiddetleniyordu. Washington Elçiliğimiz bu saldırılarla durmadan boğuşuyordu.

1914 yılında Ahmet Rüstem Bey Washington’a Büyükelçi atandı ve Başkan Woodrow Wilson’a güven mektubunu sunup 24 Haziranda resmen görevine başladı. Büyükelçi payesiyle Washington’a atanan ilk Osmanlı diplomatik temsilcisiydi. (Ondan önce Washington’da görev yapmış olan temsilcilerimiz Orta Elçi payesinde idiler.)

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’in Washington’da göreve başlamasından sadece dört gün sonra, 28 Haziran 1914 günü, Avusturya - Macaristan İmparatorluğu veliahtı Arşidük Francis Ferdinand Saraybosna’da bir suikastta öldürüldü. Bu suikast, bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nı fitilledi. Suikasttan bir ay sonra, 28 Temmuzda, Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş açtı ve Rusya, Sırbistan’ın yardım için seferberlik ilan etti. 1 Ağustosta Almanya, 5 Ağustosta da Avusturya-Macaristan Rusya’ya savaş ilan ettiler. Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasında başlayan savaş bir Avrupa savaşına dönüştü. 10 Ağustosta Fransa, 12 Ağustosta da İngiltere Avusturya-Macaristan’a savaş ilan ettiler...

1914 yazında büyük savaş yayıldıkça yayılıyordu ama Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri henüz bu savaşın dışında idiler. Bu iki devleti de savaşa çekmek ve "Avrupa savaşı"nı "dünya savaşı"n dönüştürmek için çabalar harcanıyordu. Almanya, Türkiye'yi; Ingiltere ve Fransa da Amerika Birleşik Devletleri'ni kendi saflarında savaşa çekmeğe uğraşıyorlardı. Türkiye (yani Osmanlı Imparatorluğu), o yılın Kasım ayında büyük savaşa sürüklenecekti, ABD ise ta 1917 yılına kadar savaş dışında kalacaktı.

İşte tam bu sıralarda –yani Birinci Dünya Savaşının çıktığı fakat Türkiye’nin henüz savaş dışında bulunduğu aylarda– Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, Washington’da ayağının tozuyla iki sürprizle karşılaştı:

Birinci sürpriz, savaş gemileriyle ilgiliydi: Yunanistan’a iki Amerikan zırhlısı satılıyor, öte yandan da İngiltere Türkiye’nin iki savaş gemisini gasp ediyordu. Türk Hükümeti, üstün durumdaki Yunan deniz kuvvetlerine karşı donanmamızı güçlendirmek amacıyla, 1911 yılında bir İngiliz tersanesine “Reşadiye” adlı bir dretnot sipariş etmiş; ayrıca, Brezilya için İngiltere’de yapılmakta olan “Rio de Janeiro” adlı dretnotu satın almış ve buna “Sultan Osman” adını vermişti. Bu savaş gemilerinin paraları Türk halkından toplanmış ve 200.000 lira tutarındaki son taksitleri de son kuruşuna kadar ödenmişti. Yapımları tamamlanan “Reşadiye” ve “Sultan Osman” zırhlıları 1914 yılı Temmuz ve Ağustos aylarında Türkiye’ye teslim edilecekti. Artık gün sayılıyordu. Türk halkı, dişinden tırnağından artırarak parasını ödediği gemilerin nihayet teslim alındığı günü beklerken, İngiltere, – en basit ticaret hukuku kurallarını da ayakların altına alarak– parası ödenmiş olan bu gemilere el koyduğunu ve Türkiye’ye teslim etmeyeceğini açıklamıştı (6 Ağustos 1914). İngiltere’nin bu kararı Türkiye’de şok yaratmıştı.

İkinci şok Amerika’dan geldi. Büyükelçi Ahmet Rustem Bey, Washington’a vardığı günlerde, Amerikan donanmasının “Idaho” ve “Mississipi” adlarındaki iki zırhlısının Yunanistan’a satılmak üzere olduğunu öğrendi. Yunanlılar, Amerika’dan savaş gemisi satın alma işini çok gizli tutmuşlar, görüşmeleri, pazarlıkları gizlice yürütmüşler ve işi bağlamışlardı. Büyükelçimiz bu satışı önlemek için hemen harekete geçti, üstüste girişimlerde bulundu, Başkan Wilson’a kadar çıktı. Bu gemilerin satışının Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı kışkırtacağını, Yunan saldırganlığını arttıracağını, barışa zarar vereceğini anlattı; gemilerin Yunanistan’a teslim edilmemesini istedi. Ama Büyükelçimizin girişimleri sonuçsuz kaldı. Başkan Wilson, Yunanistan’ın bu gemileri savaş amacıyla kullanmayacağını iddia etti. Venizelos’tan bu konuda “güvence” almıştı! Sonunda Amerikan senatosu 18 olumsuz oya karşı 124 oyla gemilerin Yunanistan’a satılmasını kabul etti. Başkan Wilson da kararı onayladı.

Türkiye, tam dünya savaşının patladığı günlerde ortak bir İngiliz-Amerikan darbesi yemiş oldu. Amerika’nın Yunanistan’a iki zırhlı satması, İngiltere’nin de iki Türk zırhlısını gasp etmesi sonucu, Türk deniz kuvvetleri, Yunanistan karşısında hepten aciz kaldı ve o savaşta Çanakkale boğazından dışarı pek çıkamayacaktı.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, Atlantik ötesinde Türkiye aleyhinde yürütülen propagandalar sayesinde Yunanistan’ın başarılı olduğunu anlamıştı. Sadrazam Sait Halim Paşa’ya gönderdiği bir raporda, Yunanlıların yirmi seneden beri Türkler aleyhinde yaptıkları propagandalar ile Amerika’da Türk aleyhtarlığı yaratıldığını söyleyerek bu propagandalara propaganda ile cevap vermek gerektiğini, bunun için kendisinin de devamlı olarak gazetelere makaleler yazdığını ve demeçler verdiğini ve bu türlü çalışmalara devam edeceğini bildirmişti.[2]

Yine yıl 1914:
ABD’de Ermeni Propagandası Tekrar Patlıyor ve Türk Büyükelçinin Sabrı Taşıyor.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’in Amerika’ya varışından az sonra karşı karşıya kaldığı ikinci sürpriz, Amerikan basınında yeniden patlak veren Ermeni propagandası oldu. Amerikan gazeteleri, adeta ağız birliği yaparak, Müslüman Türklerin Hıristiyan Ermenileri kılıçtan geçirdiklerini iddia ediyor ve Amerikan Başkanının harekete geçmesini, Türk karasularına Amerikan savaş gemileri göndermesini istiyorlardı. Amerikan basını, bu kadarla da yetinmiyor, Türk devletine ve milletine adeta küfür yağdırıyordu. Türk halkının dini, milliyeti, soyu sopu ile alay ediliyor ve Türkler aleyhinde akıl almaz hakaret sözleri sarfediliyordu.

Büyükelçi Rüstem Bey, bu saldırıların arkasında İngiltere ile Fransa’nın bulunduğunu anlamıştı. Bu iki devlet birinci Dünya Savaşına girmişlerdi ve şimdi Amerika’yı da yanlarına çekmek istiyorlardı. Amerikan yönetimini ve kamuoyunu etkilemek için sözde “Ermeni katliamı” propagandasını kullanıyorlardı. Bir bölüm Amerikan yazar çizerini de kazanmışlardı. Türklerin sırtından savaş propagandası yürütülüyordu. Oysa ortada fol yok yumurta yoktu. Türkiye henüz savaşa girmemişti ve 1914 yazında Türkiye’de bir tek Ermeninin burnu bile kanamamıştı. Böyle olduğu halde Türkiye’de Ermenilerin kılıçtan geçirildiği yazılıp çizilebiliyordu.

Bu çirkin karalama kampanyası Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’i çileden çıkardı. Amerika, Yunanistan’a iki savaş gemisi satmakla kalmamış, şimdi de Türklere karşı bir düşmanlık kampanyası başlatmıştı. Dahası, bu kampanyası frenlemek için Amerikalılarda hiçbir hareket yoktu. Büyükelçi, bu saldırıları sineye çekemedi. Basındaki saldırılara yine basın yoluyla cevap vermekten başka çare göremedi ve 8 Eylül 1914 günü “Evening Star” gazetesine bir demeç verdi. “İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’de Hıristiyanlara katliam yapıldığı yalanını Amerikan kamuoyunun önüne serdiklerini ve bu yalanı bahane ederek Türk limanlarına Amerikan savaş gemileri gönderilmesini isteklerini” söyledi. Geçmişte ayaklanmaların bastırıldığını, fakat Ermenilerin Hıristiyan oldukları için değil, isyan ettikleri için, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın desteğiyle ve silahla Osmanlı devletini zayıflatmak istedikleri için cezalandırıldığını belirtti.

Rüstem Bey, yalnız açıklama yapmakla yetinmiyor, fakat aynı zamanda basın yoluyla karşı saldırıya geçiyor ve soruyordu: Böyle silahlı ayaklanma karşısında kalsalardı Fransa, İngiltere ve Rusya acaba ne yaparlardı?  Masum bir ırka karşı dünyanın gözleri önünde yirmi planlı katliam (pogrom) sergilemiş olan o Rusya acaba ne yapardı? Ya Fransa ve İngiltere? Ülkelerinin özgürlüğü için dövüşen Cezayirlileri mağaralara tıkıp sonra onları dumanla boğmuş olan Fransa, Sipahi isyanında yakaladığı Hindlileri top namlularının ağzına bağlayıp sonra o topları ateşleyen İngiltere aynı tahrikler karşısında kalsalardı acaba ne yaparlardı?

Bu soruları sorduktan sonra Amerikalılara dönen Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, onlara da adeta “Siz, şöyle bir aynaya bakınız da kendi çirkin yüzünüzü görünüz” demek ister gibi davranıyor. Sözünü sakınmıyor. Amerikan gazetelerinin bir çoğunun İngiltere ve Fransızların tarafını tutarak Türklere saldırmaları karşısında “şunu söylemeğe kendimi yetkili görüyorum ki” diye söze başlıyor. Amerikalıların Filipinleri işgal ederken yerli halka uyguladıkları “Water Cure” denen işkenceleri ve her Allahın günü Amerika’da işlenen yüz karası “linç etme” suçlarını hatırlatıyor. “Bunların hatırlanması Türkiye’ye saldırırken Amerikalıları daha ihtiyatlı yapmalıydı” diyor. Sırça köşkte oturan bir kimse komşusunun camına taş atarken düşünmelidir, demek istiyor. Amerikalılara bir de soru yöneltiyor: “ Farz edelim ki, diyor, Amerika’daki zencilerin, Amerika Birleşik Devletlerinin istilâsını kolaylaştırmak için Japonlarla gizlice anlaşmış oldukları ortaya çıkarıldı. Acaba o zencilerin kaçı hayatta bırakılırdı?” diye soruyor.

Son olarak Ahmet Rüstem Bey, Atlantik ötesindeki Ermeni propagandasının ABD'yi Itilaf Devletleri safında savaşa sokmak amacı güttüğünü belirtiyor ve Amerikan Hükümetinin bu oyuna gelmeyeceği inancını dile getiriyor. Şöyle diyor:

 “Büyük Britanya ve Fransa, Türkiye’ye karşı yeni bir tahrik kampanyasına girişmişlerdir. Bu kampanyayla oralarda uğursuz bir şeyler olmasını, kötü tahminlerinin doğru çıkmasını, ABD’nin de Doğu’ya savaş gemileri göndermesini ve böylece Avrupa savaşına karışmasını sinsice bekliyorlar. Ama ABD yönetiminin bu adi tuzağa düşmeyecek kadar temkinli olduğuna inanıyorum. Türkiye’de bir tek vatandaşının burnu bile kanamamış olan Amerika Birleşik Devletleri, Türk sularına neden savaş gemisi gönderecek? Hıristiyanların da yaşadığı İzmir’i, Beyrut’u mu bombalayacak? Yoksa daha ne yapabilecek ki?  Amerikan halkı savaş istiyor mu bakalım?...”[3]

Başkan Wilson’un Tepkisi

Büyükelçi A. Rustem Bey, “ağır ol da molla desinler” zihniyeti ile hareket etmemiş, Amerikan basınındaki çirkin saldırıları sineye çekmemişti. Pasif savunmaya da çekilmemiş, Amerikalılara kendi silahlarıyla cevap vermişti. Çuvaldızı durmadan Türklere batıran Amerika’yı birazcık iğneleyivermişti. Amerikan zencilerine yapılan vahşete, Filipinlerdeki işkencelere birer cümleyle değinivermişti.

Amerika’da yürütülen Türkler aleyhindeki çirkin iftira kampanyası karşısında kılını bile kıpırdatmamış olan Başkan Wilson, bu defa Büyükelçi Rüstem Bey’in demecini görünce adeta küplere binmiş! Vay sen misin koskoca Amerika’yı iğneleyen!? Washington’da görevli bir yabancı Büyükelçi nasıl olur da uluorta Amerika’yı eleştirebilirmiş, nasıl olur da basına böyle demeç verebilirmiş! Bu, düpedüz Amerika’nın içişlerine karışma demekmiş. Bir yabancı diplomat nasıl olur da Amerikan yönetiminin işlerine burnunu sokabilirmiş! Hele Büyükelçinin, Amerika’da zencilere yapılanları ve Filipinler’deki işkenceleri diline dolaması sineye çekilebilir gibi değilmiş. Sadece bu demeci Büyükelçinin “istenmeyen adam” ilan edilmesine kafiymiş...

Başkan Wilson, ilk öfkeyle bunları düşünmüş. Büyükelçi Rustem Bey’in derhal “istenmeyen kişi” ilan etmeyi, hatta Osmanlı devletiyle ilişkileri kesmeyi aklından geçirmiş. Dışişleri Bakanı Bryan ve yardımcısı Robert Lancing araya girip Başkanı yatıştırmışlar. Avrupa’da büyük savaşın başladığı o günlerde Türkiye ile bozuşmak Amerikan çıkarlarına da zarar verebilirdi. Onun için önce bir soruşturma yapılmasına karar verilmiştir. Başkan Wilson, 10 Eylül 1914 günü Dışişleri Bakanına şunları yazmıştır:

 “Sayın Dışişleri Bakanı,

Dün gönderdiğiniz önemli şeyleri aldım. Karar vermeden önce düşünmem için kendime biraz zaman tanıdım. Yalnız bir tanesi bence apaçıktır: Türk Büyükelçisi sınırı aşmıştır. Raporda ileri sürdükleri onun önüne serilirse ve raporun doğru olup olmadığı kendisine sorulursa iyi olur. Eğer doğru değilse onun söylediklerini lütfen bana bildiriniz. Onun söylediklerinin ne olduğunu kesin olarak kendisinden öğrendikten sonra kendisini makbul bir kimse olarak uzun süre ağırlayıp ağırlamayacağımızı düşünürüz.”[4]

Başkanın bu talimatı üzerine, Amerikan Dışişleri Bakanı Bryn, 11 Eylül günü Rustem Bey ile bir görüşme yaptı. “Evning Star” gazetesinde çıkmış olan demecin kesitini kendisine sundu. Bu sözlerin kendisine ait olup olmadığını sordu. Büyükelçi, bu sözlerin kendisine ait olduğunu kabul etti. Gazeteye neden böyle bir demeç vermek gereği duyduğunu yazılı olarak bildireceğini söyledi.

Ahmet Rüstem Bey’in Cevabı

Ahmet Rüstem Bey, o gün oturup uzunca bir muhtıra kaleme aldı ve ertesi gün bunu Amerika Dışişleri Bakanına gönderdi. 12 Eylül 1914 tarihini taşıyan bu mektupta şunları söyledi:

 “Sir,

“Dün sabah sizinle yaptığım görüşmeyle ilgili olarak aşağıdaki hususları belirtmeme müsaadenizi rica ederim.

Dün bana verdiğiniz ve bugün bu yazıyla birlikte size iade ettiğim Star gazetesi kesitinde bana atfedilen sözler benim kullandığım dilin doğru bir ifadesidir.

ABD’de görülen bazı tatsız gelişmeleri basında gözler önüne sermek şeklinde tuttuğum yolun alışılmamş bir yol olduğunun tamamiyle farkındayım. Fakat Türkiye’nin ve ABD’nin çıkarlarını düşünerek tepki göstermek istediğim durum da pek alışılmış bir durum değildi.

Türkiye, yıllardan beri Amerikan basınının sistematik saldırılarına hedef olmaktadır. Bu saldırılar, sık sık en ağır dille Türkiye’nin bütün duygularını incitmektedir. Türkiye’nin dinine, milliyetine, adetlerine, geçmişine ve bugününe küfredilmiştir. Türkiye, bütün kötülüklerin bataklığı imiş gibi gösterilmiştir. Geçmişte Türkiye’de görülen ve benim gibi bütün diğer Osmanlı aydınlarını da üzen bazı aşırılıklar, diğer milletlerin yaşamında da benzerleri görüldüğü halde, Türkiye’ye karşı bitmez tükenmez şiddetli bir saldırı teması olarak kullanılagelmektedir.

Basının bu tutumu Amerikan kamuoyunu Türkler aleyhinde zehirlemekte o kadar ileri gitmiştir ki Türk soyunun her üyesi Amerika’da ancak “iğrenç” (unspeakable) sıfatıyla zikredilir olmuştur. Türkiye, Balkan Savaşında yenik düşüp kanayan yaralarını sarmağa uğraşırken ve tatlı bir söze muhtaç iken bile her Amerikan gazetesinin en acımasız alaylarına ve küfürlerine maruz kalmıştır...

Diğer taraftan, Türk-Yunan ilişkilerinin pek gergin olduğu şu sırada “Idaho” ve “Mississipi” zırhlılarının Yunanistan’a satılmasının Türkiye’de yarattığı olumsuz havaya, şimdi bir de ABD’nin Türk sularında savaş gemileriyle gösteri yapacağı söylentileri eklenince, Türk halkında ABD’ye karşı şiddetli bir tepki yaratabilir. Asıl üzücü olan, Amerikan basınının, Türkiye’de Hıristiyanlara karşı toplu katliam hazırlandığı yolundaki asılsız iddiasında ısrar etmesidir...

Türkiye ile ilişkiler bakımından Amerikan basınını daha sorumlu bir tuttum izlemeye sevketmek için büyük bir çaba harcamak elzemdi. Amerikan yönetiminin basın karşısında çaresiz olduğu malumdur. Dolayısıyla bu konuda harekete geçme işi Türk Büyükelçisine kalmıştır.

Harekete geçerken Amerika Birleşik Devletleri’ne saldırmış veya onları eleştirmiş olduğum pek söylenemez. Benim Amerikan saldırısına karşı ülkemi savunduğum apaçıktır. Savunmam, ABD’nin de kınanacak bir takım kusurları olduğunu göstermek biçiminde olmuşsa, bu, kusurlarını kapatacak fevkalade meziyetleri olan Türk halkına karşı Amerikan basınını daha insaflı davranamaya ikna etmenin tek yol olduğuna inandığımdandır.

Diplomatik kuralları aşmış olabilirim. Fakat, karşı karşıya kaldığımız durumun, alışılmıştan sapmayı yalnız hoş görmekle kalmayıp aynı zamanda haklı göstereceğine kuvvetle inanırım. İnsanlığın çıkarı şekle feda edilemez.

Ben, Türkiye’ye, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve nihayet insanlığa karşı manevi görevimi yerine getirmiş olduğuma kaniim.”[5]

Ekim 1914:
Türk Büyükelçisi A. Rüstem Bey, Ptotesto Makamında ABD’yi Terk Ediyor.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’in yukardaki cevabı Başkan Wilson’u ve Amerika Dışişleri Bakanlığını tatmin etmedi; Tersine, onları daha da kızdırdı. Amerikan yönetimi, Büyükelçinin Amerikalıları açıkça eleştirmesini kabul edemiyor; buna karşılık Amerikan gazetelerinin Türkiye’ye karşı sistematik saldırılarını ise pek önemsemiyormuş gibi davranıyordu.

Amerikalılar, kendi aralarında birkaç gün yazıştıktan sonra, Büyükelçiden özür dilemesini istediler. Ahmet Rüstem Bey, Wilson’dan özür dilerse Washington’da kalabilecek ve iki ülke arasındaki dostça, ilişkiler yine eskisi gibi devam edecekti. Ameria Dışişleri Bakan Vekili Robert Lansing, bu kararı 19 Eylül günlü bir mektupla Büyükelçimize resmen bildirdi. Şöyle dedi:

 “...Mektubunuzda, o demeçleri verdiğinizi ve gazetede çıkan yazının doğru olduğunu kabul ediyorsunuz. Bu ülke basınının Türkiye’ye karşı düşmanlığını, diplomatların görevli oldukları ülkelerde uymaları gereken davranış kurallarını çiğnemenizi haklı göstereceğini söylüyor ve ayrıca bu ülkenin Türkiye’ye karşı politikasını eleştirmeyi fırsat biliyorsunuz.

Başkan beni, notanızdaki üslubun kabul edilemeyeceğini, davranışınızı izah edişinizin de tatminkâr olmadığını size bildirmekle görevlendirdi. Birleşik Devletler basınının bir bölümünün yayınlarından dolayı kendinizi öfkeye kaptırarak resmi protokolü ciddi olarak çiğnemiş bulunuyor ve bunu kabul ederek kendinizi savunmaya çalışıyorsunuz...

Ekselans, bu başkentteki hizmetlerinizin ülkeniz için yararlı olacağına hala inanıyorsanız ve basında çıkan demecinizden dolayı pişmanlık duyduğunuzu bildirmek istiyorsanız, Başkan, daha fazla yorum yapmadan yayınlanmış olan demecinizi ve notanızı görmemezlikten gelmeye ve bu tatsız olaydan önce Ekselansları ile Birleşik Devletler arasında var olan samimi ve dostça ilişkileri yenilemeye hazırdır.”[6]

Ahmet Rüstem Bey, bu notayı alınca Mr. Lansing’e dönüp sorabilirdi: Türkiye’deki Amerikan Elçileri ve Konsoloslarının Türkler aleyhinde Washington’a gönderdikleri ve her yıl Amerikan diplomatik ve konsolosluk belge ciltlerinde yayınlan yazılardan dolayı şimdiye kadar Türkiye’den özür mü dilenmişti? Yıllardır Türkiye’de oturan ve Türk konukseverliğinden alabildiğine yararlan ve sonra her hafta Amerikan gazetelerine imzalı, imzasız iftira dolu yazılar gönderen Amerikan misyonerleri Türk halından özür mü dilemişlerdi? Hele hele Edwin M. Bliss gibi, Frederick Davis Greene gibi, James Barton gibi, Maria A. West gibi Amerikan misyoner kodamanların Türk düşmalıklarına ne buyrulur? Bu misyonerler Türkler aleyhinde ciltler dolusu kitaplar yazıp hemen bütün Protestan kiliseleri önünde bunları sattırıp cemaatlerini zehirlediklerinden dolayı Türk milletinden özür mü dilemişlerdi? Amerikan basınındaki Türk düşmanlığı kampanyalarından dolayı pişmanlık duyan bir tek Amerikalı var mıydı?...Amerikalılara söylenecek daha pek şey vardı.

Ama Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, özür dilemedi ve daha fazla tartışmayı da artık gereksiz gördü., 20 Eylül 1914 günü Lansing’e şu kısa cevabı göndermekle yetindi:

 “Sir,

Basın temsilcilerine verdiğim demeçle ilgili 12 Eylül günlü notama cevap olarak gönderdiğiniz 19 Eylül tarihli notanızın alındığını bildirmekle onur kazanırım.

Cevap olarak, Başkan Wilson’a, bu konuda kendisinin görüşünü maalesef kabul edemeyeceğimi ve dolayısıyla buradan ayrılmak için Hükümetimden izin istemeyi gerekli gördüğümü bildirmenizi rica ederim. On beş gün içinde İstanbul’a hareket edeceğim.”[7]

Ahmet Rustem Bey, 27 Eylül günü Sait Halim Paşa’ya da Amerika’yı terk edeceğini bildirdi ve nedenlerini de anlattı. Yıllardan beri Osmanlı Hükümetine hücum eden Amerikan basınının yeni bir malzeme bulduğu ve bu yeni malzemenin de şu olduğunu söyledi: İngiliz ve Fransızlar, Amerika Birleşik Devlerini Savaşa sokabilmek amacıyla, Osmanlı Devletinin Hıristiyanlar için bir katliam hazırladığını ileri sürerek Amerika’yı savaşa teşvik ediyorlardı. Rüstem Bey, bunun için basına bir açıklamada bulunarak bu iki devlete karşı Amerika’nın dikkatini çekmeğe mecbur olmuştu. Amerikan zencilerine karşı yapılan linç etme olaylarını zikretmesi ise, Amerikan gazetelerinin Türkiye’yi barbarlıkla suçlamalarına son vermek içindi. Büyükelçi sadece hukuki savunma hakkını kullandığını söylüyordu. Memlekete dönüş kararının kesin olduğunu da ayrıca bildiriyordu.

Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, 9 Ekimde Sait Halim Paşa’ya çektiği son bir telgrafta, aynı gün İtalyan vapuru ile New York’tan hareket edeceğini, 18 Ekimde Napoli’de, 25 Ekimde de İstanbul’da olacağını bildirdi. Dikkati çeken bir not daha ekledi. 25 Ekim 1914 tarihine kadar kendisinden bir haber alınamaz ise, akıbeti hakkında araştırma yapılmasını rica etti.[8] Bu ricada bir suikast kaygısı seziliyor. Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey sağ salim İstanbul’a dönmüştür ama, Sait Halim Paşa’nın kendisi, yedi yıl sonra Roma’da Ermeni kurşunlarıyla şehit düşmüştür.

Çalınacak Minareye Önceden Hazırlanan Kılıf

Ahmet Rüstem Bey’in Washington Büyükelçiliği topu topu üç buçuk ay sürmüştür. Onun 24 Haziran 1914’te başlamış olan bu görevi, 9 Ekimde Amerika’dan ayrılışıyla son bulmuştur. Kendisi daha önce ABD’de Elçilik İkinci kâtibi ve Maslahatgüzar olarak da görev yapmıştı. Büyükelçiliği ise onun Washington’da ve diplomasi mesleğinde son görevi oldu. Amerika’dan döndükten sonra bir daha herhangi bir diplomatik görev almadı.

1914 yılında, Amerikan basınında görülen Ermeni propagandası, bir Osmanlı Büyükelçisinin diplomatik kariyerini söndürmüştür. Bu olay, Ermeni “soykırım” iddiaları bakımından çok düşündürücüdür. Tekrar hatırlamak ve vurgulamak lâzımdır: Yıl 1914. Mevsim yaz. Avrupa’da savaş var, ama Türkiye’de ve Amerika’da henüz savaş yok. Doğu Anadolu’da Rus istilâsı, Çanakkale’de İngiliz-Fransız saldırısı yok; Ermeniler henüz Van’da isyan çıkarmıyor, istilâcı Ruslarla silahlı işbirliği yapmıyor, Türk ordusunu arkadan vurmuyorlar. Dolayısıyla Anadolu’da bir Ermeni tehcirinden de eser yok. Tehcir olayına daha tam bir yıl var. 1914 yazında Anadolu’da hiçbir Ermeni olayı yok, hiçbir Ermeninin kılına bile dokunulmamış.

Böyle olduğu halde, 1914 yazında Atlantik ötesinde büyük bir yaygara kopuyor. Çığırtkan Amerikan basını tozu dumana katıyor. Neymiş? Türkiye’de Hıristiyan Ermeniler kılıçtan geçirilecekmiş, kılıçtan geçiriliyormuş. Neymiş? Amerikan Başkanı Wilson, Ermeni din kardeşlerinin imdadına yetişmeliymiş, Türk sularına Amerikan savaş gemileri göndermeliymiş. Amerikan Cumhurbaşkanından bir hareket görülmeyince basın kampanyası daha da şiddetleniyor. Amerikan gazeteleri, söylemediklerini bırakmıyor, Türkleri yerin dibine batırıyorlar...

Ne oluyor Allah aşkına? Durup dururken nedir bu yaygara? Atlantik ötesinde nedendir bu fırtına? Washington’daki Türk Büyükelçisi teşhisi koymakta gecikmiyor.  Amerika’da tozu dumana katan bu fırtına Avrupa’dan körüklenmiştir. Açıkça görülüyor ki, Amerika’daki Ermeni katliam propagandasının arkasında bu defa İngiltere ve Fransa vardır. Bu iki devlet, Almanya ve Avusturya-Macaristan ile savaştadırlar. Şimdi yanlarına Amerika’yı da çekmek istemektedirler. İşinde gücündeki günahsız Anadolu Türk’ünün sırtından çirkin bir oyun oynanmaktadır, acımasız ve büyük bir oyundur bu. Büyük oyundur, çünkü koskoca Amerika Birleşik Devletlerini İtilâf Devletleri safında savaşa çekmek ve bu büyük savaşı mutlaka kazanmak hedefi güdülmektedir.

İngiltere ve Fransa, Amerika’yı etkileyip kendilerine çekebilmek için acaba neden “katliam” kozunu da seçmişlerdir diye sormaya gerek bile yoktur belki. Çünkü bu tür propaganda silahları daha önce de kullanılmış ve etkili olmuştu. Hele Osmanlı devletini parçalamak için “katliam” propagandaları ta 1820’lerdeki Yunan ayaklanmasından beri sık sıkı kullanılmış ve Hıristiyan kitleleri ve devletleri harekete geçirebilmiş idi. Katliam silahı bu defa Amerika’da da etkili olacak, Amerikan kamuoyunu ayağa kaldıracak ve sonunda Amerika büyük savaşa girmek durumunda kalacaktır, diye hesaplanmıştır herhalde.

1914 yılı yazında başlatılan Ermeni katliam propagandası ile ilerde çalınacak minarenin kılıfı hazırlanmıştır. İngiltere ve Fransa’nın Amerika’yı savaşa sokmak hedeflerine Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak hedefleri de eklenince, Ermeni katliam propagandası daha da güçlenmiştir. 2 Kasım 1914’te Rusya Osmanlı devletine savaş ilan etti. Üç gün sonra müttefikleri de Rusya’yı izlediler. 5 Kasım 1914 günü İngiltere ve Fransa da Osmanlı devletine savaş açtılar. Ve dolayısıyla Ermeni katliam propagandaları aldı yürüdü. Artık hedef sadece Amerika’yı savaşa sokmak değil, aynı zamanda Osmanlı devletini yok etmekti. Bu nihai hedefe gidilirken her şey mubahtı, bu arada Ermeni katliam propagandası da vahşice kullanıldı.

Ve yıl 1915: Türk Hükümeti, “tehcir” kararı alıp, düşmanla işbirliği yapmakta olan Anadolu Ermenilerini Suriye ve Irak’a doğru kaydırmağa başlayınca, düşman devletlerin“katliam” propagandaları ayyuka çıktı.  Bu arada ABD halaâ savaş dışındaydı. Amerika’ya savaşa çekebilmek için Türkiye’deki Ermenilerin topluca katledildikleri yolundaki düşman propagandası sürüp gitti. Bu propagandaya İstanbul’daki Amerikan Büyükelçisi Morgenthou da katıldı, hatta o savaşta Müttefikimiz olan Almanlar arasından da düşman korasına katılan oldu; Alman Papazı Lepsius gibi.

Savaş dönemi propagandası şiddetinden pek bir şey kaybetmeden sürüp gitti ve barış dönemine de taştı. Ikinci Dünya Savaşından sonra, Almanların Yahudilere yaptıkları "soykırım" olarak adlandırılınca, sözde Ermeni katliamı da "Ermeni soykırımı" diye vaftiz edildi. Katliam veya soykırım diye bir iddianın aslı esası olmadığı Malta sürgünleri olayında açıkça ortaya çıktığı ve belgelendiği halde, iddianın arkası kesilmedi. Propagandanın esası tekrarmış, propagandada başarı tekrarla olurmuş. Ermeni katliam veya soykırım propgandası da hep tekrarlanır durur. Birisine kırk defa deli derseniz o kimse deli olduğuna inanmağa başlarmış. Kırk kez değil, yüzyıldır tekrarlanan Ermeni katliam iddiaları da Avrupalı ve Amerikalı insanların kafalarında iyice yer etmiş görünmektedir. Bu iddianın aslı olmağını söyleyenlerin sesleri ise boğulmakta, tozdan dumandan ferman okunmamaktadır. Ama biz söylemekten ve yazıp çizmekten usanmayacağız.

Tekrar Amerika’ya dönelim ve oradaki Ermeni propagandasıyla ilgili bir iki not daha ekleyelim.

Tarihten Birkaç Not Daha

1915-17:  Türkiye’deki Amerikan Büyükelçisi Morgenthau, Ermeni iddialarını destekleyen ağır raporlar kaleme alıp Washington’a gönderdi. (Bunun için Türklerden hiç özür dilemedi.)

1918 - 23: "Near Esat Relief"adlı Amerikan Yardım Örgütü Anadolu'da faaliyetlerini sürdürdü ve Ermenilere yardım için çok büyük paralar harcadı.

1923 Amerika’da, “Lozan Antlaşmasına Hayır” sloganıyla Türk aleyhtarı büyük bir kampanya başlatıldı. Başını Ermeni ve Rum lobilerinin çektiği bu kampanya etkili oldu. Bunun karşısında “Lozan’a Evet” sloganıyla başlatılan karşı kampanya nispeten daha zayıf kaldı.

1927 Amerikan Senatosu, Türkiye ile ABD arasında 6 Ağustos 1923 tarihinde imzalanmış olan Dostluk ve Ticaret Antlaşmasını reddetti (18.1.1927). Antlaşmanın onaylanması için üçte iki çoğunluk gerekiyordu. Senatoda 50 oy lehte, 34 oy aleyhte çıkmış ve üçte iki çoğunluk tutturulamamıştı. Antlaşmanın reddedilmesiyle Türkiye ile ABD arasında normal diplomatik ilişki kurulması engellenmiş oldu. (Daha sonra iki ülke ayrı bir Modus Vivendi ile on yıldan beri kesik olan normal diplomatik ilişkileri 1927 yılında Büyükelçilik düzeyinde yeniden kurdular)[9]

1945 Amerika’daki bazı Ermeniler, BM San Fransisco Konferansına katılan Türk heyetine ve Dışişleri Bakanına suikast planladılar.

1965 “Ermeni Soykırımın 50. Yılı” diye Amerika’da yeni bir Türk düşmanlığı kampanyası başlatıldı.

1968 İlk Ermeni soykırım anıtı Amerika’nın Montebello şehrinde dikildi ve burada Türk halkı karalandı. Bu anıtı Avrupa’da dikilen soykırım anıtları izleyecekti.

1973 Türk diplomatlarına karşı ilk Ermeni suikastı Amerika’nın Santa Barbara şehrinde düzenlendi. T.C. Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile yarımcısı Konsolos Bahadır Demir, 27 Ocak 1973 günü kurşunlanarak öldürüldüler. Bu suikast, Türk diplomatlarına karşı Ermeni suikastları zincirinin başlangıcı oldu.

Ahmet Rüstem Bey (1862-1935)

Amerika’da Ermeni propagandasını göğüsleyebilmek için Washington Büyükelçiliği görevini ve diplomatik kariyerini feda edebilmiş olan meslektaşımız Ahmet Rüstem Bey, de Bilinski adında Polonyalı bir asker babanın oğludur. Babası, 1848’de patlak veren Avusturya’ya karşı Macar ihtilâline katılmış, bu hareket başarısızlıkla sonuçlanınca 1854’de Türkiye’ye sığınmış, Türk hizmetine girmiş, Müslüman olup Sadeddin Nihad Paşa adını almış, asker ve diplomat olarak devletimize uzun yıllar hizmet etmiş; 1880-1885 yıllarında Osmanlı Komiseri olarak Sofya’da görev yapmış, Bulgaristan Türklerinin haklarını ve vakıf mallarını korumak için canla başla çalışmış olan bir kimseydi.

Ahmet Rustem Bey, 1862’de babasının görevle bulunduğu Midilli’de doğmuş ve 1935’te Avrupa’da ölmüş olan bir Osmanlı diplomatıdır. Kendisi Müslümandır, ama adı bazı kaynaklarda Alfred de Bilinski olarak da geçer. 1882’de Sofya Komiserliğinde, babasının yanında, Fransızca kâtibi olarak diplomasi mesleğine başladı, Hariciye kadrosunda çeşitli görevlerde bulundu, bu arada iki defa Washington’da maslahatgüzar olarak görev yaptı. Balkan Savaşı öncesinde, 1911-1912 yıllarında, Karadağ’ın başkenti Çetine’de Büyükelçilik yaptı. Balkan Savaşına er olarak katıldı. 1914’te Washington Büyükelçiliğine atandı. Bu görevinden olaylı bir şekilde ayrıldıktan sonra diplomasi mesleğinden da ayrıldı ve yayın yıluyla Türkiye’ye hizmetlerini sürdürdü. Birinci Dünya Savaşı içinde ve Mütareke yıllarında çeşitli yabancı gazetelere Türkiye’yi savunan makaleler yazdı ve İsviçre’de Fransızca iki kitap yayınladı. 1919’da Anadolu’da başlayan Milli harekete ve Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Sivas kongresine katıldı. Son Osmanlı Meclisine Ankara Milletvekili olarak seçildi, bu Meclis İngilizler tarafından dağılınca Ankara’ya geldi ve Birinci Büyük Millet Meclisine Ankara Mebusu olarak seçildi. 24 Mayıs 1920 tarihli Padişah iradesi ile Mustafa Kemal Paşa gıyaben idama mahkum edilmişti. O’nunla birlikte idama mahkum edilenler arasında Ahmet Rüstem Bey de vardı. 8 Eylül 1920’de Milletvekilliğinden istifa ederek Avrupa’ya gitti. Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla kendisine hizmetlerinden dolayı 150 lira maaş bağladı. Rütem Bey, ölünceye kadar bu aylıkla geçindi ve 73 yaşında hayata gözlerini kapadı.

Dürüst, çalışkan, sert ve alıngan yaratılışlı bir kimse olan, Türkçeden başka altı yabancı dil bilen Ahmet Rüstem Bey, Amerika’da, Avrupa’da ve Mısır’da çıkan gazetlere birçok makale yazmış ve iki kitap yayınlamıştır. La Guerre Mondiale et la Question Armenienne başlıklı ilk kitabı 1918 yılında Berne’de basılmıştı. Bu değerli eser, 83 yıl sonra, Cihan Harbi ve Türk-Ermeni Meselesi adıyla ve Cengiz Aydın’ın çevirisiyle dilimize kazandırıldı.[10] Özenle çevirilmiş ve güzel bir baskıyla piyasaya sürülmüş olan bu aydınlatıcı kitabı meraklı okuyuculara salık vermek isteriz. Ahmet Rüstem Bey’in Lozan Barış Konferansı öncesinde, 1922’de, Cenevre’de yayınlamış olduğu Fransızca ikinci kitabı La Crise Proche-Orientale et la Question des Détroits de Constantinople (Yakın Doğu Krizi ve İstanbul Boğazları Sorunu) adını taşıyor ve henüz dilimize çevrilmemiştir.

Ermeni sorunuyla ilgili ilk kitabının önsözünde Ahmet Rüstem Bey diyor ki:

 “Ermeni meselesinde, dünya kamuoyuna karşı Türkiye’yi savunmayı amaçlayan bu kitabı yazarken, her şeyden önce, doğduğum, pek çok iyiliğini ve nimetlerini gördüğüm bu ülkeye bağlılık duygularımı devam ettirmeyi düşündüm. Bu duygularımı, samimiliğinden asla şüphe edilmeyecek davranışlarla birçok defa ortaya kodum. Bu cümleden olarak, bu ülkenin ve Türk halkının şerefini korumak için iki kere düelloda bile dövüştüm ve Türk-Yunan savaşına gönüllü olarak katıldım.

 “Diplomasi mesleğinde başarılı olduktan ve Osmanlı hükümetinin ve Türk vatandaşlarının haklarının hakkımdaki âlicenap (yüce gönüllü) duygularından emin olarak bu kitabı kendi adımla yayınlamaya karar verdim. Bununla, bu eseri yazarken beni harekete geçiren itici gücün, sadece ülkeme olan sevgim ve saygım olduğunu söylemek istiyorum.”

Ermeni suikast çetelerinin Avrupa’da kol gezdikleri ve İttihatçı liderleri birer birer şehit ettikleri o yıllarda böyle bir bitap yazmak ve buna imza koymak cesaret işiydi.

Yürekli Ahmet Rüstem Bey’i saygıyla anıyoruz.


[1] Protestan Misyonerlerin Türkiye’deki faaliyetleri hakkında yabancı dilde bol yayın yapılmıştır. Derli toplu bir araştıma olarak şu eseri zikredelim: Joseph L. Grabill, Protestant Diplomacy and the Near East. Missionary Influence on American Policy, 1810-1927, University of Minnesota Press, Minneapolis: 1971. Türkçe olarak bkz.Uygur Kocabaşoğlu, Anadolu’daki Amerika. Kendi Belgeleriyle 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatoluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları, İmge Kitabevi, Ankara: 2000; Do. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, Beyan Yayınları, İstanbul: 1984; Bilâl N. Şimşir, “Ermeni Propagandası’nın Amerika Boyutu üzerine”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri Sempozyumu, Erzurum 8-12 Ekim 1984, Ankara: 1985, s.79-124; Bilâl N. Şimşir, Aperçu Historique sur La Question Arménienne, Türk Tarih Kurumu, Ankara: 1992, s. 23 vd.
[2] Dr. Mine Erol, Birinci Dünya Savaşı Arifesinde Amerika’nın Türkiye’ye Karşı Tutumu, Bilgi Basımevi, Ankara: 1976, s.35
[3] Mine Erol, Osmanlı İmparatorluğu’nun Amerika Büyükelçisi A. Rüstem Bey, Bilgi Basımevi, Ankara: 1973, s. 21-23, 53-55,
[4] Ibid.: s. 26
[5] Bu mektubun İngilizce aslı için bkz. Ibid.: s.56-59
[6] İngilizce tam metni için bkz. Ibid.: s. 64-65.
[7] Ibid.: s. 66
[8] Ibid., s. 40-41
[9] Rum ve Ermeni lobilerinin propaganda kampanysaıyla ABD’de beş yıl kadar sürmüş olan Lozan kavgasının ayrıntıları için bkz.: Bilâl N. Şimşir, “Türk-Amerikan İlişkilerinin Yeniden Kurulması ve Ahmet Muhtar Bey’in Vaşington Büyükelçiliği”, Belleten, Cilt XLI, Sayı 162, Nisan 1977, s.277-356’den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara: 1977.
[10] Ahmed Rüstem Bey (Türkçesi Cengiz Aydın), Cihan Harbi ve Türk-Ermeni Meselesi, Bilge Kültür Sanat, İstanbul: 2001.
 ----------------------
* Tarihçi - 
- ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 2, Haziran-Temmuz-Ağustos 2001

http://www.eraren.org/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=209

..

28 Aralık 2014 Pazar

DOĞU İLLERİ VE VARTO TARİHİ - ERMENİ ZULMÜ





DOĞU İLLERİ VE VARTO TARİHİ - ERMENİ ZULMÜ



"....Ermeniler, artık doğu illerimizi tamamen terkederek Kars'a doğru kaçıyorlardı, çünkü Erzurum ve Bitlis üzerinden harekata geçen askeri kıtalarımız karları yararak ilerliyorlardı.

Ermeniler Erzurum, Erzincan, Bitlis, Muş, Hınıs ve Pülümer'deki mühimmat depo ve ambarlarına ateşe verip kaçıyorlardı.

Bu illerden hududa kadar uğradıkları köy ve bölgelerdeki Türk halkını katliam (yoketme) etmiş, gebe kadınların karnını deşerek reşimlerini yere dökmüş, memedeki çocukları süngülere takmak, kestikleri insanların derilerinden cep yapmak gibi türlü zulüm ve vahşetler yapmış, bir aralık kadın, çocuk ve erkek kafilelerini damlara doldurup gazladıkları bir camuşu ateşleyip bunları camuşun ayakları altında ezdirmiş, ve üstelik dama ateş verip bunların hepsini kül etmiş, ve henüz memede olan çocukların karınlarını yarıp tuzlatmış ve bazan bir süt emerin kellesini keserek annesinin karnına sokmuş....

İnsanlığa ve akla sığmıyacak eziyetlerle doğu illerinde on binden fazla can yakmışlardı...."


***


"....Ermeniler aynı günde Hınıs'ın Mirseyit köylü Hasan ağa ve kabilesini basmış burada hayli insan öldürmüş. Hasan ağa ve kardeşleri silaha sarılarak kurtulmuşlardı.

Varto'daki Ermeniler Bingöl eteklerinde kalan bir avuç Lolan halkı üzerine akmış, bunlar : Kestemert köyünde Lolanlı Hüseyin ağa ve akrabası tarafından püskürtülmüş ise de Karaköy bucağında bulunan Lolan halkından erkek, kadın, çoluk çocuk, bin kişi evlere doldurularak öldürülmüş ve yakılmıştır...."


***



Doğu İlleri ve Varto Tarihi
M.Şerif Fırat
İkinci Baskı - 1961
Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğusunda yaşayan insanların nasıl kaynaştıklarını, inanç ve törelerin nasıl içselleştirdiklerini anlatmıştır. Eserinin yayımlandığı tarihten hemen sonra da katledilmiştir. Yazarı katledenler, çeşitli yöntemlerle eserini de piyasadan çekmişlerdir. Yazarın katledilmesi ve eserinin piyasadan çekilmesi nedensiz değildir. Bölgede yaşayan insanların aynı kültürel değerlere ve soya bağlı olduklarının ortaya çıkarılması ayrılıkçıları ve bölücüleri rahatsız etmiştir.



""Bu eser Doğu Anadolu'da oturan, Türkçeye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk'ten ayrı sayan; bilgisizliğimiz  yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın SU KATILMAMIŞ TÜRK OLDUKLARINI  bir defa daha İSPAT ETMEKTEDİR.

HEM DE İNKARINA İMKAN BIRAKMAYAN İLMİ DELİLLER İLE....
DÜNYA ÜZERİNDE KÜRT DİYE ADLANDIRILABİLECEK MÜSTAKİL HÜVEYİTLİ BİR IRK YOKTUR.
KÜRTLER YALNIZ VATANDAŞIMIZ DEĞİL, SOYDAŞIMIZDIR DA...""

Cemal Gürsel
Devlet Başkanı ve Başbakan
1961




Okuyun, İNDİRİN OKUYUNUZ paylaşın, herkese ulaşsın













"Kürt taali cemiyeti ve hempaları, eskiden beri Anadolumuzun bölünmez bir parçası ve asıl bir Türk yurdu olan Doğu illerimize artık tam manasıyle Kürdistan ve bu illerdeki çeşitli Türk boylarından kopmuş aşiretlere Kürt diye hitabediyor ve bu maksatlarına kavuşmak için, milli hükümetin dini, şeriati, Kur'an'ı, hak ve hürriyeti kaldıracağını iddia ederek ve hocaların taassuplarını körüklüyor ve bunlar vasıtasiyle masum halkı zehirleyip gidiyorlardı. Halbuki bu yanlış duygular, yukarı bölümlerde açıkladığımız gibi, Padişah Yavuz çağından başlıyarak Sultan Hamit devrinde tam kökleşen kara siyasetin, milli birliğ isarsan, milli duyguları din ve hilafete feda eden kötü bir rejimin sonuçalrıydı. Yavuz, Şiiliği ve Şah İsmail'i durdurmak için doğu illerimizdeki "KURT-BABA" dağlı Türklere Kürt ve doğu illerine Kürdistan adlarını takmış, bunları takviye etmek için Anadolu'dan birçok TÜRK AŞİRETLERİNİ kaldırıp doğu illerine göndermişti. Sultan Hamit saltanat ve istibdadını yürütmek için bu yakın çağ Türk aşiretlerine "Kormanco" adını takarak onlardan 36 derebeylik ve Hamidiye alayını kurmuş, kendilerine : '''Siz benim evlatlarım ve Kürtlerimsiniz''' diye yabancı fikirlere sürüklemişti. Doğu aşiretleri arasında kökleşen bu yanlış duygular, Birinci Cihan Savaşının sonlarına kadar süregelmiş ve milli mücadele devrinde Kürt taali cemiyeti ile hempalarının işlerine yaramış, bunlar bu aslı astarı olmıyan bu adlar üzerinde halkı kandırıp isyana sevk etmişlerdi."......



..

24 Aralık 2014 Çarşamba

1915 Olayları: Genel Bakış





1915 Olayları: Genel Bakış

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yılları tüm İmparatorluk halkı için trajik bir dönem olmuştur. Türkler, Ermeniler ve diğer milletler büyük acılar yaşamışlardır. Bu dönemin, tüm yönleriyle anlaşılması ve yaşanan çok sayıdaki can kaybının hatırasına gereken saygının gösterilmesi gerekmektedir. Bunun yapılabilmesi için ise güvenilir bir bilgi temeline, açık bir yaklaşıma ve duygudaşlık kurulmasına ihtiyaç vardır.


Ancak, Ermeni tarafının tarihe bakışı, seçici bir şekilde sadece Ermenilerin acısını ele almakta, yaşananları çeşitli şekillerde çarpıtmakta ve bunu Türklerin Ermenilere yaptığı ve esasen uluslararası hukukta açıkça tanımlanmış bir suç olan soykırım olarak takdim etmektedir. Böyle bir tarih yorumunun başkaları tarafından da kabul edilmesi Ermenistan ve Ermeni Diasporası içindeki radikal gruplarının ulusal amacı olagelmiştir. Ermeni anlatımına yapılan meşru itirazlar, bilimsel çalışmalara ve kişisel tarihçelere dayanıyor olsalar dahi, propaganda yakıştırması ile geçiştirilmekte, bastırılmakta veya “inkârcılık” olarak saldırıya tabi tutulmaktadır. Bu yaklaşım aynı zamanda Türk karşıtı bir dil kullanmakta ve Türk tarihi ile ecdadını şeytanileştirmektedir. Bu tür milliyetçi gayretkeşlik, 1970’ler ve sonrasında, 31 Türk diplomatı ve aile mensubu ile Türkiye ve diğer ülke vatandaşlarından 43 kişinin terörist saldırılarda öldürülmeleri, daha büyük sayıdaki kişilerin yaralanmasıyla sonuçlanmıştır.



Bunun sonucu olarak, genellikle dostluk, hoşgörü ve barış içinde bir arada yaşama tecrübesine dayanan Türk-Ermeni ilişkilerinin sekiz yüz yıllık geçmişi unutulmuştur. Bunun yerine, sözkonusu tarihi ilişki, sadece 1915 olaylarının tek taraflı ve suçlayıcı yorumuna dayandırılarak algılanır olmuştur. Böylesine bir ortamda, bu iki ulusun bir araya gelip, I. Dünya Savaşı’nda neler yaşandığıyla açıkça yüzleşmeleri, ortak tarihlerinden husumet değil doğru dersler çıkartılabilmeleri ve tarihi dostluklarını tekrar kurmaları güçleşmektedir. Türkiye, bu sebeple Ermenistan ile dürüst ve açık bir diyaloğu amaçlayan bir süreç başlatmak yönünde inisiyatif almıştır. Bu sürecin başarıyla sonuçlanması, sadece iki halkın çıkarına olmayacak, aynı zamanda bölgesel barış ve istikrar ile uzlaşmaya kültürüne de katkıda bulunacaktır.



Türkiye, Ermenilerin I. Dünya Savaşı sırasında çok sayıda masum hayata mal olan acısını inkâr etmemektedir. Ancak, Savaşa varan dönemde ve Savaş sırasında daha fazla sayıda Türk hayatını kaybetmiştir. Türkiye, herhangi bir grup için bu dönemin trajik sonuçlarını küçümsemeden, sözkonusu trajedinin tek taraflı bir şekilde bir grubun diğerine karşı işlediği soykırım olarak takdim edilmesine karşı çıkmaktadır.



Türkiye’nin görüşleri, eldeki arşiv belgelerine, bilimsel araştırmalara, sözlü tarihe, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Avrupa’daki büyük güçler arasında yaşanan çekişmenin bilinen dinamiklerine, İmparatorluğun çok-uluslu dokusunu oluşturan farklı etnik gruplar arasında milliyetçiliğin yayılmasının malum etkilerine, çok sayıda Türk’ün kişisel tarihçelerini de içeren toplu ulusal hafızasına dayanmaktadır. Bunlar Ermeni anlatımıyla örtüşmemektedir. Eldeki veriler, çökmekte olan ve varlığını sürdürebilmek için pek çok cephede savaşan bir İmparatorluğa, Avrupa’nın büyük güçlerinin, yıkılması beklenen Osmanlıdan ganimet kapma hesaplarıyla etnik grupların manipülasyonu dâhil 1870’lerden itibaren geliştirdikleri stratejilere, Osmanlı topraklarında siyasi saiklerle faaliyet gösteren misyoner hareketlerine, radikalleşen ve silahlanan milliyetçi Ermeni gruplara ve bunlardan bazılarının işgalci Rus ordusuyla etnik açıdan mütecanis bir Ermeni anavatanı kurma çabasına işaret etmektedir. Ömrü kısa süren bağımsız Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı olan dönemin Ermeni lideri Kaçaznuni, 1923’te yaptığı bir konuşmada şunları ifade etmiştir: “1914 yılının sonbaharında Ermeni gönüllü komitacıları Türklere karşı birlik oldular ve savaştılar….Savaşın, Müttefiklerin tam ve kesin zaferiyle sonuçlanacağından şüphemiz yoktu; Türkiye yenilecek ve parçalanacaktı….”



Buna karşılık olarak, Osmanlı Hükümeti 1915 yılında savaş bölgesinde ve yakınlarında yaşayan Ermeni nüfusunun, yaklaşmakta olan Rus ordusunun levazım güzergâhının ve silah nakil yollarının uzağında kalan güneydeki Osmanlı vilayetlerine tehcir edilmesi talimatını vermiştir. Savaş bölgesi dışında yaşayan ama işbirlikçi olduğundan korkulan veya haklarında buna yönelik raporlar bulunan bazı Ermeniler de zorunlu nakle dâhil edilmişlerdir.



Osmanlı Hükümeti tehcir sırasında Ermenilerin güvenli bir şekilde nakledilmeleri için çeşitli önlemler almıştır. Ancak, iç isyanlarla daha da şiddetlenen savaş koşullarında, intikam peşindeki mahalli gruplar, çeteler, açlık, salgın hastalıklar ve çökmekte olan bir devlet düzeni, (emir komuta zincirinin dışına çıkan yetkilileri de içermekte olup, bu kişiler 1916 yılında, savaşın sona ermesinden önce Osmanlı Hükümeti tarafından kurulan Örfi İdare Mahkemelerinde yargılanarak ölüm cezasına çarptırılmışlardır) gibi etkenler bir araya gelmiş ve bir trajedi yaşanmıştır. Osmanlı Hükümeti’nin Ermenileri katletmeye yönelik önceden tasarlanmış bir planı uygulamaya koyduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Bunun yanısıra, Osmanlı sosyo-kültürel dokusu, böylesine korkunç bir suçun yolunu yapacak ırkçı eğilimlere tarihin hiçbir döneminde sahip olmamıştır. Can kayıpları, sayılar ve kurbanların işlemiş olabilecekleri suçlardan bağımsız olarak trajiktir ve hatırlanmalıdır. Ancak, yaşananları “soykırım” olarak nitelendirmek, gerçeklikle ilişki ve ahlaki bakımdan sorunlu, hukuki bakımdan da temelsizdir.



Ulusal hafızalar önemlidir, ancak tek başlarına gerçeği teşkil etmemektedir. Türkler ve Ermenilerin ulusal hafızaları birbirini desteklememektedir. Dolayısıyla, güven inşa etmek ve ortak, güvenilir bir bilgi temeline ulaşmak daha da önem arzetmektedir. Türk ve Ermeni tarihçilerinin oluşturacağı ortak bir komisyon aracılığıyla, Türkiye, Ermenistan ve ilgili diğer ülke arşivlerinde 1915 olaylarının araştırılması ve bulguların uluslararası kamuoyuyla paylaşılmasını Türkiye teklif etmiştir. Ayrıca, 2009 yılında imzalanan protokoller Türkiye ile Ermenistan’ın; “iki ulus arasında güvenin yeniden tesis edilmesine yönelik olarak, mevcut sorunların tanımlanması amacıyla tarihi kayıt ve arşivlerin tarafsız ve bilimsel şekilde incelenmesi ve öneriler oluşturulmasına yönelik, tarihsel boyuta ilişkin bir diyalog geliştirme”sini öngörmektedir. Bu, suçlayıcı ulusal inanç dili yerine tarafsız bilgi diline geçmek için bir fırsat sunmaktadır. Protokollerin Türkiye ve Ermenistan’da onaylanmasıyla yürürlüğe girdiği takdirde gerçekleşmesi öngörülen bu ortak çalışmada, Türkiye’deki durumdan farklı olarak, hala yabancılara kapalı durumda bulunan bazı kritik Ermeni arşivlerinden de istifade edilebileceği ümit edilmektedir. Ermeni Diasporası’nın bu sürecin yürütülmesine ve ortak/uluslararası bir araştırma gerçekleştirilmesine karşı gösterdiği güçlü tepki açıklayıcı olduğu kadar düşündürücüdür.



Meselenin, her iki tarafta saygın tarihçilerinin yer aldığı meşru bir akademik tartışmanın konusu olduğu aşikârdır. Geçmişinde acı yaşamış bir toplulukla dayanışma gösterme gibi iyi niyetli amaçlarla da olsa, Ermeni görüşlerine ayrıcalık tanınması ve ağırlık verilmesi, çok sayıda insanın yaşadığı vahamet için adalet sunmamaktadır. Merhamet duygusu, seçici olarak ortaya konduğunda sorunlu hale gelmektedir.



Konunun insani yönü ağır basıyor olsa dahi, hukuki boyutu tartışmanın odağında yer almaktadır. Soykırım, tanımı açıkça yapılmış bir suçtur. Soykırım, herhangi bir vahşet olayını kabaca nitelendirmekte kullanılabilecek, jenerik bir kelime değildir. Suçların en ağırıdır. Böylesine bir suçlama siyasi hesapların insafına bırakılmamalıdır. Bu anlamda, Parlamentolar, mahkemelerin yerini almamalı ve konuya ilişkin hüküm vermemelidir. Aynı şekilde, Parlamentoların ve diğer siyasi kurumların tarih hakkında yargılarda bulunmak suretiyle tarihi siyasete alet etmemeleri gerekmektedir. Bu durum, konunun özü tarihçiler arasında hâlâ tartışılmakta iken bilhassa sorunlu bir yaklaşım teşkil etmektedir.


Türkler ve Ermeniler ortak geçmişlerindeki zor dönemi unutmaksızın, tarihi dostluklarını yeniden inşa etmelidir. Ancak, bu yöndeki çabalarda herkes dürüst ve açık fikirli olmalıdır. Üçüncü ülkeler buna, Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme sürecini destekleyerek ve kendi tarih yorumlarını tartışmasız gerçek olarak kabullenilmesinde ısrar eden çevrelere direnerek katkıda bulunabilirler.

http://www.mfa.gov.tr/1915-olaylari-ve-turk_ermeni-uyusmazligi-genel-bakis.tr.mfa

Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın 1915 olaylarına ilişkin mesajı, 23 Nisan 2014

“Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat sunmaktadır. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz. Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. 

Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması acının öznesi için bir anlam ifade eder. 

Atalarımızın dediği gibi ‘ateş düştüğü yeri yakar’. 

Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir. 

Türkiye'de 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir. 

Türkiye’deki bu özgür ortamı, suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem ve iddiaları seslendirmek için vesile olarak görenler de bulunabilir. 

Ne var ki, tarihi meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız, kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi tabiidir. 

Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir. 

Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez. 

Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur. 

Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır. 

Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni kavgalar üretmek kabul edilebilir olmadığı gibi ortak geleceğimizin inşası bakımından hiçbir şekilde yararlı da değildir. 

Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi; karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışmayı; uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi; nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir. 

Bu anlayışla biz Türkiye Cumhuriyeti olarak 1915 olaylarının bilimsel bir şekilde incelenmesi için ortak tarih komisyonu kurulması çağrısında bulunduk. Bu çağrı geçerliliğini korumaktadır. Türk, Ermeni ve uluslararası tarihçilerin yapacağı çalışma, 1915 olaylarının aydınlatılmasında ve tarihin doğru anlaşılmasında önemli bir rol oynayacaktır. 

Bu çerçevede arşivlerimizi bütün araştırmacıların kullanımına açtık. Bugün arşivlerimizde bulunan yüzbinlerce belge, bütün tarihçilerin hizmetine sunulmaktadır. 

Türkiye, geleceğe güvenle bakan bir ülke olarak tarihin de doğru anlaşılması için ilmi ve kapsamlı çalışmaları her zaman desteklemiştir. Etnik ve dini kökeni ne olursa olsun yüzlerce yıl bir arada yaşamış, sanattan diplomasiye, devlet idaresinden ticarete kadar her alanda ortak değerler üretmiş Anadolu insanları, yeni bir gelecek inşa edebilecek imkân ve kabiliyetlere bugün de sahiptir. 

Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz. 

Aynı dönemde benzer koşullarda yaşamını yitiren, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun tüm Osmanlı vatandaşlarını da rahmetle ve saygıyla anıyoruz.”

http://www.mfa.gov.tr/basbakan-sayin-recep-tayyip-erdogan_in-1915-olaylarina-iliskin-mesaji_-23-nisan-2014.tr.mfa
..

Türkiye-Ermenistan İlişkileri: Antipatiyi Empatiye Çevirmek


Türkiye-Ermenistan İlişkileri: Antipatiyi Empatiye Çevirmek



Doç. Dr. Fatih ÖZBAY 
24 Eylül 2009








Dünyanın en önemli ama bir o kadar da sorunlu bölgelerinin kesişme noktasında bulunan Türkiye, son yıllarda oldukça aktif bir dış politika izlemeye başlamıştır. Çok boyutlu dış politika yaklaşımı çerçevesinde bir taraftan, komşularıyla sıfır sorun anlayışıyla problemlerini diyalog yoluyla çözme politikası gütmekte, diğer taraftan etrafında bir barış kuşağı oluşturmak amacıyla bölgesel çatışmalarda arabulucu ülke olarak öne çıkmaktadır. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin hiçbir iyileşme olmadan yerinde sayması Ankara’nın kendi etrafında bir barış kuşağı oluşturma politikasının inandırıcılığını da sorgulamaya açık hale getirir. Yakın komşusu olan Ermenistan’ın bu politikanın dışında bırakılması düşünülemez.

Kafkasya bölgesindeki barış ve istikrar Türkiye’nin kendi güvenliği ve istikrarı bakımından büyük önem taşımaktadır. Türkiye-Ermenistan ilişkileri genel anlamda Türkiye’nin Kafkasya politikasının doğal olarak bir parçasıdır. Ancak Türkiye-Ermenistan ilişkileri bu aşamaya gelene kadar oldukça zor ve sancılı bir süreçten geçmiştir. Şimdi biraz geriye doğru gidip buraya kadar gelinen süreci kısaca hatırlayalım.


Türkiye, Ermenistan daha bağımsızlığını ilan etmeden önce Moskova Büyükelçisi Volkan Vural’ı ikili ilişkileri geliştirme yollarını görüşmek üzere Nisan 1991’de Ermenistan’a göndererek Erivan ile iyi ilişkiler kurma iradesini ortaya koydu. Bu ziyaret aynı zamanda Ermenistan’a Türk tarafından yapılan ilk en üst düzey ziyaretti. Eski Sovyet cumhuriyetleriyle ikili ilişkilerin çerçevesini belirlemek amacıyla Eylül 1991’de Orta Asya ve Kafkasya’ya inceleme heyetleri gönderdiğinde Ermenistan’ı da dışlamadı. Bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’ı 16 Aralık 1991’de hiçbir ön koşul ileri sürmeksizin ilk tanıyan ülkelerden birisi Türkiye idi. Karadeniz’e kıyısı olmamasına rağmen Ermenistan 25 Haziran 1992’de imzalanan KEİÖ’ne Türkiye tarafından kurucu üye olarak davet edildi.



Türkiye bağımsızlıktan sonra ekonomik açıdan zor duruma düşen Ermenistan’a insani yardım gönderdi ve Batılı ülkelerden gönderilen yardımların toprakları üzerinden Ermenistan’a ulaştırılmasını kabul etti. Bu bağlamda, AB’den gelen 100 bin ton buğdayın toprakları üzerinden gönderilmesini ve enerji sıkıntısı çeken Ermenistan’a kendi enerji ağından elektrik göndermeyi kabul etti. Türkiye’nin bu yaklaşımında belirleyici olan etkenler arasında Ermenistan ile ilişkilerini geliştirerek Orta Asya ile doğrudan bağlantı kurma ve dünya Ermeni diasporasının uluslararası arenada çıkarttığı zorlukları bertaraf etme düşüncesi öne çıkmaktaydı. Ayrıca, Ermenistan ile kurulacak ilişkiler yoluyla Erivan’ın Rusya’nın etkisinden uzaklaştırılması ve Dağlık Karabağ sorununun çözümünde daha etkin olunması amaçlanıyordu.



Ermenistan açısından, Batı dünyası ile doğrudan bağlantı kurmak ve ekonomik olarak gelişme sürecine girmek için en akılcı yol Türkiye ile ilişkilerini geliştirmekti. Ancak, Türkiye-Ermenistan ilişkileri Erivan yönetimine baskı yapan milliyetçi çevrelerin etkisiyle daha ilişkilerin kurulmaya başlandığı ilk anlardan itibaren bir türlü normalleşme sürecine giremedi. Ermenistan Parlamentosu 23 Ağustos 1991’de kabul ettiği Bağımsızlık Bildirisi’nin 11. maddesinde “Ermenistan Cumhuriyeti, 1915’te Osmanlı Türkiyesi ve Batı Ermenistan’da işlenen soykırımın uluslararası alanda kabul edilmesi için sürdürülecek çabaları destekleyecektir” denilmekteydi. Her ne kadar bu ibare 5 Haziran 1995’te kabul edilen Ermenistan Anayasasında yer almasa da, anayasanın giriş bölümünde “Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesinde yer alan ulusal arzularını tanıyarak” ifadesinin yer alması Türkiye tarafından uzun vadede tazminat ve toprak taleplerinin gündeme geleceği şeklinde yorumlandı. Anayasanın 13. maddesinin 2. paragrafında ise Türkiye topraklarında bulunan Ağrı Dağı’nın devlet arması olarak kabul edildiği belirtildi.(1) Daha da önemlisi, Ermenistan Parlamentosu Şubat 1991’de Türkiye-Ermenistan sınırını düzenleyen 1921 tarihli Kars Antlaşması’nı tanımadığını açıkladı. Bütün bunlar ister istemez ilişkilere olumsuz yansıdı.



Türkiye bu gelişmelere tepkisini 1992 yılı baharında Ermenistan iki ülke arasındaki sınırı tanıdığını yazılı bir şekilde bildirmedikçe diplomatik ilişki kurmama kararı alarak gösterdi. Azeri-Ermeni çatışması ve Dağlık Karabağ’daki durumun 1993 yılına doğru Ermenistan’ın lehine dönmesi üzerine iki ülke ilişkileri tamamen kesildi. Bunda Türkiye kamuoyunda Azeri topraklarının işgali sebebiyle yükselen Ermenistan karşıtlığının kitlesel gösterilere dönüşmesi büyük oranda etkili oldu. Türkiye Azerbaycan topraklarının %20’sinin Ermenistan tarafından işgali üzerine ambargo uygulamaya başladı ve kara-hava sınırlarını Ermenistan’a kapattı.



Ancak, daha sonraları iki ülke arasındaki ilişkilerde bazı iyileşmeler de görüldü. İstanbul-Erivan arasındaki hava koridoru Türkiye tarafından 1995 yılında tekrar ulaşıma açıldı. Vize şartları kolaylaştırılarak charter uçaklarının haftanın belirli günlerinde sefer yapmasına izin verildi. Açılan hava koridorunu Ermenistan’a gidecek diğer ülke uçaklarının da kullanmasına izin verdi. Bu kolaylıklar sayesindedir ki günümüzde sayılarının 40 ila 70 bin arasında olduğu söylenen Ermenistan vatandaşı Türkiye’de kaçak işçi statüsünde çalışmaktalar ve yetkili makamlar tarafından buna göz yumulmaktadır.  Ermenistan’a yönelik yine bir iyi niyet girişimi olarak Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki Ermeni kültür ve sanat eserleri restore ettirilmeğe başlandı.(2)



Ermenistan’ın ilk devlet Başkanı Levon Ter-Petrosyan yönetimi ilk yıllarda Türkiye ile ilişkileri normalleştirmekten yana idi. Erivan’ı ilk ziyaret eden Türk Büyükelçisi olan Volkan Vural bir kış günü Ermenistan Cumhurbaşkanı Ter Petrosyan tarafından Erivan’a davet edildi. Petrosyan ile Vural Türk-Ermeni ilişkilerini nasıl geliştirebiliriz, düşmanlığı nasıl kaldırabiliriz diye uzun bir görüşme yaptılar. Vural’ın sözlerine göre, Petrosyan bu görüşmede “Ben geçmişin acılarını unutamam. Ancak geçmişe takılı kalmak da istemiyorum. Sorumlu bir devlet adamı olarak çocuklarımın, torunlarımın geleceğini düşünmek zorundayım. Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesini samimiyetle arzu ediyorum” dedi. Ancak daha sonra Ter Petrosyan, Karabağ sorununa çözüm aradığı ve Türkiye ile ilişki kurmak istediği için iktidardan uzaklaştırıldı. Eski Büyükelçi Volkan Vural’a göre Petrosyan Türkiye’yle ilişki kurmanın bedelini iktidardan uzaklaşmakla ödedi.(3) Robert Koçaryan’ın 1998 yılında iktidara gelmesiyle birlikte soykırımın uluslararası boyutta tanınması konusunun Ermenistan dış politikasının önceliği haline getirilmesi ilişkileri gerginleştirdi.



2000’li yıllara girildiğinde iki ülke arasındaki ilişkiler dünya Ermeni diaporasının, her iki ülkedeki milliyetçi çevrelerin, kamuoylarının baskısı ve üçüncü tarafların müdahalesi sonucu oluşan statükonun sınırları içerisine hapsedilmiş bir hale geldi. Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerini soykırım iddialarının Ankara tarafından resmi olarak kabul edilmesine, Türkiye’nin ise Ermenistan ile ilişkilerini Dağlık Karabağ’ın işgaline son verilmesine bağlaması statükoyu iyice kuvvetlendirdi. Bu durum hem Türkiye hem Ermenistan’a olumsuz olarak yansıdı. Doğudan Azerbaycan, batından ise Türkiye tarafından ambargo uygulanan Ermenistan’ın ekonomisi her geçen gün kötüye gitti. Kafkasya bölgesinde planlanan ve uygulamaya konulan ulaşım ve enerji nakil hatları projelerinde Ermenistan hep dışarıda bırakıldı ve yalnızlaştı. Soykırım iddialarının Ermeni diasporasının çabalarıyla çeşitli ülkelerin parlamentolarında kabul edilmesi Türkiye’yi uluslararası arenada zor durumda bıraktı. Bu tür kararlar Türk kamuoyunda Ermenistan karşıtlığını körükledi. Türkiye, Azerbaycan ve Orta Asya’ya en kolay ve doğrudan ulaşım imkânını kaybetti.



Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’de iktidara gelmesiyle birlikte uygulamaya konulan Türkiye’nin çevresinde barış kuşağı oluşturma ve komşularla sıfır sorun politikasının yansımaları Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde de görülmeğe başlandı. Bu konuda ilk ciddi adımlar 2003 yılı yazında atılmağa başlandı. Ancak, iki ülke arasındaki görüşmelere ivme kazandıran en büyük etken Ağustos 2008’de yaşanan Rusya-Gürcistan savaşı oldu. Savaş sonrası Kafkas İstikrar ve İşbirliği Platformu gündeme geldiğinde Türkiye’nin Ermenistan’ı bu platform içerisinde görmek istediğini açıklaması Ankara’nın bölgede Erivan’ı dışlamak istemediğini göstermesi bakımından önemli bir işaret oldu. İlk zamanlarda kapalı kapılar ardında ve kamuoyunun dikkatinden uzak yürütülen görüşmeler Serj Sarkisyan’ın devlet başlanlığına seçilmesi ve ardından Türkiye Cumhurbaşkanını 6 Eylül 2008 tarihindeki Ermenistan-Türkiye futbol karşılaşmasını Erivan’da birlikte izlemek amacıyla davet etmesiyle gün yüzüne çıktı.



İki ülke arasındaki ilişkiler 22 Nisan 2009 tarihinde açıklanan yol haritası ile yeni ve daha ileri bir döneme girdi. Ortak sınırın Ermenistan tarafından tanınması, karşılıklı diplomatik temsilcilikler açılması, ortak tarih komisyonunun kurulması gibi konuları içeren “Yol Haritası” Türkiye-Ermenistan ve Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinde tarihi değişikliklere yön verme potansiyeline sahiptir. Bu süreçte her iki ülkeye ve üçüncü taraflara düşen önemli sorumluluklar vardır. Dikkatli bir politika izlenerek ele geçirilen bu fırsat çok iyi değerlendirilmeli ve tarafların çabası desteklenmelidir. Süreç oldukça hassas olduğu için ABD, AB ve Rusya tarafları rahatsız edebilecek her türlü yasal düzenleme, açıklama ve eylemden kaçınmalıdırlar. Türkiye- Ermenistan arasındaki etkileşimi, tarihsel geçmişin korunması, güven sağlanması, tarih komisyonunun oluşturulması vb. etkinlikleri içine alan projeler desteklenmelidir.(4)



İkili ilişkilerin yeni bir çerçeveye oturtulması ihtiyacı Türkiye ve Ermenistan açısından politik ve ekonomik bir zorunluluk haline gelmiştir diyebiliriz. AB üyeliği yolunda kararlı adımlar atan Türkiye açısından komşuları ve çevresiyle barış ve istikrara dayalı ilişkiler öne çıkmaktadır. Türkiye artık soykırım iddiaları sebebiyle her yıl başta ABD olmak üzere bir takım ülkelerle sorunlar yaşamak istememektedir. Rusya ile Gürcistan arasında 2008 yazında yaşanan savaş Kafkasya bölgesindeki dondurulmuş sorunların sadece bölge ülkeleri için değil, dünya barışı için de tehlike kaynağı olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye, bölgede bir işbirliği ortamının yaratılmasına yardımcı olacağı ve bölgenin istikrarına katkıda bulunacağı inancıyla ikili ilişkilerin normalleşmesini istemektedir. Türkiye’nin üzerinde önemle durduğu Kafkas İşbirliği ve İstikrar Paktı, Ermenistan bu oluşuma dâhil edilmediği sürece atıl kalacaktır. Ermenistan açısından bakıldığında, ülkedeki siyasi ortamın karışıklığı, ekonomide yaşanan zorluklar, verilen göçler ve her yıl artan işsizlik oranı ülkeyi bir çıkmaza doğru sürüklemektedir. Ermenistan artık kendisini dışlayan enerji ve ulaşım nakil hatlarından pay almak istemektedir. Bütün bu etkenler her iki ülkeyi ilişkilerini gözden geçirmeye ve normalleştirmeye zorlamaktadır.



Ermenistan ile olan sorunlarını çözme yolunu benimsediğini gösteren Türkiye barışçıl ilişki isteğine dair dünyaya çok olumlu bir mesaj vermektedir. Erivan’dan bugüne kadar Türkiye’nin iyi niyet adımlarına verilen karşılık “önkoşulsuz görüşme” ve “önce sınırların açılması” gibi taleplerle sınırlı kalıyordu. Ermenistan Türkiye’den ön koşulsuz görüşme isterken aslında başta soykırımın kabulü olmak üzere kendi ön koşullarını gündemde tutmayı ama Türkiye’nin ön koşullarının gündeme getirmemeyi istiyordu. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü futbol maçı için Erivan’a davet etmekle barış yönünde çok önemli bir adım attı.(5) Yol haritası ile gelinen nokta Ermenistan’ın Türkiye ile ilgili politikalarında da bir olumlu manada bir kırılma yaşandığını göstermektedir.



İlişkilerin normalleşmesinin önünde aşılması gereken çok zorlu engeller vardır. Öncelikle iki ülke arasındaki ilişkiler soykırım ipoteğinden kurtarılmalıdır. Ermeni diasporasının çabalarıyla bazı ülkelerin parlamentolarında soykırım yapıldığına dair kararlar alınması sonuçta Ermenistan’a Türkiye ile ilişkilerini daha fazla germekten başka pratikte bir şey kazandırmadı. Ermenilerin soykırım iddialarından vazgeçmelerini beklemek gerçekçi olmaz. Çünkü bu konu özellikle diaspora Ermenileri açısından milli kimliğin bir ögesi haline gelmiş durumdadır. Türkiye açısından bakıldığında ise soykırım iddialarının kabul edilmesi gerçekçi olmaz. İlişkiler soykırıma indirgenirse hiçbir mesafe alınmadan görüşmeler tıkanır, hatta daha geriye gider. O zaman yapılması gereken Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerinde soykırım iddialarını geri plana atmasıdır. Eğer kapı komşunuzu her gün katil olarak suçlarsanız sonra çıkıp onun size evinin kapısını sonuna kadar açmasını bekleyemezsiniz. Soykırım konusunu ilişkilerde geri plana atma nedense Ermenistan tarafından sanki “unutturulmak” olarak algılanıyor. Geri plana atmak demek unutturmak istemek değildir. Bir taraftan ekonomik, siyasi, kültürel ilişkiler başlasın, bu ilişkilere soykırım gölgesi düşürmeden diğer taraftan da tarihçiler, uzmanlar ve araştırmacılar soykırım iddialarını bilimsel olarak araştırsınlar.



Ermeni diasporasının soykırım konusunu siyasallaştırma çabaları Türkiye ile Ermeni diasporası arasında bir mücadele unsuru haline gelmiştir. Bu ise kısır bir döngü içerisinde sonuçsuz çabalar olarak iki ülke ilişkilerine yansımaktadır. Diasporanın Türkiye ile diyalogu bir seçenek olarak dahi dikkate almayan tutumunun baskın bir şekilde gözlendiği böylesi bir ortamda Türkiye’nin tanıması bir tarafa,  özür dilemesi bile söz konusu değildir artık. Soykırımın Türkiye’ye kabul ettirilmesi meselesi Türk dış politikası açısından bir prestij meselesi haline gelmiştir. Türkiye’nin özür beyan ederek soykırım iddialarını bir anlamada kabul etmesi bu mücadelede yenildiğini kabul etmesi anlamına gelecektir ki Türkiye bunu kabul etmez.(6)



Bir süre önce bir grup Türk aydını tarafından “özür diliyorum” kampanyası başlatıldı. Bir süre sonrada Fransa Ermenileri öncülüğünde bir “teşekkür ediyorum” kampanyası başlatıldı. Bu tür kampanyaların yerindeliği, doğruluğu ve sorunun çözümüne katkısı tartışmaya açık olmakla birlikte bu konuların özgürce konuşulabilmesini önemli buluyorum. Bu tür adımların kimliğini inkâr veya karşı tarafa sempatik görünme olarak yansıtılmasını da doğru bulmuyorum. Türkler ile Ermeniler arasında yerleştiğine inanılan antipatinin  sempatiye dönmesini beklemek hayalcilik olur. Ancak, her iki taraf da bu antipatiyi empatiye çevirebilirse işte o zaman ümitli olabiliriz ve her iki halk, dolayısıyla da ülkeler kazançlı çıkacaktır.



1915 olayları sadece Ermeniler açısından büyük bir trajedi değildir, bu olayların mağduru olan başta Türkler ve Kürtler olmak üzere Müslüman nüfusu da dikkate almak lazımdır. Türkler sürgün sırasında binlerce Ermeni’nin yaşadığı acıları paylaştığını açıklayabildiği gibi Ermeniler de isyanlar sırasında Taşnak çetelerinin baskın ve katliamlarında hayatlarını kaybeden ve topraklarını terk etmek zorunda kalan binlerce Müslüman’ın acılarını paylaştığını rahatça açıklayabilmelidirler. Sadece 1973-1994 yılları arasında ASALA terör örgütünün saldırılarında 42 Türk Dışişleri mensubu ve yakını öldürüldü. Yani acıların üstesinden gelmesi gereken tek taraf Ermeniler değildir.



İki ülke ilişkilerine ipotek koyan bir başka konu da Dağlık Karabağ sorunudur. Türkiye-Ermenistan ilişkileri Dağlık Karabağ sorununun çözümüne ipoteklenirse hiçbir ilerleme sağlanamaz. Türkiye-Yunanistan ilişkileri eğer salt Kıbrıs sorununa endekslenseydi bugün gelinen aşamaya hiçbir zaman gelinemezdi. Öncelikle Dağlık Karabağ sorununun kökeni çok eskiye dayanan ve özel olarak ele alınması gereken bir sorun olduğunu ortaya koymak lazımdır. Karabağ sorunu, Azerbaycan ile Ermenistan arasında oldukça uzun bir tarihî geçmişe sahiptir. Uzun bir tarihe sahip olan “Karabağ Sorunu”, 1980’lerin ikinci yarısında SSCB’nin dağılma sürecine girdiği dönemde Ermenistan’ın Azerbaycan’a ait Karabağ bölgesinin dağlık kısmında yeniden hak iddia etmesiyle ortaya çıkmıştır. Türkiye-Ermenistan arasındaki görüşmeler Dağlık Karabağ sorunundan bağımsız ele alınmalıdır. Çünkü Türkiye’nin bu sorunu tek başına çözme gücü yoktur. Karabağ sorununda ilerleme olmadan da sürecin yürümesi uzun vadede çok zordur.



Ermenistan ile Azerbaycan arasında çıkmaza sürüklenen Dağlık Karabağ sorunu Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirme paketinde uzlaşmayı tehlikeye düşürebilir. Azerbaycan, Ermenistan işgal ettiği topraklardan çekilene dek sınırın açılmasına karşı çıkıyor. Ancak, Türkiye uzun yıllardır ilk kez bu kadar yakın ve güçlü şekilde ortaya konan normalleşme fırsatını bu yüzden feda etmemelidir. Sorunun çözümü için 15 yıldır süren çıkmazın yerine Ermenistan’ın güvende hissetmesini sağlayacak bir yumuşama politikasının çok daha yararlı olacağı ve sürecin bu şekilde ilerlemesi gerektiği konusunda Azerbaycan’ı ikna etmeye çabalamalıdır. Türkiye ile uzun vadeli normalleşmenin sürdürülebilmesi için Ermenistan ile Azerbaycan Dağlık Karabağ sorununun çözümü için Minsk Grubu’nun temel ilkelerini benimsemelidirler. Bu anlamda barış yönünde iyi niyet ortaya koyma sırası Ermenistan’a gelmiştir. Türkiye ile Ermenistan arasında başlatılan diyalog sürecin ilerlemesi için öncelikle Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’ın dışında işgal ettiği Azerî topraklarının büyük kısmından çekilmesi gereklidir. Ermeniler Dağlık Karabağ dışında kalan topraklardan çekilirlerse Dağlık Karabağ sorunu da bir takvime bağlanabilir, BM ve Minsk Grubu gözetiminde görüşmelere başlanabilir. Bu şekilde hareket edilirse Türkiye’nin Ermenistan’a sınırlarını açması hem Türk hem Azeri kamuoylarında kabul edilebilir.



Ermenistan, Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek konusuna gerçekten iyi niyetli yaklaşıyorsa öncelikle ortak sınırı resmen tanıdığını göstererek bunu ortaya koymalıdır. Hem sınırı tanımayıp hem de tanımadığı sınırın açılması için Türkiye’ye telkinlerde bulunması ve baskı yapması mantıklı değildir. Kaldıki Ermenistan, 1992 yılında AGİT’e üye olurken, üyelik şartları arasında bulunan sınırlarda değişiklik şartı istenmeyeceği şartını da kabul etmiştir. Günümüzde iki komşu ülkenin sınırlarının kapalı olması gerçektende hoş olmayan, iyi komşuluk politikasına yakışmayan bir tutumdur. Hoş olup olması bir tarafa, sınırların kapalı olmasına insani açıdan yaklaşıldığında sevinilecek ya da övünülecek bir durum da değildir. Sınırlar açıldıktan sonra diplomatik ilişkiler kurulmalı ve her iki halk yeniden birbirini tanımaya başlamalıdır. Ancak ortada bir gerçek vardır: Ermenistan tarafından bu konu gündeme geldiğinde devamlı surette Türkiye ile sınırın tanınmaması gibi bir sorun olmadığı şeklinde yorumlar yapılıyor, ancak henüz bu resmi bir belgeyle ortaya konmuş değildir. Bu tanımanın bir protokol veya nota teatisi gibi usullerle belgeye dökülmesi önemlidir. Bunun yapılması iki ülke ilişkilerinde en önemli konu olan güven eksikliğini gidermeye yardım edecek en büyük adımdır. Bu yapılmaz ise, Türkiye, ortak sınır Erivan tarafından resmi olarak tanınmadıkça sınırlarını açmak konusunda devamlı tereddüt yaşayacak, kamuoyunu ikna etmekte zorlanacaktır. İçinde bulunduğu durum itibariyle sınırların açılmasına hayati derecede bağımlı olan taraf zaten Ermenistan’dır.



Türkiye’nin Ermenistan politikasında Ermeni diasporası ve Ermenistan farklı değerlendirmeye tabi tutulmalı ve her ikisine karşı uygulanacak politikalar birbirinden farklı olmalıdır. Diaspora Türkiye ile diyalog kapılarını çoktan kapatmıştır. Bu yüzden Ermenistan ile Türkiye’nin her türlü iyi niyet adımına karşı çıkan diasporanın Erivan üzerindeki etkisi azaltılmağa çalışılmalıdır. Bu nasıl yapılabilir? Öncelikle Ermenistan ile ilişkileri artırarak yapılabilir. En kolay ve etkili yöntem diaspora ile de diyaloga geçmektir. Diaspora öyle genel olarak kabul edildiği gibi yekpare ve tek fikir bir topluluk değildir. Diaspora içerisinde etkin ve sözü geçen kısım Türkiye ile diyaloga karşı olsa bile içlerinde diyalog yanlısı olanlar da vardır. İlk olarak onlarla işe başlamak lazımdır.



Resmi kanallar yoluyla diaspora ile diyaloga geçilmesi halinde olumsuz karşılık alınması ihtimali çok güçlüdür. Bunun örneğini Türkiye Ermeni diasporası temsilcilerini Akdamar Kilisesi’nin açılışına davet ettiğinde olumsuz cevap almakla yaşadı. Resmi kurumlar yerine her iki ülkeden sivil toplum örgütleri ve yerel yönetimler diyalogu kuvvetlendirecek, tanımayı artıracak çalışmalar yapmalıdırlar. Bu konuda Türk Ermeni cemaatine de köprü olarak büyük görev düşmektedir. İki ülke halklarının birbirine yakınlaşması adına karşılıklı katılımı teşvik eden bilimsel, kültürel ve sanatsal organizasyonlar, turizmin ve spor etkinliklerinin teşvik edilmesi önemlidir. Türkiye ile Ermeni diasporası arasındaki diyaloga örnek olarak ABD’nin Los Angeles şehrinde 2009 yılının Nisan ayının ilk haftasında yapılan “Anadolu Kültür ve Yemek Festivali” verilebilir.(7) Pasifica Enstitüsü tarafından düzenlenen ve Los Angeles’ta bulunan “İstanbul-Amerikan Ermeni Birliği” tarafından da desteklenen bu festivalde ABD’deki Türk ve Ermeni diasporaları güzel bir diyalog örneği ortaya koymuşlardır.



Normalleşme sürecinde sorunun doğrudan tarafı olmayan ama müdahil olmaya hevesli üçüncü ülkelere de sorumluluklar düşmektedir. Türkiye yakınlaşma politikası ile birlikte tüm taraflara güçlü bir şekilde çözümden yana olduğu mesajını vermiştir. Üçüncü tarafların Türkiye üzerinde sınırın açılması ve ilişkilerin normalleştirilmesi yönünde güçlü bir baskısı vardır. Artık bu baskı Türkiye açısından hafifleyecektir, çünkü şimdiye kadar hep mağdur olarak kendisini öne çıkarmaktan başka bir politika geliştiremeyen Ermenistan artık kendisi üstünde de çözüm yolunda baskı hissetmeye başlamıştır. Bu politikasıyla Türkiye şimdiye kadar Azerbaycan topraklarının işgalinin sona erdirilmesi konusunda etkisiz politikalar izleyen Minsk Grubu’nu çözüme ve etkili politikalar izlemeye zorlayabilecektir.



Üçüncü ülkeler Ermeni diasporasının baskılarıyla parlamentolarında kararlar almak yerine Türkiye ile Ermenistan’ın sorunlarını görüşmeler yoluyla çözme politikasına destek vermelidirler. Diasporanın dışında reel problemlerle baş başa bir Ermenistan bulunmaktadır. Bu sorunlar parlamento ya da senato kararlarıyla değil Türkiye ve Ermenistan ilişkilerinin yakınlaşmasıyla çözülebilir. Türkiye’yi sorun kaynağı olarak gören üçüncü ülkelere samimiyet testinden geçme sırası şimdi gelmiştir. Bu ülkeler, iki ülke arasında başlatılan süreci destekleyerek dünya barışı için samimi olup olmadıklarını ortaya koymalıdırlar. Burada en büyük görev ABD, AB ve Rusya’ya düşmektedir. Azerbaycan, işgal altındaki topraklarını barışla olmazsa savaşla geri alacağını dile getirmektedir. Güney Kafkasya’da yeni bir savaş sadece Ermenistan ve Azerbaycan’ı değil; Türkiye ve Rusya’yı da içine alarak genişleyecek büyük çaplı bir savaşa dönüşebilecektir. Bunun risklerini almak ve sonuçlarına katlanmak çok pahalıya mal olabilir.



Tarihi ve kültürel bağlar, uluslararası enerji ve ulaşım hatları göz önüne alındığında Türkiye için öncelikli ülke hiç şüphesiz Azerbaycan’dır. Ancak, komşularıyla sıfır sorun yaklaşımı ile çevresinde bir güvenlik ve barış kuşağı oluşturarak diplomatik manevra gücünü ve alanını genişletmek isteyen Türkiye’nin “ya Azerbaycan, ya Ermenistan” deme lüksü yoktur, aksine “hem Azerbaycan, hem Ermenistan” yaklaşımı çıkarları gereğidir. Ankara, müttefiki Azerbaycan'ın itirazları nedeniyle Ermenistan ile başlayan yakınlaşma girişimlerini askıya alırsa hata yapmış olur. Çünkü Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri normalleşmesi aslında Azerbaycan’ın yararınadır. Normalleşme sağlanırsa Ermenistan kendisini daha güvende hissedecek ve Dağlık Karabağ konusunda çözüme daha açık olacaktır. Sonuç olarak, hem Türkiye’yi hem Ermenistan’ı zorlu bir süreç beklemektedir. Bölge barışı ve istikrarı için, yüzlerce yıl barış içinde yaşamış iki halkın yeniden yakınlaşması için ele geçen fırsatlar en iyi şekilde değerlendirilmelidir.

* Bu yazı, 26-27 Mayıs 2009 tarihinde SETA tarafından İstanbul'da düzenlenen "Türkiye-Ermenistan İlişkileri Çalıştayı"nda tebliğ olarak sunulmuştur.
Kaynaklar

(1) Bakınız: Konstitutsiya Respubliki Armeniya ot 5 iyunya 1995 g.http://constitution.garant.ru/DOC_3864869.htm
(2)En önemli restorasyon çalışması Van Gölü üzerindeki Akdamar adasında bulunan Ermeni Kilisesi restorasyonudur.
(3) Neşe Düzel. “Volkan Vural: Ermeni ve Rumlar Tekrar Vatandaş Olsun”. Taraf, 08.09.2008.
(4) Bakınız: Turkey and Armenia: Opening Minds, Opening Borders. Europe Report No: 199–14 April 2009. International Crisis Group. 
(5) Futbol maçı öncesinde yapılan bir politika değerlendirmesi için bakınız: Bulent Aras, Fatih Ozbay. Turkish-Armenian Relations: Will Football Diplomacy Work?. SETA Policy Brief, No:24 (September 2008).http://www.setav.org/document/Policy_Brief_No_24_Bulent_Aras_Fatih_Ozbay.pdf?phpMyAdmin=e008732753bf014f26cf3b79aa21f1f1
(6) Cenap Çakmak. “Türkiye Özür Diler Mi?”. BİLGESAM, 22.12.2008.http://www.bilgesam.org/tr/analizler/analizler-kafkaslar/245-tuerkiye-oezuer-diler-mi.html
(7) Festival hakkındaki haberler için bakınız: Charles Perry. “Turkish Delights Served at Anatolian Cultures&Food Festival”. Los Angeles Times, 15.04.2009;  Joshua Walker. “Rising Anatolia. Turkey’s Soft Power in Los Angeles”. Todays Zaman, 09.04.2009; “Türkler Bugüne Kadar Suskundu; Ama Bugün Muhteşemler”. Sabah, 05.04.2009; “Anadolu Kültür ve Yemek Festivali’ne On Binler Akın Etti”. Zaman, 06.04.2009.




.