29 Kasım 2014 Cumartesi

Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa Ve Unutulmaz Medine Müdaafası,





Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa Ve Unutulmaz Medine Müdaafası,



Tarihçi Mahmut Şener

gonul-25-fahrettin-pasa


Fahrettin Paşa Kimdir?

Medine müdafaası sırasında karşı karşıya geldiği İngiliz ajanı Lawrence tarafından “Çöl Kaplanı” olarak tanımlanan Fahrettin Paşa’ya, İngiliz yarbayı Bassett “Kaburgalarına kadar tam bir askerdir.” diyor. Bizim kanaatimizce de vatanperver, dürüst, cesur ve yüreği Peygamber sevgisiyle dolu bir Osmanlı Paşası’dır. Bu sevgisini Medine’de kaldığı sürece Hz. Peygamber’in kabrini sık sık ziyaret ederek gösteren Paşa, adeta bir türbedar gibi çalışmıştır. O, tevazu sahibi bir komutandır. Nitekim isyancılara karşı düzenlenen askeri bir harekât esnasında, güçlükle yürüyen çelimsiz bir askeri görünce devesinden inmiş “Kardeşlerim! Sıkıntıda da bollukta da her şeyi paylaşacağız.” diyerek o askeri kendi devesine bindirmek suretiyle yolculuğa yaya olarak devam etmiştir. Medine’de isyanların arttığı bir dönemde Cemal Paşa’nın “İstersen tecrübeli alman pilotlardan gönderelim.” teklifini geri çevirmiş; bir İslam beldesi olan Medine’yi savunurken yalnızca Müslüman askerlerle bu işi yapmak istediğini söyleyerek bu konudaki hassasiyetini ortaya koymuştur. Medine’de kaldığı sürece şehri savunmanın dışında imar faaliyetleriyle de uğraşan Paşa, Hz. Peygamber’in kabrine giden yolları genişletmiş, Osmanlı askerlerinin defnedildiği Medine’deki Cennetü’l Baki mezarlığını düzenlemiştir. O’nun bu yaklaşımı, kutsal toprakları sahiplendiğinin en açık göstergesidir…
Günümüzde pek çoğumuzun hatırlamadığı bu unutulmaz Paşa’nın asıl adı Ömer Fahrettin Türkkan’dır. 4 Şubat 1868’de Tuna Nehri kenarındaki küçük bir kasaba olan Rusçuk’ta doğmuştur. Babası Nizam-ı Cedid Topçubaşısı Ömer Ağa’dır. Annesi Mohaç kahramanı Akıncı Beyi Bali Bey’in soyundan gelen Fatma Adile Hanım’dır. Henüz on yaşındayken yaşadığı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), Ömer Fahrettin’de asker olma isteği uyandırmıştı. Zira bu savaşta binlerce Müslüman hayatını kaybetmiş binlercesi de göçe zorlanmıştır.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nin Balkanları İslamlaştırma ideali doğrultusunda 14. yüzyıldan itibaren bölgeye yerleştirilen Türkler, 19. yüzyıldan itibaren bölgenin kaybedilmesi üzerine “tersine göç” ile karşı karşıya kalmışlardı. Sahip olunan pek çok kıymetin terki anlamına gelen bu hüzünlü vedayı yaşayanlardan biri de Ömer Fahrettin olmuştur. Osmanlı-Rus Harbi sonrasında ailesiyle İstanbul’a gelen Ömer Fahrettin, Harp Okulu’nu ve Harp Akademisi’ni başarıyla bitirdikten sonra 1891’de kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı ordusuna katıldı. 1908’e kadar merkezi Erzincan’da bulunan 4. Kolordu’da görev yaptı. Meşrutiyet’in ilanından sonra Yarbaylığa terfi edip İstanbul Selimiye 1. Nizamiye Tümeni Kurmay Başkanı olarak atandı. Balkan Savaşları’ndaki başarılı hizmetlerinin ardından I. Dünya Savaşı’nda 4. Ordu Komutanlığına bağlı 12. Kolordu Komutanlığı’na atandı. Bu vazifede iken Musul ve havalisinde başarılı hizmetler yürüttü. 1915’te 4. Kolordu Komutanlığı Vekilliğine tayin edilen Fahrettin Paşa bölgedeki Ermeni isyanları ile uğraştı. 23 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderildi. Medine’yi ele geçirmek isteyen İngilizlere karşı tüm imkânsızlıklara rağmen bu kutsal beldeyi 2 yıl 7 ay savundu. Bu sırada şehrin yağmalanması ihtimaline karşı 100 parçaya yakın kutsal emaneti İstanbul’a naklederek, belki de Kutsal Emanetleri British Museum’da sergilenmekten kurtardı ve İslam Tarihi Kültürüne önemli bir katkıda bulundu. Uzun süre Medine’yi teslim etmeyen Fahrettin Paşa, devlet merkeziyle bağlantının kopması, erzak ve ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşması üzerine 7 Ocak 1919’da Medine’yi teslim etmek zorunda kaldı.
Bu beklenmedik durum karşısında önce İngiliz kontrolündeki Mısır’a götürülen Fahrettin Paşa daha sonra savaş esiri olarak Malta’ya sevk edildi. Buradaki esaret hayatından 30 Nisan 1921’de kurtularak Milli Mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya gelen Paşa, Kabil Büyükelçiliği’ne atandı. Afganistan ve havalisinden Milli Mücadele için toplanan yardımların Ankara’ya gönderilmesinde önemli payı olmuştur. 1926’da İstanbul’a dönüp sonra çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 5 Şubat 1936’da Tümgeneral rütbesiyle TSK’dan emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948’de bir Ankara seyahati sırasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat eden Fahrettin Paşa İstanbul’da toprağa verildi. Rumelihisarı kabristanında medfundur.
FAHRETTİN PAŞA’NIN UNUTULMAZ MEDİNE MÜDAFAASI

Medine savunması, askeriyle tek vücut olmuş bir Osmanlı paşasının vatan ve Peygamber sevgisinin yansımasıdır. Medine Muhafızı Fahrettin Paşa, Medine’de bulunduğu sırada resmi yazışmalarda askerleri için “Mehmetçik” tabirini kullanmakta ve onları Peygamber’in askerleri olarak nitelendirmektedir. İngiliz oyunlarıyla, bedevilerin isyanlarıyla, açlıkla, susuzlukla, 50 dereceyi aşan kavurucu sıcakla, başta İspanyol Nezlesi ve askerin dişlerini ve çenesini düşüren İskorpit olmak üzere türlü hastalıklarla ve ağır çöl koşullarıyla canla başla mücadele ederek Medine-i Münevvere’yi, Hz. Peygamber’in kabrini son ana kadar savunan, teslim çağrılarını geri çeviren Fahrettin Paşa’nın bu dik duruşunu ancak ve ancak Peygamber sevgisiyle izah edebiliriz. Zira Fahrettin Paşa Medine’yi “bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği” diye tanımlamak suretiyle bu kutsal şehre özel bir önem vermektedir.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti, Fransız İhtilali’nin bir sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçilik isyanları ve emperyalist devletlerin kışkırtmaları neticesinde 19. yüzyılda büyük toprak kayıplarına uğramıştı. 20. yüzyıl başlarında Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Trablusgarp’ın İtalya tarafından işgali ile Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığı son bulmuştu. Ardından gelen Balkan Savaşları Osmanlı Devleti’nin Batı Trakya topraklarını kaybetmesine neden olduğu gibi fırsattan istifade eden Arnavutluk da bağımsızlığını ilan etmişti. Netice itibariyle I. Dünya Savaşı başlarında Osmanlı Devleti, yüzyıllardır adalet ve hoşgörü ile hâkim olduğu Balkanlardaki ve Afrika’daki topraklarını yitirmişti. Arap memleketlerinde de durum hiç iç açıcı değildi. Zira İngiltere bölgedeki petrol kaynaklarını kullanabilmek için gözünü Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarına çevirmiş, bunun için de her türlü oyuna başvurmaktaydı.
Birinci Dünya Savaşı işte böyle bir ortamda başlamıştı. Bu arada İngiliz ajanı olan Lawrence de bölgede bulunuyor ve “Osmanlı, Müslüman olmayan Almanya ile ittifak yapıyor, yakında Almanlar Mekke ve Medine’ye de girecektir.” diyerek Arapları Osmanlı Devleti aleyhinde kışkırtıyordu. Bu karışık ortamda Peygamber Efendimiz’in kabrinin bulunduğu Medine’yi savunmak üzere Fahrettin Paşa 23 Mayıs 1916’da Medine’ye görevlendirildi.
CAN VERİR, CANAN’I (SAV) VEREMEZ TÜRKLER

İşte tarihe altın harflerle kazınan, Türk milletinin Hz. Muhammed’e (sav) bağlılığını ortaya koyan, “Can Verir, Cananı (sav) veremez Türkler” diye adına şiirler yazılan, başından sonuna bir destan olan “MEDİNE MÜDAFAASI” böylece başlıyordu. Fahrettin Paşa ve askerlerinin yazdığı bu destan Temmuz 1916’dan Ocak 1919’a kadar sürecek, Peygamber Efendimiz’in kabrini düşmana bırakmamak için isyancılara karşı mücadele edilecektir. İsyancıların baskınları, pusuları, Hicaz Demiryolu’nun bombalanması gibi pek çok olayın yaşandığı bu mücadele esnasında en temel sorun açlık ve susuzluk olmuştur. Lawrence ve adamları tarafından su kaynaklarının zehirlendiği bir ortamda Medine’ye gelen tren seferlerindeki aksamalar hem askeri hem de halkı yiyecek sıkıntısı ile karşı karşıya getirmiş, halkın önemli bir kısmı şehri terk etmek zorunda kalmıştır. Medine’deki direnişi kırmak isteyen İngilizlerin I. Dünya Savaşı sonlarında Hicaz Demiryollarını bombalaması üzerine Medine’nin dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmiş ve sıkıntılar daha da artmıştı. Buna rağmen Hz. Peygamber’in kabrini düşmana bırakmamakta kararlı olan Osmanlı askeri un stokları azalınca hurma çorbası içmiş, hurma çekirdeklerini öğüterek elde ettikleri undan ekmek üreterek yemişlerdi…
MEHMETÇİKLERİN KUMANYASI KAVURMA NİYETİNE ÇEKİRGE 

Büyük komutan Fahrettin Paşa, bir taraftan Medine’nin geleceğini düşünürken diğer taraftan gıda sıkıntısına karşı çözüm yolları arıyordu… Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın istasyonlarının düşman eline geçmesi nedeniyle şehre erzak girişinin kesilmesi ve isyancıların Medine Kalesi’ni muhasara etmesi üzerine direnişin en zor günleri başlamıştı. Medine açlıkla boğuşurken çok ilginç bir olay yaşanır. Şehir çekirgeler tarafından istila edilmiştir. Herkes durumu endişe ile karşılarken Fahrettin Paşa, askerlerini toplayarak; Peygamber Efendimiz döneminde de Hicaz’da çekirge istilasının yaşandığını ve sahabenin çekirge yediğini söyleyerek durumu bir fırsata dönüştürmek istemiştir. Askerlerine, Hz. Peygamber’in “İki ölünün ve iki kanlının yenmesi bize helal oldu.” şeklindeki hadisini hatırlatan; “iki ölü balık ve çekirge, iki kanlı dalak ve karaciğerdir.” diyen Fahrettin Paşa, çekirge yemenin sünnet olduğunun altını çizerek askerlerini buna alıştırmak için şu bildiriyi yayınlamıştı: “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Uçar, yeşilliklerle beslenir, temiz ve taze olan yiyecekleri yer… Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar… Hekimlerimiz de çekirgenin şifa verici ve besleyici olduğundan bahsediyorlar…” diyerek Peygamber Efendimiz’in kabrini düşmana teslim etmemek için yaşadıkları bu sıkıntı karşısında Allah’ın kendilerine bir lütufta bulunduğunu ifade etmiştir. Fahrettin Paşa’nın bu açıklamalarıyla askerimiz kavurma niyetine çekirge yemiş, çekirge unundan ekmek yapmış, çekirge kurusunu da çerez gibi yiyerek bir süre bu şekilde beslenmiştir.
“SON ERE, SON MERMİYE VE DE SON DAMLA KANA DEK…” MÜCADELE

Yüzyıllardır İslam’ın bayraktarlığını yapan, İslam düşmanlarına karşı canını ortaya koyan bir milletin evladı olan Fahrettin Paşa, yaşanan tüm bu sıkıntılara rağmen askerleriyle birlikte Hz. Peygamber’in kabrinin önünden ayrılmıyor; kendisinin deyimiyle “son ere, son mermiye ve de son damla kana dek…” mücadeleye devam edileceğini adeta haykırıyordu.
Bu sıkıntılı günlerde ortaya konulan direniş, Fahrettin Paşa’nın subaylarından İdris Bey tarafından şöyle dile getiriliyordu:
Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, Canan’ı (s.a.v.) veremez Türkler.
Ebedi hâdimu’l haremeyniniz,
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
Peygamber Efendimiz’e bağlılığın bir göstergesi olan bu şiir İdris Bey tarafından yazılmış olmakla beraber Medine’yi savunan Müslüman Türk askerinin ruhundan fışkırıyordu. İdris Bey askerimizdeki Peygamber sevgisini ortaya koymuştu bu dizelerinde…
BÜTÜN İSLAM’IN SIRTINI DAYADIĞI YER, MANEVİ GÜCÜNÜN DESTEĞİ: MEDİNE-İ MÜNEVVERE

Fahrettin Paşa ve askerleri böyle bir ruh hali içerisinde iken Osmanlı Devleti İtilaf devletleriyle 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamış ve I. Dünya Savaşı’nda yenilgiyi kabul etmişti. Bu antlaşma uyarınca Fahrettin Paşa’nın en yakın İtilaf Kuvvetleri komutanlarından birine teslim olarak Medine’den çekilmesi gerekiyordu. Ancak Paşa, teslim teklifleri karşısında Mehmetçiğin Medine’yi savunmakta kararlı olduğunu bir Cuma günü Harem-i Şerif’in minberinden şu sözlerle bir kez daha ortaya koymuştu: “… Ey Nas! Malumunuz olsun ki kahraman askerlerim bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, Hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişengine, son damla kanına ve son nefesine dek muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teala bizimle beraberdir. Şefaatçiniz O’nun Resulü Peygamber Efendimiz’dir…”
FAHRETTİN PAŞA “TESLİM OL” EMRİNİ DİNLEMİYOR!

Fahrettin Paşa, Hükümet’in ve Harbiye Nezareti’nin “direnişe son verme ve teslim olma” yönündeki emirlerini dinlemiyor, bu konuda üstün bir kararlılık örneği sergiliyordu: “Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilafet ve Padişahın bir iradesi olmalıdır.” diyerek direnişe devam ediyordu.
Bu arada başta İngilizler olmak üzere İtilaf Devletleri Mondros Ateşkes Antlaşması’nı bahane ederek Osmanlı topraklarını işgal etmişlerdi. İstanbul da İngiliz işgali altına girmişti. Zor durumda kalan Osmanlı Padişahı, İngiliz baskısıyla, Medine’nin Osmanlı askeri tarafından boşaltılmasını öngören bir irade yayınlayarak Fahrettin Paşa’ya göndermiştir. Ancak Medine’yi bırakmamakta kararlı olan Paşa, “Halife/Padişahın baskı altında kaldığı için böyle bir irade yayınladığını söyleyerek” bu emri de yerine getirmemiştir.
MEDİNE’Yİ GÖNÜLSÜZ TESLİM 

Gelinen noktada mesele içinden çıkılamaz bir hal almıştı. Zira Medine’nin Osmanlı Devleti ile kara ve demiryolu ulaşımı kesilmiş, askerin cephanesi ve erzağı tükenmişti. Bununla beraber Osmanlı toprakları da İtilaf Devletleri’nce işgal edilmişti. Bu nazik durum karşısında Fahrettin Paşa’ya, “Eğer Medine boşaltılmazsa İstanbul’un da İtilaf Devletleri tarafından işgal edileceği” söylenerek Paşa güçlükle ikna edilmiş, Medine’nin teslimini öngören antlaşma gönülsüzce imza edilmişti. Yani devletin elde kalan menfaatleri göz önünde bulundurularak Medine’deki direnişe son verilmişti. Ancak Fahrettin Paşa’nın Medine’den ayrılış sahnesi de üzerinde durulması gereken bir konudur: İslam toplumu için son derece büyük bir öneme haiz olan Medine’yi İngilizlere bırakmamak için her türlü sıkıntıya katlanan, hastalıktan pek çok askerini kaybeden Fahrettin Paşa, gözyaşları içinde son kez Peygamberimiz’in kabrini ziyaret ederek dua etmiştir. Kılıcını İngilizlere teslim etmeyip Peygamber Efendimiz’in kabrinin başına bırakmış ve oradan ayrılmamıştır. Bayrağımı burçlardan indirtmem, Efendimiz’i bırakmam, diye haykıran ve İngilizlere teslim olmayan Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa, sonunda, kendi subaylarının ani bir baskınıyla Hz. Peygamber’in kabrinden cebren çıkarılabilmiştir.
Başta, kutsal toprakları sonuna kadar savunan Fahrettin Paşa olmak üzere asırlarca Din-i İslam’ın bayraktarlığını yapan tüm ecdadımızı rahmet ve minnetle anıyoruz. Onlar Çanakkale ve Kut’ül Ammare’den sonra unutulmaz bir destan daha yazmışlar, son kalenin nasıl savunulacağını göstermişlerdir Medine’de… Mekânları cennet olsun…
Gençliğimizin ve gelecek nesillerimizin Fahrettin Paşa ve diğer kahramanlarımızı daha yakından tanıması ve onlara layık bir hayat yaşaması temennisiyle…
.


Fahreddin Paşa - Ermeni Meselesi




Fahreddin Paşa - Ermeni Meselesi 





Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı başlayınca seferberlik ilan etmişti. 17 Ağustos 1914’te 12. Kolordu kumandanlığına tayin edilen Fahreddin Paşa, bu tarihlerde seferberlik gereği Musul’da bulunan kolordusunu, aldığı emir icabı Haleb’e nakletti. Fahreddin Paşa, 26 Ocak 1915’te 12. Kolordu’daki vazifesine ilaveten Başkumandanlık tarafından karargâhı Şam’da bulunan 4. Ordu kumandan vekilliğine getirilmişti.

Savaş sırasında Osmanlı Devleti, Mısır’daki İngiliz kuvvetlerine karşı bir cephe açmaya karar vermişti. Mısır seferinin kumandanı Cemal Paşa bu harekât için çeşitli hazırlıklar yapıyordu. Gerekli olan kuvvet, cephane ve malzeme hakkında 21 Temmuz 1915 tarihinde Başkumandanlık Vekâleti’ne verdiği bir raporda Cemal Paşa şöyle diyordu: “Suriye’de sabit kuvvetlerin kumandanlığına 12. Kolordu Kumandanı Fahri Paşa en münasibidir. 12. Kolordu Erkân-ı Harbiye Reisi Kont Volfskel Bey’i seyyar orduda istihdam edeceğinden, Fahri Paşa için muktedir bir erkân-ı harp reisi lâzımdır.”

Bu rapordan da anlaşıldığı üzere, Fahri Paşa 4. Ordu kumandan vekili ve 12. Kolordu kumandanı sıfatıyla 8. Kolordu’nun Suriye’de kalan kısımlarıyla birlikte mıntıkanın (Kudüs hariç) savunması, iç ve dış güvenliği ile görevlendirilmiştir. O, kolordusuyla Mısır seferine katılmayacak, menzil işleriyle uğraşmayacak, sadece Suriye’nin asayiş ve huzurundan mesul olacaktı.

Ermeni Tehciri Sırasındaki Görevleri
Osmanlı Devleti’nin bilhassa Doğu Anadolu bölgesinde bulunan Ermeniler uzun bir süreden beri İngiliz, Fransız, Rus ve Amerikalılar tarafından kışkırtılmaktaydı. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti aleyhine çeşitli isyanlar ve zararlı faaliyetlerde bulunmuşlardı. Savaşa girilmesinin hemen ardından Ermeniler başta Ruslar olmak üzere düşmanla işbirliği yapmışlardı. Ermenilerin bu faaliyetlerine karşı cephe gerisi güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. Bu gaye ile Ermenilerin 4. Ordu’nun yetki sahasındaki Suriye bölgesine göç ettirilmesi kararlaştırıldı (27 Mayıs 1915). Tehcir kararının alınmasından sonra da Ermenilerin isyanları artarak devam etti. Ermenilerin iskân bölgesinin sorumlusu olan Fahreddin Paşa, bölgesinde meydana gelen bazı isyanların bastırılmasında görev almıştı.

Ermenilerin Zeytun (Süleymanlı) İsyanları 
Zeytun’da ilk Ermeni isyanı 1867’de ortaya çıkmıştı. Zeytun Ermenileri Birinci Dünya Savaşı’na kadar defalarca devlete isyan etmişlerdi. Daha savaş başlamadan önce güvenlik kuvvetlerine karşı direniş halindeydiler. Yine 22 Nisan 1914 tarihinde Ermeniler bir evde saklanan sekiz eşkıyanın yakalanması için görevlendirilen jandarmalara silah ve taşlarla karşılık vererek suçluların yakalanmasına izin vermemişlerdi. 10 Ağustos 1914 tarihinde Zeytunlular askere çağırıldı. Burada yaşayan Ermeniler askere gitmeyi kabul etmeyerek dağa çıktılar. Ermeni çeteleri 30 Ağustos 1914’te Zeytun Askerlik Şubesi’nden köylerine dönmekte olan yüzü aşkın Andırınlı Müslümanı soyup, birçoğunu öldürdüler. Aynı günlerde kırk kişilik bir Ermeni çetesi de Zeytun’a bir saat uzaklıkta yirmi bir Türk yolcusuna saldırıp 12.000 kuruşlarını gasp ettiler.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Osmanlı Devleti’nin seferberlik kararına uymayan Ermeniler birçok yerde görüldüğü gibi Zeytun’da da askere gitmeyi ve vergi vermeyi reddetmişlerdi. Zeytun Ermenilerini bu kadar cesaretlendiren şey, Rus Kafkas orduları komutanından silah ve cephane desteği almalarıydı. Yine Zeytun’da bazı asker kaçağı Ermeniler hapishaneye hücum ederek, jandarmalarla yaptıkları çatışmalarda birkaç eri şehîd ettiler. Hapishaneyi basan Ermeni saldırganların kimlikleri tespit edildiğinde şiddetle cezalandırılacaklardı. Zeytunlu Ermeniler bu hadiselerden büyük bir telaşa kapılarak İstanbul Ermeni Patrikhanesi ve Sis Katagigosluğu’na telgraflar çektiler. Bu telgraflarda bazı Ermeni ileri gelenleri büyük bir telaş içinde hapishane baskınının bir kaç uygunsuz şahıs tarafından işlendiğini ve bütün Ermeni halkının hükümete karşı sadık ve bağlı olduğunu beyan ettiler. Bu istekler üzerine Ermenilerin samimiyetlerine inanılarak suçluların cezalandırılmasından vazgeçildi (14 Mart 1915). Ayrıca hükümet, suçluları cezalandırma hakkının yalnız devlete ait olduğunu vurgulayarak, bu vesile ile halktan hiç kimsenin Ermenilere ve diğer vatandaşlara karşı tecavüzkâr ve aşağılayıcı davranışlarda bulunmamasını yetkililere tebliğ etti.

Hükümetin bu yumuşak tavrına rağmen Ermeni isyancılar 18 Mart 1915 tarihinde Tekke (Tekye) Manastırı’na toplanarak isyan ettiler. 25 Mart’ta, manastırdaki 500-600 Ermeni ile yapılan çatışmada asker ve jandarmalardan on ikisi hafif olmak üzere yirmi altısı yaralanmış, bir binbaşı ve sekiz asker şehîd olmuştu. Eşkıyadan otuz yedi ölü ve yüz kadar yaralı vardı. 27 Mart günü Zeytun’da toplanan Ermeniler, köylerine dağıtılmış ve ertesi gün kasabada genel bir arama yapılarak beş eşkıya, on altı şüpheli şahıs tutuklanmıştı. Bu aramalarda birçok silah, barut ve zararlı evraklar bulunmuştur. Bu harekât etrafta tesirini göstermiş, 300 kadar Ermeni eşkıya kendiliğinden güvenlik kuvvetlerine teslim olmuştu.

2 Nisan’da kasabanın dört saat güneybatısında yer alan Ali Kayası ve Sultandağı mevkilerine toplanan Ermeni direnişçilere karşı Zeytun’dan top takviyeli bir müfreze gönderilmişti. Bu sırada bölgede Binbaşı Hurşid Bey kumandasında 22. Alay’ın bir nizamiye taburu, Halep Müretteb Fırkası’na mensup üç depo taburu, iki süvari bölüğü ile iki cebel topu bulunuyordu. Ayrıca 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa, Maraş’a gidecek olan Fahreddin Paşa’ya gerekli olursa o çevredeki askerî birliklerin artırılması emrini vermişti (5 Nisan 1915).

Zeytun’daki bu gelişmeler, Ermeni patrikliğini harekete geçirmişti. Patrik, bazı yanlış bilgilerle Osmanlı Başkumandanlık Vekaleti’ne yaptığı başvuruda güvenlik kuvvetlerini suçluyordu. Buna mukabil, Başkumandanlık tarafından 8 Nisan 1915 tarihinde verilen cevabî yazıda; patriğin iddialarının doğru olmadığı, Ermeni milletine güvenildiği fakat yabancıların iğfallerine kanmış bazı Ermenilerin de bulunduğu, yabancı oyunlarına kananlara karşı hükümetin, vatanı korumak için en sert tedbirleri alacağı vurgulanıyordu.

Aynı günlerde Osmanlı hükümeti, Osmanlı ordularının dünya devletlerine karşı savaştığı bir sırada isyan ederek dâhilî bir cephe açan Zeytun Ermenilerinin Konya’ya göç ettirilmelerini teklif etti ve neticede Zeytun ve Maraş’ta zararlı faaliyetlerde bulunan Ermenilerin Konya taraflarına göç ettirilmelerine karar verildi.

Ermenilerin yol esnasında ve gittikleri yerlerde istirahatlarının temin edilmesi hususunda her türlü tedbir alınmıştı. Maraş’tan Konya’ya üç yüz Ermeni ailesi gönderildi. Bunlar Karapınar ve Sultaniye civarında iskân edildi. İsyan etmeyi adeta alışkanlık haline getirmiş Zeytun ve Maraş Ermenilerinin Konya’ya iskânı, o civardaki Ermenilerle işbirliği yapmalarından endişe edilerek bir süre sonra durduruldu. O yıllarda Konya’da bulunan Dr. Dodd, şehre gelen Ermenilerin 1000 kişi kadar olduğunu belirtmektedir. Osmanlı Hükümeti’nin Zeytun tehcirinde rahatlığını gösteren en önemli delillerden biri de, Konya’ya iskân edilen Ermenilere yardım etmek isteyen Amerikan Heyeti’ne 10 Haziran 1915’te iskân mıntıkasına gitme izni vermesidir. Nitekim kısa bir süre sonra İskenderun, Dörtyol, Adana, Haçin (Saimbeyli), Zeytun, Sis (Kozan) gibi yerlerden göç ettirilmesi gereken Ermenilerin Haleb’in güneydoğusu ile Zor ve Urfa havalisine yerleştirilmesi kararlaştırıldı (24 Nisan 1915). Osmanlı hükümeti başlangıçta Zeytun bölgesinden yalnızca isyan eden Ermenileri tehcir etmişti. Fakat 9 Mayıs’ta Zeytun’daki Ermenilerin tamamının göç ettirilmesi emredildi.

Maraş’ta alınan bütün tedbirlere rağmen Ermeni hadiselerinin önü alınamıyordu. Bu defa da tehcir edilmelerine karar verilen Fındıcak/Fındıcık ve Dönüklü köyü Ermenileri kendilerini yeni iskân merkezlerine götürecek olan yirmi kadar jandarmaya silahla karşılık vererek köylerini ateşe verdiler. Zeytun ve Haçin eşkıyası burada toplanmış ve rast geldikleri köyleri yakarak, ahalisini katletmeye başlamışlardı. Bölgede görevli 132. Alay kumandanıyla Maraş Mutasarrıfı Fethi Bey karışıklığı önlemeye çalışıyorlardı (29 Temmuz 1915).

Maraş’ın Fındıcak köyünde toplanan ve burayı tahkim eden 400 kadar Ermeni eşkıya yeni bir isyan başlattı. Eşkıyalar birkaç gün içerisinde çevredeki Müslüman köylerde birçok Müslüman’ın evini yakmış, ondan fazla Müslüman’ı katletmiş ve yaralamıştı. Bu direnişi bastırmak için görevlendirilen 132. Alay ile Ermeniler arasında 1 Ağustos 1915 tarihinde yapılan çatışmada jandarmadan iki şehit ve üç yaralı vardı. Osmanlı hükümeti isyanı bir an önce bitirmek için 132. Alay’a takviye olarak bir nizamiye taburu ile bir cebel takımını Adana Valisi Hakkı Bey’in emrinde bölgeye gönderdi. Valiye verilen emirde eşkıyanın imhası sırasında, Müslümanların işe karıştırılmaması ve devlete bağlı Ermenilerin incitilmemesini hatırlatıldı. Fındıcak’ta meydana gelen bu Ermeni olayları Sivas vilayetinden sevk ve iskân edilecek 4000 haneden fazla Ermeni’nin de artık güvenli olmayan Maraş yoluyla değil Elbistan üzerinden gönderilmelerine sebep oldu (3 Ağustos 1915).

Amerikan Milli Ermeni Savunma Komitesi Başkanı Miran Seraslan ve maiyetinin İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği mektupta; Kilikya’ya gönüllü sevk etmek için hazırlık yaptıkları, oradaki Ermenilerin Sis, Haçin, Zeytun, Fırnıs (Maraş’ta köy), Maraş ve Fındıcak’ta isyan bayrağı açarak Toroslar’dan Akdeniz’e kadar bir savaş sahası oluşturacakları, böylece Türklerin Mısır’a doğru ilerlemelerine engel olunabileceği bildirilmekteydi. Osmanlı hükümetinin yabancı devletlerin bütün kışkırtmalarına rağmen Zeytun Ermenilerinin savaş sırasında ülke içinde bir cephe açmalarını önlemiş oldu.

Ermenilerin Urfa İsyanı ve Fahreddin Paşa
19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Urfa ve çevresi Fransız, İtalyan, İspanyol, Alman, İsviçreli ve Amerikan misyonerlerin yoğun faaliyet sahalarından biri haline geldi. Urfa’nın misyonerlerin ilgi odağı olmasındaki en önemli sebeplerden biri şehrin kavmî etnik ve kültür yapısındaki çeşitlilikti. Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde olduğu gibi Urfa şehrinde de Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi unsurlar ile birçok din ve mezhep mensubu yaşamaktaydı. Misyonerler açtıkları okullarda bu yapıya uygun olarak Türkçe, Fransızca, Arapça ve Ermenice olmak üzere dört dilde eğitim yapıyorlardı.

1914 yılına gelindiğinde misyonerler tarafından eğitilen ve desteklenen Ermeniler sistemli bir şekilde, özellikle Halep yoluyla silahlanmışlardı. Bu yıllarda Urfa Sancağı’nda 149.384 Müslüman’a karşılık 18.370 Ermeni ve 1400 kadar da Süryani nüfus bulunuyordu. Urfa Sancağı, asayişin sağlanması ve ordunun harekâtının güvenliğini temin için bulundukları mahallerden çıkarılan Ermenilere iskân mıntıkalarından biri olarak tayin edilmişti. Ancak Urfa Ermenileri Meşrûtiyet’ten bu yana isyan için hazırlanmakta idiler. İsyan için uygun bir zaman beklenirken silah toplanması ve 1894 doğumluların askere alınması sırasında Sason, Zeytun, Haçin ve Diyarbakır bölgelerinden kaçan Ermeni askerler de komitacılara katılınca, 19 Ağustos 1915 Perşembe günü Urfa’ya 7,5 km. uzakta bulunan Germüş (Dağeteği) köyünde ve Urfa’da ilk isyanlar başladı. Bu başkaldırılar üzerine Urfa’da güvenliği sağlamak için halkın elindeki silahların toplanması kararlaştırıldı. Yapılan aramalarda Urfa merkezde 720 tüfek, 406 tabanca, 74 yaralayıcı alet ile 4922 fişek ele geçirildi. Daha sonra Urfa amele taburunun bir bölüğündeki Ermeni askerler ellerindeki kazma küreklerle saldırarak yüzbaşılarını ve bazı Müslüman erlerin bir kısmını şehîd ettiler ve bir kısmını yaraladılar.

Bu sıralarda menzil nakliye kolları, amele taburları, hamal ve inşaat bölüklerinin dörtte üçü Ermeniydi. Bu güne kadar zararlı herhangi bir davranışı görülmeyen Ermeni askerlere artık güvenmek mümkün değildi. Osmanlı Devleti’nde huzur ve adalet içinde yaşarlarken bu son yıllarda bilhassa dış mihrakların kışkırtma ve maddî yardımlarıyla artık hâdiseler vahim neticelere doğru gidiyordu. Meydana gelmesi muhtemel yeni saldırılara karşı 10 Ağustos 1915 tarihinde istenen sekiz yüz tüfekten kalan altı yüz tüfeğin de fişekleriyle birlikte gönderilmesi ve Islahiye’de kırk bölük kadar askerî kuvvetin bulundurulması Başkumandanlık’tan istendi (28 Ağustos 1915).

Bu saldırılardan sonra 29 Eylül 1915 tarihine kadar sükûnet sürmüştür. Aynı gün Tarakçıoğullarının evinde toplanan Tarakçıoğullarından Bedros, Sarkis ve asker kaçağı Yedikardeşoğlu Mıgırdıç ve Sasonlu bir maceracının sebepsiz yere silah atması üzerine, bu evi aramaya giden polis ve jandarmaya ateşle karşılık verilmesiyle Urfa’da isyan başladı. Ermeni mahallesinin hâkim konumu ve evlerin gayet sağlam olması sebebiyle jandarma kuvvetleri asayişi sağlayamıyordu. Çıkan çatışmada altı jandarma yaralandı. Bu yaralılardan biri şehîd oldu.

Ermeni direnişçiler, Müslüman evlerine hücum ederek bazılarını ele geçirmişlerdi. Urfa Mutasarrıf Vekili Nazmi Bey, Başkumandanlığa çektiği şifrede bu isyanın bastırılması için şehirdeki jandarma kuvvetlerinin iki misline çıkarılmasının yetmeyeceğini; bölgeye bir topla birlikte nizamî bir kuvvetin gönderilmesini istedi. Bu arada Ermeniler, Müslümanlardan da 10 kadını daha şehîd etmişlerdi. Urfa Mutasarrıflığı’nın askerî kuvvet istemesi üzerine Başkumandanlık, 4. Ordu Kumandanlığı’na hâdiselerin daha da büyümemesi ve Ermenilerin uzaklaştırılmaları için kuvvet sevkini emretmiştir. Bu sırada jandarmadan iki şehîd, sekiz yaralı ile halktan otuz kadar ölü ve yaralı vardı (5 Ekim 1915).

Düşmanlık eden Ermeni tebaasının bulunduğu Urfa’da durum nazik olduğundan gerekli tedbirlerin derhal ve usulünce alınması için 9 Ekim 1915 tarihinde Fahreddin Paşa görevlendirilmişti. Fahreddin Paşa, Urfa’da dayanıklı binalara sığınan Ermeni eşkıyası üzerine bir piyade taburu, bir süvari bölüğü ve iki sahra topu ile takviye edilmiş bir kuvvetle harekete geçmiştir. 

Bu tarihlerde Halep Amerikan Konsolosu Jackson, Urfa Ermenilerinin tehcir edilmemek için isyan ettiklerini belirttikten sonra mahallelerini tahkim ettiklerini, barikatlar kurduklarını ve diğer mahallelere geçmeye yarayan tüneller kazdıklarını anlatarak, direnmek için her türlü tedbiri aldıklarını iddia etmektedir. Konsolos, Fahreddin Paşa’nın altı bin kişilik birliğine karşı direnen Ermenilerin hepsinin tüfekli hatta mitralyözle donanmış, uzun süre yetecek yiyeceğe sahip olduklarını anlatmaktadır. İsyancıların bir kısmı Ermeni mahallesi civarında bulunan Amerikalı Misyoner Leslee’nin yetimhanesine sığınmıştı.

Bunun üzerine Fahreddin Paşa önce Ermenilere hitaben bir beyanname yayınlayarak, teslim olmalarını istedi. Ama Ermeniler “teslim ol” çağrısına uymadıkları gibi mazgallar açarak savunma vaziyeti almaya devam ettiler. Hal böyle olunca Fahreddin Paşa, Misyoner Leslee’nin yetimhanesine yedi yabancıyı çağırarak Urfa hâdiselerini aynen gördükleri gibi anlatan bir tutanak hazırlatmış ve imzalamalarını istemişse de bunlar tutanağı imzalamamışlardır. Müteakiben Leslee’ye Ermenilerin teslim olması için iki mektup daha gönderilmiştir. Amerikalı Misyoner Leslee ise bir hileye baş vurarak beyaz bir bez üzerine “Çıkmak istiyoruz, fakat bırakmıyorlar” cümlesini yazarak asmıştır.

Ermenilerin bütün çabalara rağmen direnmeye devam etmesi üzerine, âsilere karşı kullanılacak top ateşi esnasında yetimhane ile içindeki yabancıların zarar görmesi ihtimaline karşı Amerikan sefirine bilgi verilmiştir (9 Ekim 1915). Urfa’daki isyanın bir an önce bastırılması son derece önemli idi. 4. Ordu Kumandanlığı’na gönderilen 12 Ekim 1915 tarihli emirde şu maddeler öne çıkmaktadır:

1- İsyan eden Ermeniler bir an önce yola getirilmelidir.
2- İsyanın bastırılması, benzerlerine tesirli bir ders olması bakımından da önemlidir.
3- Gereken tedbirlerin tam vaktinde ve gereği gibi alınması mecburidir.
4- Halen Urfa’da bulunan kuvvetler bir an evvel yerlerine gönderilmelidir. Bunun için isyanın hemen bastırılması lüzumlu ve önemlidir.

Bu emir üzerine Fahreddin Paşa, emrindeki kuvvetlerle evvela Ermeni mahallelerinin ön kısımlarını ele geçirmiş ve sığındıkları yerlerden bütün ikazlara rağmen çıkmayarak direnmeye devam eden Ermenileri top ateşiyle teslim olmak zorunda bırakmıştır. Ancak kısa bir müddet sonra Ermeni çetelerinin elebaşları yine bir kolayını bularak başka bölgelere kaçmış ve isyan ve katliam faaliyetlerine devam etmiştir.

Urfa isyanının propaganda malzemesi yapılmasını önlemek amacıyla üç gün sonra Başkumandanlık tarafından İtilâf Devletleri ile yabancı vatandaş ve kurumlara hiçbir zarar verilmediği, elçiliklere ve basına duyurularak gerekli bilgilendirme yapılmıştır. 

Âsilerin çok sağlam binalara sığınmış olmaları, onlara karşı top ateşi kullanmayı zaruri kılmış ve isyanın bastırılmasını geciktirmişti. Âsilerden, yüz yirmiyi aşkın mavzer ve martin tüfek ile yüzü aşkın revolver tabanca ele geçirilmişti.

Asker, jandarma ve ahaliden yaklaşık yirmi şehîd ve elli kadar yaralı vardı. Diğer taraftan Osmanlı hükümeti, Urfa’da isyanın başından beri üç yüz kırk dokuz Ermeni âsinin öldüğünü bildirmektedir. Sağ olarak ele geçen direnişçiler Divan-ı Harb-i Örfîlere sevk edilmiş, iki bin Urfa Ermenisi güvenlik içinde Musul’a göç ettirilmiştir.

İsyanın bastırılmasından sonra Urfa Amerikan Yetimhanesi Müdürü Leslee ile yabancı uyruklu kişiler güvenlik kuvvetlerine teslim olmuş ve koruma altına alınmıştır. Fakat bir süre sonra isyanın elebaşlarından biri olduğu anlaşılan Mr. Leslee bir not bırakarak intihar etmiştir. Misyoner Leslee’nin intihar etmeden önce bıraktığı not kısaca şöyledir: “Benim Urfa’daki eylemlerimden hiç kimse sorumlu değildir. Özellikle Kunzler ve Echart aileleri de sorumlu değildir. Bunlar yapmış olduğum hiçbir şeye karışmamışlardır. İçtiğimi önceki misyonerhâneden getirdim. Ermeni ihtilaline katılmadım. Fakat ihtilal beni de sürükledi.”

Misyoner Leslee’nin mektubu isyanda rolü olan Kunzler ve Echart’ı korumaya yöneliktir. Urfa’daki Ermeni isyanında yabancı devletlerin rolünün bulunduğu ortada idi. Bu tarihte şehirde beş yüz yirmi dokuz İtilâf Devleti vatandaşının bulunması ve isyanda kullanılan silahlar da bu ihtimali güçlendirmektedir. Bu şartlar altında Ermenilerin isyanlarına destek veren Alman Misyoner Dr. Kunzler’in, daha sonra yazdığı eserinde belki suçluluk psikolojisiyle Fahreddin Paşa’yı ve Türk kuvvetlerini suçlaması ne derece doğrudur? Dr. Kunzler anılarında hızını alamayarak Fahreddin Paşa’nın kurmay başkanı Kont Eberhard Woltskeel adlı soydaşını Ermenilere hain dediği için suçlamaktan geri durmamaktadır. Nitekim bu yıllarda Urfa’da bulunan Alman Doğu Misyonu’na bağlı olarak çalışan Jacob Kunzler ve Franz Echart da Urfa isyanını bastıran Fahreddin Paşa hakkında burada yazmaya bile gerek duymadığımız ve asılsız iddialarda bulunmaktadırlar. 

Ermeni isyanından önce Urfa gibi Antep de tehcir uygulaması dışında bırakılmıştı. Van başta olmak üzere bazı Doğu vilayetlerinden gelecek Ermenilerin buraya iskânı düşünülmüştü. 1914 Osmanlı nüfus istatistiklerine göre Antep’te kazalar hariç 14.466 Gregoryen, 393 Katolik ve 4635 Protestan olmak üzere 19.494 Ermeni yaşıyordu. Müslümanların sayısı 90.000 kadardı. Buraya çok yakın olan Zeytun ve Urfa’da İtilâf Devletleri’nin desteğiyle çıkan Ermeni isyanları, Antep halkını da kötü yönde etkilemiştir. Antepliler, yaşananlardan büyük tedirginlik duymasına rağmen Ermenilerle Müslümanlar arasında herhangi bir çatışma meydana gelmemişti. Bazı Ermeni ve Halep Amerikan konsolosluk kaynakları şehirde Ermenilerle Müslümanlar arasında çatışmaların olmamasını Fahreddin Paşa’nın dirayet ve gayretine bağlamıştır. Çünkü Fahreddin Paşa, Hıristiyanların da hazır bulunduğu bir toplantıda Müslümanları da ikaz etmiş, herkesin birbirine karşı hak ve hukuka saygılı olmasını tembihlemişti. Ayrıca Fahreddin Paşa şehirde tek bir Hıristiyan öldürüldüğü takdirde, buna cüret edeni öz kardeşi bile olsa asacağını açıklamıştı. Fahreddin Paşa, şehirdeki gerginliği azaltmak için gayrimüslim ileri gelenleri ile sürekli haberleşme ve işbirliği içerisinde olmuş, Antep Koleji’ni ziyaret ederek himayesine almış, şehirde huzur ve asayişi sağlamıştı.

Musa Dağ Vakası ve Fahreddin Paşa’nın Raporu
Musa Dağ, Hatay’a bağlı Samandağ (Süveydiye) İlçesi’nden geçen Asi Nehri’nin Akdeniz’e karıştığı Amanos Dağları eteklerinde bin metre yüksekliğinde büyük sivri kayalık ve çalılarla kaplı bir dağdır. Bu dağın dünya çapında meşhur olması, Ermenilerin burada yaptıkları isyanı anlatan ve daha sonra sinemaya da aktarılan, Franz Werfel’in “Musa Dağ’da Kırk Gün” adlı romanı ile olmuştur. Yanlış olarak bir tarih kitabı veya belgesel olarak algılanan roman ve film, Batı’da Türk aleyhtarı bir kamuoyunun oluşmasında hayli tesirli olmuştur.

Bu roman ve film projesi daha o yıllarda Almanya, Türkiye ve ABD açısından bazı siyasî ve diplomatik gelişmelere sebep olmuştur. Biz burada 1933’te yayınlanmasından itibaren dünya kamuoyunu Türkler aleyhine etkileyen romanın dayandığı Musa Dağ Ermeni hâdiselerine kısaca temas edeceğiz.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra İskenderun ve Halep bölgesini işgal imkânı arayan başta Fransa olmak üzere İtilâf Devletleri İskenderun şehrini altı defa denizden bombalamakla kalmayarak Doğu Akdeniz’i de denizden abluka altına almışlardı. Yapmak istedikleri çıkarmayı kolaylaştırmak için bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırmaya çalışıyorlardı.
Yine bir Ermeni araştırmacı tarafından yapılan çalışmaya göre 14 Eylül 1915 tarihine kadar Fransız savaş gemileri tarafından Port Said’e getirilen Musa Dağlılar 4.088 kişidir. Bu bilgilere rağmen hâlâ Musa Dağ Ermenilerinin devlet tarafından planlı yok edildiği propagandasını yapmanın ne kadar büyük bir yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Aynı gazetenin iddiasına göre Musa Dağ’da Osmanlı güvenlik kuvvetlerine direnen 5.000 kişiden 951’i ölmüştü. Bu rakamın da gerçeği yansıtmadığı rakamların tutarsızlığından anlaşılmaktadır. Mavi Kitap’ta ise Musa Dağı Ermenilerinin sayısı hakkında 4.058 ilâ 4.200 arasında çelişkili rakamlar verilmektedir.

21 Ekim 1915 tarihinde Egyptian Gazetesi bu haberi direnişçilerden aldığı bilgiye dayanarak şöyle vermektedir: “Tepe eteğindeki köylerimizi savunmanın imkânsız olduğunu düşünerek alabildiğimiz kadar yiyecek ve malzeme ile üç saat mesafedeki Musa Dağ’ın Damlacık denilen tepelerine çekildik. Altı Ermeni köyü olarak toplam 5.000 kişi idik. Hayatta kalanlar, 4 yaşının altındaki bebek ve çocuklar 413, 4-14 yaş arası kızlar 505, 4-14 yaş arası oğlanlar 606, 14 yaş üstü kadınlar 1.449, 14 yaş ve üzeri erkekler 1.076 olmak üzere toplam 4.049 kişidir”.

Amerika’da çıkan Outlook gazetesinin 1 Aralık 1915 tarihli sayısında Zeytun ve Musa Dağ isyanları hakkında bilgi veren Papaz Dikran Andreasyan ise Musa Dağ isyanının 1915 yılı baharında Osmanlı Devleti’nin 6.000 kadar askerini kasabanın yakınındaki kışlalara yerleştirmesi ve Ermeni manastırının boşaltılmasını istemeyen Ermenilerin askerlere direnmesiyle başladığını iddia etmektedir. Bu ifadeler, Ermenilerin isyan çıkarmak için suni sebepler aradıklarını göstermektedir.
Papaz Dikran’ın daha sonra anlattıkları da bu tespiti doğrulamaktadır. Çünkü İskenderun gibi düşman askerlerinin çıkarma yapması ihtimali bulunan bir yerdeki kışlaya hükümetin asker yerleştirmesi çok normal bir harekettir. Bölgede Osmanlı vatandaşı olarak yaşayan Ermenilerin kendi güvenliklerini sağlamaya da yönelik bu teşebbüsten aslında memnunluk duymaları gerekirdi. Papaz Dikran, bu direnişten sonra hükümetin 13 Temmuz 1915 tarihinde tehcir kararı aldığını ve bu karara uymak istemeyen altı Ermeni köyünün direnmek üzere Musa Dağ’a çıktıklarını belirtmektedir. Samandağ Ermenilerinin isyanlarında, İtilâf Devletleri’nin Çanakkale’de başarılı olacağı ümidi de etkili olmuştur.

İsyan eden Ermeniler yanlarına uzun süre yetecek yiyecek, içecek ve hayvan sürülerini de almışlardı. Musa Dağ’ın Damlacık mevkiine çıkan 5.000 kadar Ermeni siperler kazarak ve dağa çıkan önemli geçitleri tutarak muhkem bir savunma hattı kurmuşlardı. Ermenilerin ellerinde 120 adet son model tüfek, av tüfekleri, filinta tüfekler ve süvari tüfekleri bulunuyordu.

21 Temmuz’da Ermeniler ile Türk kuvvetleri arasında çatışmalar başladı. Bu çatışmalarda sayıca güvenlik kuvvetlerinden çok olan Ermeniler 200’den fazla askeri şehit ettiler. Kırk gün kadar devam eden direnişlerinden sonra Ermeniler, yiyecek ve cephanelerinin azalması üzerine Halep’teki Amerikan Konsolosu Mr. Jakson’a ve İskenderun kıyılarında bulunan İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyan savaş gemilerine haber göndererek onlardan Hıristiyanlık adına kendilerini Kıbrıs’a götürmelerini, bu mümkün olmazsa yeterli silah ve cephane göndermelerini istediler. Alacakları silahlarla Türklerle savaşmaya devam ederek İtilâf Devletleri’ne yardımcı olacaklarını da söylemekten geri kalmadılar (2 Eylül 1915).

Papaz Dikran Andreasyan, direnişlerinin elli üçüncü günü Türk güvenlik kuvvetlerinin çatışmayı keserek Ermenilere teslim çağrısı yaptıkları bir sırada Guichen (Goşin) adlı bir Fransız savaş gemisinin yardımıyla Jeanne D’arc (Jandark), Desaix kruvazörü, dört Fransız ve bir de İngiliz kruvazörü ile 14 Eylül 1915 tarihinde Port Said Limanı’na rahat bir şekilde nakledildiklerini anlatmaktadır. Bu kadar çok Ermeni’nin Kıbrıs’a gönderilmesi kabul edilmeyince Fransız muhripleriyle İskenderiye’ye nakline karar verildi.

Musa Dağ Ermenileri Süveyş Kanalı’nın Asya tarafında Lazaret toplama kampına yerleştirildiler. 4. Ordu Kumandanı ve Bahriye Nazırı’nın Kudüs’ten Başkumandanlık Vekâleti’ne gönderdiği 14 Eylül 1915 tarihli şifreli yazıda bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:

“Musa Dağ’da direnen Süveydiye Ermenileri büyük ihtimalle aldıkları davet üzerine Viktor Hugo, Hanri Fastersin, Lui ve isimleri anlaşılamayan diğer üç Fransız harp gemisinde toplanmışlar. Âsilere karşı 41. Fırka’nın iki alayı ile bir cebel takımı sevk edilmiştir. Viktor Hugo ve Dördüncü Hanri gemileri Kabaklı (Mevaklı) civarındaki kıtaların ordugâhını da bombardıman ederek asker ve ahaliden 8 şehîd, 2 yaralı ve 20 hayvanın telef olmasına sebep olmuştur. 30 Ağustos 1331 (12 Eylül 1915) gecesi âsilerin saklandıkları Damlat’a gelen müfreze hiçbir âsiye rastlayamamıştır. Bunların gece yarısı düşman gemilerine gittikleri anlaşılmıştır.”

“Fransız filosuna karşı ordugâhın gizlenmesine ehemmiyet vermeyerek boş yere kayıp verdirenlerle, Ermenilerin kaçmasına sebep olanları şiddetli cezalandırmak için Fahreddin Paşa, Bahriye Nâzırı’nın emri üzerine derhal oraya gitti. Bundan sonra İskenderun ve Antakya’daki Ermenilerin tehciri hızlandırıldı.”

Fahreddin Paşa, Birinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan bu hadiseleri ve kendi ilgisini, yukarıda adı geçen romanın yayınlanmasından sonra şöyle anlatmaktadır:

“Birinci Dünya Harbi sırasında İtilâf Devletleri’nin İskenderun kıyılarına bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yayılınca Samandağ bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı hükümete olan vergi borçlarını ödememişler, Osmanlı Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyacı için gereken yardımı yapmamışlar ve isyan etmişlerdir. Bu isyanın hemen bastırılması için askerî kuvvetlere ihtiyaç duyulmuş, bunun üzerine bir jandarma alayı bölgeye gönderilmiştir. Daha sonra da 4. Ordu Kumandanlığı tarafından bu bölgelerde yaşayan Ermenilerin başka yerlere göç ettirilmesi Başkumandanlığa tavsiye edilmiştir. 

Başkumandanlıktan alınan yetkiye göre âsilere göç için yedi günlük bir süre verilmiş, fakat âsiler bu sürenin sonunda göç etmeyerek Musa Dağ’a çıkmışlardır. Bunun üzerine hükümet, emirlere uymaları için âsilere memurlar göndermişse de Ermeniler bunları dinlememiş ve silahla karşı koymuşlardır. Başka bir çıkar yol bulamayan bölge kumandanı Albay Galip jandarma alayıyla Musa Dağ’a inen yolları kontrol altına aldırmış ve bizzat kendisi Musa Dağı’na çıkarak son bir defa daha isyancılarla konuşmak istemişse de, dağ üzerinde hiç bir kimsenin kalmadığını görmüştür. Yapılan incelemede, Ermenilerin denize doğru inen bir yamaçtan Akdeniz’e indikleri anlaşılmıştır. İzleri takip ederek deniz kıyısına kadar inen Albay Galip, burada 20-30 kadar hayvan ölüsüyle karşılaşmıştır. Yapılan araştırmada İskenderun kıyılarını gözetleyen bir Fransız harp gemisinin Musa Dağı’ndan verilen işaret üzerine kıyıya bir sandal göndererek buradaki Ermeni çete başlarını ve diğer isyancıları gemiye taşıdıkları anlaşılmıştır. Bu konu Fransız hükümetinden sorularak, doğruluğu öğrenilebilir. Daha sonra Musa Dağı’nda yapılan araştırmalarda, hiçbir insan cesedine rastlanmadığı gibi, yaralı veya hasta bir kimse de bulunamamıştır. Bu bakımdan Yahudi asıllı Werfel tarafından yazılan ve bütün dillere çevrilerek dağıtılan bu kitabın konusunun tamamen hayalî ve uydurma olduğu, Türkler aleyhinde kamuoyunu yanıltmak için bir propaganda niteliği taşıdığı sonucuna varılmıştır.”

Görüldüğü gibi, bir Türk askeri olarak Fahreddin Paşa, bölgesi Suriye’de, Adana, Urfa, Zeytun (Süleymanlı) ve Haçin (Saimbeyli) Ermeni isyanlarının bastırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Yaptığı başarılı çalışmalardan dolayı Fahreddin Paşa Başkumandanlık Vekâleti tarafından 27 Eylül 1915’de muharebe gümüş madalyası ile taltif edilmiştir.

Devlete isyan ederek asayişi bozan ve masum insanları katleden Ermenilerin isyanlarını bastırmış olması dolayısıyla İngiliz casusu Lawrence ve Fransız subayı Bremond tarafından haksız yere Ermeni düşmanı olarak suçlanmıştır. Ermeniler hakkında sadece vatanperver ve vazifeşinas bir Osmanlı subayı olarak hizmet eden Fahreddin Paşa yalnız suçlanmakla kalmamış, Ermeni Komita Merkezi tarafından kara listeye alınarak öldürülmesine karar verilmiştir. Ancak Ermeniler bu kararlarını uygulama imkânı bulamamışlardır.

Çarpıtılan Tarihî Gerçekler
Fahreddin Paşa’nın içinde bulunduğu hâdiseler incelendiğinde, tehcir uygulaması dışında bulunan Güneydoğu ve Çukurova Ermenilerinin Osmanlı Devleti’ne isyan etmek amacıyla uzun bir süredir hazırlık içinde oldukları anlaşılmaktadır. Devlet görevlileri Ermeni isyanlarını yatıştırmak için elinden geleni yapmıştır. Fakat bütün bu iyi niyetlere Ermeni direnişçiler tarafından ateşle karşılık verilmiştir. Bununla da kalınmayarak isyanların bastırılması, Türklerin Ermenileri katli şeklinde duyurulmuştur.

Fahreddin Paşa’nın sorumluluk sahasında meydana gelen Ermeni isyanlarında İtilaf Devletleri ve misyonerlerin önemli rolü olmuştur. Ermeniler hem bölgedeki misyonerler, hem de İtilaf Devletleri tarafından kışkırtılmış ve silahlandırılmıştır. Ermenilerin direnme imkânı kalmadığında ise Musa Dağ’da olduğu gibi Hıristiyan kardeşlik ve menfaatleri adına direnişçiler İtilaf Devletleri tarafından kurtarılmışlardır. Musa Dağ’da Ermeniler çok az kayıp vermelerine rağmen isyan eden herkesin öldürüldüğünü öne sürecek kadar gerçek dışı açıklamalarda bulunmuşlardır.

Bu hadiselerin ortak özelliği, mecburî göç sahası dışında olmalarına rağmen Ermenilerin isyan etmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu isyanların tehcir edilme korkusuyla meydana geldiği iddia edilemez. Hatta bu bölge diğer yerlerden tehcir edilen Ermenilerin iskân mıntıkası olarak seçilmişti. Bu isyanlar hakkında batılı konsolos, görevli ve misyonerlerin verdiği bilgilerin çoğu taraflı, çelişkili ve yanlıştır. Urfa isyanında Alman Misyoner Kunzler, Fahreddin Paşa’yı sebepsiz yere Ermenileri öldürtmekle suçlarken, bazı Ermeni ve Halep Amerikan konsolosluk kaynaklarının Antep’te barış ve huzurun onun sayesinde sağlandığını belirtmesi bu tezada güzel bir örnektir.

Bu çalışmada tekrar görülmüştür ki tarih; onu yaşayanın veya gerçeğin değil, yazanın, hatırlayanın, anlatanın, yansıtanın, canlı tutanın ve sahip çıkanın arzu ettiği tarzda şekillenmektedir. Türk-Ermeni ilişkilerindeki kırılmada yaşananların sonuçlarından çok sebeplerini anlamaya yönelik çabalar öğretici ve yararlı olacaktır. Bütün bu vakalar olduğu şekliyle ve tarafların hepsinin ifadesiyle incelendiğinde gerçeğe yakın bir resmin ortaya çıkması; düşmanlık ve nefreti sürdürme yerine birbirini anlama, analiz ve sentez etme gibi yararlı bir yola dönüştürülebilir. Son söz olarak görevini titizlikle yapmaktan başka bir maksadı olmayan Fahreddin Paşa’yı Ermeni kasabı ve vatanını korumaktan başka bir gaye gütmeyen milletimizi soykırımla suçlamak büyük bir haksızlık, yanlışlık ve gerçeği saptırmadır. 

Doğu Lejyonu
Fransızlar, Musa Dağı’ndan götürdükleri ve silahlandırdıkları 4000 kadar Ermeni’yi Türklere karşı kullanmak amacıyla 15 Kasım 1916’da Doğu Lejyonu’nu (bu birliğin adı 1918’de Ermeni Lejyonu oldu) kurma kararı aldı. Bu lejyonun kurulmasında büyük payı olan Fransız Albay Bremond kendi Dışişleri Bakanlığı’na verdiği raporda; “Musa Dağı’ndan getirdiğimiz Ermeniler için size daha önce de yazmıştım. Bunların kamp masraflarını -ayda 30.000 Frank’ın üzerinde- savaş sonunda nasıl olsa İngiltere’ye ödemek zorundayız. Hiçbir teşebbüste bulunmazsak, üstelik parasını cebimizden ödeyerek, bu Ermenilerin İngilizleşmelerine, Amerikanlaşmalarına veya Ermenileşmelerine imkân vermiş olacağız. Bunun için de, şimdiye kadar olan davranışlarımızdan derhal vazgeçip tam bir geriye dönüş yapmamız lâzımdır. Bugün süratle davranırsak bu Ermeniler her istediğimizi yapacaklardır. Bunun temini için de başlarına bir Fransız subayını kumandan tayin etmemiz ve bu subayı da doğruca Paris’e bağlamamız gereklidir. Böylece elimizin altında güvenebileceğimiz bir güç bulunacaktır. Unutmayalım ki aksi bir davranış ile bu Ermenileri kaybedeceğiz ve üstelik bunlardan faydalanacak olan İngiltere’ye de para ödeyeceğiz.” (Erdal İlter, Türkiye’de Sosyalist Ermeniler ve Silahlanma Faaliyetleri (1890-1923), İstanbul 1995, s.100-101).

Ermeni Lejyonu, her biri 200 kişi olan altı bölükten kuruldu. 160 Suriyeli gönüllüden de bir bölük teşkil edildi. Bu birliklerin en iyileri Osmanlı ordusunda asker olan Ermeniler ve Musa Dağı Ermenileri idi. Bu lejyondaki Ermeniler Kıbrıs’ta Magosa’nın Boğaztepe Ermeni Lejyoner askerî kampında eğitildiler. Ermenilerden oluşturulan üç taburluk bu lejyon kuvveti 1919 ve sonrası Fransa adına Antep, Maraş, Adana ve Urfa bölgesinde Türk İstiklâl Mücadelesine karşı savaşmıştır.

Kaynaklar: BOA, Dâhiliye Nezâreti Şifre Kalemi, nr. 54-A/220; İrâde, Taltifat 21 Zilkade 1333/36; Naci Kâşif Kıcıman, Medine Müdafaası, İstanbul 1971; Feridun Kandemir, Peygamberimiz Gölgesinde Son Türkler Medine Müdafaası, İstanbul 1974; Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, III, İstanbul 1972; İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu, Ankara 1993; Cemal Paşa, Hatıralar, Haz. Behçet Cemal, İstanbul 1977; Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi IV.Cilt I. Kısım: Sina-Filistin Cephesi, Genel Kurmay Basımevi, Ankara 1979; Mekki Şebike, El-Arab ve’s-Siyasetü’l-Britaniyye Fi’l-Harbi’l-Âlemiyye El-Ûlâ, Beyrut (Lübnan) 1971; İhsan Sabis, Harb Hatıralarım, I, Ankara 1943, s. 171; Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Ankara 1950; Mehmet Hocaoğlu, Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, İstanbul 1976; Kâmurân Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara 1983; Cevdet Küçük, Ormanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı, (1878-1897), İstanbul 1984; Ermeni Komitelerinin Amâl ve Harekât-ı İhtilâliyesi, Haz. Cengiz Erdoğan Ankara 1984; Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara 1990; Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü (1915-1917), Ankara 2005; Talat Paşa’nın Anıları, Haz. Alpay Kabacalı, İstanbul 1994; Arnold J. Toynbee, James Bryce, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916, II, Çev. Atilla Tuygan-Jülide Değirmenciler, İstanbul 2006; Ergünöz Akçora, “Talat Paşa’nın 1915 Urfa İsyanı Hakkındaki Raporu”, XI. Türk Tarih Kongresi (Eylül1990), Ankara 1994, s. 1785; Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri (1914-1918), I, Ankara 2005; Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, sayı 81 (Aralık 1982), nr. 1820, nr. 1823, nr. 1824, nr. 1836, nr. 1837, nr. 1840, nr. 1841, nr. 1842, nr. 1843, nr. 2020; sayı 83 (Mart 1983), nr. 1922; sayı 85 (Ekim 1985), nr. 2017, nr. 2020; sayı 86 (Nisan 1987 ), nr. 2048, nr. 2053, nr. 2057, nr. 2058; Hans-Lukas Keiser, Iskalanmış Barış Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938, Çev. Atilla Dirim, İstanbul 2005; a.g.mlf., “Bir Misyoner Hastanesinin Çevresindeki Küçük Dünya: Urfa, 1897-1922”, Falih Rıfkı (Atay), “Hicaz’daki Son Türk”, Büyük Mecmua, Sayı l (6 Mart 1919), s. 4; Yenigün, 30 Teşrin-i Sani 1918; Halil Aytekin Kıbrıs’ta Monarga (Boğaztepe) Ermeni Lejyoner Kampı, Ankara 2000; Edmond Brémond, Le Hedjaz Dans La Guerre Mondiale, Paris 1931; Thomas Edwards Lawrence, Seven Pillars of The Wisdom, London 1983, Türkçe terc.: Bilgeliğin Yedi Direği: Bir Casusun Anıları, Çev. Yusuf Kaplan, İstanbul 1991; Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimiz, İstanbul 1988; Erich Feigle, “Franz Werfel And The Forty Days Of Musa Dagh: A Bestseller Serves As A Fake Bıble”, Ermeni Araştırmaları Dergisi, Sayı 4 (Şubat 2001), s. 155-156, 243-254; Guenter Lewy, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, Salt Lake City 2005; Sedat Laçiner-Şenol Kantarcı, Ararat Sanatsal Ermeni Propagandası, Ankara 2002.


Prof.Dr.Süleyman Beyoğlu
(Yedikıta Dergisi, Sayı 39, Kasım 2011)



Ermeni Çetelerine dair





Ermeni çetelerine dair.,





Ermeni iddialarını çürütecek sözler


- Sizce 1915 için bir tarih komisyonu kurulması faydalı mı olur, yoksa bu meseleyi çözmek öncelikle siyasetçilerin işi midir?

Bence çok faydalı ve lüzumludur. Benim Ermeni meselesine bakışta "üçüncü yol" dediğim de budur. Ve belki sonuç alınmasında birinci derecede de rol oynayabilir.

- Ne bakımdan?

Bu meselenin tarihini sağlam vesikalara göre incelemiş bir adamım ben. Ermeni meselesi ne zaman doğdu? 1877-78'de Rus orduları Osmanlı toprakları olan bugünkü Bulgaristan'a girince orada ekseriyeti Bulgar olan bir millet yaratmak istediler. Çünkü Bulgaristan o şekilde Rusya'nın balkanlarda öncüsü olacaktı. Fakat o tarihte Bulgaristan'ın Hıristiyan nüfusu Müslümanlardan fazla değildi. Bir Bulgar milli devleti kurmak için önce bir Bulgar ekseriyeti yaratmak lazımdı. Bu amaçla Rus ordusu ve Bulgar çeteleri 300 bin Müslüman Türkü öldürdü, bir milyona kadar insanı da yerinden itti. Böylece Balkanlardan Anadolu'ya en büyük Müslüman Türk akını başladı 1878'de...

- Ermeni meselesini anlatmak için neden Balkanlardan başladınız?

Hemen oraya geleceğim: Böylece 1878 temmuzunda Berlin kongresi toplandı ve o kongrede otonom bir Bulgaristan yaratılmasına karar verildi. Ayrıca Sırbistan, Romanya, Karadağ istiklâlini kazandı, Bosna-Hersek Avusturya tarafından işgal edildi, Batum-Kars ve Ardahan Ruslara bırakıldı. Artık Osmanlı için yıkılış dönemi başlamıştı.

İşte bu tarihte, Ermeni milliyetçileri de bir millet yaratmanın, müstakil bir ülke kurmanın bu kadar mümkün olduğunu gördüler. Hemen Berlin kongresine bir muhtıra gönderdiler. Muhtırayı kaleme alan o zamanın Ermeni kilisesi lideri "Anadolu'da iki buçuk milyon Ermeni vardır. Onlar da istiklalini istiyor. Onlara da özgürlük verin, müstakil Ermenistan kurulsun" dedi.

- 1878'de Osmanlı'nın Ermeni nüfusu iki buçuk milyon muydu peki?

Oraya da geleceğim, acele etmeyiniz. Bizde hep olduğu gibi hemen işin son noktasına gelmek istiyorsunuz, ama her şeyin bir akışı vardır. (Bu küçük fırçayı bütün sabırsızlar adına kabul edip dinlemeye aynen devam ediyoruz) Böylece Berlin anlaşmasının değiştirilen 61 ve 16'ıncı maddesinde Ermenilerin kesif yaşadığı Doğu Anadolu bölgesinde reformlar yapılmasına karar verildi. Bu reformlara nezaret etme sorumluluğunu da İngiltere üstlendi. Bu çok mühim, altını çizelim: Ermeni reformunu izleme işi İngiltere'nindi.

- Neye sebep oldu bu anlaşma?

Berlin muahedesinden evvel Müslümanlarla çok iyi yaşamış Ermeniler, birden bire siyasi bir mesele oldu. O güne kadar sadece kültürel, sosyal, ekonomik bir mesele olan Ermeniler artık siyasileşmişti. 1878 Berlin Antlaşması her şeyin başlangıcı oldu.

- İngiltere ilk ne yaptı?

Otonomide bütün mesele nüfus üzerine odaklandığı için İngiltere hemen Ermeni nüfusunu tespit etmeye yöneldi. Ancak bu arada İngiltere'de de büyük bir iç değişiklik oldu. 1880 seçimlerinde bir Yahudi dönmesi ve Osmanlı dostu olan Benjamin Disraeli gitti, yerine sözde liberal, ama aslında koyu bir Protestan ve İngiltere'de İslam'ı küçük görenlerin öncüsü durumundaki Gladstone geldi. Gladstone'un ilk işi Osmanlı'daki elçisi Goschen'e talimat vermek oldu, "Derhal gidiniz, Doğu bölgesinde reformlara girişiniz" dedi.

Ancak tabii bu kadar kolay değildi. Çünkü Osmanlı hükümeti Goschen'in bitaraf olmadığını, Osmanlı aleyhine çalışacağını düşünerek ayak diriyordu. O kadar gerginlikler oldu ki 1881-82'de İngiltere Adriyatik sahillerine, yani bugünkü Arnavutluk'a harp gemilerini gönderdi.

- Bu arada reformdan kasıt ne; otonomi mi?

Gayrimüslimler için kültürel ve ekonomik otonomi öteden beri zaten mevcuttu Osmanlı'da. Kendi okullarını kuruyorlar, kendi kiliselerine istediği başkanı seçiyorlar, o kilise o toplumun başı oluyor, devlet- hükümet ona karışmıyor vs, yani zaten otonomi vardı. Şimdi istenen idari otonomiydi. Çoğunlukta oldukları yerlere bir Ermeni veya hiç olmazsa Ermeni taraftarı olan bir vali tayin edilecekti.

- Bulgaristan'da olduğu gibi?

Tabii, Berlin muahedesi Bulgaristan'ı otonom yaptı, Bulgaristan da 30 yıl sonra istiklâlini ilan etti. Çünkü otonomi siyasi özgürlüğe, ayrılığa giden yolun ilk adımıydı. Bunun başka bir tarifi de yoktu. İngiltere'nin şimdi yapmaya çalıştığı da buydu.

- Peki sonra ne oldu; Goschen bir nüfus sayımı yapabildi mi?

Şimdi oraya geleceğim, fakat kusura bakmayın, ben bunları yazdım. Tarih Vakfı'nın yayınladığı "Osmanlı nüfusu" isimli kitabımda bütün rakamlar, vesikalar mevcut. Ama alıp okuyan kimse yok. Çünkü biz Türkler oturup bir şeyi araştırmaya gitmez, bir çırpıda genel bir fikir elde edip ona göre fikir yürütmeye çok alışkınız. Belki biraz sert konuşuyorum, kusuruma bakmayın lütfen, fakat ben bütün hayatım boyunca gerçeklere dayanarak çalışmayı öngördüm. Onun için de Türkiye'de tutunamadım, Batı'ya gidip orada başarı sağladım bu yöntemlerim sayesinde. (Fırça seansı-2. Ama hiç itirazımız yok, doğru söze ne denir? Hele de 85 yaşındaki bir derya söylüyorsa...)

Şimdi reformlar meselesine gelelim. Goschen Doğu'daki İngiliz konsolosluklarına "İki buçuk milyon iddiası ne derece doğru, araştırın" talimatını verdi. O dönem Erzurum'da, Van'da, Trabzon'da çok bilgili İngiliz konsolosları vardı. Bunlar bir rapor hazırlayıp gönderdiler İstanbul'a. Diyorlar ki, "Ermeni nüfusu en fazla 1 milyon 400 bin." Sefir tabii büyük şüpheye düşüyor. Arada bir milyondan fazla fark var. Bu defa İngiltere bizzat Ermeni patriğine soruyor, "Bu fark neden?" Ermeni patriğinin mektupları var, orada diyor ki, "Çünkü biz Ermeni nüfusunu bazı yerlerde iki defa saydık. Mesela Sivas vilayetinde saydığımız Ermenileri bir de Erzurum vilayetlerinde saydığımız Ermeniler arasına soktuk. Üstelik biz göçebe Müslümanları da saymadık, yalnız yerleşik halkı saydık."

- Bu yazışma bilinen bir şey midir?

Hayır, kendi aralarında kaldığı için bilinmiyor.

- Siz nereden aldınız?

İngiliz arşivlerinde bulunan diplomatik mektuplaşmalardan aldım. Ve Ermeni alimleri ekseri ciddi insanlar oldukları için benim bu yazdıklarıma hiç itiraz etmediler. Yine ilan edilmeyen, ama benim bulduğum başka belgelere göre Sultan Abdülhamit de altı vilayette sayım yaptırmış. Onun ulaştığı rakam bir milyon 200 bin. Hemen hemen İngilizleri doğruluyor.

- Peki ne oluyor o bir milyon 400 bin Ermeni'ye?

Bir kısmı tehcir sırasında yolda hücuma uğradılar. Bu kesin. Kürtler ve Türkler tarafından, bazen de jandarmalarca öldürüldüler. Bir kısmı da göç etti.

- Ne kadar kısmı?

Sürgünün yapıldığı 1915'te Doğu Anadolu Rus işgali altındaydı. Ancak 1917'de Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle geri çekilme kararı aldı. O tarihte Rus ordusuyla beraber, onların güvencesi altında yaklaşık bir milyon Ermeni gerilere çekildi.

- Bir milyon?

Evet, bir milyon kadar Ermeni Doğu Anadolu'dan Rus ordularıyla beraber kuzeye göçtü.

- Bir milyonu yaşıyor muydu yani 1917'de?

Yaşıyordu tabii ve en can alıcı nokta da bu zaten. Bizzat Ermeni tarihçileri, hatta en milliyetçileri dahi kabul ediyor bunu. Ama ne diyerek; "Nüfus iki buçuk milyondu, bir milyonu çekilince bir buçuk kaldı, bir buçuk milyon Ermeni öldürüldü" diyerek...

- Baştan anlattığınız o iki buçuk milyon meselesi bu yüzden önemli yani?

Tabii, çünkü bütün mesele bu nüfus üzerinde dönüyor. Oysa elimizde tüm vesikalar toplam Ermeni nüfusunun bir buçuk milyon bile olmadığını gösteriyor. Bunun bir milyonu göç ettiyse, 100-200 bini de Anadolu'da kaldı, Müslüman oldu, şu oldu, bu olduysa... İstanbul Ermenilerine de kimse ilişmediğine göre...

- Bir milyon Ermeni'nin Güney Rusya'ya göç ettiği ne kadar kesin; bunun bir belgesi var mı sizde?

Rus nüfusu istatistiklerine bakmak yeterli. İlk mevcut Rus nüfus istatistikleri Erivan'da 40-50 bin kadar Ermeni olduğunu gösteriyor. 1927'de yapılan nüfus sayımında ise bir milyondan fazla çıkıyor. Bunların çoğu da Rusya, Romanya veya Bulgaristan'dan değil, Anadolu'dan gelen Ermeniler. Ama şimdi size de bunlar şok gibi geliyor. Bakıyorum yüzünüze, inanamıyorsunuz, "Vay bu adam uyduruyor mu, ne yapıyor" der gibisiniz...

- Elbette hayır, ama anlamaya çalışıyoruz. Mesela bizzat Talat Paşa'nın tuttuğu iddia edilen notlara göre tehcir öncesi ve sonrasındaki fark 972 bin 246 imiş. Ama bu Ermenilerden kaçının öldüğü, kaçının göç ettiği bilgisi yok.

İşte ben göç etti diyorum size ve bunu da Türklerin yazmalarından değil bizzat Ermenilerin kayıtlarından söylüyorum. Şimdi en başa dönersek, siz komisyonla ilgili bir sual sorarak başladınız, ben de size uzun bir cevap verdim. Belki de beklemediğiniz bir cevap aldınız.

- Doğrusu evet, sizin bu görüşlerinizi daha önce okumamıştık...

Çünkü, ben medya üzerinden devam eden bu 1915 tartışmasına hiç girmem. Bu kapsamda ilk kez konuşuyorum, çünkü bir tarih komisyonunun kurulacak olmasını çok önemsiyorum. Ve ben bunu yeni de değil, daha 40 sene evvel söyledim.

- 40 yıl önce de mi böyle düşünüyordunuz?

Evet, ama beni sakın bir Türk milliyetçisi tarihçi olarak da görmeyin. Ben tam bir Ermeni dostuyumdur. Ermenileri insan olarak çok takdir ederim. Hakikaten Osmanlı devletine büyük katkıları, büyük kabiliyetleri olan, kültüre yatkın, her yerde iz bırakmış, isim yapmış bir millettir Ermeniler. Keşke bizim Türkler de onlar kadar verimli, yaratıcı olsalardı. Bunda hiç şeyim yok, ama gerçekler ayrıdır ve gerçekler de bu.

- Sizin verdiğiniz rakamlara göre 1915'te ölen Ermenilerin sayısı 100-200 bin kadar galiba, değil mi?

Ama bunun bir tanesi bile fazladır ve çok acıdır. Ben öldürmeye kesinkes karşı biriyim.

- Zaten bu çağın insanı değil 100-200 bin, Yugoslavya'da sekiz bin Müslüman'ın öldürülmesine de soykırım diyor.

Evet...

- Peki o halde soykırımın ilk kez tanımlandığı 1948 Cenevre Sözleşmesi geriye dönük işlese 1915 de soykırıma girer mi, girmez mi?

Hayır, çünkü planlı bir hareket değildi. Ermeni milliyetçileri böyle bir planın olduğunu bin bir dereden su getirerek ispat etmeye çalıştılar fakat kullandıkları malzemenin uydurma olduğu hep ortaya çıktı. Bu ispat edilmiş bir şey değil.

- Ya yolda öleceklerini bile bile göndermek?

Bir kere sürülen Ermeni gruplarının bir kısmı sağ salim Suriye ve Lübnan'a yerleşebildi. Bugün Lübnan'ın Suriye'nin nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu'dan tecrit edilen ve sağ kalan Ermenilerdir.

İkincisi, 1878'de yüz binlerce Müslüman Türk Rumeli'den sökülüp yok edildi. 1912-1913'te Balkan harbinde 400 bin Müslüman öldürüldü. Aynı miktarda adam göçe mecbur edildi. Yine Kafkaslarda bir buçuk milyon insan öldürüldü. Peki o devirde bütün milletler birbirine soykırım yapıyordu mu diyeceğiz? Hayır, onlar savaş ortasında yaşanmış katliamlardı. Bir coğrafyanın üzerinde sivil savaş gibi bir şey yaşanıyordu ve çok acıydı.

- Dolayısıyla siz 1915'e bir yılın olayları değil, bir dönem olarak bakılsın diyorsunuz...

Evet, 1915'i anlamak istiyorsak tam o 150 seneyi incelemek lazım. Ancak o zaman o devirde nasıl bir büyük göç ve ölüm hareketi yaşandığını görebiliriz. Eğer bunu bütünüyle ele alırsak o zaman bunun insanlığa karşı, herkes tarafından, o dönemki tüm milli devletler tarafından işlenmiş bir suç olduğu ortaya çıkar. Buna Müslüman da maruz kalmış, Rum da, Ermeni de... Çünkü maalesef milli devletlerin kuruluşunda bu gibi acı safhalar vardır ve bir bakıma her yerde olmuştur. Elbette bu hiçbir acıyı hafifletmez, ama bize o dönemi açıklar. Ben bununla da kimseyi savunmuyorum, benim tek savunduğum gerçek.

- Ermeni meselesiyle ilgili bu görüşlerinizi anlattığınızda ABD'de ne tür tepkiler alıyorsunuz?

Size çok basit bir misal vereyim: Benim Amerika'da çok yakın Ermeni dostlarım vardır. Onlardan biri de 1962'de ben Harvard'dayken tanıştığım Avedis Sanjiyan'dır. Avedis'le öyle dost olmuştuk ki bir gün kendisine "Ya bak, ben seninle kardeş gibi konuşuyorum, birbirimize sıcak bakıyoruz, yakınız, aynı topraklardan gelmişiz, aynı kültürde yaşamışız. Gel toplumlarımız arasında da yine bu eski dostluğu kuralım. Bir taraf Ermenilerden bir taraf Türklerden oluşan kendi aramızda komisyon oluşturup, şu 1915 olaylarını inceleyelim" dedim. Bana dostumun cevabı şu oldu: "Önce soykırımı tanıyınız ondan sonra dostuz."

Tabii komisyonu kuramadık, ama yine dostluğumuz devam etti. Seneler sonra Şikago'da "Osmanlı'da Ermeniler" başlıklı bir panele davet edildim. Orada Ermenilerin Osmanlı devletindeki yerinden söz ettim. Türkiye'de aslen bir Ermeni aleyhtarlığı olmadığını, bir Rumelili olarak bütün çocukluğumun İstanbul'daki Ermeni Türkçe'sine gıptayla geçtiğini, 1915 olaylarının gerisine de bakmak gerektiğini, peşin hüküm vermenin ne büyük hata olduğunu anlattım. Kimse karşı çıkmadı konuşmama. Hatta bittikten sonra bir-iki Ermeni ve Amerikalı geldi, bana "Ya bu meselenin başka yönleri varmış, seni dinledikten sonra bu meselenin yeni yönlerini keşfettik" dedi. Bir baktım onların arasında benim Avedis de var ve bana aynen şöyle diyor, "Kemal, senin bundan 20-30 sene evvel teklif ettiğin komisyonu kurma zamanı geldi galiba."

- Ne değişmişti Sanjiyan için sizce?

Beni bu konuyla ilgili yarım saat dinledi. Dinleyince gördü ki bende 1915'e dair körü körüne Türk tezini savunma hali yok. O zaman işte gerçekleri araştırdığım fikri onda uyandı ve buradan hareketle "Konuşabiliriz" dedi.

1- Önce Türk ve Ermeni'lerden seçici bir komisyon oluşturulmalı. BM ve AB gözlemcilerinin de bulunacağı bu komisyon asıl tarih komisyonuna kimlerin seçileceğine karar vermeli.
2- Tarih komisyonu ilgili her ülkeden ve her akademik alandan belirmenmiş bitaraf üyelerden oluşmalı.
3- Çalışma süresine sınır konmamalı, ancak bir buçuk yıl içinde bitirilebilir.
4- Komisyon hiçbir yargıya varmamalı. Sadece olayların gelişimi hakkında görüş birliğine ulaşmalı. İlk anlaşılacak konu da rakamlar.
5- Böyle bir komisyonun kurulabilmesi Türkiye, ama asıl uzun vadede Ermenistan'ın lehine bir başarıdır. Komisyondan sonrasını siyasetçiler çözebilir.

- Cumhurbaşkanı Gül, ABD Başkanı Obama'yla yaptığı ortak basın açıklamasında "Türkiye Cumhuriyeti kurulurken yeni nesilleri nefret duygusuyla beslememek için biz o dönem kaybettiğimiz Türkleri büyük olay haline getirmedik" dedi.

Çok doğrudur. Bu olaylar bizim tarih kitaplarımızda, hatıratlarımızda hiç yer almaz. Tarihle meşgul olan bir insan olarak ben bu olayların ne kadar büyük olduğunu ancak ve ancak İngiliz arşivlerine gittikten sonra öğrendim, Türkiye'de okurken değil.

- Neden böyle oldu, yas mı tutmadık?

Çünkü cumhuriyet yeni bir başlangıç yapmak, eski tarihi bir yana atmak, eski düşmanları unutmak, kimseden toprak talebinin olmadığı, tertemiz bir sayfa açarak dünyaya katılmak istedi. Bizzat Atatürk'ün söylediği bir şey bu, "Biz eski tarihi burada bitiriyoruz, yeni bir hayat başlatıyoruz" diye. O yüzden de yas tutulmadı.

- Sizce hata mıydı?

Evet, bence çok iyi niyetle yapılmıştı, ama sonuçta bir hataydı. Çünkü sırf bu yüzden bile herkes olayların 1915'te başladığını sandı, kimse 150 yılda neler olduğunu göremedi.

- Tabii bunun yalnız iyi niyetten değil, asıl 1915'in suçundan kurtulmak için yapıldığını söyleyenler de var?

Yanlış. Eğer siz Türkiye'yle Osmanlı'nın kesişmesini ve Osmanlı tarihini yalnız ve yalnız 1915'e bağlarsanız çok büyük hata yaparsınız. 500 sene boyunca Osmanlı korkusu ve İslam tehlikesiyle yaşamış Avrupa'ya bunu unutturma fikri çok daha kapsamlı düşünülmüş bir şeydi, sebep asla 1915 değildi.

Tabii Osmanlıyla birden tüm bağımızı bıçak gibi kesmek sadece bir 1915'i tek bir açıdan görmeye değil, daha başka bir çok sancıya sebep oldu.

- Neye mesela?

Biz cumhuriyetin ilk günlerinde dünyada ne kadar kötülük varsa hepsini Osmanlılara yükledik. Kendi tarihimizi öyle bir kesip attık ki sonraki bütün yıllar bunun kopukluğunu yaşadık. Çünkü sonuçta rejim değişmişti, ama toplum hâlâ aynıydı.

- Sizce bu sancı hâlâ sürüyor mu?

Nihayet halkla hükümetin, milletle devletin bir araya geldiği bir devrin içine girdik. Şimdi o dönemdeyiz. Osmanlı'dan bu yana ilk defa halkımızla idarecimiz birbiriyle kaynaşıyor. Devlet ve sosyal elitizmi ilk kez halk arasından gelmiş yeni liderlere teslim ediyoruz. Tabii Cumhuriyet kurulmasaydı, Atatürk demokrasinin bu temellerini atmasaydı bugün bu noktaya da gelmemiz asla mümkün değildi.

- Peki Türkiye'nin ideal noktası bu mudur; sizce görüp göreceğimizin hepsi bu kadar mı?

Hayır, bugünkü AKP bu yeni dönemin sadece bir başlangıcı. Elbette bizim giderek daha yeni bir lider kadrosuna ihtiyacımız oluşacak. AKP de kalite bakımından yükselerek yerini hem dünyayı hem kendi toplumunu daha iyi anlayan başka liderlere teslim edecek.

- Ne zaman?

Bu değişim sancısı hemen bitmez; belki 15-20 sene daha sürer.

- Ya o 15-20 yıl nasıl geçecek; daha muhafazakarlaşarak mı?

Kısmen muhafazakârlaşma, biraz eski kökenlerine dönmenin, yani normalleşmenin ilk etaptaki şartıdır. Biz bu sancıyı eninde sonunda mutlaka yaşayacaktık, ama bu da geçecek. Kehanette bulunmak istemem, ancak ben iyimserim.

- Şimdi yalnız biraz kafalar karışmıştır; AKP'li misiniz, değil misiniz diye...

Ben ömrüm boyunca kimseden olmamak için hep tek durdum. Benim yegane özelliğim budur. Zaten o yüzden de söylediklerim hiçbir tarafın işine gelmez. Mesela iki yıl önce Başbakan'a bir mektup yazıp, "Kendini koyu Atatürkçü sayan kesime de güven vermek zorundasınız. Herkesin sizinle aynı fikirde olması şart değil" dedim, yanıt dahi vermedi.

Sonra o mektubu bir başka büyük gazete duymuş, benden istedi, ama onlar da basmadı. Çünkü yine o mektupta Başbakan'a hitaben dedim ki, "Kader sizi Türkiye'nin çok büyük bir değişim noktasında iktidara getirdi. Bunu değerlendiriniz ve yapınız."

Ama ben orada AKP'ye sarılarak, "Ah sen kurtuluşsun" demiyorum ki, tam tersi "Büyük entelektüel kabiliyete ihtiyaç duyulan bir dönemde yaşıyorsunuz, ama sizin seçtiğiniz adamlar bu kabiliyetten mahrum. Bunu yerine getirin, Obama gibi olun" diyorum.

Kemal Karpat
(Milliyet Gazetesi'nden Devrim Sevimay ile 3 Haziran 2009 tarihli "Bir milyon Ermeni 1917’de kuzeye göç etti" söyleşisinden)


.