5 Kasım 2014 Çarşamba

ERMENİ SORUNU.,




ERMENİ  SORUNU.,  

Giriş

Ermeni sorunu, “Osmanlı imparatorluğunun Türkiye Cumhuriyetine tarihi bir hadise” olarak miras bıraktığı bir konudur. Bu konu kesinlikle “siyasi veya hukuki sorumluluk yükleyen bir sorun” mahiyetinde değildir. Bu husus Osmanlı İmparatorluğunun tasfiyesini gerçekleştiren ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunun uluslar arası temelini teşkil eden, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan barış antlaşması ile teyit edilmiştir.

Türklerin 11 nci yüzyılda Anadolu’ya gelişleri ile başlayan bin yıllık Türk-Ermeni ilişkilerinin son 125 yıllık döneminin sorunlarla yüklü olduğu tarihi bir gerçektir. Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde gündeme gelen ermeni sorununun doğmasında ve gelişmesinde imparatorluğun iç şartlarından ziyade Avrupalı büyük güçlerin istismar, tahrik ve teşvikleri etkili olmuştur.

1774 Küçük Kaynarca antlaşmasında Rus Çarlığına “Osmanlı topraklarındaki Ortodoks tebaanın koruyuculuğu” hakkının tanınmasıyla ortamı hazırlanan, 1856 Paris antlaşması ile Kırım harbinin galibi Osmanlı Devletinin hem Avrupalı müttefiklerine hem de harbin mağlubu Rusya’ya “Gayrı Müslim tebaası için gerekli ıslahatı yapacağı taahhüdünde” bulunmasıyla temeli atılan, 1878 Berlin antlaşması ile Osmanlı devletinin “Doğu Anadolu’da yapacağı ıslahat ve alacağı asayiş tedbirlerinin icrasına ilgili devletlerin nezaret edeceğini” kabulü suretiyle fiilen yürürlüğe konulan “Ermeni planı”, başlangıçta Rusya, bilahare İngiltere ve Fransa tarafından tüm güçleriyle desteklenmiştir. Bu suretle yaratılan ve birbirini takip eden isyanlarla tırmandırılan Ermeni tedhiş ve terörü, Birinci Dünya Harbinin başlangıcında katliam ve düşmanla fiili işbirliği boyutlarına varınca, Osmanlı Devleti 27 Mayıs 1915 tarihinde “Tehcir ve İskana Dair Geçici Kanun”u kabul ederek yürürlüğe koymuştur.

Medeni insanın idrakini zorlayan bir kin ve nefret tezahürü ermeni cinayetlerinin, 1973-1985 yılları arasında Türk diplomatlarına yönelik olarak sürdürüldüğü ve 41 diplomatımızın şehit edildiği de malumlarıdır. 

Tarihi Süreç İçinde Ermeniler

Ermeniler Doğu Anadolu’ya anayurt olarak sahip çıkabilmek için bu bölgedeki tarihi ve kültürel varlıklarının binlerce yıllık bir maziye sahip olduklarını türklerin ermeni topraklarını işgal ettiklerini ileri sürmektedirler.

Ancak, Ermeni tarihçileri bile Ermenilerin kökenleri konusunda fikir birliği içinde değildirler. Bu da Ermeni anayurdunun neresi olduğunu tartışmalı kılmaktadır. Bu konuda Ermeni tarihçilerinin çatışan ve çelişen görüşlerini şöyle sıralayabiliriz : 
Ermenileri Nuh Peygambere dayandıran görüş. 
Ermenileri Urartulara dayandıran görüş. 
Ermenileri Urartu bölgesini işgal eden bir Trak-Frig soyuna dayandıran görüş. 
Ermenileri Güney Kafkas ırkı olarak kabul eden görüş. 
Ermenileri bir Turan ırkı olarak kabul eden görüş. 
Anadolu’nun 15 bin yıldır yerleşik ya da göçebe çeşitli kavimlere yurt olduğu düşünülürse, Ermenilerin Doğu Anadolu’ya tek başlarına ve yurt olarak sahip çıkmalarının ve Doğu Anadolu’da 3-4 bin yıldır mevcut olmalarının mümkün olmadığı görülecektir. Ermenilerin bir zamanlar toplu olarak oturdukları, bugün Ermenistan Cumhuriyeti ile ona komşu Türkiye sınırları içinde kalan bu bölgede tarihin kaydettiği dönemlerde aşağıdaki medeniyetler hüküm sürmüşlerdir.

M.Ö.521 - 344 Pers vilayeti,

M.Ö.344 - 215 Makedonya İmparatorluğu’nun bir parçası,

M.Ö.215 - 190 Selefkitlere tabi bir vilayet,

M.Ö.190 - M.S.224 Roma İmparatorluğu / Partların bir parçası,

M.S.224 - 5.Yy. Sasaniler ile Roma İmparatorluğu’nun bir parçası,

5.Yy. –7. Yy. Doğu Roma İmparatorluğunun vilayeti,

7. Yy. - 10.Yy. Arap egemenliğinde bir toprak parçası,

10. Yy. - 11. Yy. Bizans vilayeti olmuş ve

11. Yy.’dan başlayarak bölgeye Türkler gelmişlerdir.

Bu denli çeşitli egemenlikler altında yaşayan Ermeniler, tarih boyunca o dönemlerin olağan toplumsal düzeni olan derebeylik sistemi içinde yaşamışlar, M.Ö.95 – M.Ö.66 yılları arasındaki otuz yıllık II nci Tigran dönemi hariç, hiçbir zaman bağımsız, birleşik ve sürekli bir devlete sahip olmamışlardır. Ermeni beylikleri ya da prensliklerinin bir çoğu bölgeye hakim olan bu devletlerce kurdurulmuş, hakim devletler kendilerine yakın buldukları Ermeni ailelerini bunların başına getirmişlerdir.

Tarihleri boyunca çeşitli büyük imparatorluklar ve devletlerin nüfuzu altında yaşayan ve bunlar arasında mücadele alanı olan ermeni beyliklerinin menfaat sağlamak amacıyla sık sık taraf değiştirmeleri tehcir edilmelerine ya da kendiliklerinden göç etmelerine neden olmuştur.

Ermenilerin Sicilya’dan Hindistan’a, Kırım’dan Arabistan’a kadar uzanan çeşitli bölgelere dağılmaları bu tehcirlerin sonucudur. Bu da göstermektedir ki, 1915’de Osmanlı Devletince tehcir edilmeleri uğradıkları ilk tehcir olmadığı gibi, Ermeni diasporası denilen olgu da 1915’teki göç hareketinin sonucu olarak ortaya çıkmamıştır.

Sonuç olarak, Ermenilerin kökenlerinin nereye dayandığı ve ne zaman ve nereden bölgeye geldikleri tam olarak aydınlatılmış değildir.

Ermeni Sorununun Ortaya Çıkışı

XIX.Yy.ın ortalarında dünya güç dengesinde giderek daha önemli bir devlet olarak ortaya çıkan Çarlık Rusyası, komşu olduğu Osmanlı Devleti topraklarını genişleme alanı olarak kabul etmiş ve Osmanlı devleti aleyhine güneye ve güneybatıya yayılma çabası içine girmiştir. Nitekim, Yunanistan’ın Osmanlılardan ayrılarak bağımsız olması büyük ölçüde Rusya’nın bu politikasının sonucudur. Rusya’nın bu politikasının başta gelen unsurlarından biri de, Osmanlı Hıristiyanlarının hamisi olmaktır. Bu ise, Rusları Ortodoks Rumların yanı sıra Gregoryan Ermenilerle de ilgilenmeye sevk etmektedir.

Rusya, Batı’da Balkanlara nüfuz etmeye çalışırken, Doğu’da Kafkasya’ya inmektedir. Bu gelişme sonucunda Kafkasya’daki Eçmiyazin Ermeni Kilisesi Rus tesiri altına girmeye başlamış, hatta Katolikos Nerses 60 bin kişilik bir ermeni kuvvetinin başında 1827-28 Rus-İran savaşına Ruslar safında katılmıştır.

Rusların Osmanlı Ermenilerine sızmaya çalışması da Eçmiyazin kilisesi aracılığıyla olmuş ve 1844’den itibaren İstanbul ermeni patrikhanesindeki ayinlerde Eçmiyazin Katolikosunun adı anılmaya başlamıştır.

Osmanlı Hıristiyanlarının hamisi olmaya niyetlenen yalnız Rusya değil, İngiltere ve Fransa da Osmanlı Ermenilerini Protestanlık ve Katolikliğe kazandırmak amacıyla girişimlerde bulunuyorlardı. Bunda başarılı olmaları üzerine 1830’da İstanbul’da Ermeni Katolik kilisesi, 1847’de de Protestan kilisesi kurulmuştur.

Toplumsal düzenin batı modelinde yeniden örgütlenmesi anlamına gelen 1856 Islahat Fermanı Müslümanlarla Gayrimüslimleri aynı statüye getiriyor ve gayrimüslimlere tanınmış bulunan ayrıcalık ve ruhani muafiyetlere de bu nedenle son veriyordu. Bu ferman üzerine ermeni patrikhanesince hazırlanan “Ermeni Milleti Nizamnamesi” Osmanlı hükümetine sunulmuş ve 29 Mart 1862’de onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Nizamname ile Ermeni toplumunun içişlerini görüşmek üzere 140 üyelik bir meclis kurulmuştur.

Islahat Fermanı Rusya’nın yanı sıra, İngiltere ve Fransa’yı da Ermenilerle daha çok ilgilenmeye sevk etmiş, bu ise Rusya’nın Ermenilere ilgisini yoğunlaştırmasına sebep olmuştur.

Batılı devletlerin Ermenilere duydukları sempatinin temelinde kendi emperyalist çıkarları ve nüfus mücadeleleri yatmaktadır.

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sona ererken İstanbul Ermeni Patriği Nerses Eçmiyazin Katolikosluğu aracılığıyla Rus Çarı’ndan Rusya’nın Doğu Anadolu’da işgal ettiği toprakları Osmanlılara geri vermemesini istemiş, bununla da yetinmeyerek savaşın sonunda Ayastefanos’daki Rus karargahına gidip Grandük Nikola ile görüşmüş ve “Doğu Anadolu’nun Ruslar tarafından ilhakını, bu olmazsa bölgeye Bulgaristan’a olduğu gibi özerklik verilmesini, bu da mümkün değilse bölgede Ermeniler lehine ıslahat yapılmasını ve bu ıslahat tamamlanana kadar Rus ordusunun geri çekilmemesini” talep etmiştir. Patriğin son talebi Ruslarca kabul edilmiş ve Ayastefanos anlaşmasına 16. Madde olarak girmiştir.

Doğu Anadolu’daki Rus işgali Rusya’ya Osmanlı Ermenileri üzerindeki etkisini arttırma olanağı sağlamış, Rus ordusundaki Ermeni subaylar Osmanlı Ermenilerini devlet aleyhine kışkırtmaya çalışmış ve Ermenilere “Balkanlardaki Hıristiyanlar gibi Osmanlılardan ayrılarak kendi bağımsız devletlerini kurabileceklerini” telkin etmişlerdir.

Rusların niyetini sezen İngiltere Ayastefanos anlaşmasına karşı çıkmıştır. Çünkü, Doğu Anadolu’da Rusya himayesinde kurulacak bir Ermenistan İngiltere’nin Basra Körfezi ve Hindistan yolunun güvenliğini tehlikeye düşürecektir. İngiltere’nin Osmanlı Devletine baskısı sonucu iki devlet arasında yapılan gizli bir anlaşma ile Kıbrıs’ın idaresi Osmanlı Devletinin hakimiyet haklarına dokunulmamak kaydıyla İngiltere’ye bırakılmış, bunun karşılığında, Ayastefanos anlaşmasının değiştirilmesi sağlanarak, Berlin konferansında Rusya’nın Kars, Ardahan ve Batum dışında işgal ettiği topraklardan hemen geri çekilmesi ve Ermeni ıslahatının bunun ardından yapılması kararlaştırılmıştır. Üstelik Islahatın 5 büyük devletin denetiminde uygulanması öngörülmüştür. Bu tarihten itibaren İngiltere “Ermeni Islahatı”nı kendi meselesi olarak görmeye başlamıştır.

Ayastefanos anlaşması ile eline geçirdiği büyük fırsatı Berlin Konferansı ile kaybeden, ayrıca Batıda Yunanistan ve Bulgaristan’ı İngiliz nüfuzuna terk etmek zorunda kalan Rusya Doğu Anadolu’yu doğrudan ilhak etmeyi amaçlayan bir politika izlemeye başlamış, bu politikasında yine Ermenileri kullanmayı denemiştir.

1880’de İngiltere’de Gladstone Hükümetinin iktidara gelmesi mücadeleyi daha da yoğunlaştırmıştır. İngiltere artık Rusya’ya karşı Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü koruma politikasını terk etmiş ve Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp kendisine dost küçük devletler kurmayı ve bunları Rusya’ya karşı tampon olarak kullanmayı öngören bir politika benimsemiştir. İngiltere’ye göre bu tampon devletçiklerden biri de Ermenistan olacaktır.

Bu yeni politikanın ilk sonuçları; İngiliz basınında Doğu Anadolu’dan Ermenistan diye söz edilmesi, Doğu Anadolu’nun en ücra köşelerinde bile İngiliz konsoloslukları açılması, bölgedeki Protestan misyonerlerin sayısının hızla artması ve Londra’da bir İngiliz-Ermeni komitesinin kurulmasıyla görülmüştür.

Bu politika çerçevesinde 1880’den itibaren Doğu Anadolu’da bazı Ermeni komiteleri kurulmaya başlanmış, Van’da “Kara Haç” ve “Armenakan”, Erzurum’da “Vatan Koruyucuları” adlı komiteler teşkil edilmiştir. Bu komiteler yerel düzeyde kalmış ve Osmanlı yönetiminden bir şikayeti olmayan, refah ve barış içinde yaşamaya devam eden ermeni halkının büyük çoğunluğunun bu faaliyete rağbet etmemesi nedeniyle etkili olamamış, zamanla varlıkları da sona ermiştir.

Osmanlı Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olamayınca, bu kez bir başka yol denenmiş ve Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurulmuştur. Böylece 1887’de Cenevre’de Hınçak, 1890’da Tiflis’de Taşnak komiteleri ortaya çıkmıştır. Bu komitelere hedef olarak “Anadolu toprakları” amaç olarak “Osmanlı Ermenilerini kurtarmak” gösterilmiştir.

Ermeni komiteleri programlarını uygulamaya koymak için zaman kaybetmemişler ve çeşitli ayaklanma girişimlerinde bulunmuşlardır.

İlk isyan 1890’daki Erzurum isyanıdır. Bunu yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93’de Kayseri, Yozgat, Çorum ve merzifon olayları, 1894’de sasun isyanı, 1895’de babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896’da Van isyanı ve Osmanlı Bankasının işgali, 1903’de 2. Sasun isyanı, 1905’de Sultan II. Abdülhamit’e suikast teşebbüsü, 1909’da Adana isyanı takip etmiştir.

Ortak özelliği, Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komiteciler tarafından planlanmış ve uygulanmış olan bütün isyan ve olaylar Ermeni komitelerince Ermenilerin “Türkler tarafından katledilmesi” olarak tanıtılmış, batı ülkeleri ile Hıristiyan kamuoyuna bu şekilde yansıtılarak büyük bir gürültü koparılmıştır.

Osmanlı devleti bu isyanlar karşısında, her devletin yapacağını yapmış, isyanları bastırmak için asilerin üzerine kuvvet göndermiştir. İsyanlar, Ermeni halkının çoğunluğunun komitelerin faaliyetini benimsememesi nedeniyle kısa sürede bastırılabilmiştir. Ancak, her isyanın bastırılması yeni bir “katliam” olarak gösterilmiştir.

Ermenilerin üzerinde özerk bir Ermenistan kurulmasını istedikleri 6 doğu vilayeti Erzurum, Bitlis, Van, Elazığ, Diyarbakır ve Sivas’tır. Ermeni toprak istekleri zamanla gelişecek adana, Halep ve Trabzon’u da kapsayacaktır. Batı kaynakları içinde doğu illerinde ermeni nüfusunu en yüksek gösteren Fransız sarı kitabı esas alarak hazırlanan ve bu vilayetlerin nüfus yapıları ile ermeni nüfusunun toplam nüfusa oranlarına ilişkin bilgiler aşağıdaki tabloda gösterilmektedir.

Şehirler Toplam Nüfus Ermeni Nüfusu Ermeni Oranı (%)
Erzurum 645,702 134,967 20.90
Bitlis 398,625 131,390 32.96
Van 430,000 80,798 18.79
Elazığ 578,814 69,718 12.04
Diyarbakır 471,462 79,129 16.78
Sivas 1,086,015 170,433 15.68
Adana 403,539 97,450 24.14
Halep 995,758 37,999 3.81
Trabzon 1,047,700 47,200 4.50
Toplam 6,057,615 849,084 15


Tablodan da anlaşılacağı üzere, Ermeniler bu vilayetlerden hiç birinde nüfusun üçte birini bile oluşturamamaktadır. Bu bölgedeki ermeni nüfusunun genel nüfusa oranı ise %15’tir.

Tehcir Kanunu ve Uygulaması

Birinci Dünya savaşının başlaması ve Osmanlı devletinin 1 Kasım 1914’de İtilaf Devletlerine karşı Almanların yanında savaşa girmesi Ermeni komitelerince büyük bir fırsat olarak görülmüştür. Ağustos 1914’te Osmanlı Hükümeti ile görüşen ve Osmanlı devletinin savaşa girmesi halinde sadık vatandaşlar olarak Osmanlı orduları safında görevlerini yerine getirecekleri vaadinde bulunana Taşnak Yöneticileri; daha sonra bu sözlerinden dönerek kendi aralarında Osmanlı Devletine karşı mücadelenin sürdürülmesi kararını almışlardır.

Rus kuvvetlerinin, Osmanlı ve Rus Ermenilerinden kurulmuş gönüllü alayları öncülüğünde doğudan Osmanlı topraklarına girmesiyle birlikte Osmanlı ordusundaki Ermeniler silahlarıyla firar ederek ya Rus kuvvetlerine katılmış ya da çeteler kurmuşlardır. Yıllardır Ermeni ve misyoner okul ve kiliselerinde saklanan silahlar ortaya çıkarılmış, askerlik şubeleri basılarak yeni silahlar sağlanmıştır. Silahlanan bu çeteler, komitelerin “kurtulmak istiyorsan, önce komşunu öldür” talimatı üzerine, erkekleri cephelerde olduğu için savunmasız kalan Türk şehir, kasaba ve köylerine saldırarak katliama girişmişler, Osmanlı kuvvetlerini arkadan vurmuşlar, Osmanlı birliklerinin harekatını engellemişler, ikmal yollarını kesmişler, yaralı konvoylarını pusuya düşürmüşler, köprü ve yolları tahrip etmişler, şehirlerde ayaklanmalar yaparak Rus işgalini kolaylaştırmışlardır.

Ermeni katliamı yalnızca Türkleri hedef almamış, Trabzon dolaylarındaki Rumlar ve Hakkari dolaylarındaki Museviler de Ermeni çetelerince katledilmişlerdir. Ermeni komitelerinin amacı bu topraklar üzerinde yaşayan Ermeniler dışındaki bütün unsurları yok etmek ya da göçe zorlamak suretiyle kurulması hayal edilen Ermeni devletinde Ermenilerin çoğunlukta olmalarını sağlamaktır.

Rus kuvvetleriyle birlikte sınırı ilk geçen ermeni birliklerinin başında Armen Garo lakabıyla tanınan eski Osmanlı Mebusu Karekin Pastırmacıyan bulunmaktadır. Yine eski mebuslardan Murad lakabıyla bilinen Hamparsum Boyacıyan Ermeni çetelerinin başında cephe gerisinde Türk kasaba ve köylerine saldırmakta ve “ermeni milleti için tehlike teşkil ettiklerinden Türk çocuklarının dahi öldürülmesini” emretmektedir. Bir diğer eski mebus Papazyan çeteleriyle Van, Bitlis ve Muş dolaylarını kasıp kavurmaktadır.

Rus kuvvetlerinin 1915 Mart ayında bu kez Van yönünde harekata başlamaları üzerine 11 Nisan’da Van’da geniş çapta bir Ermeni isyanı başlamış, bu isyan sonucunda Van Rusların eline geçmiştir. Rus Çarı II. Nikola Van’daki Ermeni komitesine 21 Nisan 1915’de bir telgraf göndererek, “Rusya’ya yaptığı hizmetler nedeniyle teşekkür etmiştir.” Yine aynı dönemde ABD’de yayımlanan Ermeni gazetesi Goçnak 24 Mayıs 1915 tarihli sayısında “Van’da yalnızca 1.500 Türk’ün kaldığını” iftiharla bildirmiştir.

Ermeniler, bu ayaklanmaları ve faaliyeti, Osmanlıların tehcir kararı üzerine girişilen bir meşru müdafaa olarak savunmaktadırlar. Oysa ortada henüz alınmış bir tehcir kararı yoktur ve isyanlar tehcirin değil, tehcir isyanların sonucudur.

Osmanlı Hükümeti Ermeni ayaklanma ve katliamları karşısında, önce Ermeni Patriği, mebusları ve önde gelenlerini çağırarak Ermenilerin Müslümanları katletmeye devam etmeleri halinde gerekli önlemleri alacağını bildirmekle yetinmiş, bu sonuç vermeyince 24 Nisan 1915’de Ermeni komitelerini kapatmış ve yöneticilerinden 2345 kişiyi devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan tutuklamıştır.

Ermenilerin her yıl “soykırım yıldönümü” diye andıkları 24 Nisan işte bu 2345 kişinin tutuklandığı tarihtir.

Alınan bu tedbirlerden yaklaşık bir ay sonra, kanlı olayların artması üzerine, bir taraftan ordunun ve diğer taraftan da sivil halkın emniyet altına alınması için, başkumandan vekili enver paşa, dahiliye nezaretine müracaat etmiş ve Ermenilerin Doğu Anadolu vilayetlerinden alınarak savaş mıntıkasından uzak bölgelere yerleştirilmesi, ayrıca, yer değiştirme yapılırken, Ermenilerin gittikleri yerdeki Müslüman nüfusunun yüzde 10’unu geçmemeleri ve kurulacak köylerden, her birinin 50 evden fazla olmaması hususlarının dikkate alınması istemiştir.

Dahiliye nezareti, başkumandan vekilinin teklifi üzerine, 27 Mayıs 1915 günü “Tehcir” veya başka bir ifade ile “sevk ve iskan”la ilgili geçici bir kanun çıkararak,savaş bölgeleri yakınlarındaki Ermenilerin güneydeki Osmanlı topraklarına sevk ve iskanına karar vermiştir. İmzalanan geçici kanun 1 Haziran 1915’te Takvim-i Vekayi’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş, Meclis-i Mebusanın açılmasından sonra da milletvekillerinin onayından geçirilmiştir.(15 eylül 1915).

Osmanlı devleti, Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesi kararının düzenli ve güvenli bir şekilde yerine getirilmesi için gerekli yasal tedbirleri almıştır. Dahiliye nezareti 30 Mayıs 1915’te yayımladığı 15 maddelik bir genelge ile, Ermenilerin yer değiştirmesinin hangi esaslara göre yapılacağını belirlemiştir. Yönetmeliğin bazı maddeleri şöyledir:

Göç ettirilenler bütün hayvan ve taşınabilir mallarını birlikte götürebilirler.
Göç sırasında göçmenlerin can ve mal güvenliklerinde, yedirilme ve dinlenmelerinin sağlanmasında geçiş yollarındaki memurlar görevlidir. Bu konuda ortaya çıkabilecek aksaklıklardan rütbe sırasıyla bütün görevliler sorumlu tutulacaktır.
Göç sonunda göçmenler, sağlıklı çalışmaya, tarımla uğraşmaya elverişli köy ve kent evlerine yerleştirileceklerdir.
Yeni yerleşme bölgelerinde göçmenlere verilebilecek arazi yoksa, devlet malı ve köy çiftliklerinden yararlanılacaktır.
Muhtaç durumda bulunan göçmenlerin masraflarını hükümet karşılayacaktır.
Yerleşme bölgesinde her aileye yeterince toprak verilecektir.
Tarım yapacaklardan veya sanatkarlardan muhtaç olanlara uygun miktarda araç veya sermaye verilecektir.
25 Kasım 1915 tarihinde gönderilen bir emirle; tehcir geçici olarak durdurulmuş, 1916 yılı sonunda tehcire fiilen son verilmiş, savaştan sonra Ermenilerin istedikleri yerlere dönmeleri için izin çıkarılmıştır.

Görüldüğü gibi bu tehcir bir cezai işlem değil, güvenlik nedenleriyle belirli bir grubun belirli bir yerde ikamete mecbur edilmesidir. Bir savaş halinde düşman ile işbirliği yaptığı sabit olmuş ve üstelik, bu işbirliğini bir iftihar vesilesi olarak gören toplulukların, zararlı faaliyetlerinin önlenmesi bakımından belirli bölgelerde mecburi ikamete tabi tutulmalarıdır. Bu tedbir İkinci Dünya savaşında bir çok devletçe uygulanmıştır. Örneğin İkinci dünya savaşı sırasında ABD hükümeti, “bir Japon istila teşebbüsüne yardımcı olabilecekleri” gibi pek zayıf bir gerekçe ile, ülkenin batısında yaşayan Japon asıllı vatandaşlarını ülkenin orta bölümlerinde savaş sonuna kadar ikamete mecbur tutmuştur.

Ermeniler, tehcir ile soykırım yapıldığı iddiasını ileri sürmekte; tehcirin uygulandığı tarihlerde Anadolu’daki toplam nüfuslarını ve tehcir sırasında ölen Ermenilerin sayısını abartmaktadırlar. Bu olaylarda önce 600 bin, sonra 800 bin Ermeni’nin öldüğünü ileri sürmüşlerdir. Bu sayı daha sonra sürekli olarak arttırılmış olup bugün, 1,5 milyon Ermeni’nin hayatını kaybettiği iddia edilmektedir.

Değişik kaynaklara göre İstanbul dahil Osmanlı Ermenilerinin nüfusu aşağıda gösterilmektedir: 

Cuinet’e göre : 1.045.000 
İngiliz Yıllığı’na göre : 1.056.000 
Osmanlı kaynaklarına göre : 1.295.000 
Fransız Sarı Kitabına göre : 1.475.000 
Patrik Ormanyan’a göre : 1.579.000 

Gerek Osmanlı gerek Ermeni ve yabancı kaynaklar Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin nüfusunun 1.300.000 olduğunu ortaya koymaktadır.

Sevr ve Lozan Antlaşmaları ile Ortaya Çıkan Gelişmeler

Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşında yenilgiye uğraması ve 30 Ekim 1918’de Mondros mütarekesini imzalaması, Ermenileri yeniden harekete geçirmiştir.

Büyük hayaller peşinde koşan Taşnak denetimindeki Kafkas Ermeni Cumhuriyeti, kuruluşunun birinci yıldönümü olan 28 Mayıs 1919’da Osmanlı Devleti ile arasında 4 Haziran 1918 tarihinde imzalanmış olan Batum antlaşmasına rağmen “Türkiye Ermenistan'ını ilhak ettiğini” açıklamıştır. Bu açıklama, itilaf devletleri dahil, hiç kimse tarafından ciddiye alınmamıştır.

10 Ağustos 1920’de Ermenileri bir kez daha umutlandıran Sevr Antlaşması imzalanmıştır. Anlaşma, Osmanlı Devleti’nin Ermenistan’ı özgür ve bağımsız bir devlet olarak tanımasını hükme bağlıyor, sınırın tespitini ise Wilson’un hakemliğine bırakıyordu.

Bilindiği üzere 10 Ağustos 1920’de Türkiye’de biri İstanbul’da Osmanlı Hükümeti, diğeri Ankara’da Meclis Hükümeti olmak üzere iki hükümet bulunmaktaydı. Sevr’i imzalayan Osmanlı hükümetidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara Hükümeti “Ermeni sorunu”nu kendi başına halledecektir.

Mondros mütarekesi sonrasında Fransızlar Adana vilayetini, İngilizler de Urfa, Maraş ve Antep’i işgal etmişlerdi. Daha sonra İngilizler kendi işgal bölgelerini Fransızlara bırakmışlar ve Fransızların beraberlerinde getirerek, Fransız üniforması giydirdikleri Ermeniler Türklere saldırmaya başlamışlardır. Bu zulüm, Türklerin tepkisiyle karşılaşmış ve Fransız-Ermeni işgaline karşı Türk direnişi örgütlenmiştir. Bunun üzerine yine Türklerin Ermenileri katlettikleri propagandası başlamış, ancak bu kez Ermenilere başta Fransız komutanlığı olmak üzere kimse inanmamıştır.

ABD kongresinin Ermenistan için mandaterliği reddetmesinden sonra, Kafkas Ermeni Cumhuriyetine bağlı düzenli birlikler ve çeteler 1920 Haziranında Türkiye’ye karşı saldırıya geçmişlerdir. Aynı yılın Eylül ayında bu kez Ankara Hükümeti karşı taarruz emretmiş ve Türk kuvvetleri Ermeni kuvvetlerini ağır yenilgilere uğratarak Kars dahil bütün işgal altındaki Türk topraklarını kurtarmışlar ve sınırı da aşarak Gümrü’ye girmişlerdir. Bu yenilgi karşısında Ermeni Hükümetinin barış istemesi üzerine 3 Aralık 1920’de Gümrü antlaşması imzalanmıştır. Ermeniler bu anlaşma ile Sevr’in geçersiz olduğunu kabul etmişler ve Türkiye’ye yönelik toprak taleplerinden resmen vazgeçmişlerdir.

Türkiye 16 Mart 1921’de Sovyetler Birliği ile Moskova antlaşmasını imzalamış ve Türk-Sovyet sınırı çizilmiştir. Bu antlaşmanın tamamlanması amacıyla bu kez 13 Ekim 1921’de Sovyet Ermenistan'ı ile Kars antlaşması imzalanmıştır. Her iki anlaşmada da Sevr’in tanınmadığına ilişkin hükümler yer almaktadır. Böylece, Taşnak Hükümetinden sonra Sovyet Ermeni Hükümeti de her türlü talepten vazgeçmiş olmakta ve Sevr’in geçersizliği bir kez daha belgelenmektedir.

24 Temmuz 1923’de imzalanan ve Sevr’in yerini alan Lozan Anlaşmasında ise Ermeniler hakkında hiçbir hüküm bulunmamaktadır.

Ermenistan Cumhuriyeti ve Ermeni Diasporası Tarafından Günümüzde Yürütülen Faaliyetler
SSCB’nin dağılmasından sonra, 23 Eylül 1991’de bağımsızlığını ilan eden bu günkü Ermenistan’ın önemli devlet belgelerine bakıldığında Türkiye Cumhuriyetinin toprak bütünlüğüne yönelik tarihi gizli emellerin açıklık kazandığı görülmektedir.

Ermenistan Cumhuriyetinin 01 Aralık 1989’da ilan ettiği “bağımsızlık bildirgesi”nin 12’nci maddesinde “Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiye'si ve Batı Ermenistan’da 1915 ermeni soykırımının uluslar arası alanda kabul edilmesi için sürdürülecek çabaları destekleyecektir.” İfadesine yer verilmiştir.

Ermenistan anayasasının başlangıç kısmında “Ermenistan bağımsızlık bildirgesinde tespit edilen milli hedeflerin esas alındığı” belirtilmektedir. Diğer bir ifadeyle, soykırım iddiaları ve Doğu Anadolu bölgemizi de içine alan büyük Ermenistan emeli ermeni anayasasının bir parçası haline getirilmiştir.

Bağımsızlık bildirgesinin hemen ardından Ermenistan parlamentosu 06 Aralık 1989’da Türkiye ile Rusya arasındaki 16 Mart 1921 tarihli Moskova Dostluk Anlaşmasını fesih kararı almıştır. Bu olay Ermenistan’ın bugünkü Türkiye-Ermenistan sınırının tespit edildiği 13 Ekim 1921 tarihli Kars antlaşmasını tanımadığını teyit etmektedir.

Koçaryan’ın 1998’de Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra; Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti, Türkiye’ye yönelik “sözde Ermeni soykırımının uluslar arası forumlarda onaylanmasını ve “24 Nisan” tarihinin “sözde soykırımı anma günü” ilan edilmesini bir devlet politikası haline getirmiştir. Ermeniler, dünya kamuoyunda zulme ve haksızlığa uğramış bir toplum imajı yaratarak, başta ABD olmak üzere belli başlı devletleri ve uluslar arası kuruluşları, Ermeni davası lehine çevirmeye çalışmaktadırlar.

Bunun sonucunda, Ermeni diasporasının Türkiye aleyhindeki girişimlerinde belirgin bir artış meydana gelmiş ve Ermenistan büyükelçilikleri bu çabaları açıkça yönlendirmeye ve desteklemeye başlamışlardır.

Ermeni devleti ve diaspora, “soykırım” iddialarının kabulü ve tesciline bağlı olarak Türkiye’ye yönelik faaliyetlerini “Dört T” politikasıyla uygulamaya koymuştur. Ermenistan bu politika ile şu hedeflerin gerçekleştirilmesine çalışmaktadır:

Tanıtma : Ermeni milliyetçiliğinin yeniden canlandırılması.
Tanınma : Sözde soykırımın Türkiye’ye kabul ettirilmesi ve dünya çapında tanınmasının sağlanması.
Tazminat : Osmanlı Devletinin varisi olarak Türkiye cumhuriyetinden tazminat alınması.

Toprak : Büyük Ermenistan’a ait olduğu iddia edilen Türkiye’nin doğu ve kuzey doğusundaki bazı toprakların Ermenistan’a iade edilmesi. 
Halen sözde ermeni soykırımı iddialarına uluslar arası kabul sağlama girişimleri ile bu planının ikinci safhasının uygulanmakta olduğu anlaşılmaktadır. Ermenistan cumhurbaşkanı Koçaryan, Los Angeles’ta düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmada, “Ermenistan hükümetinin sözde soykırımın tanınması yönünde çaba harcadığını ve diasporanın bu amacın gerçekleştirilmesi için siyasi yardım sağlamasını beklediklerini” ifade etmiştir.

Koçaryan; Eylül 1998’de, Kaliforniya’da ileri gelen ermeni örgütlerinin temsilcilerine yaptığı konuşmada da; “Türkiye’den soykırım dolayısıyla tazminat ve gasp edilen toprakların iadesi yönünde yapılacak talepler, soykırımın Türkiye tarafından resmen kabul edilmesi sonrasında ele alınacak hususlardır. Bu aşamada kesinlikle gündeme getirilmemelidir. Anadolu kökenli Ermenilerin, vatanları ile bağları canlı tutulmalıdır.” görüşlerine yer vermiş,

20-21 Kasım 1998 tarihlerinde Gürcistan’a gerçekleştirdiği ziyaret sırasında Gürcistan devlet başkanı ile düzenlediği basın toplantısında “batı Ermenistan’ın işgal altında bulunduğunu” belirtmiş,

Yönetiminin; söz konusu iddiaları, üçüncü ülkelerin ulusal veya yerel parlamentolarında kabul edilen karar ve yasalar aracılığıyla ülkemiz üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanmak istediği ve bu iddialarını Türkiye’ye böylece kabul ettirmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır.

Ermenistan’ın “sözde soykırımı kabul ettirme politikası'nı yürütmesinde Ermenistan dışında yaşayan Ermenilerin oluşturduğu ve diaspora olarak adlandırılan etkin ermeni cemaatleri en önemli rolü oynamaktadır. ABD’de 1-1,5 milyon ermeni asıllı Amerikan vatandaşı, Fransa’da ise 420 bin Ermeni asıllı Fransız vatandaşı yaşamaktadır.

Fransa ve özellikle ABD’de etkin ve güçlü olan Ermeni lobisi, Türkiye’ye karşı oluşan ittifaklar içinde yer almakta ve özellikle güçlü Rum lobisi ile işbirliği yapmaktadır.

Uluslararası politik platformlara taşıma işini ise Ermenistan devleti üstlenmektedir. Ermenistan bunun karşılığında diaspora’dan para ve yardım almaktadır.

Asılsız İddiaların Hukuksal Değerlendirmesi

Batılıların Ermeni sorununu, dolayısı ile sözde soykırım iddialarını anlamak için kullandığı kaynakların büyük çoğunluğu batı kaynaklı, Ermeni sempatizanı şahıslar tarafında yazılmış veya yazdırılmış taraflı yayımlardır. Ancak, bizim bilimsel eserlerimizin bir türlü yer alamadığı dünya kültür, düşünce ve akademi platformlarını, Ermeniler ve Ermeni severler 80 yıl boyunca, kendi görüş, düşünce ve değerlendirmeleri doğrultusundaki 30 binin üzerinde yayın ile adeta işgal ve dünya kamuoyunu kendi tezlerinin doğru olduğuna büyük ölçüde ikna etmişlerdir.

Kendi tarihçi, hukukçu ve araştırmacılarımız ile gerçekçi sonuçlar ortaya koyan yabancıların yaptığı çalışmalardan faydalanılarak, haklılığımızı ortaya koyabilecek her türlü yayım ile görsel ve işitsel eserlerin kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla kullanılması bu konudaki eksikliğimizi gidermeye ve dış kamuoyundaki imajımızı değiştirmeye yönelik olumlu etkileri olacaktır.

Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan’ın, 31 ocak 2001 tarihinde, bir televizyon kanalımızda, sözde Ermeni soykırımını kastederek “bizim herhangi bir kuşkumuz olsaydı, bu tarihçilerin sorunu olabilirdi. Bu, bizim için ve uluslar arası platformda kuşkuya yer vermeyecek bir gerçekliktir” diyebilmesini, bu alanda hem kendi elde ettikleri başarı ile övünme hem de bizim yetersizliğimizi yüzümüze vurma olarak algılamak mümkündür.

Sözde Ermeni soykırımı iddialarının hukuki açıdan değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bu konuda Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan’ın “Ermeni olayına, hukuki yaklaşım” konulu müstesna çalışmasına istinaden açıklayacağım.

“Soykırım” kavramı, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın Yahudilere uyguladığı sistematik kırımı tanımlamak üzere düşünülmüş ve ortaya çıkmış hukuki bir kavramdır. Polonya asıllı Yahudi Amerikalı hukuk profesörü Raphel Kepkin “Genocide” kavramını önermiş ve bu kavramın devletler hukukuna girmesine ön ayak olmuştur. Bugün için soykırım suçunun hukuki tanımı, sadece 1948 yılında kabul edilen ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren “Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”nin 2 nci maddesinde yer almaktadır.

Bu sözleşmenin, kabulünden yaklaşık 40 yıl öncesinin olaylarına uygulanmasındaki güçlükler ortadadır. Sözleşme öncesi dönemde mevcut olmayan ve sözleşme tarafından oluşturulan “soykırım” dahil bir çok kavramın, geriye dönük uygulanması hukukla bağdaşmamaktadır. Buna rağmen, bazıları geçmiş olayları “soykırım”la tanımlayabildiğine göre, sanki bu olaylar bugün oluyormuş ya da soykırım hukuku o günlerde de geçerliymiş gibi bir tür spekülatif yaklaşım içerisinde konuyu değerlendirmekte fayda görüyoruz.

Bu sözleşmede, soykırım; milli, etnik, ırki veya dini bir grubu bu niteliği nedeniyle kısmen veya tamamen yok etmek amacıyla işlenen beş tip eylem çerçevesinde tanımlanmaktadır. Bu eylemler;

Grup mensuplarını katletmek,
Grubun mensuplarına ciddi bedensel ve zihinsel zarar vermek,
Grubun fiziki bakımdan tümüyle veya kısmen yok olmasını sağlamayı amaçlayarak, yaşam şartlarını bilinçli şekilde bozmak,
Grup içinde doğumları önlemek maksadıyla tedbirler almak,
Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmektir.
Soykırım tanımlaması şu üç unsuru içermektedir.

Ulusal, etnik, ırki ve dini bir grubun bulunması,
Grubun fiziki varlığını sona erdirecek uygulamaların mevcut olması,
Söz konusu grubu “kısmen veya tamamen yok etme kastı”nın mevcut olması.
Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğunun toprakları üzerinde önce otonomi, sonra bağımsız devlet kurmak için siyasi ve silahlı faaliyetlerde bulunduklarından, “siyasi grup” niteliğinde olup, sözleşmenin 2 nci maddesinde belirtilen dört grup arasına girmemektedirler.

Osmanlılarda Ermenilere karşı ırkçı bir nefret bulunmadığından, tehcir, Ermenileri grup olarak yok etmek amacıyla yapılmamıştır.

Osmanlı hükümetinde soykırım sözleşmesinin 2 nci maddesinde aranan, “Ermenileri yok etme iradesi” bulunmamaktadır. Yok etme niyetini kanıtlayacak yazılı ve sözlü belgeler olmadığı gibi, tüm belgeler tam tersine Ermenilerin korunmasını ve rahatça iskan edilmelerini öngörmektedir.

Katolik ve Protestan Ermenilerle, İstanbul, Aydın ve Kütahya Ermenilerinin tehcire tabi tutulmaması, Osmanlıların gücünün yetersizliğinden ziyade, diğer bölgelerdeki Gregoryan Ermenilerin Ruslarla aynı mezhepten olmaları ve Rus ordularının ilerleme hattı üzerinde bulunmaları nedeniyle tehcir edildiğini göstermekte ve olayın siyasi nedenini teyit etmektedir.

Bu nedenlerle tehcirin soykırım suçu olarak değerlendirilmesi ve sözde “Ermeni soykırımı” iddiasının hukuki bir çerçeveye oturtulması mümkün görülmemektedir.

Sonuç 

Tarihimizde 1683 yılında Viyana önlerinden, Tuna boylarından başlayan ve 1921 yılında Sakarya kıyılarında son bulan 238 yıllık bir büyük çekilme dönemi vardır. Buna Kafkas Dağları eteklerinden Kızılırmak ve Fırat boylarına kadar çekilmemizi de ilave etmek gerekir. İki buçuk asra yaklaşan bu zaman sürecinde, çilekeş milletimiz, düşman ordularının önünde her türlü tecavüz, katliam ve talana maruz kalarak yaptığı zorunlu göçlerin büyük acılarını yaşamıştır. Büyük vahşetlerin yaşandığı Sırp ve Yunan isyanlarını bir tarafa bıraksak bile, sadece 1912-1913 yıllarında cereyan eden balkan savaşlarında 1.450.000 Türk, Arnavut ve Pomak Müslüman’ın ölmüş, 410 bin kişinin de saldırgan orduların önünden kaçarak Anadolu’ya sığınmış olduğu gerçeğini kimse görmezden gelemez. Türklerin 500 yıldır vatanı olan bir bölgedeki varlıklarına şiddet ve dehşet yoluyla son verilmiştir. Ancak, o cefakar insanlar Türk ve Müslüman oldukları için, adlarına mersiyeler okuyacak Lord Byron’lar, Victor Hügo’lar çıkmamış, o hunharca hadiseler Türkler tarafından yazılan tarih kitaplarında birkaç sayfa teşkil etmekten başka bir yankı bulmamıştır. Yaşadığı ızdırapları kalbine gömen bu asil milletin “Ermenilere soykırım uygulamakla” suçlanması haksızlık ve adaletsizliğin ötesinde “talihin garip bir cilvesi” olsa gerektir.

Ulu önder Atatürk’ün; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” sözleri ile işaret buyurdukları tehlike maalesef Ermeni meselesinde karşımıza çıkmıştır. Ancak, Ermeni ve Ermeni sever tarihçilerin yazdığı tarihte, yazanın yapana sadık kalmasını ve değişmeyen hakikatin ifade bulmasını da bekleyemezdik sanırım. Bu son sözlerime örnek olarak, tarih profesörü Lowry’nin, 15 aralık 2000 tarihinde, Bilkent Üniversitesinde yapılan bir seminerde, değindiği ve önemli gördüğüm bir bölümü konuşmacının kendi ifadeleri ile ve yorumsuz olarak arz etmek istiyorum: “Batıda Türkiye’nin olumsuz taraflarını görme eğiliminde olan bir entelektüel kitle var. Bunu kabul ediyorum. Türkiye’deki her olumsuzluğa inanmaya hazır Türk entelektüelleri de var. Bu daha da rahatsızlık verici bir durum. Ermeniler Türk seçkinleri arasında görüşlerini paylaşan insanlar bulabiliyorlar. Bu yeni bir unsur. Bu seçkinler Ermenilerle oturup bunu (sözde soykırımı) Türkiye’nin niye yaptığını tartışıyorlar. Bu daha da rahatsızlık verici.”

Türk milleti, ebedi başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, 1919-1922 yıllarında büyük fedakarlıklar pahasına verdiği milli mücadele ile, zamanın büyük devletlerinin oyununu, tam “şark meselesini arzu ettikleri ve planladıkları biçimde çözdüklerine” inandıkları bir zamanda bozmuştur. Unutulmamalıdır ki asırlar süren “büyük oyun”un aktörleri halen dünya sahnesindedirler. Ancak, bugün de aynı oyunu ister "ermeni sorunu” isterse “başka bir sorun” mihverinde oynamaya teşebbüs edecekler veya etmekte olanlar, artık karşılarında “tarihten gerekli dersi almış” Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve “tarihin tekerrürüne fırsat vermeyecek uyanıklıkta” Atatürk nesillerinin bulunduğunu hesaba katmak zorundadırlar .

 ..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder