6 Kasım 2014 Perşembe

LOZAN'DAN GÜNÜMÜZE ERMENİ SORUNU.., 2




LOZAN'DAN GÜNÜMÜZE  ERMENİ  SORUNU.., 2


Uluslar arası terör teşkilatlarıyla iş birliği içindeki Ermeni terör teşkilatları, aynı zamanda Türkiye'yi bölmek, parçalamak için Doğu Anadolu'da ve yurt dışında faaliyet gösteren PKK Yunanistan ve Güney Kıbrıs'la çok yakın faaliyet içindedir. Bunlar, Türkiye'ye ve Türk insanına yönelik her türlü cinayeti geçekleştirirken, aynı zamanda uyuşturucu madde ve silâh kaçakçılığı, kadın ticareti, kara para aklama, adam kaçırma eylemleri, Türk insanını karalama ve menfaatlerini engelleme faaliyetleri ve döviz operasyonlarını yapmaktadırlar. Bu iş birliğiyle ilgili olarak burada zikretmeye yer ayıramayacağımız kadar çok binlerce belge, bulgu mevcuttur. Şu kadarını söyleyelim ki, dün Hoybun-Independance (Kürt-Ermeni Terör Teşkilatı) olarak faaliyetleri bilinen bu iş birliği, 6 Nisan 1980'de, 1965'teki 24 Nisanları katliâm günü olarak anma kararında olduğu gibi, yine Lübnan'ın Sedan şehrinde ASALA ile PKK arasında imzalanan bir anlaşma ile ASALA Türkiye'deki terör hareketini Karabağ'a kaydırmış ve yerini PKK terör teşkilatına bırakmıştır. İşte PKK'nın ilk terörist eylemleri de 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli'de başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir.

Ermenilerin de başta olmak üzere terör teşkilatları tarafından Türk millerine, Türk Devlet adamlan ve diplomatlarına yönelik saldırılar, dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar çok ve tahripkâr olmamıştır.

Gürgen (Karekin) Yanikan adlı bir yaşlı Ermeni'nin 27 Ocak 1973'te ABD'nin Santa Barbara kentinde, Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet BAYDAR ile Konsolos Bahadır DEMİR'i katletmesiyle başlayan "Bireysel Ermeni Terörü"nü 1975'ten itibaren "Örgütlü Ermeni Terörü" izlemiş ve yurt dışındaki görevlilerimiz, elçiliklerimiz ve kuruluşlarımıza yönelik Ermeni saldırıları, kısa sürede hızlı bir tırmanma göstererek yoğunluk kazanmıştır.

21 ülkenin 38 kentinde, değişik türde 110 saldırı olayı olmuştur. 110 saldırıdan 39'u silâhlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmuştur. Bu saldırılarda 42 diplomat Türk vatandaşı ile 4 yabancı hayatını kaybetmiş, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu şahıs yaralanmıştır.

Burada kısaca bu terörü yönlendiren ASALA Terör örgütünden bahsetmek yararlı olacaktır.

Örgütün Merkezi, Beyrut/Lübnan olup, Kuruluş Tarihi, 20 Ocak 1975'tir. Siyasî Görüşü, Hınçak Partisi yanlısı "Marksist-Leninist" doğrultuda idi. Örgütün Lideri, "Mihran MİHRANİAN, Agop HAGOPİAN" gibi takma isimler de kullanmış olan Bedros HOVANASSIAN'dır.

20 Ocak 1975 tarihinde Beyrut'taki Dünya Kiliseler Birliği Bürosu'na yaptığı bombalı saldırı ile adını duyuran ASALA, kendisini uluslar arası devrim hareketinin bir parçası olarak kabul etmekte, Türkiye ile müttefiklerini can düşmanı saymakta ve Ermeni davasının ancak, silâhlı mücadeleyle çözümlenebileceği görüşünü savunmaktadır.

ASALA Ermeni Terör Örgütü, şimdiye kadar Türk temsilciliklerine yönelik silâhlı eylemlerini en çok Fransa'da gerçekleştirmiştir. Lübnan'dan sonra en büyük hareket üssü olarak bu ülkeyi kullandıkları gözlenmektedir. Bu ülkede hareket serbestliği bulunan Ermeni militanlar, Fransız yönetiminden ve çeşitli Ermeni kuruluşlarından almış oldukları büyük destekle rahatlıkla eylem yapabilmektedirler. Ayrıca ABD, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Suriye, İran ve Kanada gibi devletlerde de faaliyetlerini sürdürmektedirler.

1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası Yunan gizli servislerinin organize ve teşviki ile kurulduğu tahmin edilen ve kuruluş aşamasında S.S.C.B tarafından yönlendirilen ASALA, 20 Ocak 1975 tarihinde Beyrut'ta Dünya Kiliseler Konseyi Bürosuna yapılan bombalı saldırı eylemi ile adım dünya kamuoyuna duyurmuştur. ASALA bu evlemlerle yetinmeyerek gerek dünya devletlerinde, gerekse ülkemizde birçok olaylara neden olmuştur. ASALA'nın kurucusu olan Agop Agopyan, örgüt içerisinde çıkan nifaktan dolayı istenmeyen adam olarak ilan edilmiştir. Neticesinde 28 Nisan 1988 günü Atina'nın banliyölerinden Faliron semtinde maskeli iki şahıs tarafından silâhla vurularak öldürülmuştur ve bu da bir iç hesaplaşma olarak nitelendirilmiştir 

Ermenistan Cumhuriyeti ve Terör 

Yaklaşık 9 asır boyunca Türklerle birlikte rahat ve sükun içinde yaşayan ve Osmanlı Devleti'nde oldukça zengin bir tabakayı meydana getiren bazı Ermenilerin tutumları; 1877-1878 Osmanlı Rus savaşlarında Osmanlıların yenilmesiyle, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos Antlaşması ve 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşması imzalanınca değişmiştir. Bu anlaşmalardan sonra Rusya'nın ve bazı Avrupa Devletleri'nin kışkırtmasıyla Ermeniler süratle örgütlenerek, bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmaya yönelmişlerdir.

Rusya, Kafkasya'da çağlardan beri devam eden milli politikası gereği, Türkiye ile Kafkasya'daki Azerbaycan'ın arasına uydu görevini yürütecek bir Ermeni Devleti yerleştirerek, irtibatlarını koparmak istemiştir. Bu amaçla, Rusya'nın Bolşevik Lideri Lenin, 18 Aralık 1917'de tayin ettiği Kafkasya Komiseri Ermeni asıllı Stepan Şalımyan'a 30 Aralık 1917 tarihli Kararname ile, o sırada Rus işgali altında bulunan Doğu ve Güney Kafkasya'da Sovyetler Birliği'ne bağlı bir Ermenistan Devleti kurma yetkisini de vermiştir. 27 Nisan 1920'de Bolşevik hâkimiyetinin tesirinden sonra Güney Kafkasya ve Azerbaycan'da; Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile Nahcivan Özerk Eyaleti ve Karabağ Özerk Bölgesi kurulmuştur. Ermenistan, kağıt üzerinde sınırları çizilen bir devlete böylece sahip olmuştur. Milliyetçilik ve yayılmacılık duyguları iyice kabartılan ve kışkırtılan Ermeniler, Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başlamasından sonra 23 Ağustos 1990 tarihinde bağımsızlıklarını ilan ederek Büyük Ermenistan'ı kurma hayaliyle komşularına saldırmaya başlamışlardır.

Son yıllarda terör faaliyetleriyle isteklerini gerçekleştiremeyeceklerini anlayan bazı Ermeniler, 1986'dan sonra siyasî platformda Türkiye'ye baskı uygulamayı ve "Bağımsız ve Birleşik Sosyalist Kürdistan" hayaliyle ülkemizi bölmeyi amaç edinen PKK terör örgütüne her türlü desteği vererek, ülkemizin parçalanmasına yardımcı olup bu yolla toprak talebini gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. 

Sorunun Siyasallaştırılması 

Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun, Lozan Antlaşmasından sonra özellikle ABD, Fransa, Lübnan ve bazı Güney Amerika ülkelerinde görülen örgütlenme, sessiz çalışma ve fırsat kullanma süreci belirli aşamalardan geçerek önemli bir güce sahip olmuş ve 1964 yılından itibaren uluslar arası eylemlere dönüşmüştür.

Bu güne kadar gelen Ermeni hareketleri hemen hemen hiç değişmeyen enstrümanları kullanmıştır. Bunlar;

- Türk ve Türkiye düşmanlığım yaymak.

- Orta Doğu ve Anadolu'da çıkarları bulunan devletlerin desteğini sağlamak.

- Türkiye ile ilgili en küçük anlaşmazlığı olan devletlerle ortak hareket içine girmek.

- Sorunu ulusal parlamentolar ile ulus arası platformlarda gündeme getirmektir.

Bu yöntemleri kullanan Ermeni iddialarının hedefleri aşamalı olarak;

- Ermeni milliyetçiliğini ayakta tutma

- Dünya siyasî sisteminde söz sahibi ülkenin parlementolarını kullanarak "Soy kırımı"nı tescil ettirecek kararlar çıkarttırmak

- Bu kararlara dayanarak Osmanlı'nın devamı olarak gösterilen Türkiye Cumhuriyeti'nden tazminat talebinde bulunmak ve bununla ilgili uluslar arası kamuoyu oluşturmak.

- Uygun bir fırsat bekleyerek "toprak" talebinde bulunmaktır.

Türkiye'yi bölmeye parçalamaya muvakkaf olamayan Ermeni terör hareketleri, özellikle yurtdışındaki Türk diplomatlarıyla birlikte o ülke insanlarından da kurbanlar vermeye ve Türkiye'deki Ermenilerin nefret ve tepkilerini toplamaya başlayınca yeni bir yola yönelmiştir. Nasıl Ermeniler Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında terörle bir yere varamayınca Lozan Konferansı sırası ve sonrasında diplomatik faaliyetlere yönelmişlerse, bu defa da yeni cinayetlerden sonuç alamayınca, yine bazı diplomatik manevralara girişmişlerdir. Birleşmiş Milletlerden, Avrupa Birliği'nden, bulundukları ülkelerin parlamentolarından "24 Nisan "ı katliâm günü ilân etmişler, Türkleri kınayan karar tasarıları çıkarmaya calışmışlar ve uluslar arası kuruluşlar ve terör teşkilatlarıyla işbirliği yaparak Türkiye'yi NATO'dan çıkarmayı da denemişlerdir.

Ermenilerin bu meseleyi siyasallaştırma çabaları sonucu, Ermeni iddialarına uygun karar alan ülkeler şunlardır: Fransa, Arjantin, Uruguay, Rusya, Yunanistan, Lübnan, Belçika, İtalya, Kıbrıs Rum Kesimi, Vatikan ve Avrupa Konseyi Parlementerler Asamblesi ve karar tasarısı parlamentolarının gündemine getirilen ülkeler ABD ve İsviçre'dir.

Bütün bu siyasal kararların ve çabalar çok farklı amaçlar bulunduğu kuşkusuzdur. Hukuki bakımdan bağlayıcılığı olmayan bu kararların,uluslar arası camiada etkili olduğu görülmektedir.Zamanla bu tasarılarla gündeme getirilen taleplerin, Türkiye'nin mesela Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bir "dayatma" unsuru olarak kullanılması söz konusu olabileçektir.

İçinde bulunulan sürecin hukukî bir süreç olmaktan çok, siyasî bir süreç ve Türkiye'ye karşı oynanan bir oyun olarak değerlendirilmesinde yarar vardır.Gerçekten, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, batı tarafından politik baskı altına alınarak etkilenmek, denetlenmek, sınanmak, kuşatılmak ve sınırlanmak istenmektedir. Oynanan, "kirli" bir dış politika oyunudur. Parlamentolar eliyle tarih yazılması, yanlış bir yol ve yöntemdir. Asıl amaç, Türkiye'nin soy kırımı iddiasını kabul etmesini, buna bağlı olarak da tazminat ödemesini ve hattâ toprak talebinde bulunulmasını sağlamaktır. Bu nedenle, böyle tasarılara karşı, Türkiye'nin daha etkin bir mücadele sürecine girmesi gerekmektedir. 

Sorunu Uluslar Arası Hukuki Bir Mesele Haline Getirme Çabaları 

Ermeni propagandasının son yıllarda üzerinde yoğunlaştığı alan, yakın geçmişte siyasallaştırılan "Ermeni Soy kırımı" konusunun hukukileştirilmesi çabasıdır. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu başta olmak üzere Ermeni propaganda merkezleri, son günlerde konuyu "devletler hukuku suçları" çerçevesinde ele alarak ve birtakım uluslar arası hukuk metinlerini ön plana çıkartarak Türkiye'yi bu bakımdan mahkum ettirmeye çabalamaktadırlar. Hattâ, mesele Yahudilere yönelik Nazi katliamları ile aynı kefeye konulmaktadır. 1948 tarihli "Soy Kırımı (Genocide) Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi" hiç görülmedik biçimde 1915 yılına, yani geriye işletilmeye çalışılmaktadır.

Halbuki; Türkler ve Ermeniler dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir toplumda görülmeyecek ölçüde iç içe yaşamışlardır. 800 yıllık bu zaman diliminde din, dil ve kültür farklılıklarına rağmen "barış içinde ve birlikte" (Coexistence) yaşamayı başardılar. Fransız ihtilalinden sonra, patlayan ulusal akımlar XIX'ncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu dahilinde bulunan çeşitli ulusların bağımsızlığı ile sonuçlandı. Ermeniler özel durumları nedeniyle bağımsızlıklarını gerçekleştiremediler. Anadolu'nun her tarafından Türklerle iç içe yasayabilir oluşları, herhangi bir bölgede çoğunluk sağlayamamalarına neden oldu. Belirli yerlerde tedhiş eylemlerini giriştiler ancak, "Ermeni yurdu" denilebilecek bir bölgenin olmayışı bu bölgesel isyanları genel bir bağımsızlık mücadelesine dönüştüremedi.

Doğu Anadolu'da yaşayan Ermenilerin bir kısmının dış kışkırtma sonucu ayaklanarak Osmanlı Ordusuna zarar vermesi, Ruslarla işbirliğine giderek Osmanlı Ordusunun harekâtını sekteye uğratması sonucu alınan kararlarla 1915 yılında Ermeni terör örgütlerinin liderleri ve kışkırtıcılarının yakalanması, ayrıca harekât bölgesindeki (Doğu ve Güney Anadolu) Ermeni nüfusun, yine imparatorluk sınırları içindeki güvenli başka bölgelere geçici olarak nakli öngörülmüştür.

Sevk ve iskân esnasında eşkıya saldırıları, orduyu da etkileyen salgın hastalıklar ve intikal yolundaki zorluklar nedeniyle 56.000 civarında Ermeni ölmüş ya da eşkıya tarafından öldürülmüştür. Ancak bunun yanında intikale nezaret eden birçok güvenlik görevlisi de hayatını kaybetmiştir.

Bu öldürme eylemlerinin ve ölümlerin "soy kırımı" olarak nitelenmesi mümkün değildir. Çünkü soy kırımı kastı bulunmamaktadır. Ölümler bir devlet politikası olarak değil, bireysel ve kontrol edilmeyen kişilerce gerçekleştirilmiştir ve bu kişiler daha sonra yargılanmış ve cezalandırılmıştır.

1915 kararları, soy kırımı kastı ile alınmamıştır. Sevk ve iskan işi Ermenilerin yaşadıkları bütün vilâyetlere uygulanmamış, İstanbul, İzmir, Bursa gibi bazı vilâyetlerde yaşayan Ermeniler, hastalar, âmâlar, Osmanlı Ordusunda görevli Ermenilerin aileleri, Reji İdaresi ve Osmanlı Bankasında çalışan Ermeniler ve aileleri sevk ve iskâna tâbi olmamışlardır. Ayrıca Katolik ve Protestan Ermeniler de sevk edilmemişlerdir.Sevkin uygulandığı yerler ve genel olarak sevk edilenlerle ilgili durum şudur: Savaş içerisinde Ruslar ile işbirliği yapılan vilâyetler ve Ermeni terör eylemlerinin yoğunlaştığı illerin Ermeni halkı sevk edilmiştir. Bu uygulama tamamen güvenlik kaygısı ile hareket eden devletin hukukî bir tasarrufu olarak değerlendirilmelidir.

Birinci Dünya Savaşı'nda Ermeni ayaklanmaları ve Osmanlı yönetiminin aldığı karşı tedbirler incelenirken, Osmanlı Devleti'nin bir dünya savaşının içinde olduğu, seferberlik ilan edildiği; Ermeni unsurların, casusluk, silâhlı ayaklanma, Türk-Müslüman halkı kıtal, işgal ordularıyla işbirliği suretiyle milli müdafaaya hıyanet fiillerini işlediği; Osmanlı Devleti'nin, başta devletin bekası olmak üzere, devletler hukukuna ve hayati ulusal güvenlik ihtiyaçlarına uygun, gerekli ve ölçülü tedbirleri aldığı ve uygulamaya çalıştığı unutulmamalıdır.

Osmanlı Devleti'nin yaptığı işlem, hukukî bakımdan sınır dışı etme (deportatiton-expulsion) mahiyetinde değildir. Ülke içi nakildir (displacement-relocati-on). Devletin bekası ve ülke bütünlüğü gibi hayati önemdeki ulusal güvenlik ihtiyaçları bu önlemleri zorunlu kılmıştır.

Olayların yaşandığı sırada, birçok Ermeni'nin Osmanlı Devleti'nin çeşitli organlarında memur veya milletvekili olarak bulunduğu ve Cumhuriyet döneminde Türklerle Ermeniler arasındaki toplumsal yaşantı paylaşımı ve uyumlu ilişkiler de soy kırımı olmadığının bir başka kanıtadır. 1970'li yıllarda Türkiye ideolojik ve bölücü terör eylemleri ile karşı karşıya kalırken; ve ASALA tarafından Türkiye'ye yönelik ciddi bir terör hareketi yürütülürken, Türkiye'deki Gayrimüslim azınlıklardan biri olan Ermeni toplumu, bunlara karışmadığı gibi, bu olayları şiddetle eleştirmiştir.

Bu çerçevede yine, Ermenilerin bugünkü bütün çalışmalarına esas olarak aldıkları 1915 Ermeni sevk ve iskânı ve sonrasında gelişen olayların bütün çıplaklığı ile aydınlatılması gerekmektedir. Özellikle Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun "Ermeni Tehciri ve Gerçekler" adlı eserinde kullandığı, yeni bulunan arşiv belgeleri sevk ile ilgili bütün sorulara cevap bulmamızı sağlamıştır. Şimdiye kadar bilinmeyen, sevk sırasında hangi vilâyetten, ne kadar Ermeni'nin nerelere sevk ve iskan edildiği; bunlardan kaçının yerlerine ulaşamadığı, ulaşamayanların niçin ulaşamadıkları, yani kayıp nüfusun ne kadar olduğu ve nasıl kayıp olduğu gibi meselenin kritik boyutları artık aydınlatılmış bulunmaktadır. Ayrıca, sevk işleminin hangi güzergahlar kullanılarak yapıldığı, hangi araçlarla nakillerin gerçekleştirildiği konulan da artık net bir şekilde bilinmektedir.

Prof. Dr. Sayın Yusuf Halaçoğlu'nun ortaya koyduğu gibi; sevk edilen insan sayısı toplam 438.758'dir. Bunlardan 382.184'ü yerlerine ulaşarak iskan edilmişlerdir. Aradaki 56.610 kişilik farkın, 6.610'u yola çıkan fakat tehcirin durdurulması sebebiyle bulundukları vilâyetlerde alıkonulanlardır. Kayıp nüfus toplamı ise sadece 50.000'dir. Bunların 25-30.000'i hastalıktan, 10.000 civarında olanı ise eşkıya saldırılarından, diğerleri de uygun olmayan yol şartlarından (soğuk, açlık vs.) ölmüşlerdir. Bu rakamlar, Osmanlı Devleti'nin 1914'te yaptığı nüfus sayımındaki rakamlar ve Bogos Nubar ile G. Norodunkian'ın Lozan'da verdikleri rakamlarla da örtüşmektedir.

Gerçek bu şekilde olduğu halde, Ermeni propagandası, rakamları adeta enflasyona tâbi tutarak, 1.500.000-4.000.000 Ermeni'nin yok olduğu iddiasını gündemde tutmaya çalışmaktadır. Bu propaganda ve faaliyetlerle, önce Türkiye'nin, asılsız soy kırımı iddiasını kabul etmeye, arkasından tazminat ödemeye ve hattâ Ermenilere toprak vermeye zorlanması amaçlanmaktadır. Bazı devletler de kendi milli menfaatleri doğrultusunda bu oyunun geri plandaki aktörleri olarak durmaktadırlar. Ermeni sorununun devamlı olarak gündemde tutulmasını; Türkiye'nin üniter bütünlüğü, laik yapısı, Kıbrıs meselesi, Ege meselesi, Kuzey Irak'ta yaratılan fiili durum, Hazar Petrolleri, Türkmen ve İran Doğal Gazı Projeleri ve nihayet Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye ilişkileri çerçevesinde düşünmek durumundayız. 

Sonuç 

Türkiye'nin özellikle 1973'ten sonra dünya kamuoyuna mal edilen terörist eylemlerle hız kazanan, 1980'lerden sonra siyasallaşma yolunda hızla ilerleyen nihayet 1990'lardan sonra da siyasallaşma çabalarına eklenen uluslar arası hukukun bir konusu yapılmaya çalışılan Ermeni Sorunu da işte, derinlikleri tarih içinde bulunan bir temel sorundur.

Ermeni propagandasının bugün, birer argüman olarak kullandığı bazı konuları aydınlatabilmek için; Osmanlı Devleti içindeki Gayrimüslim unsurdan biri olarak yaşayan Ermenilerin, idarî-hukukî statülerinin ne olduğu, ekonomik ve demografik durumlarının nasıl olduğu gibi konuların sağlıklı bir şekilde ortaya konulması gerekmektedir.

Türkiye bu meselenin çözümünde çok dikkatli hareket etmelidir. Dünyanın çeşitli ülke parlamento rında gündeme getirilen ve bazılarında kabul edilen "soy kırımı tasarıları"nı, o ülkelerdeki iç siyasetle ilişkilendirmek son derece yanlıştır. Bu, Türkiye'nin uzun soluklu bir strateji belirleyip uygulamasını engellemekte ve devletin bürokrasisini adeta "atalete" itmektedir. Tasarılar gündemden düşünce mesele sanki rafa kaldırılmaktadır. Bu son derece yanlıştır.

Yapılması gerekenler şu şekilde sıralanabilir:

1. Öncelikle, devletin ilgili kurumları içinde kalıcı, daimi bir merkez oluşturulmalıdır.

2. Konu ile ilgili çalışan, birikimi olan bilim adamları, politikacılar, bürokratlar (sivil-asker) bu merkezi sürekli bilgilendirecek şekilde çalışmalara katılmalıdırlar.

3. Bu merkez önce bir strateji belirlemelidir.

4. Strateji iki ana noktada odaklanmalıdır. Bu noktaların biri, Ermeni iddialarının yanlışlığını ve bunların doğrularını iç ve dış kamuoyuna anlatmak şeklin de olmalı; ikincisi ise Türk milletinin gerçek mağdur olduğunun belgelerle dünyaya anlatılması ve bu konuda siyaset kurumunun adeta "davacı" olması sağlanmasıdır.

5. Başta üniversiteler olmak üzere çok çeşitli ve birbirinden kopuk bir şekilde yürütülen çalışmaların, merkez tarafından koordine edilmesi sağlanmalıdır. Mevcut çabalar, hem güç kaybına hem de maddi kayıplara yol açmakta ve dahası herhangi bir sonuç vermemektedir.

6. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun çalışma yöntemleri dikkate alınarak, dünyanın her yerine dağılmış olan Türkler, organize edilmeli; Ermeni Meselesi başta olmak üzere, Türkiye aleyhtarı bütün faaliyetler ile mücadele, başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ile bazı kamu kurum ve kuruluşlarının yurt dışındaki temsilcilerinin asli görevleri olmalıdır.

7. Bütün bu faaliyetler yürütülürken, hedef kitle iyi belirlenmeli; Ermenistan, Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu, destek veren ülkelerin hükümetleri ve nihayet iç ve dış kamuoyu ayrı ayrı muhatap kabul edilmeli, bunların her birisine karşı bazen ortak, bazen farklı politikalar üretilmelidir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder