Süleyman BEYOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Süleyman BEYOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Kasım 2014 Cumartesi

Fahreddin Paşa - Ermeni Meselesi




Fahreddin Paşa - Ermeni Meselesi 





Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı başlayınca seferberlik ilan etmişti. 17 Ağustos 1914’te 12. Kolordu kumandanlığına tayin edilen Fahreddin Paşa, bu tarihlerde seferberlik gereği Musul’da bulunan kolordusunu, aldığı emir icabı Haleb’e nakletti. Fahreddin Paşa, 26 Ocak 1915’te 12. Kolordu’daki vazifesine ilaveten Başkumandanlık tarafından karargâhı Şam’da bulunan 4. Ordu kumandan vekilliğine getirilmişti.

Savaş sırasında Osmanlı Devleti, Mısır’daki İngiliz kuvvetlerine karşı bir cephe açmaya karar vermişti. Mısır seferinin kumandanı Cemal Paşa bu harekât için çeşitli hazırlıklar yapıyordu. Gerekli olan kuvvet, cephane ve malzeme hakkında 21 Temmuz 1915 tarihinde Başkumandanlık Vekâleti’ne verdiği bir raporda Cemal Paşa şöyle diyordu: “Suriye’de sabit kuvvetlerin kumandanlığına 12. Kolordu Kumandanı Fahri Paşa en münasibidir. 12. Kolordu Erkân-ı Harbiye Reisi Kont Volfskel Bey’i seyyar orduda istihdam edeceğinden, Fahri Paşa için muktedir bir erkân-ı harp reisi lâzımdır.”

Bu rapordan da anlaşıldığı üzere, Fahri Paşa 4. Ordu kumandan vekili ve 12. Kolordu kumandanı sıfatıyla 8. Kolordu’nun Suriye’de kalan kısımlarıyla birlikte mıntıkanın (Kudüs hariç) savunması, iç ve dış güvenliği ile görevlendirilmiştir. O, kolordusuyla Mısır seferine katılmayacak, menzil işleriyle uğraşmayacak, sadece Suriye’nin asayiş ve huzurundan mesul olacaktı.

Ermeni Tehciri Sırasındaki Görevleri
Osmanlı Devleti’nin bilhassa Doğu Anadolu bölgesinde bulunan Ermeniler uzun bir süreden beri İngiliz, Fransız, Rus ve Amerikalılar tarafından kışkırtılmaktaydı. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti aleyhine çeşitli isyanlar ve zararlı faaliyetlerde bulunmuşlardı. Savaşa girilmesinin hemen ardından Ermeniler başta Ruslar olmak üzere düşmanla işbirliği yapmışlardı. Ermenilerin bu faaliyetlerine karşı cephe gerisi güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. Bu gaye ile Ermenilerin 4. Ordu’nun yetki sahasındaki Suriye bölgesine göç ettirilmesi kararlaştırıldı (27 Mayıs 1915). Tehcir kararının alınmasından sonra da Ermenilerin isyanları artarak devam etti. Ermenilerin iskân bölgesinin sorumlusu olan Fahreddin Paşa, bölgesinde meydana gelen bazı isyanların bastırılmasında görev almıştı.

Ermenilerin Zeytun (Süleymanlı) İsyanları 
Zeytun’da ilk Ermeni isyanı 1867’de ortaya çıkmıştı. Zeytun Ermenileri Birinci Dünya Savaşı’na kadar defalarca devlete isyan etmişlerdi. Daha savaş başlamadan önce güvenlik kuvvetlerine karşı direniş halindeydiler. Yine 22 Nisan 1914 tarihinde Ermeniler bir evde saklanan sekiz eşkıyanın yakalanması için görevlendirilen jandarmalara silah ve taşlarla karşılık vererek suçluların yakalanmasına izin vermemişlerdi. 10 Ağustos 1914 tarihinde Zeytunlular askere çağırıldı. Burada yaşayan Ermeniler askere gitmeyi kabul etmeyerek dağa çıktılar. Ermeni çeteleri 30 Ağustos 1914’te Zeytun Askerlik Şubesi’nden köylerine dönmekte olan yüzü aşkın Andırınlı Müslümanı soyup, birçoğunu öldürdüler. Aynı günlerde kırk kişilik bir Ermeni çetesi de Zeytun’a bir saat uzaklıkta yirmi bir Türk yolcusuna saldırıp 12.000 kuruşlarını gasp ettiler.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Osmanlı Devleti’nin seferberlik kararına uymayan Ermeniler birçok yerde görüldüğü gibi Zeytun’da da askere gitmeyi ve vergi vermeyi reddetmişlerdi. Zeytun Ermenilerini bu kadar cesaretlendiren şey, Rus Kafkas orduları komutanından silah ve cephane desteği almalarıydı. Yine Zeytun’da bazı asker kaçağı Ermeniler hapishaneye hücum ederek, jandarmalarla yaptıkları çatışmalarda birkaç eri şehîd ettiler. Hapishaneyi basan Ermeni saldırganların kimlikleri tespit edildiğinde şiddetle cezalandırılacaklardı. Zeytunlu Ermeniler bu hadiselerden büyük bir telaşa kapılarak İstanbul Ermeni Patrikhanesi ve Sis Katagigosluğu’na telgraflar çektiler. Bu telgraflarda bazı Ermeni ileri gelenleri büyük bir telaş içinde hapishane baskınının bir kaç uygunsuz şahıs tarafından işlendiğini ve bütün Ermeni halkının hükümete karşı sadık ve bağlı olduğunu beyan ettiler. Bu istekler üzerine Ermenilerin samimiyetlerine inanılarak suçluların cezalandırılmasından vazgeçildi (14 Mart 1915). Ayrıca hükümet, suçluları cezalandırma hakkının yalnız devlete ait olduğunu vurgulayarak, bu vesile ile halktan hiç kimsenin Ermenilere ve diğer vatandaşlara karşı tecavüzkâr ve aşağılayıcı davranışlarda bulunmamasını yetkililere tebliğ etti.

Hükümetin bu yumuşak tavrına rağmen Ermeni isyancılar 18 Mart 1915 tarihinde Tekke (Tekye) Manastırı’na toplanarak isyan ettiler. 25 Mart’ta, manastırdaki 500-600 Ermeni ile yapılan çatışmada asker ve jandarmalardan on ikisi hafif olmak üzere yirmi altısı yaralanmış, bir binbaşı ve sekiz asker şehîd olmuştu. Eşkıyadan otuz yedi ölü ve yüz kadar yaralı vardı. 27 Mart günü Zeytun’da toplanan Ermeniler, köylerine dağıtılmış ve ertesi gün kasabada genel bir arama yapılarak beş eşkıya, on altı şüpheli şahıs tutuklanmıştı. Bu aramalarda birçok silah, barut ve zararlı evraklar bulunmuştur. Bu harekât etrafta tesirini göstermiş, 300 kadar Ermeni eşkıya kendiliğinden güvenlik kuvvetlerine teslim olmuştu.

2 Nisan’da kasabanın dört saat güneybatısında yer alan Ali Kayası ve Sultandağı mevkilerine toplanan Ermeni direnişçilere karşı Zeytun’dan top takviyeli bir müfreze gönderilmişti. Bu sırada bölgede Binbaşı Hurşid Bey kumandasında 22. Alay’ın bir nizamiye taburu, Halep Müretteb Fırkası’na mensup üç depo taburu, iki süvari bölüğü ile iki cebel topu bulunuyordu. Ayrıca 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa, Maraş’a gidecek olan Fahreddin Paşa’ya gerekli olursa o çevredeki askerî birliklerin artırılması emrini vermişti (5 Nisan 1915).

Zeytun’daki bu gelişmeler, Ermeni patrikliğini harekete geçirmişti. Patrik, bazı yanlış bilgilerle Osmanlı Başkumandanlık Vekaleti’ne yaptığı başvuruda güvenlik kuvvetlerini suçluyordu. Buna mukabil, Başkumandanlık tarafından 8 Nisan 1915 tarihinde verilen cevabî yazıda; patriğin iddialarının doğru olmadığı, Ermeni milletine güvenildiği fakat yabancıların iğfallerine kanmış bazı Ermenilerin de bulunduğu, yabancı oyunlarına kananlara karşı hükümetin, vatanı korumak için en sert tedbirleri alacağı vurgulanıyordu.

Aynı günlerde Osmanlı hükümeti, Osmanlı ordularının dünya devletlerine karşı savaştığı bir sırada isyan ederek dâhilî bir cephe açan Zeytun Ermenilerinin Konya’ya göç ettirilmelerini teklif etti ve neticede Zeytun ve Maraş’ta zararlı faaliyetlerde bulunan Ermenilerin Konya taraflarına göç ettirilmelerine karar verildi.

Ermenilerin yol esnasında ve gittikleri yerlerde istirahatlarının temin edilmesi hususunda her türlü tedbir alınmıştı. Maraş’tan Konya’ya üç yüz Ermeni ailesi gönderildi. Bunlar Karapınar ve Sultaniye civarında iskân edildi. İsyan etmeyi adeta alışkanlık haline getirmiş Zeytun ve Maraş Ermenilerinin Konya’ya iskânı, o civardaki Ermenilerle işbirliği yapmalarından endişe edilerek bir süre sonra durduruldu. O yıllarda Konya’da bulunan Dr. Dodd, şehre gelen Ermenilerin 1000 kişi kadar olduğunu belirtmektedir. Osmanlı Hükümeti’nin Zeytun tehcirinde rahatlığını gösteren en önemli delillerden biri de, Konya’ya iskân edilen Ermenilere yardım etmek isteyen Amerikan Heyeti’ne 10 Haziran 1915’te iskân mıntıkasına gitme izni vermesidir. Nitekim kısa bir süre sonra İskenderun, Dörtyol, Adana, Haçin (Saimbeyli), Zeytun, Sis (Kozan) gibi yerlerden göç ettirilmesi gereken Ermenilerin Haleb’in güneydoğusu ile Zor ve Urfa havalisine yerleştirilmesi kararlaştırıldı (24 Nisan 1915). Osmanlı hükümeti başlangıçta Zeytun bölgesinden yalnızca isyan eden Ermenileri tehcir etmişti. Fakat 9 Mayıs’ta Zeytun’daki Ermenilerin tamamının göç ettirilmesi emredildi.

Maraş’ta alınan bütün tedbirlere rağmen Ermeni hadiselerinin önü alınamıyordu. Bu defa da tehcir edilmelerine karar verilen Fındıcak/Fındıcık ve Dönüklü köyü Ermenileri kendilerini yeni iskân merkezlerine götürecek olan yirmi kadar jandarmaya silahla karşılık vererek köylerini ateşe verdiler. Zeytun ve Haçin eşkıyası burada toplanmış ve rast geldikleri köyleri yakarak, ahalisini katletmeye başlamışlardı. Bölgede görevli 132. Alay kumandanıyla Maraş Mutasarrıfı Fethi Bey karışıklığı önlemeye çalışıyorlardı (29 Temmuz 1915).

Maraş’ın Fındıcak köyünde toplanan ve burayı tahkim eden 400 kadar Ermeni eşkıya yeni bir isyan başlattı. Eşkıyalar birkaç gün içerisinde çevredeki Müslüman köylerde birçok Müslüman’ın evini yakmış, ondan fazla Müslüman’ı katletmiş ve yaralamıştı. Bu direnişi bastırmak için görevlendirilen 132. Alay ile Ermeniler arasında 1 Ağustos 1915 tarihinde yapılan çatışmada jandarmadan iki şehit ve üç yaralı vardı. Osmanlı hükümeti isyanı bir an önce bitirmek için 132. Alay’a takviye olarak bir nizamiye taburu ile bir cebel takımını Adana Valisi Hakkı Bey’in emrinde bölgeye gönderdi. Valiye verilen emirde eşkıyanın imhası sırasında, Müslümanların işe karıştırılmaması ve devlete bağlı Ermenilerin incitilmemesini hatırlatıldı. Fındıcak’ta meydana gelen bu Ermeni olayları Sivas vilayetinden sevk ve iskân edilecek 4000 haneden fazla Ermeni’nin de artık güvenli olmayan Maraş yoluyla değil Elbistan üzerinden gönderilmelerine sebep oldu (3 Ağustos 1915).

Amerikan Milli Ermeni Savunma Komitesi Başkanı Miran Seraslan ve maiyetinin İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği mektupta; Kilikya’ya gönüllü sevk etmek için hazırlık yaptıkları, oradaki Ermenilerin Sis, Haçin, Zeytun, Fırnıs (Maraş’ta köy), Maraş ve Fındıcak’ta isyan bayrağı açarak Toroslar’dan Akdeniz’e kadar bir savaş sahası oluşturacakları, böylece Türklerin Mısır’a doğru ilerlemelerine engel olunabileceği bildirilmekteydi. Osmanlı hükümetinin yabancı devletlerin bütün kışkırtmalarına rağmen Zeytun Ermenilerinin savaş sırasında ülke içinde bir cephe açmalarını önlemiş oldu.

Ermenilerin Urfa İsyanı ve Fahreddin Paşa
19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Urfa ve çevresi Fransız, İtalyan, İspanyol, Alman, İsviçreli ve Amerikan misyonerlerin yoğun faaliyet sahalarından biri haline geldi. Urfa’nın misyonerlerin ilgi odağı olmasındaki en önemli sebeplerden biri şehrin kavmî etnik ve kültür yapısındaki çeşitlilikti. Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde olduğu gibi Urfa şehrinde de Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi unsurlar ile birçok din ve mezhep mensubu yaşamaktaydı. Misyonerler açtıkları okullarda bu yapıya uygun olarak Türkçe, Fransızca, Arapça ve Ermenice olmak üzere dört dilde eğitim yapıyorlardı.

1914 yılına gelindiğinde misyonerler tarafından eğitilen ve desteklenen Ermeniler sistemli bir şekilde, özellikle Halep yoluyla silahlanmışlardı. Bu yıllarda Urfa Sancağı’nda 149.384 Müslüman’a karşılık 18.370 Ermeni ve 1400 kadar da Süryani nüfus bulunuyordu. Urfa Sancağı, asayişin sağlanması ve ordunun harekâtının güvenliğini temin için bulundukları mahallerden çıkarılan Ermenilere iskân mıntıkalarından biri olarak tayin edilmişti. Ancak Urfa Ermenileri Meşrûtiyet’ten bu yana isyan için hazırlanmakta idiler. İsyan için uygun bir zaman beklenirken silah toplanması ve 1894 doğumluların askere alınması sırasında Sason, Zeytun, Haçin ve Diyarbakır bölgelerinden kaçan Ermeni askerler de komitacılara katılınca, 19 Ağustos 1915 Perşembe günü Urfa’ya 7,5 km. uzakta bulunan Germüş (Dağeteği) köyünde ve Urfa’da ilk isyanlar başladı. Bu başkaldırılar üzerine Urfa’da güvenliği sağlamak için halkın elindeki silahların toplanması kararlaştırıldı. Yapılan aramalarda Urfa merkezde 720 tüfek, 406 tabanca, 74 yaralayıcı alet ile 4922 fişek ele geçirildi. Daha sonra Urfa amele taburunun bir bölüğündeki Ermeni askerler ellerindeki kazma küreklerle saldırarak yüzbaşılarını ve bazı Müslüman erlerin bir kısmını şehîd ettiler ve bir kısmını yaraladılar.

Bu sıralarda menzil nakliye kolları, amele taburları, hamal ve inşaat bölüklerinin dörtte üçü Ermeniydi. Bu güne kadar zararlı herhangi bir davranışı görülmeyen Ermeni askerlere artık güvenmek mümkün değildi. Osmanlı Devleti’nde huzur ve adalet içinde yaşarlarken bu son yıllarda bilhassa dış mihrakların kışkırtma ve maddî yardımlarıyla artık hâdiseler vahim neticelere doğru gidiyordu. Meydana gelmesi muhtemel yeni saldırılara karşı 10 Ağustos 1915 tarihinde istenen sekiz yüz tüfekten kalan altı yüz tüfeğin de fişekleriyle birlikte gönderilmesi ve Islahiye’de kırk bölük kadar askerî kuvvetin bulundurulması Başkumandanlık’tan istendi (28 Ağustos 1915).

Bu saldırılardan sonra 29 Eylül 1915 tarihine kadar sükûnet sürmüştür. Aynı gün Tarakçıoğullarının evinde toplanan Tarakçıoğullarından Bedros, Sarkis ve asker kaçağı Yedikardeşoğlu Mıgırdıç ve Sasonlu bir maceracının sebepsiz yere silah atması üzerine, bu evi aramaya giden polis ve jandarmaya ateşle karşılık verilmesiyle Urfa’da isyan başladı. Ermeni mahallesinin hâkim konumu ve evlerin gayet sağlam olması sebebiyle jandarma kuvvetleri asayişi sağlayamıyordu. Çıkan çatışmada altı jandarma yaralandı. Bu yaralılardan biri şehîd oldu.

Ermeni direnişçiler, Müslüman evlerine hücum ederek bazılarını ele geçirmişlerdi. Urfa Mutasarrıf Vekili Nazmi Bey, Başkumandanlığa çektiği şifrede bu isyanın bastırılması için şehirdeki jandarma kuvvetlerinin iki misline çıkarılmasının yetmeyeceğini; bölgeye bir topla birlikte nizamî bir kuvvetin gönderilmesini istedi. Bu arada Ermeniler, Müslümanlardan da 10 kadını daha şehîd etmişlerdi. Urfa Mutasarrıflığı’nın askerî kuvvet istemesi üzerine Başkumandanlık, 4. Ordu Kumandanlığı’na hâdiselerin daha da büyümemesi ve Ermenilerin uzaklaştırılmaları için kuvvet sevkini emretmiştir. Bu sırada jandarmadan iki şehîd, sekiz yaralı ile halktan otuz kadar ölü ve yaralı vardı (5 Ekim 1915).

Düşmanlık eden Ermeni tebaasının bulunduğu Urfa’da durum nazik olduğundan gerekli tedbirlerin derhal ve usulünce alınması için 9 Ekim 1915 tarihinde Fahreddin Paşa görevlendirilmişti. Fahreddin Paşa, Urfa’da dayanıklı binalara sığınan Ermeni eşkıyası üzerine bir piyade taburu, bir süvari bölüğü ve iki sahra topu ile takviye edilmiş bir kuvvetle harekete geçmiştir. 

Bu tarihlerde Halep Amerikan Konsolosu Jackson, Urfa Ermenilerinin tehcir edilmemek için isyan ettiklerini belirttikten sonra mahallelerini tahkim ettiklerini, barikatlar kurduklarını ve diğer mahallelere geçmeye yarayan tüneller kazdıklarını anlatarak, direnmek için her türlü tedbiri aldıklarını iddia etmektedir. Konsolos, Fahreddin Paşa’nın altı bin kişilik birliğine karşı direnen Ermenilerin hepsinin tüfekli hatta mitralyözle donanmış, uzun süre yetecek yiyeceğe sahip olduklarını anlatmaktadır. İsyancıların bir kısmı Ermeni mahallesi civarında bulunan Amerikalı Misyoner Leslee’nin yetimhanesine sığınmıştı.

Bunun üzerine Fahreddin Paşa önce Ermenilere hitaben bir beyanname yayınlayarak, teslim olmalarını istedi. Ama Ermeniler “teslim ol” çağrısına uymadıkları gibi mazgallar açarak savunma vaziyeti almaya devam ettiler. Hal böyle olunca Fahreddin Paşa, Misyoner Leslee’nin yetimhanesine yedi yabancıyı çağırarak Urfa hâdiselerini aynen gördükleri gibi anlatan bir tutanak hazırlatmış ve imzalamalarını istemişse de bunlar tutanağı imzalamamışlardır. Müteakiben Leslee’ye Ermenilerin teslim olması için iki mektup daha gönderilmiştir. Amerikalı Misyoner Leslee ise bir hileye baş vurarak beyaz bir bez üzerine “Çıkmak istiyoruz, fakat bırakmıyorlar” cümlesini yazarak asmıştır.

Ermenilerin bütün çabalara rağmen direnmeye devam etmesi üzerine, âsilere karşı kullanılacak top ateşi esnasında yetimhane ile içindeki yabancıların zarar görmesi ihtimaline karşı Amerikan sefirine bilgi verilmiştir (9 Ekim 1915). Urfa’daki isyanın bir an önce bastırılması son derece önemli idi. 4. Ordu Kumandanlığı’na gönderilen 12 Ekim 1915 tarihli emirde şu maddeler öne çıkmaktadır:

1- İsyan eden Ermeniler bir an önce yola getirilmelidir.
2- İsyanın bastırılması, benzerlerine tesirli bir ders olması bakımından da önemlidir.
3- Gereken tedbirlerin tam vaktinde ve gereği gibi alınması mecburidir.
4- Halen Urfa’da bulunan kuvvetler bir an evvel yerlerine gönderilmelidir. Bunun için isyanın hemen bastırılması lüzumlu ve önemlidir.

Bu emir üzerine Fahreddin Paşa, emrindeki kuvvetlerle evvela Ermeni mahallelerinin ön kısımlarını ele geçirmiş ve sığındıkları yerlerden bütün ikazlara rağmen çıkmayarak direnmeye devam eden Ermenileri top ateşiyle teslim olmak zorunda bırakmıştır. Ancak kısa bir müddet sonra Ermeni çetelerinin elebaşları yine bir kolayını bularak başka bölgelere kaçmış ve isyan ve katliam faaliyetlerine devam etmiştir.

Urfa isyanının propaganda malzemesi yapılmasını önlemek amacıyla üç gün sonra Başkumandanlık tarafından İtilâf Devletleri ile yabancı vatandaş ve kurumlara hiçbir zarar verilmediği, elçiliklere ve basına duyurularak gerekli bilgilendirme yapılmıştır. 

Âsilerin çok sağlam binalara sığınmış olmaları, onlara karşı top ateşi kullanmayı zaruri kılmış ve isyanın bastırılmasını geciktirmişti. Âsilerden, yüz yirmiyi aşkın mavzer ve martin tüfek ile yüzü aşkın revolver tabanca ele geçirilmişti.

Asker, jandarma ve ahaliden yaklaşık yirmi şehîd ve elli kadar yaralı vardı. Diğer taraftan Osmanlı hükümeti, Urfa’da isyanın başından beri üç yüz kırk dokuz Ermeni âsinin öldüğünü bildirmektedir. Sağ olarak ele geçen direnişçiler Divan-ı Harb-i Örfîlere sevk edilmiş, iki bin Urfa Ermenisi güvenlik içinde Musul’a göç ettirilmiştir.

İsyanın bastırılmasından sonra Urfa Amerikan Yetimhanesi Müdürü Leslee ile yabancı uyruklu kişiler güvenlik kuvvetlerine teslim olmuş ve koruma altına alınmıştır. Fakat bir süre sonra isyanın elebaşlarından biri olduğu anlaşılan Mr. Leslee bir not bırakarak intihar etmiştir. Misyoner Leslee’nin intihar etmeden önce bıraktığı not kısaca şöyledir: “Benim Urfa’daki eylemlerimden hiç kimse sorumlu değildir. Özellikle Kunzler ve Echart aileleri de sorumlu değildir. Bunlar yapmış olduğum hiçbir şeye karışmamışlardır. İçtiğimi önceki misyonerhâneden getirdim. Ermeni ihtilaline katılmadım. Fakat ihtilal beni de sürükledi.”

Misyoner Leslee’nin mektubu isyanda rolü olan Kunzler ve Echart’ı korumaya yöneliktir. Urfa’daki Ermeni isyanında yabancı devletlerin rolünün bulunduğu ortada idi. Bu tarihte şehirde beş yüz yirmi dokuz İtilâf Devleti vatandaşının bulunması ve isyanda kullanılan silahlar da bu ihtimali güçlendirmektedir. Bu şartlar altında Ermenilerin isyanlarına destek veren Alman Misyoner Dr. Kunzler’in, daha sonra yazdığı eserinde belki suçluluk psikolojisiyle Fahreddin Paşa’yı ve Türk kuvvetlerini suçlaması ne derece doğrudur? Dr. Kunzler anılarında hızını alamayarak Fahreddin Paşa’nın kurmay başkanı Kont Eberhard Woltskeel adlı soydaşını Ermenilere hain dediği için suçlamaktan geri durmamaktadır. Nitekim bu yıllarda Urfa’da bulunan Alman Doğu Misyonu’na bağlı olarak çalışan Jacob Kunzler ve Franz Echart da Urfa isyanını bastıran Fahreddin Paşa hakkında burada yazmaya bile gerek duymadığımız ve asılsız iddialarda bulunmaktadırlar. 

Ermeni isyanından önce Urfa gibi Antep de tehcir uygulaması dışında bırakılmıştı. Van başta olmak üzere bazı Doğu vilayetlerinden gelecek Ermenilerin buraya iskânı düşünülmüştü. 1914 Osmanlı nüfus istatistiklerine göre Antep’te kazalar hariç 14.466 Gregoryen, 393 Katolik ve 4635 Protestan olmak üzere 19.494 Ermeni yaşıyordu. Müslümanların sayısı 90.000 kadardı. Buraya çok yakın olan Zeytun ve Urfa’da İtilâf Devletleri’nin desteğiyle çıkan Ermeni isyanları, Antep halkını da kötü yönde etkilemiştir. Antepliler, yaşananlardan büyük tedirginlik duymasına rağmen Ermenilerle Müslümanlar arasında herhangi bir çatışma meydana gelmemişti. Bazı Ermeni ve Halep Amerikan konsolosluk kaynakları şehirde Ermenilerle Müslümanlar arasında çatışmaların olmamasını Fahreddin Paşa’nın dirayet ve gayretine bağlamıştır. Çünkü Fahreddin Paşa, Hıristiyanların da hazır bulunduğu bir toplantıda Müslümanları da ikaz etmiş, herkesin birbirine karşı hak ve hukuka saygılı olmasını tembihlemişti. Ayrıca Fahreddin Paşa şehirde tek bir Hıristiyan öldürüldüğü takdirde, buna cüret edeni öz kardeşi bile olsa asacağını açıklamıştı. Fahreddin Paşa, şehirdeki gerginliği azaltmak için gayrimüslim ileri gelenleri ile sürekli haberleşme ve işbirliği içerisinde olmuş, Antep Koleji’ni ziyaret ederek himayesine almış, şehirde huzur ve asayişi sağlamıştı.

Musa Dağ Vakası ve Fahreddin Paşa’nın Raporu
Musa Dağ, Hatay’a bağlı Samandağ (Süveydiye) İlçesi’nden geçen Asi Nehri’nin Akdeniz’e karıştığı Amanos Dağları eteklerinde bin metre yüksekliğinde büyük sivri kayalık ve çalılarla kaplı bir dağdır. Bu dağın dünya çapında meşhur olması, Ermenilerin burada yaptıkları isyanı anlatan ve daha sonra sinemaya da aktarılan, Franz Werfel’in “Musa Dağ’da Kırk Gün” adlı romanı ile olmuştur. Yanlış olarak bir tarih kitabı veya belgesel olarak algılanan roman ve film, Batı’da Türk aleyhtarı bir kamuoyunun oluşmasında hayli tesirli olmuştur.

Bu roman ve film projesi daha o yıllarda Almanya, Türkiye ve ABD açısından bazı siyasî ve diplomatik gelişmelere sebep olmuştur. Biz burada 1933’te yayınlanmasından itibaren dünya kamuoyunu Türkler aleyhine etkileyen romanın dayandığı Musa Dağ Ermeni hâdiselerine kısaca temas edeceğiz.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra İskenderun ve Halep bölgesini işgal imkânı arayan başta Fransa olmak üzere İtilâf Devletleri İskenderun şehrini altı defa denizden bombalamakla kalmayarak Doğu Akdeniz’i de denizden abluka altına almışlardı. Yapmak istedikleri çıkarmayı kolaylaştırmak için bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırmaya çalışıyorlardı.
Yine bir Ermeni araştırmacı tarafından yapılan çalışmaya göre 14 Eylül 1915 tarihine kadar Fransız savaş gemileri tarafından Port Said’e getirilen Musa Dağlılar 4.088 kişidir. Bu bilgilere rağmen hâlâ Musa Dağ Ermenilerinin devlet tarafından planlı yok edildiği propagandasını yapmanın ne kadar büyük bir yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Aynı gazetenin iddiasına göre Musa Dağ’da Osmanlı güvenlik kuvvetlerine direnen 5.000 kişiden 951’i ölmüştü. Bu rakamın da gerçeği yansıtmadığı rakamların tutarsızlığından anlaşılmaktadır. Mavi Kitap’ta ise Musa Dağı Ermenilerinin sayısı hakkında 4.058 ilâ 4.200 arasında çelişkili rakamlar verilmektedir.

21 Ekim 1915 tarihinde Egyptian Gazetesi bu haberi direnişçilerden aldığı bilgiye dayanarak şöyle vermektedir: “Tepe eteğindeki köylerimizi savunmanın imkânsız olduğunu düşünerek alabildiğimiz kadar yiyecek ve malzeme ile üç saat mesafedeki Musa Dağ’ın Damlacık denilen tepelerine çekildik. Altı Ermeni köyü olarak toplam 5.000 kişi idik. Hayatta kalanlar, 4 yaşının altındaki bebek ve çocuklar 413, 4-14 yaş arası kızlar 505, 4-14 yaş arası oğlanlar 606, 14 yaş üstü kadınlar 1.449, 14 yaş ve üzeri erkekler 1.076 olmak üzere toplam 4.049 kişidir”.

Amerika’da çıkan Outlook gazetesinin 1 Aralık 1915 tarihli sayısında Zeytun ve Musa Dağ isyanları hakkında bilgi veren Papaz Dikran Andreasyan ise Musa Dağ isyanının 1915 yılı baharında Osmanlı Devleti’nin 6.000 kadar askerini kasabanın yakınındaki kışlalara yerleştirmesi ve Ermeni manastırının boşaltılmasını istemeyen Ermenilerin askerlere direnmesiyle başladığını iddia etmektedir. Bu ifadeler, Ermenilerin isyan çıkarmak için suni sebepler aradıklarını göstermektedir.
Papaz Dikran’ın daha sonra anlattıkları da bu tespiti doğrulamaktadır. Çünkü İskenderun gibi düşman askerlerinin çıkarma yapması ihtimali bulunan bir yerdeki kışlaya hükümetin asker yerleştirmesi çok normal bir harekettir. Bölgede Osmanlı vatandaşı olarak yaşayan Ermenilerin kendi güvenliklerini sağlamaya da yönelik bu teşebbüsten aslında memnunluk duymaları gerekirdi. Papaz Dikran, bu direnişten sonra hükümetin 13 Temmuz 1915 tarihinde tehcir kararı aldığını ve bu karara uymak istemeyen altı Ermeni köyünün direnmek üzere Musa Dağ’a çıktıklarını belirtmektedir. Samandağ Ermenilerinin isyanlarında, İtilâf Devletleri’nin Çanakkale’de başarılı olacağı ümidi de etkili olmuştur.

İsyan eden Ermeniler yanlarına uzun süre yetecek yiyecek, içecek ve hayvan sürülerini de almışlardı. Musa Dağ’ın Damlacık mevkiine çıkan 5.000 kadar Ermeni siperler kazarak ve dağa çıkan önemli geçitleri tutarak muhkem bir savunma hattı kurmuşlardı. Ermenilerin ellerinde 120 adet son model tüfek, av tüfekleri, filinta tüfekler ve süvari tüfekleri bulunuyordu.

21 Temmuz’da Ermeniler ile Türk kuvvetleri arasında çatışmalar başladı. Bu çatışmalarda sayıca güvenlik kuvvetlerinden çok olan Ermeniler 200’den fazla askeri şehit ettiler. Kırk gün kadar devam eden direnişlerinden sonra Ermeniler, yiyecek ve cephanelerinin azalması üzerine Halep’teki Amerikan Konsolosu Mr. Jakson’a ve İskenderun kıyılarında bulunan İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyan savaş gemilerine haber göndererek onlardan Hıristiyanlık adına kendilerini Kıbrıs’a götürmelerini, bu mümkün olmazsa yeterli silah ve cephane göndermelerini istediler. Alacakları silahlarla Türklerle savaşmaya devam ederek İtilâf Devletleri’ne yardımcı olacaklarını da söylemekten geri kalmadılar (2 Eylül 1915).

Papaz Dikran Andreasyan, direnişlerinin elli üçüncü günü Türk güvenlik kuvvetlerinin çatışmayı keserek Ermenilere teslim çağrısı yaptıkları bir sırada Guichen (Goşin) adlı bir Fransız savaş gemisinin yardımıyla Jeanne D’arc (Jandark), Desaix kruvazörü, dört Fransız ve bir de İngiliz kruvazörü ile 14 Eylül 1915 tarihinde Port Said Limanı’na rahat bir şekilde nakledildiklerini anlatmaktadır. Bu kadar çok Ermeni’nin Kıbrıs’a gönderilmesi kabul edilmeyince Fransız muhripleriyle İskenderiye’ye nakline karar verildi.

Musa Dağ Ermenileri Süveyş Kanalı’nın Asya tarafında Lazaret toplama kampına yerleştirildiler. 4. Ordu Kumandanı ve Bahriye Nazırı’nın Kudüs’ten Başkumandanlık Vekâleti’ne gönderdiği 14 Eylül 1915 tarihli şifreli yazıda bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:

“Musa Dağ’da direnen Süveydiye Ermenileri büyük ihtimalle aldıkları davet üzerine Viktor Hugo, Hanri Fastersin, Lui ve isimleri anlaşılamayan diğer üç Fransız harp gemisinde toplanmışlar. Âsilere karşı 41. Fırka’nın iki alayı ile bir cebel takımı sevk edilmiştir. Viktor Hugo ve Dördüncü Hanri gemileri Kabaklı (Mevaklı) civarındaki kıtaların ordugâhını da bombardıman ederek asker ve ahaliden 8 şehîd, 2 yaralı ve 20 hayvanın telef olmasına sebep olmuştur. 30 Ağustos 1331 (12 Eylül 1915) gecesi âsilerin saklandıkları Damlat’a gelen müfreze hiçbir âsiye rastlayamamıştır. Bunların gece yarısı düşman gemilerine gittikleri anlaşılmıştır.”

“Fransız filosuna karşı ordugâhın gizlenmesine ehemmiyet vermeyerek boş yere kayıp verdirenlerle, Ermenilerin kaçmasına sebep olanları şiddetli cezalandırmak için Fahreddin Paşa, Bahriye Nâzırı’nın emri üzerine derhal oraya gitti. Bundan sonra İskenderun ve Antakya’daki Ermenilerin tehciri hızlandırıldı.”

Fahreddin Paşa, Birinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan bu hadiseleri ve kendi ilgisini, yukarıda adı geçen romanın yayınlanmasından sonra şöyle anlatmaktadır:

“Birinci Dünya Harbi sırasında İtilâf Devletleri’nin İskenderun kıyılarına bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yayılınca Samandağ bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı hükümete olan vergi borçlarını ödememişler, Osmanlı Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyacı için gereken yardımı yapmamışlar ve isyan etmişlerdir. Bu isyanın hemen bastırılması için askerî kuvvetlere ihtiyaç duyulmuş, bunun üzerine bir jandarma alayı bölgeye gönderilmiştir. Daha sonra da 4. Ordu Kumandanlığı tarafından bu bölgelerde yaşayan Ermenilerin başka yerlere göç ettirilmesi Başkumandanlığa tavsiye edilmiştir. 

Başkumandanlıktan alınan yetkiye göre âsilere göç için yedi günlük bir süre verilmiş, fakat âsiler bu sürenin sonunda göç etmeyerek Musa Dağ’a çıkmışlardır. Bunun üzerine hükümet, emirlere uymaları için âsilere memurlar göndermişse de Ermeniler bunları dinlememiş ve silahla karşı koymuşlardır. Başka bir çıkar yol bulamayan bölge kumandanı Albay Galip jandarma alayıyla Musa Dağ’a inen yolları kontrol altına aldırmış ve bizzat kendisi Musa Dağı’na çıkarak son bir defa daha isyancılarla konuşmak istemişse de, dağ üzerinde hiç bir kimsenin kalmadığını görmüştür. Yapılan incelemede, Ermenilerin denize doğru inen bir yamaçtan Akdeniz’e indikleri anlaşılmıştır. İzleri takip ederek deniz kıyısına kadar inen Albay Galip, burada 20-30 kadar hayvan ölüsüyle karşılaşmıştır. Yapılan araştırmada İskenderun kıyılarını gözetleyen bir Fransız harp gemisinin Musa Dağı’ndan verilen işaret üzerine kıyıya bir sandal göndererek buradaki Ermeni çete başlarını ve diğer isyancıları gemiye taşıdıkları anlaşılmıştır. Bu konu Fransız hükümetinden sorularak, doğruluğu öğrenilebilir. Daha sonra Musa Dağı’nda yapılan araştırmalarda, hiçbir insan cesedine rastlanmadığı gibi, yaralı veya hasta bir kimse de bulunamamıştır. Bu bakımdan Yahudi asıllı Werfel tarafından yazılan ve bütün dillere çevrilerek dağıtılan bu kitabın konusunun tamamen hayalî ve uydurma olduğu, Türkler aleyhinde kamuoyunu yanıltmak için bir propaganda niteliği taşıdığı sonucuna varılmıştır.”

Görüldüğü gibi, bir Türk askeri olarak Fahreddin Paşa, bölgesi Suriye’de, Adana, Urfa, Zeytun (Süleymanlı) ve Haçin (Saimbeyli) Ermeni isyanlarının bastırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Yaptığı başarılı çalışmalardan dolayı Fahreddin Paşa Başkumandanlık Vekâleti tarafından 27 Eylül 1915’de muharebe gümüş madalyası ile taltif edilmiştir.

Devlete isyan ederek asayişi bozan ve masum insanları katleden Ermenilerin isyanlarını bastırmış olması dolayısıyla İngiliz casusu Lawrence ve Fransız subayı Bremond tarafından haksız yere Ermeni düşmanı olarak suçlanmıştır. Ermeniler hakkında sadece vatanperver ve vazifeşinas bir Osmanlı subayı olarak hizmet eden Fahreddin Paşa yalnız suçlanmakla kalmamış, Ermeni Komita Merkezi tarafından kara listeye alınarak öldürülmesine karar verilmiştir. Ancak Ermeniler bu kararlarını uygulama imkânı bulamamışlardır.

Çarpıtılan Tarihî Gerçekler
Fahreddin Paşa’nın içinde bulunduğu hâdiseler incelendiğinde, tehcir uygulaması dışında bulunan Güneydoğu ve Çukurova Ermenilerinin Osmanlı Devleti’ne isyan etmek amacıyla uzun bir süredir hazırlık içinde oldukları anlaşılmaktadır. Devlet görevlileri Ermeni isyanlarını yatıştırmak için elinden geleni yapmıştır. Fakat bütün bu iyi niyetlere Ermeni direnişçiler tarafından ateşle karşılık verilmiştir. Bununla da kalınmayarak isyanların bastırılması, Türklerin Ermenileri katli şeklinde duyurulmuştur.

Fahreddin Paşa’nın sorumluluk sahasında meydana gelen Ermeni isyanlarında İtilaf Devletleri ve misyonerlerin önemli rolü olmuştur. Ermeniler hem bölgedeki misyonerler, hem de İtilaf Devletleri tarafından kışkırtılmış ve silahlandırılmıştır. Ermenilerin direnme imkânı kalmadığında ise Musa Dağ’da olduğu gibi Hıristiyan kardeşlik ve menfaatleri adına direnişçiler İtilaf Devletleri tarafından kurtarılmışlardır. Musa Dağ’da Ermeniler çok az kayıp vermelerine rağmen isyan eden herkesin öldürüldüğünü öne sürecek kadar gerçek dışı açıklamalarda bulunmuşlardır.

Bu hadiselerin ortak özelliği, mecburî göç sahası dışında olmalarına rağmen Ermenilerin isyan etmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu isyanların tehcir edilme korkusuyla meydana geldiği iddia edilemez. Hatta bu bölge diğer yerlerden tehcir edilen Ermenilerin iskân mıntıkası olarak seçilmişti. Bu isyanlar hakkında batılı konsolos, görevli ve misyonerlerin verdiği bilgilerin çoğu taraflı, çelişkili ve yanlıştır. Urfa isyanında Alman Misyoner Kunzler, Fahreddin Paşa’yı sebepsiz yere Ermenileri öldürtmekle suçlarken, bazı Ermeni ve Halep Amerikan konsolosluk kaynaklarının Antep’te barış ve huzurun onun sayesinde sağlandığını belirtmesi bu tezada güzel bir örnektir.

Bu çalışmada tekrar görülmüştür ki tarih; onu yaşayanın veya gerçeğin değil, yazanın, hatırlayanın, anlatanın, yansıtanın, canlı tutanın ve sahip çıkanın arzu ettiği tarzda şekillenmektedir. Türk-Ermeni ilişkilerindeki kırılmada yaşananların sonuçlarından çok sebeplerini anlamaya yönelik çabalar öğretici ve yararlı olacaktır. Bütün bu vakalar olduğu şekliyle ve tarafların hepsinin ifadesiyle incelendiğinde gerçeğe yakın bir resmin ortaya çıkması; düşmanlık ve nefreti sürdürme yerine birbirini anlama, analiz ve sentez etme gibi yararlı bir yola dönüştürülebilir. Son söz olarak görevini titizlikle yapmaktan başka bir maksadı olmayan Fahreddin Paşa’yı Ermeni kasabı ve vatanını korumaktan başka bir gaye gütmeyen milletimizi soykırımla suçlamak büyük bir haksızlık, yanlışlık ve gerçeği saptırmadır. 

Doğu Lejyonu
Fransızlar, Musa Dağı’ndan götürdükleri ve silahlandırdıkları 4000 kadar Ermeni’yi Türklere karşı kullanmak amacıyla 15 Kasım 1916’da Doğu Lejyonu’nu (bu birliğin adı 1918’de Ermeni Lejyonu oldu) kurma kararı aldı. Bu lejyonun kurulmasında büyük payı olan Fransız Albay Bremond kendi Dışişleri Bakanlığı’na verdiği raporda; “Musa Dağı’ndan getirdiğimiz Ermeniler için size daha önce de yazmıştım. Bunların kamp masraflarını -ayda 30.000 Frank’ın üzerinde- savaş sonunda nasıl olsa İngiltere’ye ödemek zorundayız. Hiçbir teşebbüste bulunmazsak, üstelik parasını cebimizden ödeyerek, bu Ermenilerin İngilizleşmelerine, Amerikanlaşmalarına veya Ermenileşmelerine imkân vermiş olacağız. Bunun için de, şimdiye kadar olan davranışlarımızdan derhal vazgeçip tam bir geriye dönüş yapmamız lâzımdır. Bugün süratle davranırsak bu Ermeniler her istediğimizi yapacaklardır. Bunun temini için de başlarına bir Fransız subayını kumandan tayin etmemiz ve bu subayı da doğruca Paris’e bağlamamız gereklidir. Böylece elimizin altında güvenebileceğimiz bir güç bulunacaktır. Unutmayalım ki aksi bir davranış ile bu Ermenileri kaybedeceğiz ve üstelik bunlardan faydalanacak olan İngiltere’ye de para ödeyeceğiz.” (Erdal İlter, Türkiye’de Sosyalist Ermeniler ve Silahlanma Faaliyetleri (1890-1923), İstanbul 1995, s.100-101).

Ermeni Lejyonu, her biri 200 kişi olan altı bölükten kuruldu. 160 Suriyeli gönüllüden de bir bölük teşkil edildi. Bu birliklerin en iyileri Osmanlı ordusunda asker olan Ermeniler ve Musa Dağı Ermenileri idi. Bu lejyondaki Ermeniler Kıbrıs’ta Magosa’nın Boğaztepe Ermeni Lejyoner askerî kampında eğitildiler. Ermenilerden oluşturulan üç taburluk bu lejyon kuvveti 1919 ve sonrası Fransa adına Antep, Maraş, Adana ve Urfa bölgesinde Türk İstiklâl Mücadelesine karşı savaşmıştır.

Kaynaklar: BOA, Dâhiliye Nezâreti Şifre Kalemi, nr. 54-A/220; İrâde, Taltifat 21 Zilkade 1333/36; Naci Kâşif Kıcıman, Medine Müdafaası, İstanbul 1971; Feridun Kandemir, Peygamberimiz Gölgesinde Son Türkler Medine Müdafaası, İstanbul 1974; Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, III, İstanbul 1972; İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu, Ankara 1993; Cemal Paşa, Hatıralar, Haz. Behçet Cemal, İstanbul 1977; Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi IV.Cilt I. Kısım: Sina-Filistin Cephesi, Genel Kurmay Basımevi, Ankara 1979; Mekki Şebike, El-Arab ve’s-Siyasetü’l-Britaniyye Fi’l-Harbi’l-Âlemiyye El-Ûlâ, Beyrut (Lübnan) 1971; İhsan Sabis, Harb Hatıralarım, I, Ankara 1943, s. 171; Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Ankara 1950; Mehmet Hocaoğlu, Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, İstanbul 1976; Kâmurân Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara 1983; Cevdet Küçük, Ormanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı, (1878-1897), İstanbul 1984; Ermeni Komitelerinin Amâl ve Harekât-ı İhtilâliyesi, Haz. Cengiz Erdoğan Ankara 1984; Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara 1990; Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü (1915-1917), Ankara 2005; Talat Paşa’nın Anıları, Haz. Alpay Kabacalı, İstanbul 1994; Arnold J. Toynbee, James Bryce, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916, II, Çev. Atilla Tuygan-Jülide Değirmenciler, İstanbul 2006; Ergünöz Akçora, “Talat Paşa’nın 1915 Urfa İsyanı Hakkındaki Raporu”, XI. Türk Tarih Kongresi (Eylül1990), Ankara 1994, s. 1785; Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri (1914-1918), I, Ankara 2005; Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, sayı 81 (Aralık 1982), nr. 1820, nr. 1823, nr. 1824, nr. 1836, nr. 1837, nr. 1840, nr. 1841, nr. 1842, nr. 1843, nr. 2020; sayı 83 (Mart 1983), nr. 1922; sayı 85 (Ekim 1985), nr. 2017, nr. 2020; sayı 86 (Nisan 1987 ), nr. 2048, nr. 2053, nr. 2057, nr. 2058; Hans-Lukas Keiser, Iskalanmış Barış Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938, Çev. Atilla Dirim, İstanbul 2005; a.g.mlf., “Bir Misyoner Hastanesinin Çevresindeki Küçük Dünya: Urfa, 1897-1922”, Falih Rıfkı (Atay), “Hicaz’daki Son Türk”, Büyük Mecmua, Sayı l (6 Mart 1919), s. 4; Yenigün, 30 Teşrin-i Sani 1918; Halil Aytekin Kıbrıs’ta Monarga (Boğaztepe) Ermeni Lejyoner Kampı, Ankara 2000; Edmond Brémond, Le Hedjaz Dans La Guerre Mondiale, Paris 1931; Thomas Edwards Lawrence, Seven Pillars of The Wisdom, London 1983, Türkçe terc.: Bilgeliğin Yedi Direği: Bir Casusun Anıları, Çev. Yusuf Kaplan, İstanbul 1991; Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimiz, İstanbul 1988; Erich Feigle, “Franz Werfel And The Forty Days Of Musa Dagh: A Bestseller Serves As A Fake Bıble”, Ermeni Araştırmaları Dergisi, Sayı 4 (Şubat 2001), s. 155-156, 243-254; Guenter Lewy, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, Salt Lake City 2005; Sedat Laçiner-Şenol Kantarcı, Ararat Sanatsal Ermeni Propagandası, Ankara 2002.


Prof.Dr.Süleyman Beyoğlu
(Yedikıta Dergisi, Sayı 39, Kasım 2011)



6 Kasım 2014 Perşembe

OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA ERMENİ NÜFUSU..,

OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA  ERMENİ  NÜFUSU..,


*Prof.Dr. Süleyman BEYOĞLU
*Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

Giriş

Milliyetçiliğin ortaya çıkışından itibaren, nüfus yoğunluğu özellikle stratejik ve siyasi kavramlarda önem kazanmıştır. Bu öneme paralel olarak nüfus sayımları ve istatistiklerinin siyasi, ekonomik ve sosyal ihtiyaç ve iddiaları destekleme, üstünlük, ayrıcalık, bağımsızlık elde etmenin bir yolu olarak kullanıldığı söylenebilir. Aslında nüfus yoğunluğunun çağlar boyunca önemli bir güç olduğu bilinmekteydi. İlk çağlarda kalabalık ailelerin diğer küçük aileleri içine alması ve bunun sonucunda büyük kabilelerin küçük kabileleri kapsaması devlet olgusunun ortaya çıkmasında nüfusun ne kadar etkili olduğunun göstergesiydi. Yine bu dönemlerde ve arkasından gelecek olan Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ boyunca nüfus, devletlerin siyasî ve askerî gücünde etkin bir faktördü. Diğer taraftan ekonomik olarak da nüfus, belirlenmesi gereken bir nedendir. Özellikle Orta Çağ ve Yeni Çağ'da devletin ekonomisini, toprakların büyüklüğü ve bu arazilerin işlenebilmesi için iş gücü - tabii ki bu da nüfus demektir - oluşturmaktaydı. Zaten bir devletin ekonomisinin büyüklüğü topraklarının genişliğiyle doğru orantılıdır. Ne kadar toprağı varsa, devlet o kadar zengindir. Bu durumda büyüklüğü kadar halktan vergi toplaması anlamına gelir. Bu çağlardaki devletlerin ekonomisi vergiye dayanmaktadır. Bu devirdeki devletlerin topraklarının, günümüzdeki devletlere göre, büyük olmasının nedeninde bu temel etken yatmaktadır. Bu çağlarda devletler arasında amansız mücadelelerin ve savaşların yoğun olmasının nedeni, bu zenginliği yakalama arzusundan kaynaklanmaktadır. Fransız ihtilali sonrasında, imparatorluklar içerisinde yaşayan farklı etnik öğelere dayanan toplumların ulus olarak ortaya çıkmasında nüfus yoğunluğu şüphesiz gerekli bir öğedir. Öyle ki bu toplumlarda, çoğunluk ve azınlık tanımı yapılmasını büyük ölçüde nüfus belirlemektedir. Ayrıca yukarıda da yinelediğimiz gibi nüfus yoğunluğunun, bir toplum için önemli işlevleri vardır. Nüfus istatistikleri bazı devletlerin siyasî emellerini gerçekleştirme ve bir coğrafyaya egemen olma aracı olarak da XVIII. yy.'dan itibaren sıkça gündeme gelmiştir.

Osmanlı Devletinde Ermeni Nüfusu 

Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde, "etnik" bakımdan, sayıları yirmi ikiyi bulan gayrimüslim unsur bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti, fethettiği yerlerde asayişi sağladıktan sonra en başta bölgenin nüfus ve arazi incelemesini yapardı.Osmanlı Devleti, Müslümanların nüfusunu askerlik bakımından; Hristiyan tebaanın da vergi (cizye) durumundan dolayı öğrenmek istemiştir. Müslüman nüfusunu fazla göstermek, kendi kendini aldatmak; Hristiyan nüfusunu az göstermek ise almak istediği verginin bir kısmından vazgeçmek anlamına gelmektedir ki, her iki durumda devlet açısından uygun değildir. Bu değerlendirmeler nihayetinde Osmanlı Devletinin, nüfusuna ilişkin tutmuş olduğu istatistiklerde güvenilir ve tarafsızlık içerisinde bulunduğu söylenebilir. Bu incelemeler Klâsik Dönemde tapu-tahrir defterleri, daha sonraki yüzyıllarda temetrüat adıyla anılırdı. Zaman zaman mahallî olarak yapılmış olan sayımların yanısıra Osmanlı Devleti'nde ilk genel nüfus sayımı ve arazi incelemesi II. Mahmut zamanında 1830'da yapılmıştır. Müslüman ve Hristiyan nüfus olarak yapılan bu sayım, Osmanlı Devleti'nin ilk genel sayımı olduğu için önemlidir. Bu sayımda Hristiyan nüfus cemaatlere ayrılmadan verilmişti. 1830 sayımına göre Osmanlı Anadolu ve Rumeli'sinde 4.000.000 civarında erkek nüfus mevcuttu. Bu 4.000.000 erkek nüfusun 2.100.000'u Müslüman, 400.000'i Hristiyan olmak üzere 2.500.000'u Anadolu da; 800.000'i Hristiyan, 500.000'i Müslüman bir kısmı da Yahudi ve Kıpti olmak üzere 1.500.000'ini Rumeli'de yer almıştır.

Ermenilerin yaşadığı bölgeler, XIV. ve XV. yüzyıllarda Osmanlı yönetimine girmişti. Osmanlı yönetimi, Bursa'nın başkent olmasından sonra (1326) Ermenilerin ayrı bir cemaat şeklinde teşkilatlanmalarına izin vermiş, önceleri Kütahya'da bulunan Ruhani merkezlerini Bursa'ya naklettirmiştir. İstanbul'un fethinden sonra ise 1461 vılrnda Fatih Sultan Mehmet Han, Ermenilerin Bursa'daki merkezlerini İstanbul'a taşımalarına izin verdi. İstanbul'daki ruhanî merkezleri ise Samatya'daki Sulumanastır kilisesi olarak belirlendi. Ruhanî merkezlerinin İstanbul'a taşınmasıyla birlikte Anadolu'nun birçok şehrinde bulunan Ermeniler İstanbul'a göç etmeye başlamışlardır. Anadolu şehirlerinde kalanlar ise kale bekçiliği gibi görevlere getirildiler. Farklı kültürel toplulukların bulunduğu Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde Ermenilerin devlet idaresinde önemli bir ayrıcalığı vardı. Kısacası Osmanlılar, Ermenileri diğer Hristiyan tebaadan ayrı bir konumda tutmuştur. Tanzimat'ın ilânından sonra Ermenilerin üst düzey devlet görevlerine de getirildikleri görülmüştür. Mesela, Balkan Savaşları sırasında Gabriel Norodankyan Efendi Osmanlı Dışişleri bakanıydı. Bunun yanında XIX. yüzyılda birçok Ermeni devlet görevinde bulunmaktaydı. Osmanlı, bu hizmetlerinden dolayı Ermenilere, Millet-i Sadıka tabirini kullanmıştır. Büyük kısmı Gregoryen olan Ermenilerin bir kısmı da Katolik ve Protestan mezheplerine bağlıydılar. Birçoğu şehir merkezlerinde yaşıyor ve ticaret, kuyumculuk ve mimarlıkla uğraşıyorlardı.

XIX. yüzyılın ortalarına doğru Rusya, Amerika ve Avrupalı Devletler Ermenilerle ilgilenmeye başladılar. Bu ilgilenmenin ana nedenini ise daha önce de açıkladığımız gibi hammadde ve pazar isteğinin dışa vurumu olan emperyalist emeller oluşturmaktadır. İlk önce onları kendi mezheplerine çekmeye çalışmışlardır. Bunun için Anadolu'nun çeşitli yerlerinde çeşitli okullar açarak faaliyete başlayıp Ermenileri Türkler aleyhine kışkırttılar. Avrupalılara göre Osmanlı tebaası olup Hristiyan olan bütün toplumlar kendi devletlerini kurmuşlar, sadece Ermeniler kalmıştı. Ermeniler 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Rus saflarında Türklere karşı savaştılar. Ayastefanos Antlaşması sırasında İstanbul'daki Ermeni patriği Ruslara başvurarak antlaşmaya kendileri lehinde maddeler konulmasını istedi. Ayrıca, Berlin Antlaşmasında Ermeniler lehinde ıslahat yapılması konusunda bir madde konuldu. Bundan sonra Osmanlı sınırları içerisinde Ermeni olaylarının arttığı gözlenmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Amerika başkanı VYilson'un kendi adıyla ilân ettiği VVilson Prensiplerindeki 12. maddede; "Osmanlı Derleti'nin Türk halkının çoğunlukta olduğu yerlerde Türklerin kesin hâkimiyetlerinin tanınması" öngörülüyor, diğer taraftan imparatorluk içerisindeki diğer etnik öğelere de kendi devletlerini kurabilmek için olanak sağlanıyordu. Bunun sonucunda Doğu Anadolu' da Ermenilerle meskûn olan altı vilâyet (Erzurum, Vatı, Bitlis, Sivas, Diyarbekir, Ma'mûratüleziz/Harput ) hassas bir durum oluştu. Ermeniler bahsettiğimiz vilâyetlerde nüfus üstünlüğünü elde etmek amacıyla Müslümanları katletmeye başladılar. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti, 1915 yılında, ordunun ve bölge halkının güvenliği için bazı Ermenileri ülkenin güvenli bölgelerine sevk etti. Göç sırasında bazı Ermeniler salgın hastalıklardan, göç kervanına yapılan hırsızlık saldırıları neticeside ölmüşlerdir. Bu durum ise Avrupa devletlerinde Amerika'da ve Ermeni toplulukları tarafından soy kırım yapılıyor şeklinde propagandaya dönüşmüştür. Wilson Prensiplerinde olduğu gibi savaş sonrasında da demografik yapı sürekli incelenmiş, Avrupa ve Amerika'dan bu durumu tahkik etmek amaçıyla çeşitli heyetler gelmiştir. Nitekim bu incelemelerde Türklerin Ermenileri soy kırıma tâbi tuttuklarına dair hiçbir ipucuna rastlanılmadı. Ancak batı destekli Ermeni propagandası asılsız olmasına rağmen bütün dünyayı Türklerin milyonlarca Ermeniyi katlettiğine inandırdı. Bunun sonucunda ise günümüzde de Osmanlı Devleti'ndeki Ermeni nüfüsunun tekrar incelenmesi gereksinimi doğmuştur.Hiçbir gerçekle bağdaşmayan Ermeni soy kırımını iddia eden tezler genelde demografik yapının şişirilmesinden ibaret olup hiçbir arşivsel belgeye dayanmayan uydurma sayılardan oluşmuştur. Bunun için demografik yapının iyi belirlenmesinin önemi daha da artmıştır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Osmanlı'nın II. Mahmut zamanından önceki nüfusuyla ilişkin bilgiler tapu tahrir defterlerinden ibaretti. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu defterleri özellikleri vergi ödeyecek ve muaf olan bireylen sayılarının yazıldığı bir çeşit tutanaktır. Bundan yola çıkarak herhangi bir yüzyılda istediğimiz bir topluluğun nüfusunu, tam net olmamakla birlikte gerçeğe yakın bir tahminle saptamak mümkündü Aşağıda XVI. yüzyılda özellikle çeşitli Anadolu şehir ve kasabalarında köyleriyle birlikte Müslüman ve gayrimüslim, Ermenilerin nüfusu gösterilmiştir.

Şehirler Müslüman Hristiyan Ermeni
Adana 8.690 - 501
Adıyaman 6.312 - 369
Amasya 7.775 1.810 -
Arapkir 6.912 1.092 602
Ayaş 4.074 - 230
Koşmur 4.550 - -
Avntab (Antep) 18.126 - 236
Kulb 2.097 1.655 180
Berendi 3.442 - -
Ladik 23.986 1.463 -
Besni 2.223 - 181
Mardin 46.083 12.837 8.888
Birecik 13.708 2.160 925
Merzifon 6.414 - 863
Cüngüş 2.523 141 593
Muş 6.134 - 2.281
Çemişkezek 8.851 1.803 6.520
Nusaybin 8.601 602 806
Çermik 3.124 - 586
Ruha (Urfa) 16.671 - 1.542
Dırahlu 4.352 - -
Sağman 7.023 6.555 3.132
D.bekir (Amid) 101.176 19.177 3.226
Sarıcam 15.152 - -
Dündarlı 10.199 - -
Savur 23.093 2.986 89
Ergani 4.933 - 1.972
Sincar 5.892 - -
Erzincan 2.069 - 839
Sis 19.618 1.951 1075
Gilimgad 3.460 - -
Sivas 11.651 13.663 -
Gümüşhane 5.027 - -
Siverek 9.768 - 680
Hacılu 4.158 - -
Tarsus 26.875 - 135
Harput 8.209 4.638 2.650
Tokat 7.078 4.628 -
Kafurnu 6.877 896 258
Tozanlu 3.190 789 -
Karaisalu 2.785 - 716
Ulaş 11.590 - -
Kayseri 27.711 6.746 2.463
Yıldız 3.158 29 -
Kazabat 15.254 2.014 321
Yüregir 12.050 - -
Kınık 7.869 - -
Kiğı 4.587 1.733 1.779
Kosun 15.850 - -

Toplam: 580.950 89.168 44.638


Yukarıdaki tabloda kaydedilen Müslüman, Hristiyan Ermeni nüfus içerisindeki Müslüman Türk nüfus %8l.10, Hristiyan nüfus %12.45, Ermeni nüfus %6.23'tür. Görüldüğü gibi XVI. yüzyılda Ermeni nüfusu Osmanlı demografik yapısında küçük bir alanı oluşturmaktadır.

1896-1897 yıllarına ait olduğu tahmin edilen Başbakanlık Arşivi'nde bulunan bir belgede Anadolu ve Rumeli'deki Ermeni nüfusları ile ilgili olarak tutulmuş kayıtlar vardır. Bu belgeye göre Ermeni topluluğunu 530.132 erkek, 450.404 kadın nüfusu olmak üzere toplam 970.536 kişi oluşturmaktadır. Yine aynı belgede birkaç vilâyet için henüz tahririnin yapılmadığının kaydı da bildirilmiştir. Buna göre verilen nüfus miktarının biraz artacağı doğaldır. Vital Cuinet'nin aynı tarihlerde verdiği rakamlar da bunlara çok yakındır:

  Müslümanlar Ermeniler Toplam Nüfus
Ermenilerin yoğun bulunduğu vilâyetlerde 3.635.086 810.285 4.445.371
İstanbul ve diğer vilâyetlerde 4.426.525 283.064 4.709.589
Suriye Filistin ve Adalarda 4.068.646 59.018 4.127.664

Toplam 12.130.257 1.152.367 13.282.624

Diğer tarafta Stanford J. Shaw ise 1890 yılında Osmanlı Devleti'nde 12.585.950 Müslümana karşılık 1.139.053 Ermeni; 1897'de 14.111.945 Müslüman'a karşılık 1.162.853 Ermeni; 1906'da 15.518.478 Müslümana karşılık 1.140.563 Ermeni ve 1914 yılında da 15.044.846 Müslümana karşılık 1.229.007 Ermeni nüfusu olduğunu belirtmektedir.

Ermeni nüfusuna ilişkin diğer kayıtları da patrikhane istatistiklerinden öğrenmekteyiz. İddia edildiğine göre Ermeni patrikhanesinin sağladığı istatistikler, kilise görevlilerinin tuttuğu vaftiz ve ölüm kayıtlarına dayanmaktaymış. Kayıtların doğruluk payı olarak da Ermenilerin kendi dinsel inançları gereğince vaftiz etmeye getirilmelerinin gerektiği, kilisede evlendikleri ve dinsel bir cenaze töreni ile gömüldükleri gösteriliyordu. Ayrıca Patrikhane'nin, dinsel bağımlılığa dayanan bir verginin yükümlülerini belirlemek için kullanılan kayıtlar tutmakta bulunduğu da ifade ediliyordu. Ancak patrikhane istatistiklerinde verilen rakamlar bu dönemle ilgili diğer belgelerle uyuşmamaktadır. Bunun sonucunda doğal olarak acaba bunlar nasıl hazırlandı sorularının akla gelmesine yol açmaktadır. Alışılagelmiş biçimde, gerçekten yapılmış bir nüfus sayımının ya da sayı çıkarımının sonucunu gösteren istatistikler, en yakın 100.000'e yuvarlanmaksızın tam sayı verir. Patrikhane istatistikleri ise (sayıları yuvarlak biçimde verdiği için), kaç vaftiz yapıldığını vaftiz kayıtlarına bakarak çıkarılmış istatitikler biçiminde değil de, sanki "Doğu illerinde acaba yaklaşık olarak kaç Ermeni var dersiniz?" sorusuna verilen bir yanıt biçimindedir. Bu durum ise kaydın art niyetli olarak yapıldığını göstermektedir.Ayrıca verilen istatistikler, belge yayınlarının bir parçası biçiminde değil, yalnızca Ermeni bağımsızlığını desteklemek amacıyla kullanılmıştır. Bu incelemelere dayanarak Ermeni kayıtlarının gerçeği yansıtmadığı şüphesizdir.

Diğer taraftan unutulmaması gereken bir durum daha vardır ki bu da Ermeni nüfusunun eğer azaldıysa neden azaldı sorusuna verilecek yanıtı ortaya çıkarmaktadır. Ermenilerin nüfusları, 1827-18281 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşları sırasında Rus birliklerine ve I. Dünya Savaşı'nda da yine başta Rusya olmak üzere Fransız ve İngiliz birliklerine katılması sebebiyle nüfuslarında önemli azalmalar olmuştur. Bu durum batılı araştırmacılar tarafından da teyit edilmiştir. 1829'da Rus ordusu Erzurum'dan çekilirken 40.000 civarındaki Ermeni'nin de onlarla birlikte Güney Kafkasya'ya, aynı sekilde 1878-1890 arasında 120.000 civarındaki Ermeni'nin de Güney Kafkasya'ya göç ettiği belirtilmiştir. Ayrıca yabancı tüccarlara daha çok imtiyaz tanıyan 1838 ticaret anlaşmasıyla da birçok Ermeninin; Rus , İngiliz ve Fransız vatandaşlığına geçtiği ve birçoğunun da bu ülkelere yerleşmek maksadıyla Osmanlı topraklarını terk ettiği bilinmektedir. Ne var ki bütün bu nüfus azalmaları bile Ermeniler tarafında katliam olarak açıklanmıştır.

I. Dünya Savaşı öncesindeki Ermeni nüfusumu miktarı konusunda, yine devletin kendisinin yaptığı güvenilir ve tarafsız bir usulle hazırladığı belgeler bulunmaktadır. Bu devir Osmanlı nüfusu hak kında en sahih bilgileri, dahiliye nezaretine bağlı Sicil-i Nüfus-u İdare-i Umumiyesi Müdüriyeti tarafından 1318 ve 1320 tarihli nüfus nizamnamesi gereği her vilâyet, kaza ve köyde, gayrimüslimlerin de yer aldığı komisyonlar tarafından yapılmış ve 1905'te başlayıp 1914'te tamamlanmış olan nüfus istatistiğini vermektedir. Bu istatistik Milli Kongre tarafından 1919 yılında bütün dünyaya duyurabilmek amacıyla Fransızca olarak yayınlanmıştır.

1914 Resmi İstatistiği

Vilâyetler Müslümanlar Ermeniler

Edirne 360.411 19.773
Adana 341.903 52.650
Antalya 235.762 630
Ankara 877.285 51.556
Halep 576.320 20.142
Aydın 1.249.067 20.142
Bitlis 309.999 20.142
Bolu 399.281 2.970
Bursa 474.114 60.119
Kayseri 184.292 50.174
İstanbul 560.434 82.880
Çanakkale 149.903 2.474
Diyarbakır 492.101 65.850
Canik 265.950 27.319
Erzurum 633.297 134.377
Eskişehir 140.678 8.592
İzmit 226.859 55.852
İçel 102.034 341
Karahisar 277.359 7.439
Karasi 359.804 8.653
Kastamonu 737.302 8.959
Harput 446.379 79.971
Kütahya 303.348 4.548
Maraş 152.645 32.322
Menteşe 188.916 12
Niğde 227.100 4.936
Urfa 149.384 16.718
Sivas 939.735 147.099
Trabzon 921.128 68.899
Çatalca 20.048 842
Van 179.380 67.792
Zor 65.770 232

Toplam Nüfuslar : 13.339.000 1.234.671


Sonuç 

Birçok batılı araştırmacı yukarıda belirttiğimiz Ermeni nüfusuna yakın rakamlar vermektedirler. Stanford J. Shaw Ermeni nüfusunu 1.229.007 olarak verirken, H. Lynch 1.324.246, L. De Constenson 1.400.000 ve H. Paster Madijian 1.700.000 olarak vermektedir.

Bu istatistikler göz önünde bulundurulduğunda Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Devleti'ndeki Ermeni nüfusunun en çok 1.300.000 olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca yukarıda da bahsettiğimiz gibi hiçbir bilimsel mantık bulunmayan Ermeni Patrikhanesinin verdiği istatistikleri abartı ve propaganda mahiyetinde olduğunu belgeler niteliktedir. Ermeni yazarlar ve patrikhane kayıtları Ermenilerin nüfusunu 5 milyona kadar çıkarmışlardır. Bunun yanında Justin McCarthy, Patrikhanenin doğruluğuna ilişkin karışıklık olduğunu bilâkis belirtmiştir.

I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı nihayetinde, önceleri 1.234.671 olan Ermeni nüfusundan sadece 70.000 kadarı Türkiye Cumhuriyeti'nde kalmış bulunuyordu. Bu rakamdan birçoğu sığınmacı olarak Kafkasya'ya, Amerika'ya ve Avrupa'ya gitmişlerdir.

Ermeni nüfusunun dış dünyaya tamamen açılımı sonrasında ise konu yeni bir boyuta taşınmıştır. Ermeniler, yerleştikleri ülkelerin parlamentosunu etki altına alarak -ve bunda Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun çalışmaları yoğundur- kararlar verilmesini sağlamaktadırlar.

Bütün bu demografik istatistikleri değerlendirdiğimizde bazı iddialarda yer aldığı gibi Doğu Anadolu için Batı Ermenistan teriminin kullanılmasının gerçekle örtüşmediği görülmektedir. Ermeniler, Osmanlı vilâyetlerinin her yerinde bulunmalarına rağmen hiçbir yerde çoğunlukta olmamıştır. Dolayısıyla Ermeni metropolü olabilecek bir Ermeni şehri hiçbir zaman olmamıştır. Konunun siyasî emeller konjonktüründe geliştirildiği ve amacın Doğu Anadolu illerimizi de içine alacak büyük bir Ermeni devletinin kurulmak istenmesi olduğu unutulmamalıdır. 
..