Antipatiyi Empatiye Çevirmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Antipatiyi Empatiye Çevirmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Aralık 2014 Çarşamba

Türkiye-Ermenistan İlişkileri: Antipatiyi Empatiye Çevirmek


Türkiye-Ermenistan İlişkileri: Antipatiyi Empatiye Çevirmek



Doç. Dr. Fatih ÖZBAY 
24 Eylül 2009








Dünyanın en önemli ama bir o kadar da sorunlu bölgelerinin kesişme noktasında bulunan Türkiye, son yıllarda oldukça aktif bir dış politika izlemeye başlamıştır. Çok boyutlu dış politika yaklaşımı çerçevesinde bir taraftan, komşularıyla sıfır sorun anlayışıyla problemlerini diyalog yoluyla çözme politikası gütmekte, diğer taraftan etrafında bir barış kuşağı oluşturmak amacıyla bölgesel çatışmalarda arabulucu ülke olarak öne çıkmaktadır. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin hiçbir iyileşme olmadan yerinde sayması Ankara’nın kendi etrafında bir barış kuşağı oluşturma politikasının inandırıcılığını da sorgulamaya açık hale getirir. Yakın komşusu olan Ermenistan’ın bu politikanın dışında bırakılması düşünülemez.

Kafkasya bölgesindeki barış ve istikrar Türkiye’nin kendi güvenliği ve istikrarı bakımından büyük önem taşımaktadır. Türkiye-Ermenistan ilişkileri genel anlamda Türkiye’nin Kafkasya politikasının doğal olarak bir parçasıdır. Ancak Türkiye-Ermenistan ilişkileri bu aşamaya gelene kadar oldukça zor ve sancılı bir süreçten geçmiştir. Şimdi biraz geriye doğru gidip buraya kadar gelinen süreci kısaca hatırlayalım.


Türkiye, Ermenistan daha bağımsızlığını ilan etmeden önce Moskova Büyükelçisi Volkan Vural’ı ikili ilişkileri geliştirme yollarını görüşmek üzere Nisan 1991’de Ermenistan’a göndererek Erivan ile iyi ilişkiler kurma iradesini ortaya koydu. Bu ziyaret aynı zamanda Ermenistan’a Türk tarafından yapılan ilk en üst düzey ziyaretti. Eski Sovyet cumhuriyetleriyle ikili ilişkilerin çerçevesini belirlemek amacıyla Eylül 1991’de Orta Asya ve Kafkasya’ya inceleme heyetleri gönderdiğinde Ermenistan’ı da dışlamadı. Bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’ı 16 Aralık 1991’de hiçbir ön koşul ileri sürmeksizin ilk tanıyan ülkelerden birisi Türkiye idi. Karadeniz’e kıyısı olmamasına rağmen Ermenistan 25 Haziran 1992’de imzalanan KEİÖ’ne Türkiye tarafından kurucu üye olarak davet edildi.



Türkiye bağımsızlıktan sonra ekonomik açıdan zor duruma düşen Ermenistan’a insani yardım gönderdi ve Batılı ülkelerden gönderilen yardımların toprakları üzerinden Ermenistan’a ulaştırılmasını kabul etti. Bu bağlamda, AB’den gelen 100 bin ton buğdayın toprakları üzerinden gönderilmesini ve enerji sıkıntısı çeken Ermenistan’a kendi enerji ağından elektrik göndermeyi kabul etti. Türkiye’nin bu yaklaşımında belirleyici olan etkenler arasında Ermenistan ile ilişkilerini geliştirerek Orta Asya ile doğrudan bağlantı kurma ve dünya Ermeni diasporasının uluslararası arenada çıkarttığı zorlukları bertaraf etme düşüncesi öne çıkmaktaydı. Ayrıca, Ermenistan ile kurulacak ilişkiler yoluyla Erivan’ın Rusya’nın etkisinden uzaklaştırılması ve Dağlık Karabağ sorununun çözümünde daha etkin olunması amaçlanıyordu.



Ermenistan açısından, Batı dünyası ile doğrudan bağlantı kurmak ve ekonomik olarak gelişme sürecine girmek için en akılcı yol Türkiye ile ilişkilerini geliştirmekti. Ancak, Türkiye-Ermenistan ilişkileri Erivan yönetimine baskı yapan milliyetçi çevrelerin etkisiyle daha ilişkilerin kurulmaya başlandığı ilk anlardan itibaren bir türlü normalleşme sürecine giremedi. Ermenistan Parlamentosu 23 Ağustos 1991’de kabul ettiği Bağımsızlık Bildirisi’nin 11. maddesinde “Ermenistan Cumhuriyeti, 1915’te Osmanlı Türkiyesi ve Batı Ermenistan’da işlenen soykırımın uluslararası alanda kabul edilmesi için sürdürülecek çabaları destekleyecektir” denilmekteydi. Her ne kadar bu ibare 5 Haziran 1995’te kabul edilen Ermenistan Anayasasında yer almasa da, anayasanın giriş bölümünde “Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesinde yer alan ulusal arzularını tanıyarak” ifadesinin yer alması Türkiye tarafından uzun vadede tazminat ve toprak taleplerinin gündeme geleceği şeklinde yorumlandı. Anayasanın 13. maddesinin 2. paragrafında ise Türkiye topraklarında bulunan Ağrı Dağı’nın devlet arması olarak kabul edildiği belirtildi.(1) Daha da önemlisi, Ermenistan Parlamentosu Şubat 1991’de Türkiye-Ermenistan sınırını düzenleyen 1921 tarihli Kars Antlaşması’nı tanımadığını açıkladı. Bütün bunlar ister istemez ilişkilere olumsuz yansıdı.



Türkiye bu gelişmelere tepkisini 1992 yılı baharında Ermenistan iki ülke arasındaki sınırı tanıdığını yazılı bir şekilde bildirmedikçe diplomatik ilişki kurmama kararı alarak gösterdi. Azeri-Ermeni çatışması ve Dağlık Karabağ’daki durumun 1993 yılına doğru Ermenistan’ın lehine dönmesi üzerine iki ülke ilişkileri tamamen kesildi. Bunda Türkiye kamuoyunda Azeri topraklarının işgali sebebiyle yükselen Ermenistan karşıtlığının kitlesel gösterilere dönüşmesi büyük oranda etkili oldu. Türkiye Azerbaycan topraklarının %20’sinin Ermenistan tarafından işgali üzerine ambargo uygulamaya başladı ve kara-hava sınırlarını Ermenistan’a kapattı.



Ancak, daha sonraları iki ülke arasındaki ilişkilerde bazı iyileşmeler de görüldü. İstanbul-Erivan arasındaki hava koridoru Türkiye tarafından 1995 yılında tekrar ulaşıma açıldı. Vize şartları kolaylaştırılarak charter uçaklarının haftanın belirli günlerinde sefer yapmasına izin verildi. Açılan hava koridorunu Ermenistan’a gidecek diğer ülke uçaklarının da kullanmasına izin verdi. Bu kolaylıklar sayesindedir ki günümüzde sayılarının 40 ila 70 bin arasında olduğu söylenen Ermenistan vatandaşı Türkiye’de kaçak işçi statüsünde çalışmaktalar ve yetkili makamlar tarafından buna göz yumulmaktadır.  Ermenistan’a yönelik yine bir iyi niyet girişimi olarak Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki Ermeni kültür ve sanat eserleri restore ettirilmeğe başlandı.(2)



Ermenistan’ın ilk devlet Başkanı Levon Ter-Petrosyan yönetimi ilk yıllarda Türkiye ile ilişkileri normalleştirmekten yana idi. Erivan’ı ilk ziyaret eden Türk Büyükelçisi olan Volkan Vural bir kış günü Ermenistan Cumhurbaşkanı Ter Petrosyan tarafından Erivan’a davet edildi. Petrosyan ile Vural Türk-Ermeni ilişkilerini nasıl geliştirebiliriz, düşmanlığı nasıl kaldırabiliriz diye uzun bir görüşme yaptılar. Vural’ın sözlerine göre, Petrosyan bu görüşmede “Ben geçmişin acılarını unutamam. Ancak geçmişe takılı kalmak da istemiyorum. Sorumlu bir devlet adamı olarak çocuklarımın, torunlarımın geleceğini düşünmek zorundayım. Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesini samimiyetle arzu ediyorum” dedi. Ancak daha sonra Ter Petrosyan, Karabağ sorununa çözüm aradığı ve Türkiye ile ilişki kurmak istediği için iktidardan uzaklaştırıldı. Eski Büyükelçi Volkan Vural’a göre Petrosyan Türkiye’yle ilişki kurmanın bedelini iktidardan uzaklaşmakla ödedi.(3) Robert Koçaryan’ın 1998 yılında iktidara gelmesiyle birlikte soykırımın uluslararası boyutta tanınması konusunun Ermenistan dış politikasının önceliği haline getirilmesi ilişkileri gerginleştirdi.



2000’li yıllara girildiğinde iki ülke arasındaki ilişkiler dünya Ermeni diaporasının, her iki ülkedeki milliyetçi çevrelerin, kamuoylarının baskısı ve üçüncü tarafların müdahalesi sonucu oluşan statükonun sınırları içerisine hapsedilmiş bir hale geldi. Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerini soykırım iddialarının Ankara tarafından resmi olarak kabul edilmesine, Türkiye’nin ise Ermenistan ile ilişkilerini Dağlık Karabağ’ın işgaline son verilmesine bağlaması statükoyu iyice kuvvetlendirdi. Bu durum hem Türkiye hem Ermenistan’a olumsuz olarak yansıdı. Doğudan Azerbaycan, batından ise Türkiye tarafından ambargo uygulanan Ermenistan’ın ekonomisi her geçen gün kötüye gitti. Kafkasya bölgesinde planlanan ve uygulamaya konulan ulaşım ve enerji nakil hatları projelerinde Ermenistan hep dışarıda bırakıldı ve yalnızlaştı. Soykırım iddialarının Ermeni diasporasının çabalarıyla çeşitli ülkelerin parlamentolarında kabul edilmesi Türkiye’yi uluslararası arenada zor durumda bıraktı. Bu tür kararlar Türk kamuoyunda Ermenistan karşıtlığını körükledi. Türkiye, Azerbaycan ve Orta Asya’ya en kolay ve doğrudan ulaşım imkânını kaybetti.



Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’de iktidara gelmesiyle birlikte uygulamaya konulan Türkiye’nin çevresinde barış kuşağı oluşturma ve komşularla sıfır sorun politikasının yansımaları Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde de görülmeğe başlandı. Bu konuda ilk ciddi adımlar 2003 yılı yazında atılmağa başlandı. Ancak, iki ülke arasındaki görüşmelere ivme kazandıran en büyük etken Ağustos 2008’de yaşanan Rusya-Gürcistan savaşı oldu. Savaş sonrası Kafkas İstikrar ve İşbirliği Platformu gündeme geldiğinde Türkiye’nin Ermenistan’ı bu platform içerisinde görmek istediğini açıklaması Ankara’nın bölgede Erivan’ı dışlamak istemediğini göstermesi bakımından önemli bir işaret oldu. İlk zamanlarda kapalı kapılar ardında ve kamuoyunun dikkatinden uzak yürütülen görüşmeler Serj Sarkisyan’ın devlet başlanlığına seçilmesi ve ardından Türkiye Cumhurbaşkanını 6 Eylül 2008 tarihindeki Ermenistan-Türkiye futbol karşılaşmasını Erivan’da birlikte izlemek amacıyla davet etmesiyle gün yüzüne çıktı.



İki ülke arasındaki ilişkiler 22 Nisan 2009 tarihinde açıklanan yol haritası ile yeni ve daha ileri bir döneme girdi. Ortak sınırın Ermenistan tarafından tanınması, karşılıklı diplomatik temsilcilikler açılması, ortak tarih komisyonunun kurulması gibi konuları içeren “Yol Haritası” Türkiye-Ermenistan ve Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinde tarihi değişikliklere yön verme potansiyeline sahiptir. Bu süreçte her iki ülkeye ve üçüncü taraflara düşen önemli sorumluluklar vardır. Dikkatli bir politika izlenerek ele geçirilen bu fırsat çok iyi değerlendirilmeli ve tarafların çabası desteklenmelidir. Süreç oldukça hassas olduğu için ABD, AB ve Rusya tarafları rahatsız edebilecek her türlü yasal düzenleme, açıklama ve eylemden kaçınmalıdırlar. Türkiye- Ermenistan arasındaki etkileşimi, tarihsel geçmişin korunması, güven sağlanması, tarih komisyonunun oluşturulması vb. etkinlikleri içine alan projeler desteklenmelidir.(4)



İkili ilişkilerin yeni bir çerçeveye oturtulması ihtiyacı Türkiye ve Ermenistan açısından politik ve ekonomik bir zorunluluk haline gelmiştir diyebiliriz. AB üyeliği yolunda kararlı adımlar atan Türkiye açısından komşuları ve çevresiyle barış ve istikrara dayalı ilişkiler öne çıkmaktadır. Türkiye artık soykırım iddiaları sebebiyle her yıl başta ABD olmak üzere bir takım ülkelerle sorunlar yaşamak istememektedir. Rusya ile Gürcistan arasında 2008 yazında yaşanan savaş Kafkasya bölgesindeki dondurulmuş sorunların sadece bölge ülkeleri için değil, dünya barışı için de tehlike kaynağı olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye, bölgede bir işbirliği ortamının yaratılmasına yardımcı olacağı ve bölgenin istikrarına katkıda bulunacağı inancıyla ikili ilişkilerin normalleşmesini istemektedir. Türkiye’nin üzerinde önemle durduğu Kafkas İşbirliği ve İstikrar Paktı, Ermenistan bu oluşuma dâhil edilmediği sürece atıl kalacaktır. Ermenistan açısından bakıldığında, ülkedeki siyasi ortamın karışıklığı, ekonomide yaşanan zorluklar, verilen göçler ve her yıl artan işsizlik oranı ülkeyi bir çıkmaza doğru sürüklemektedir. Ermenistan artık kendisini dışlayan enerji ve ulaşım nakil hatlarından pay almak istemektedir. Bütün bu etkenler her iki ülkeyi ilişkilerini gözden geçirmeye ve normalleştirmeye zorlamaktadır.



Ermenistan ile olan sorunlarını çözme yolunu benimsediğini gösteren Türkiye barışçıl ilişki isteğine dair dünyaya çok olumlu bir mesaj vermektedir. Erivan’dan bugüne kadar Türkiye’nin iyi niyet adımlarına verilen karşılık “önkoşulsuz görüşme” ve “önce sınırların açılması” gibi taleplerle sınırlı kalıyordu. Ermenistan Türkiye’den ön koşulsuz görüşme isterken aslında başta soykırımın kabulü olmak üzere kendi ön koşullarını gündemde tutmayı ama Türkiye’nin ön koşullarının gündeme getirmemeyi istiyordu. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü futbol maçı için Erivan’a davet etmekle barış yönünde çok önemli bir adım attı.(5) Yol haritası ile gelinen nokta Ermenistan’ın Türkiye ile ilgili politikalarında da bir olumlu manada bir kırılma yaşandığını göstermektedir.



İlişkilerin normalleşmesinin önünde aşılması gereken çok zorlu engeller vardır. Öncelikle iki ülke arasındaki ilişkiler soykırım ipoteğinden kurtarılmalıdır. Ermeni diasporasının çabalarıyla bazı ülkelerin parlamentolarında soykırım yapıldığına dair kararlar alınması sonuçta Ermenistan’a Türkiye ile ilişkilerini daha fazla germekten başka pratikte bir şey kazandırmadı. Ermenilerin soykırım iddialarından vazgeçmelerini beklemek gerçekçi olmaz. Çünkü bu konu özellikle diaspora Ermenileri açısından milli kimliğin bir ögesi haline gelmiş durumdadır. Türkiye açısından bakıldığında ise soykırım iddialarının kabul edilmesi gerçekçi olmaz. İlişkiler soykırıma indirgenirse hiçbir mesafe alınmadan görüşmeler tıkanır, hatta daha geriye gider. O zaman yapılması gereken Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerinde soykırım iddialarını geri plana atmasıdır. Eğer kapı komşunuzu her gün katil olarak suçlarsanız sonra çıkıp onun size evinin kapısını sonuna kadar açmasını bekleyemezsiniz. Soykırım konusunu ilişkilerde geri plana atma nedense Ermenistan tarafından sanki “unutturulmak” olarak algılanıyor. Geri plana atmak demek unutturmak istemek değildir. Bir taraftan ekonomik, siyasi, kültürel ilişkiler başlasın, bu ilişkilere soykırım gölgesi düşürmeden diğer taraftan da tarihçiler, uzmanlar ve araştırmacılar soykırım iddialarını bilimsel olarak araştırsınlar.



Ermeni diasporasının soykırım konusunu siyasallaştırma çabaları Türkiye ile Ermeni diasporası arasında bir mücadele unsuru haline gelmiştir. Bu ise kısır bir döngü içerisinde sonuçsuz çabalar olarak iki ülke ilişkilerine yansımaktadır. Diasporanın Türkiye ile diyalogu bir seçenek olarak dahi dikkate almayan tutumunun baskın bir şekilde gözlendiği böylesi bir ortamda Türkiye’nin tanıması bir tarafa,  özür dilemesi bile söz konusu değildir artık. Soykırımın Türkiye’ye kabul ettirilmesi meselesi Türk dış politikası açısından bir prestij meselesi haline gelmiştir. Türkiye’nin özür beyan ederek soykırım iddialarını bir anlamada kabul etmesi bu mücadelede yenildiğini kabul etmesi anlamına gelecektir ki Türkiye bunu kabul etmez.(6)



Bir süre önce bir grup Türk aydını tarafından “özür diliyorum” kampanyası başlatıldı. Bir süre sonrada Fransa Ermenileri öncülüğünde bir “teşekkür ediyorum” kampanyası başlatıldı. Bu tür kampanyaların yerindeliği, doğruluğu ve sorunun çözümüne katkısı tartışmaya açık olmakla birlikte bu konuların özgürce konuşulabilmesini önemli buluyorum. Bu tür adımların kimliğini inkâr veya karşı tarafa sempatik görünme olarak yansıtılmasını da doğru bulmuyorum. Türkler ile Ermeniler arasında yerleştiğine inanılan antipatinin  sempatiye dönmesini beklemek hayalcilik olur. Ancak, her iki taraf da bu antipatiyi empatiye çevirebilirse işte o zaman ümitli olabiliriz ve her iki halk, dolayısıyla da ülkeler kazançlı çıkacaktır.



1915 olayları sadece Ermeniler açısından büyük bir trajedi değildir, bu olayların mağduru olan başta Türkler ve Kürtler olmak üzere Müslüman nüfusu da dikkate almak lazımdır. Türkler sürgün sırasında binlerce Ermeni’nin yaşadığı acıları paylaştığını açıklayabildiği gibi Ermeniler de isyanlar sırasında Taşnak çetelerinin baskın ve katliamlarında hayatlarını kaybeden ve topraklarını terk etmek zorunda kalan binlerce Müslüman’ın acılarını paylaştığını rahatça açıklayabilmelidirler. Sadece 1973-1994 yılları arasında ASALA terör örgütünün saldırılarında 42 Türk Dışişleri mensubu ve yakını öldürüldü. Yani acıların üstesinden gelmesi gereken tek taraf Ermeniler değildir.



İki ülke ilişkilerine ipotek koyan bir başka konu da Dağlık Karabağ sorunudur. Türkiye-Ermenistan ilişkileri Dağlık Karabağ sorununun çözümüne ipoteklenirse hiçbir ilerleme sağlanamaz. Türkiye-Yunanistan ilişkileri eğer salt Kıbrıs sorununa endekslenseydi bugün gelinen aşamaya hiçbir zaman gelinemezdi. Öncelikle Dağlık Karabağ sorununun kökeni çok eskiye dayanan ve özel olarak ele alınması gereken bir sorun olduğunu ortaya koymak lazımdır. Karabağ sorunu, Azerbaycan ile Ermenistan arasında oldukça uzun bir tarihî geçmişe sahiptir. Uzun bir tarihe sahip olan “Karabağ Sorunu”, 1980’lerin ikinci yarısında SSCB’nin dağılma sürecine girdiği dönemde Ermenistan’ın Azerbaycan’a ait Karabağ bölgesinin dağlık kısmında yeniden hak iddia etmesiyle ortaya çıkmıştır. Türkiye-Ermenistan arasındaki görüşmeler Dağlık Karabağ sorunundan bağımsız ele alınmalıdır. Çünkü Türkiye’nin bu sorunu tek başına çözme gücü yoktur. Karabağ sorununda ilerleme olmadan da sürecin yürümesi uzun vadede çok zordur.



Ermenistan ile Azerbaycan arasında çıkmaza sürüklenen Dağlık Karabağ sorunu Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirme paketinde uzlaşmayı tehlikeye düşürebilir. Azerbaycan, Ermenistan işgal ettiği topraklardan çekilene dek sınırın açılmasına karşı çıkıyor. Ancak, Türkiye uzun yıllardır ilk kez bu kadar yakın ve güçlü şekilde ortaya konan normalleşme fırsatını bu yüzden feda etmemelidir. Sorunun çözümü için 15 yıldır süren çıkmazın yerine Ermenistan’ın güvende hissetmesini sağlayacak bir yumuşama politikasının çok daha yararlı olacağı ve sürecin bu şekilde ilerlemesi gerektiği konusunda Azerbaycan’ı ikna etmeye çabalamalıdır. Türkiye ile uzun vadeli normalleşmenin sürdürülebilmesi için Ermenistan ile Azerbaycan Dağlık Karabağ sorununun çözümü için Minsk Grubu’nun temel ilkelerini benimsemelidirler. Bu anlamda barış yönünde iyi niyet ortaya koyma sırası Ermenistan’a gelmiştir. Türkiye ile Ermenistan arasında başlatılan diyalog sürecin ilerlemesi için öncelikle Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’ın dışında işgal ettiği Azerî topraklarının büyük kısmından çekilmesi gereklidir. Ermeniler Dağlık Karabağ dışında kalan topraklardan çekilirlerse Dağlık Karabağ sorunu da bir takvime bağlanabilir, BM ve Minsk Grubu gözetiminde görüşmelere başlanabilir. Bu şekilde hareket edilirse Türkiye’nin Ermenistan’a sınırlarını açması hem Türk hem Azeri kamuoylarında kabul edilebilir.



Ermenistan, Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek konusuna gerçekten iyi niyetli yaklaşıyorsa öncelikle ortak sınırı resmen tanıdığını göstererek bunu ortaya koymalıdır. Hem sınırı tanımayıp hem de tanımadığı sınırın açılması için Türkiye’ye telkinlerde bulunması ve baskı yapması mantıklı değildir. Kaldıki Ermenistan, 1992 yılında AGİT’e üye olurken, üyelik şartları arasında bulunan sınırlarda değişiklik şartı istenmeyeceği şartını da kabul etmiştir. Günümüzde iki komşu ülkenin sınırlarının kapalı olması gerçektende hoş olmayan, iyi komşuluk politikasına yakışmayan bir tutumdur. Hoş olup olması bir tarafa, sınırların kapalı olmasına insani açıdan yaklaşıldığında sevinilecek ya da övünülecek bir durum da değildir. Sınırlar açıldıktan sonra diplomatik ilişkiler kurulmalı ve her iki halk yeniden birbirini tanımaya başlamalıdır. Ancak ortada bir gerçek vardır: Ermenistan tarafından bu konu gündeme geldiğinde devamlı surette Türkiye ile sınırın tanınmaması gibi bir sorun olmadığı şeklinde yorumlar yapılıyor, ancak henüz bu resmi bir belgeyle ortaya konmuş değildir. Bu tanımanın bir protokol veya nota teatisi gibi usullerle belgeye dökülmesi önemlidir. Bunun yapılması iki ülke ilişkilerinde en önemli konu olan güven eksikliğini gidermeye yardım edecek en büyük adımdır. Bu yapılmaz ise, Türkiye, ortak sınır Erivan tarafından resmi olarak tanınmadıkça sınırlarını açmak konusunda devamlı tereddüt yaşayacak, kamuoyunu ikna etmekte zorlanacaktır. İçinde bulunduğu durum itibariyle sınırların açılmasına hayati derecede bağımlı olan taraf zaten Ermenistan’dır.



Türkiye’nin Ermenistan politikasında Ermeni diasporası ve Ermenistan farklı değerlendirmeye tabi tutulmalı ve her ikisine karşı uygulanacak politikalar birbirinden farklı olmalıdır. Diaspora Türkiye ile diyalog kapılarını çoktan kapatmıştır. Bu yüzden Ermenistan ile Türkiye’nin her türlü iyi niyet adımına karşı çıkan diasporanın Erivan üzerindeki etkisi azaltılmağa çalışılmalıdır. Bu nasıl yapılabilir? Öncelikle Ermenistan ile ilişkileri artırarak yapılabilir. En kolay ve etkili yöntem diaspora ile de diyaloga geçmektir. Diaspora öyle genel olarak kabul edildiği gibi yekpare ve tek fikir bir topluluk değildir. Diaspora içerisinde etkin ve sözü geçen kısım Türkiye ile diyaloga karşı olsa bile içlerinde diyalog yanlısı olanlar da vardır. İlk olarak onlarla işe başlamak lazımdır.



Resmi kanallar yoluyla diaspora ile diyaloga geçilmesi halinde olumsuz karşılık alınması ihtimali çok güçlüdür. Bunun örneğini Türkiye Ermeni diasporası temsilcilerini Akdamar Kilisesi’nin açılışına davet ettiğinde olumsuz cevap almakla yaşadı. Resmi kurumlar yerine her iki ülkeden sivil toplum örgütleri ve yerel yönetimler diyalogu kuvvetlendirecek, tanımayı artıracak çalışmalar yapmalıdırlar. Bu konuda Türk Ermeni cemaatine de köprü olarak büyük görev düşmektedir. İki ülke halklarının birbirine yakınlaşması adına karşılıklı katılımı teşvik eden bilimsel, kültürel ve sanatsal organizasyonlar, turizmin ve spor etkinliklerinin teşvik edilmesi önemlidir. Türkiye ile Ermeni diasporası arasındaki diyaloga örnek olarak ABD’nin Los Angeles şehrinde 2009 yılının Nisan ayının ilk haftasında yapılan “Anadolu Kültür ve Yemek Festivali” verilebilir.(7) Pasifica Enstitüsü tarafından düzenlenen ve Los Angeles’ta bulunan “İstanbul-Amerikan Ermeni Birliği” tarafından da desteklenen bu festivalde ABD’deki Türk ve Ermeni diasporaları güzel bir diyalog örneği ortaya koymuşlardır.



Normalleşme sürecinde sorunun doğrudan tarafı olmayan ama müdahil olmaya hevesli üçüncü ülkelere de sorumluluklar düşmektedir. Türkiye yakınlaşma politikası ile birlikte tüm taraflara güçlü bir şekilde çözümden yana olduğu mesajını vermiştir. Üçüncü tarafların Türkiye üzerinde sınırın açılması ve ilişkilerin normalleştirilmesi yönünde güçlü bir baskısı vardır. Artık bu baskı Türkiye açısından hafifleyecektir, çünkü şimdiye kadar hep mağdur olarak kendisini öne çıkarmaktan başka bir politika geliştiremeyen Ermenistan artık kendisi üstünde de çözüm yolunda baskı hissetmeye başlamıştır. Bu politikasıyla Türkiye şimdiye kadar Azerbaycan topraklarının işgalinin sona erdirilmesi konusunda etkisiz politikalar izleyen Minsk Grubu’nu çözüme ve etkili politikalar izlemeye zorlayabilecektir.



Üçüncü ülkeler Ermeni diasporasının baskılarıyla parlamentolarında kararlar almak yerine Türkiye ile Ermenistan’ın sorunlarını görüşmeler yoluyla çözme politikasına destek vermelidirler. Diasporanın dışında reel problemlerle baş başa bir Ermenistan bulunmaktadır. Bu sorunlar parlamento ya da senato kararlarıyla değil Türkiye ve Ermenistan ilişkilerinin yakınlaşmasıyla çözülebilir. Türkiye’yi sorun kaynağı olarak gören üçüncü ülkelere samimiyet testinden geçme sırası şimdi gelmiştir. Bu ülkeler, iki ülke arasında başlatılan süreci destekleyerek dünya barışı için samimi olup olmadıklarını ortaya koymalıdırlar. Burada en büyük görev ABD, AB ve Rusya’ya düşmektedir. Azerbaycan, işgal altındaki topraklarını barışla olmazsa savaşla geri alacağını dile getirmektedir. Güney Kafkasya’da yeni bir savaş sadece Ermenistan ve Azerbaycan’ı değil; Türkiye ve Rusya’yı da içine alarak genişleyecek büyük çaplı bir savaşa dönüşebilecektir. Bunun risklerini almak ve sonuçlarına katlanmak çok pahalıya mal olabilir.



Tarihi ve kültürel bağlar, uluslararası enerji ve ulaşım hatları göz önüne alındığında Türkiye için öncelikli ülke hiç şüphesiz Azerbaycan’dır. Ancak, komşularıyla sıfır sorun yaklaşımı ile çevresinde bir güvenlik ve barış kuşağı oluşturarak diplomatik manevra gücünü ve alanını genişletmek isteyen Türkiye’nin “ya Azerbaycan, ya Ermenistan” deme lüksü yoktur, aksine “hem Azerbaycan, hem Ermenistan” yaklaşımı çıkarları gereğidir. Ankara, müttefiki Azerbaycan'ın itirazları nedeniyle Ermenistan ile başlayan yakınlaşma girişimlerini askıya alırsa hata yapmış olur. Çünkü Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri normalleşmesi aslında Azerbaycan’ın yararınadır. Normalleşme sağlanırsa Ermenistan kendisini daha güvende hissedecek ve Dağlık Karabağ konusunda çözüme daha açık olacaktır. Sonuç olarak, hem Türkiye’yi hem Ermenistan’ı zorlu bir süreç beklemektedir. Bölge barışı ve istikrarı için, yüzlerce yıl barış içinde yaşamış iki halkın yeniden yakınlaşması için ele geçen fırsatlar en iyi şekilde değerlendirilmelidir.

* Bu yazı, 26-27 Mayıs 2009 tarihinde SETA tarafından İstanbul'da düzenlenen "Türkiye-Ermenistan İlişkileri Çalıştayı"nda tebliğ olarak sunulmuştur.
Kaynaklar

(1) Bakınız: Konstitutsiya Respubliki Armeniya ot 5 iyunya 1995 g.http://constitution.garant.ru/DOC_3864869.htm
(2)En önemli restorasyon çalışması Van Gölü üzerindeki Akdamar adasında bulunan Ermeni Kilisesi restorasyonudur.
(3) Neşe Düzel. “Volkan Vural: Ermeni ve Rumlar Tekrar Vatandaş Olsun”. Taraf, 08.09.2008.
(4) Bakınız: Turkey and Armenia: Opening Minds, Opening Borders. Europe Report No: 199–14 April 2009. International Crisis Group. 
(5) Futbol maçı öncesinde yapılan bir politika değerlendirmesi için bakınız: Bulent Aras, Fatih Ozbay. Turkish-Armenian Relations: Will Football Diplomacy Work?. SETA Policy Brief, No:24 (September 2008).http://www.setav.org/document/Policy_Brief_No_24_Bulent_Aras_Fatih_Ozbay.pdf?phpMyAdmin=e008732753bf014f26cf3b79aa21f1f1
(6) Cenap Çakmak. “Türkiye Özür Diler Mi?”. BİLGESAM, 22.12.2008.http://www.bilgesam.org/tr/analizler/analizler-kafkaslar/245-tuerkiye-oezuer-diler-mi.html
(7) Festival hakkındaki haberler için bakınız: Charles Perry. “Turkish Delights Served at Anatolian Cultures&Food Festival”. Los Angeles Times, 15.04.2009;  Joshua Walker. “Rising Anatolia. Turkey’s Soft Power in Los Angeles”. Todays Zaman, 09.04.2009; “Türkler Bugüne Kadar Suskundu; Ama Bugün Muhteşemler”. Sabah, 05.04.2009; “Anadolu Kültür ve Yemek Festivali’ne On Binler Akın Etti”. Zaman, 06.04.2009.




.