19 Ocak 2015 Pazartesi

Ermeni Sorununun Tarihsel Boyutu 2




                               Ermeni Sorununun Tarihsel Boyutu  2


.

Lozan Barış Antlaşması ve Ermeni Sorunu

Gündüz AKTAN 
Emekli Büyükelçi.

Ermeniler, dolaylı yollardan tekrar Sevr Antlaşması’ndaki genel yaklaşıma dönme çabasındadır. Bu amaçla Lozan Barış Antlaşması’nın kendileri açısından geçersiz olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Ancak Lozan Barış Antlaşması’nın, Ermenilerin sübjektif istek ve değerlendirmelerine göre değil, kendi içinde yazılı özel ilke ve kurallar ile, Antlaşmalar hukukunun genel esas ve yöntemlerine göre incelenmesi ve değerlendirilmesi mümkün olabilir.

Ermeni sorunu, Lozan Barış Antlaşması çerçevesinde genelde sözü edilmeyen bir konudur. Buna karşılık ,son zamanlarda Ermeniler, soykırımı dünyaya kabul ettirmek, dolaylı yollardan tekrar Sevr Antlaşması’ndaki genel yaklaşıma dönme imkanlarını araştırmak, bu bağlamda, Lozan Barış Antlaşması’nın kendileri açısından geçersiz olduğunu kanıtlamak için yoğun bir çaba içine girmiş görünmektedirler.

Ermenilere göre , ortada bir soykırım vardır. Soykırım suçu zaman aşımına tabi olmayan bir suçtur. Soykırım gerçeği bir Antlaşmayla ortadan kaldırılamaz. Bu nedenle Lozan Antlaşması hukuka aykırı bir Antlaşmadır. Dolayısıyla, “Ermeni soykırımı” açısından hükümsüzdür, uygulanamaz. Bu durumda, Sevr Antlaşması’nın bu konudaki maddeleri kendiliğinden geçerlilik kazanır ve uygulama alanı bulur.

Acaba böyle midir? Böyle olabilir mi? Lozan Barış Antlaşması, usulüne göre onaylanarak yürürlüğe girmiş ve halen de yürürlükte bulunan; Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’ne ardıl olmasına ilişkin tüm siyasî, askerî, ekonomik, malî, hukukî ve insanî sorunları kapsayan, bu bakımdan objektif bir statü yaratan ve dolayısıyla üçüncü ülkelere de yönelik sonuçları söz konusu olabilen önemli bir bağıttır. Bu antlaşmanın gözden geçirilmesi, değiştirilmesi veya sona erdirilmesi gibi konuların, Ermenilerin sübjektif istek ve değerlendirmelerine göre değil, kendi içinde yazılı özel ilke ve kurallar ile, Antlaşmalar hukukunun genel esas ve yöntemlerine göre incelenmesi ve değerlendirilmesi mümkün olabilir.

Esasen Lozan Barış Antlaşması, çok taraflı ilişkileri düzenleyen genel bir hukukî çerçevedir. Buna nazaran Türkiye ve Ermenistan ilişkileri, ikili ve özel ilişkilerdir. Nitekim Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkiler, Lozan Barış Antlaşması’ndan önce, 2 Aralık 1920’de Gümrü’de imzalanan Türkiye-Ermenistan Barış Antlaşması’na, 16 Mart 1921 ‘de Moskova’da imzalanan Türkiye-Ermenistan Barış Antlaşması’na, 16 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan Türkiye - Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’na ve son olarak da 13 Ekim 1921 tarihinde Kars’ta imzalanmış olan Türkiye ile Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Arasında Dostluk Antlaşması’na konu olmuştur. Bunlardan ilki olan Gümrü Antlaşması -Sevr Antlaşması gibi- imzadan sonra Güney Kafkasya’nın Sovyetler tarafından işgali üzerine onaylanamamış ve yürürlüğe girememiştir. Buna karşılık, son iki Antlaşma halen yürürlüktedir.

Görüldüğü üzere, Türkiye açısından Ermeni sorunu, Lozan Barış Antlaşması’ndan önceki dönemde çözümlenmiş bir konudur. Lozan sürecindeki Ermeni çabalarını, yeni bir politik ve diplomatik girişim olarak değerlendirmek gerekir. Bu da başarılı olamamıştır.

Bu hususlar saklı kalmak kaydıyla, Lozan sürecindeki Ermeni olayları tartışmalarını da açıklamakta yarar vardır. Bilindiği üzere, 1. Dünya Savaşı 1914’de başlamıştı. 1915 yılında, Osmanlı orduları üç büyük cephede savaşmaktaydılar. Gelibolu’da İngiliz ve Fransızlarla, Doğu Cephesi’nde Rusya’yla; nihayet güneyde, -önce Süveyş’te sonra da Irak’ta- yine İngilizlerle muharebeler devam etmekteydi.

Tehcir, yani Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun bir bölü­münden diğer bölümüne taşınmaları işlemi 1915 yılının Mayıs ayında başlamıştı. İtilâf Devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya) hemen bir bildiri yayımlamışlardı. 24 Mayıs tarihli bu bildiride, Osmanlı İmparatorluğu’nun insanlığa ve uygarlığa karşı işlemekte olduğu suçlara atıfta bulunulmakta ve Osmanlı kabinesinin -yani Bâb-ı Âli’nin- Ermenilere yapılanlardan kişisel olarak sorumlu olacakları belirtilmekteydi. Bu bildiri, Sevr Antlaşması bakımından büyük önem taşımıştır.

1916 yılında, bir İngiliz ve bir Fransız (Sykes ve Picot), daha sonra kendi adlarıyla anılacak olan, Os­manlı İmparatorluğu’nun -savaş sonunda nasıl olsa yenileceği varsayımıyla parçalanması konusunda Antlaşmalar hazırlamakla görevlendirilmişlerdir. Bu antlaşmalar, İtilâf devletleri arasında (Fransa-İngiltere, İngiltere-Rusya ve Fransa-Rusya) imzalanmıştır. Bu Antlaşmalar ile, Anadolu’nun doğu bölümünün Rusya’ ya bırakılması ve Ermenilerin de o bölgede yer alması düşünülmüştür[1].

Bununla beraber, 1917’de Rus ihtilâlinin olması, Rusya’nın savaşı bırakması, bu defa ABD’nin savaşa girmesi, durumu tamamen değiştirmiştir. Ancak ABD bu sırada Almanya’ya savaş açarken, Osmanlı Devleti’ne savaş açmamıştır. Sonuçta, İttifak Devletleri (Almanya-Avusturya-Osmanlı İmparatorluğu) 1918’de savaşı kaybetmişlerdir. Os­manlı Devleti 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imzalamıştır.

Bu dönemde, ABD Başkanı Wilson, barışla ilgili olarak 14 mad­delik bir bildiri yayınlamıştır. Başkan Wilson, “kendi kaderini tayin” (self-determination) ilkesinin uygulanmasını savunmuştur. Wilson Bildirisi’nin 12. maddesi, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgi olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda kalacak bölgede Türklere kendi kaderini tayin hakkını tanımıştır. Ancak bildiri bu bölgenin sınırlarından söz etmemiştir. Türklere bırakılacak yerler, Sevr Antlaşması’nın konusu olmuştur. Wilson, Osmanlı’dan ayrılacak halkların -Ermeniler dahil- özerk bir siyasî varlık ve yaşam hakkına sahip olacaklarını ilan etmiştir. Sevr Antlaşması ile sonuçlanacak barış konferansı, Ocak 1919’da işte bu koşullar altında açılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, bu konferansa ve müzakerelerine fiilen katılamamıştır[2]. Buna rağmen konferansın sonuçlanması çok uzun sürmüştür. Ocak 1919’da başlayan bu konferansın, ciddi müzakerelere sahne olmadığı halde, Ağustos 1920’de bitmesinin nedeni Ermeni sorununa bir türlü çare bulunamamış olmasıdır. Görüldüğü üzere, Ermeni sorunu Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılı­şında bizim sandığımızdan çok daha önemli bir etken olmuştur.

Sözü geçen konferansa, Ermeniler iki delegasyonla katılmışlardır. Bunlardan biri Ermenistan Cumhu­riyeti, öteki de onun dışında kalanları temsilen gelen ve “Millî Ermeni Delegasyonu” olarak adlandırılan heyetler olmuştur. Osmanlı paşası olduğu iddia edilen ünlü Bogos Nubar Paşa -ki bir Mısır Ermenisi’ydi­ bu heyete başkanlık yapmıştır. Bogos Nubar Paşa, daha toplantının başında, “Biz Osmanlı’yla savaştık. Bu nedenle muhasım tarafız. Bu sıfatla konferansa katılmak istiyoruz” şeklinde beyanda bulunmuştur. Bu beyan, -uygulama kabiliyeti olsaydı- 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi kapsamında yapılacak hukuki bir değerlendirme açısından bile çok ilginç bir durum yaratabilirdi.

Zira anılan sözleşmeye göre, belli bir grup silahlı bir çatışmanın taraf ise, Soykırım Sözleşmesi çerçe­vesinde korunacak kişiler kapsa­mında değerlendirilmemektedir[3]. Dolayısıyla, Bogos Nubar Paşa, Ermenilerin bir harpte muhasım taraf olduğunu söylemekle, Ermenilerin Türklerle savaştıklarını itiraf etmiş, ilerde söz konusu edilebilecek bir soykırım iddiasını da daha baştan dayanaksız bırakmış olmaktadır.

Bu süreç boyunca Ermeniler, mevcut Ermenistan Cumhuriyeti’ne ek olarak, Osmanlı Devleti’nin altı vilayeti ve Kilikya’da yani Adana-Maraş arasındaki bölgede- bir Ermeni devleti kurulmasını istemişlerdir. Sözü geçen altı vilayet, yaklaşık olarak şu andaki 18 vilayetimize tekabül etmektedir. Bu topraklar, yaklaşık 250-300 bin km’lik bir alanı kapsamakta, Batılılarca da sempa­tiyle karşılanmakta, fakat anılan bölgede, bu büyüklükte bir devleti oluşturabilecek ve yönetebilecek sayıda Ermeni nüfusu bulunmamaktaydı. Bu nedenle, Rusya savaşta kalsaydı , Ermenistan’ın mandasının Rusya’ya verilmesi düşünülmüştü. Rusya savaştan çekildiğinde, bölgenin bu defa ABD’ye verilmesi söz konusu edilmiştir. ABD Başkanı Wilson, bu fikri sıcak karşılamış, ancak tasarıyı ABD Kongresi’nden geçirememiştir. ABD Kongresi, Amerikan mandasında bir Ermenistan istememiş, bağımsız bir Ermenistan kurulması fikrinin destekçisi olmuştur.

Sevr Antlaşması 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır. Bu Antlaşmanın çok sayıda maddesi Ermenistan’la ilgilidir. Bunlardan en önemlisi olan 88. maddede, Türkiye’nin, -daha Ermenistan ortada yokken- kurulacak Ermenistan Devleti’nin bağımsızlığını ve özgürlü­ğünü şimdiden kabul edeceği yazılıdır. 89’uncu maddeye göre de, Ermenistan’ın sınırlarını çizme yetkisi ABD Başkanı Wilson’a bırakılmak­tadır. Sınırların nerelerden geçmesi gerektiği de açıkça belirtilmektedir: Sınırlar, “Erzurum-Trabzon-Van-Bitlis-Van Gölü’nün çok önemli bir kısmını içine alarak çizilecektir” denmektedir. Ermenistan’ın ismi geçen vilayetlerin tümünü mü yoksa bir kısmını mı içine alacağı sorusunun cevabını Wilson’ın vermesi istenmekte, Türkiye, elinden çıkacak olan bu vilayetlerdeki tüm hak ve sıfatlarından önceden vazgeçmekteydi.

Sevr’de Ermenilere ilişkin ikinci bölüm hükümler, madde 226 - 230 arasındaki kısımda yer almaktaydı. Bu maddelerde, “Ermeni olaylarından” sorumlu olanların İtilâf Devletleri tarafından gösterilecek mah­kemelerde yargılanmaları öngörülmekteydi[4].

Bu arada, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Sevr Antlaşması’nı onaylamamış, Türk Millî Mücadelesi başlamıştır. Doğu Cephesi’ndeki silahlı mücadele diğerlerinden daha önce ve genç Türk Devleti’nin zaferiyle sona ermiştir. Doğu Cephesi’ndeki savaşın kazanılmasının ardından, önce Gümrü, arkasından da Moskova ve Kars Antlaşmaları imzalanmıştır. Ancak, yukarıda da ifade edildiği üzere, imzadan iki gün sonra Bolşeviklerin Güney Kafkasya’ya hâkim olmaları sonucunda Gümrü Antlaşması yürürlüğe girememiştir. Buna karşılık, önce Moskova Antlaşması, daha sonra da, Moskova Antlaşması’nın 6. ve 15. maddeleri uyarınca- Kars Antlaşması yapılmıştır.

Bu özel hukukî çerçevede, Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır sorunu Moskova Antlaşması’nın 1. ve 2. maddeleri ve Kars Antlaşması’nın 2. ve 4. maddeleri ile çözümlenmiştir. Keza, Ermeni iddialarının aksine, gerek Sevr Antlaşması, gerek Gümrü Antlaşması, usulüne uygun olarak onaylanıp yürürlüğe girmiş olsalardı dahi; Moskova Antlaşması’nın 6. ve Kars Antlaşması’nın 1. maddeleri gereğince, taraflar arasındaki ilişkiler bakımından geçersiz sayılacaklardı[5].

Öte yandan, Kars Antlaşma­sı’nın 15. maddesine göre, bağıtlı taraflardan her biri, bu Antlaşmanın imzalanmasından hemen sonra, Kafkas Cephesi’ndeki savaş nedeniyle işlenen cinayet ve cürümler için öteki taraf uyrukları yararına tam bir genel af ilan etmeği yükümlenmişlerdir[6].

Türkiye, sonraki aşamalarda Sakarya ve Dumlupınar savaşlarını kazanmıştır. Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi yapılmıştır. Kasım ayında TBMM Hükümeti Lozan Barış Konferansı’na çağırılmıştır. Türk heyeti Lozan’a giderken TBMM tarafından heyete verilen müzakere talimatı da bir rastlantı sonucu on dört maddeden oluşmuştur. Talimat daha ziyade sınırlar, kapitülasyonlar ve azınlıklarla ilgili olmakla birlikte, İsmet Paşa ve heyetine verilen bu talimatının iki maddesi, merkeze ayrıca sormaya dahi gerek olmaksızın Türk heyetine toplantıları terk edebilme yetkisini kapsamıştır. Yani muhatap devletler bu iki konuda ısrar ederlerse, Türk heyeti “teşekkür ederim” diyerek ayrılmak yetkisine sahip kılınmıştır. Bu iki önemli noktadan biri Ermeni yurdu sorunu, diğeri kapitülasyonlardır. Görüldüğü üzere, -üstelik Misak-ı Millî ölçütüne rağmen- TBMM Hükümeti sınırlarda bile taviz vermeye hazır iken, baştan itibaren, Ermeni yurdu ya da kapitülasyonlar konularında herhangi bir tavize yanaşmak eğiliminde olmamıştır.

Ermeniler, Lozan Konferansı’na da katılmak istemişler, ancak bu defa, “hasım taraf olarak savaşa katılmıştık” gibi beyanlarda bulunmamışlardır. Türk tarafı bu katılımı kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Sonuçta, Ermeniler ana komisyonlara değil, ancak özel bir alt komisyona katıl­mayı başarmışlardır. Rıza Nur’un Türk heyetinin başkanlığını yaptığı bu alt komisyonda en zorlu diplomatik çatışmalar cereyan etmiştir. Rıza Nur -meslekten diplomat da olmadığından- sert bir üslup kullanmıştır[7]. Rıza Nur muhataplarına âdeta ağzına geleni söyledikten sonra, İsmet Paşa karşı taraftan -yüzeysel bir şekilde- özür dilemiş, ardından aynı uygulamalar tekrarlanmıştır[8]. 

Sonunda Lozan Barış Antlaşması imzalanabilmiştir. Metinde, Ermenilerden hiç söz edilmemiştir. Buna karşılık ırk, dil, din vb. ayırım gözetmeme temeline dayalı insan hakları hukuku kapsamındaki konular ve hükümler, Ermenileri de dolaylı olarak ilgilendirmektedir[9].

Lozan Barış Antlaşması’nın eki olan, “Genel Affa İlişkin Bildiri ve Protokol” -sanılanın aksine- Türk tarafının değil, İtilâf Devletleri’nin ısrarıyla hazırlanmıştır. Bu suretle, savaş sırasında işlenen suçların tümü affedilmiştir. Anadolu’da Yunan ordusunun işlediği suçlar da, Ermenilere karşı işlenen suçlar da af kapsamına sokulmuştur[10].

Anılan Bildiri’nin 6 no’lu paragrafı ile, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşı kaybettiği 1918 yılından 1922 yılı sonuna kadar, özellikle İstanbul’un ve Osmanlı Mebusan Meclisi’nin işgal altında bulunduğu süre zarfında, Türkiye sınırlarının dışında kalmış (Suriye gibi) yerlerdeki Ermenilerin geriye dönmeleri, mal ve mülklerinin iade edilmesi konularında İngilizlerin ve Fransızların aldığı kararların olduğu gibi uygulanması, Türkiye Devleti’nce kabul edilmiştir. Buna göre, geri gelmek isteyen Ermeniler gelebilecek, Türkiye sınırları içinde olup da mal ve mülkleri iade edilmiş Ermenilere ilişkin işlemler de geçerliliğini koruyacaktır[11].

Ermenileri dolaylı olarak ilgilendiren diğer bir hüküm de vatandaşlığa ilişkin 31. maddedir. Vatandaşlığını kaybetmemiş bütün Ermeniler zaten geri gelebileceklerdir. Vatandaşlığını kaybetmiş olanların da çocukları, 18 yaşına geldikleri zaman, belli bir süre içinde Türk vatandaşlığını tercih ederlerse, aynı şekilde geri gelebileceklerdir.

Ermenilerle dolaylı olarak ilgili olan en ilginç hükümler, iktisadî bölümde yer alan 65-72. maddelerin hükümleridir. İktisadî hükümlerin Ermenilerle ilişkisi hemen kavrana­mayabilir. İnsan hakları hukukunun genel anlamı ye işlevinin doğal sonucu olarak bu şekilde atıfta bulunulması esasen gerekmemekle birlikte, Türk heyetinin Lozan Barış Antlaşması’nın içinde Ermenilere ayrıca ve açıkça atıfta bulunulmasından kaçınmış olduğu da söylenebilir. İktisadî hükümler içinde, “mallar, haklar, menfaatler” olarak isimlendirilen bir bölüm bulunmaktadır. Bu bölümde, tehcire tabi tutulmuş olanların tüm hukuku ve tüm çıkarları korunmaktadır[12].

Burada ilginç olan nokta, 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin ba­şına gelenlerle Balkan savaşlarında Türklerin başına gelenler aynı hukuki esas ve usullere tabi kılınmıştır. Yani bu halklardan birinin maruz kaldığı uygulamaya soykırım denecekse, diğerinin maruz kaldığı uygulamanın da soykırım olarak nitelendirilmesi gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, Ermenilere ve Türklere, maruz kaldıkları olaylar dolayısıyla aynı hukuk kurallarının uygulanması gerekmektedir. Bu nedenle, söz konusu olabilecek eylemlerin de aynı ölçülere göre nitelendirilmesi gerekmektedir.

Lozan Barış Antlaşması’nda, ge­nel olarak sigorta sözleşmeleri, özel olarak da hayat sigortası sözleşmeleri konusunda, Ermenilerin yararlanabilecekleri bazı hükümler vardır[13]. Ancak sonuç olarak bu, özel hukuk çerçevesinde kişiler arası özel hukuk ilişkilerinin hukukî çerçevesini oluşturmaktadır. Burada bu teknik konunun ayrıntısına girmek hem gereksizdir, hem bu makalenin amacını aşmaktadır.

Hatırlanmalıdır ki, yeni bir devlet kurulmaktadır. Geçmişe dönük sorunların, hesapların, alacakların, borçların ve sorumlulukların bu süreçte tasfiye edilmesi gereklidir. Ancak bu şekilde -güncel deyimle ­“beyaz bir sayfa” açılabilir. Yeni bir dönem başlatılabilir. Hukuk düzeninde, bu gibi konulardaki hakların kullanımı belli sürelerle sınırlandırılır. Kullanımın sonsuza kadar açık tutulması, hukuk ilişkilerini ve geleceğe yönelik planlamaları belirsiz bırakır. Bu nedenle, “zaman aşımı” kavramı çerçevesinde, eylemlere ve işlemlere süreklilik kazandırılabilir. İşte bu çerçevede, örneğin bir Ermeni tarafından Türk kamu yönetimine başvurulduğunda, altı ay içinde olumlu bir cevap alınması gerektiği, aksi halde, bundan sonraki bir yıl içinde muhtelit hukuk mahkemesine başvurulabileceği kabul edilmiştir. Şu halde, Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığı tarihten itibaren toplam on sekiz ay içinde, mülkiyet sorunlarının çözümlenmesi sürecinin sonuçlandırılmış, gerekli idiyse konunun mahkeme önüne götürülmüş olması gerekmektedir. Uyuşmazlık, bu melez (hybrid) mahkemelerin kararı ile kesin olarak çözümlenecektir. Şu halde, zaman aşımı süreleri nedeniyle, günümüzde artık bu hükümlerin uygulama alanı kalmamıştır.

Burada bir benzer durum hatıra gelebilir: Birkaç yıl önce, ABD ile İsviçre arasında, Yahudilere ilişkin olarak bir sorun kamuoyunun gündemine girmişti. İkinci Dünya Savaşı sırasında başlarına gelenlerden dolayı Yahudiler, İsviçre Federal Bankası, İsviçre bankaları ve İsviçre hükümetinden tazminat almışlardı.

Tazminat miktarları da sembolik değil, ciddi rakamlardı. Bunu örnek alan Ermenilerin, aynı yöntemi uygulamak istemeleri mümkündür. Yukarıda açıklanan nedenlerle, buna hukukî açıdan imkan olmadığını söyleyebiliriz. Zira Lozan Barış Antlaşması, bu gibi konulara ilişkin olarak kişilerin özel hukuka ilişkin hak ve çıkarlarını yeterli kapsamda düzenlemiştir.

Bu gibi özel hukuk konularında, ancak hakları zarar gören gerçek veya tüzel kişiler taraf olabilirler. Bir devlet olarak ABD’nin Lozan Barış Antlaşması’na taraf olup olmaması, onun bu konularda davaya taraf olma ehliyetinin mevcut olup olmaması açısından belirleyici değildir.

Atatürk, “Büyük Nutuk”ta Lozan Antlaşması’nın sağladığı başarıları sayarken, Ermeniler konusunda iki şey söylüyor: Sevr’de savaş hukukunu çiğneyerek suçlar işlendiği söylenmiş ve Osmanlı’ya ceza veril­mesi öngörülmüştü. Lozan’da bu tümüyle kalkmıştır. Sevr’de, Doğu Anadolu’da Rus ordularının ulaştığı en ileri noktalardan geçirilen sınırla bir Ermenistan yaratılmak istenmişti. Bu da tümüyle ortadan kalkmıştır. Yani Ermeni yurduna ilişkin olarak Türk heyeti, TBMM’nin talimatını harfiyen uygulamıştır. Burada hiçbir taviz verilmemiştir. Ama Ermeniler, Antlaşmada tanınan azınlık hakları çerçevesinde, Türk vatandaşları olarak Türkiye Cumhuriyeti’ndeki yerlerini almışlardır.

Lozan Barış Antlaşması’na ilişkin müzakere sürecinde, gerçekçiliğin bir gereği olarak, pek çok önemli konuda tavizler verilmiş olabilir. Ancak bu tavizlerin hiçbiri, meşrû haklarımızın geleceğini olumsuz etkilememiştir. Tersine, şartlar elverişli olduğunda, haklarımızı ve menfaatlerimizi daha da ileriye götürmek mümkün olabilmiştir: boğazların statüsü gibi. Kesinlikle taviz verilmemiş olan belki de tek konu, Ermeni yurduna ilişkin niyet ve talepler olmuştur. Bu bağlamda, İsmet Paşa ve Türk heyetinin, diplomatik kariyerlerinin zirvesine çıkmış oldukları söylenebilir.



[1] Bu durumda, Ermeni varlığı Rusya’nın sınırları içinde, Rusya’nın mandası ya da himayesi altında olacaktı.
[2] Ermeni yaklaşımına göre, bir Antlaşmanın bu koşullar altında yapılmış olması, hukukî geçerliliğini etkilememektedir!
[3] Kuşkusuz,o tarihlerde Soykırım Sözleşmesi olmadığı gibi, teknik bir terim olarak “soykırım” diye bir kavram da henüz bilinmemekteydi.
[4] Yani Osmanlı İmparatorluğu, sorumluları tutacak ve gösterilen mahkemelerde yargılanmalarını sağlayacaktı. “Nemrut Mustafa Divan-ı Harbi” bu mahkemelerden biriydi. Bu mahkeme, İttihat ve Terakki’nin savaşı kaybet­mesinden sonra, yani 1918 ‘de iktidara gelen Hürriyet ve İtilaf hükümeti tarafından kurulmuştu. Mahkeme, 1914-18 arasında ülkeyi yöneten İttihatçılardan intikam alırcasına, “Ermeni olaylarından dolayı suçludur” gerekçesiyle, hemen hemen yargıladığı herkes hakkında mahkumiyet hükmü vermiştir
[5] Sevr Antlaşması’nın tekrar yürürlüğe gireceği yolundaki Ermeni tezinin hukukî dayanağının olmaması bir yana, bu hükümlerden de açıkça anlaşıla­cağı üzere, böyle bir olasılık sonradan yürürlüğe konulan Antlaşma hükümleriyle de kesin olarak engellenmiştir.
[6] Dolayısıyla, -deyim yerindeyse- bir ceza hukuku fantezisi olarak, 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi, 1915 olaylarına da uygulanabilseydi ve suçlar sâ­bit olsaydı bile, bu hüküm nedeniyle suçlulara yine ceza verilemeyecekti.
[7] Kuşkusuz, böyle hareket edeceklerine dair İsmet Paşa ile Rıza Nur arasın­da bir anlaşma da yapılmış olabilir.
[8] Toplantılarda bu ve benzeri çok sayıda “atışmalar” olduğu, İsmet Paşa’nın merkeze yazdığı raporlardan anlaşılmaktadır: “Rıza Nur gene çok sinirlen­di, ağır laflar etti” diye yazmıştır İsmet Paşa. Bu arada Rıza Nur, İngiltere’ye de saldırmıştır. ABD bugün ne kadar güçlüyse, o tarihte İngiltere de o kadar güçlü bir devlettir oysa. Rıza Nur, İngiliz muhatabına, “Sen bizi bırak da İrlanda’da yaptıklarına bak” diyebilmiştir. İki defa da toplantıyı terk etmiştir. Toplantı terki dış politikada çok ağır bir davranıştır.
[9] Örneğin, azınlıkların korunması ile ilgili madde 37-44 hükümleri.
[10] Türkiye-Ermeni ikili ilişkileri bağlamında bu konunun daha önceden çö­zümlendiğine yukarda değinmiştik. Bu hükümlerde esas olarak Türk-Yunan ilişkileri düzenlenmekte ise de, sistematik ve Antlaşmanın başlangıç bölümünde belirtilen stratejik amaçlar dikkate alındığında, belirttiğimiz şe­kilde bir ek yorumun da yapılabileceğini düşünmekteyiz
[11] Yukarda belirttiğimiz gibi, bu hükümler doğrudan değil, genel kapsamı içinde Ermenileri de kapsamaktadır.
[12] Yani bir Ermeni gelip, “Ben şu evimi kaybettim, bana bunu tazmin et, tazmin etmek zorundasın” demek hakkına sahiptir. Tehcir sonrasında Suriye’de bulunan Ermeniler, tazmin taleplerini Suriye mandasını deruhte eden Fransa’ya yöneltebilmişlerdir. Bu gibi meşrû hak ve menfaatleri Ermenilere tanımak karşılığında çok önemli bir şey de alınmıştır: Balkan savaşları sırasında Balkanlardan aynı şekilde Türkiye’ye gelmek zorunda bırakılmış olanların “malları, hakları ve menfaatleri” da aynı hükümler çerçevesinde korunmuştur. Yunanistan, Bulgaristan ve o tarihlerde Yugoslavya yerine “Hırvatistan, Slovenya ve Sırbistan” diye tanınan ülkedeki Türk ve Müs­lümanlara, bizim Ermenilere verdiğimiz hakların aynını tanımak zorunluluğu getirilmiştir. Bu hakları talep için belli bir süre belirlenmiş, çıkabilecek uyuşmazlıkların çözümü için bir de mahkeme kurulmuştur. “Muhtelit Hukuk Mahkemesi” olarak adlandırılan bu mahkemeler ceza mahkemeleri değil, hukuk mahkemeleridir ve Türkler yanında diğer çeşitli ülke yargıçlarından oluşturulmuşlardır.
[13] Bkz. Lozan Barış Antlaşması, madde 74 ve bu maddeye ekli 1 inci Bölüm: Hayat Sigortası

DEVAM EDECEK..,



..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder