19 Ocak 2015 Pazartesi

Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu 3




Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu  3


Uluslararası Hukuk açısından Ermeni Sorunu

Doç. Dr. Sadi ÇAYCI 
Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Uluslararası Hukuk Danışmanı. E-Posta: scayci@asam.org.tr 

Giriş

Ermeni Sorununun incelenmesinde ilk adımın, bu sorunun taraflarının saptanmasıyla başlaması gerekir. Sorunun “karşı” tarafı, başta Ermenistan olmak üzere, Ermeni Diyasporası, bunlara doğrudan destek sağlayan ülkeler (Ermeni soykırımının tanınması veya kabulü konusunda karar alan ya da yasa çıkaran ülkeler), kuruluşlar ve kişiler yanında, genel olarak ABD ve Avrupa’nın diğer ülkeleridir. Hedef, Türkiye, Türkler ve Türk ulusal çıkarlarıdır.

Ermeni Sorunu, bundan başka, siyasî tarih, politika, diplomasi, güvenlik ve savunma, kamu yönetimi, sosyoloji, psikoloji ve özellikle de hukukî boyutları açısından incelenebilir.

Bu genel çerçeveye ek olarak; Ermeni soykırımı iddialarının güvenlik ve savunma bağlamındaki askerî boyutu, basit bir anlatımla, ayaklanma, düşmanla işbirliği, ayaklanmaya karşı koyma; hukuki boyutu ise, bu süreçte alınan idari önlemlerle, karşılıklı olarak işlenen haksız fiillerden (wrongful acts – torts) ve suçlardan (crimes) kaynaklanabilecek hukuki (civil) ve cezai (penal - criminal) sorumluluklardır.

Ayaklanma

Osmanlı Devleti’nin ayaklanmaya karşı koyma harekâtı, 1915 yılında ve Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşında Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya ile savaş halinde bulunduğu bir zamanda, Ermenilerin bağımsızlık isteği ile ayaklanma başlatmaları, düşmanla işbirliğinden kaçınmamaları ve savaş zamanında vatana ihanet suçunu işlemeleri, Müslüman halka karşı katliamlar yapmaları, Müslüman halkın kendini savunması, ancak bu savunmanın da zaman zaman maksadını ve sınırlarını aşması, intikam veya zararla karşılık eylemlerini kapsaması, sonuç olarak Osmanlı Devletinin gerekli ve orantılı önlemleri alması ve uygulaması çerçevesinde planlanmış ve icra edilmiştir.

Bu sırada, silahlı bir çatışmada yararlanılabilecek bütün erkek bireyleri orduda silah altında ve çeşitli cephelerde savaşmakta olan Müslüman sivil halk, kendisine karşı girişilen katliamlara karşı kendi olanaklarıyla kendini savunmaya çalışmıştır. Zaman zaman intikam (revenge), zaman zaman zararla karşılık (reprisal) düşüncesiyle hareket edildiği de olmuş, ancak esas olarak, zaten çökmekte olan devlet otoritesinin zaaf içinde bulunduğu mahallerde, bunu fırsat bilen gasp, soygun, adam öldürme amaçlı silahlı kişiler ve gruplar etkin olmuşlardır. Bütün tarafları etkileyen bu acı olayları –deyim yerindeyse- tetikleyen unsur –sanıldığının aksine- Müslüman halk değil, düşmanla işbirliği içinde hareket eden ve kendilerince bir ulusal kurtuluş savaşı süreci başlatmayı uman silahlı Ermenilerden kurulu çetelerin, savunmasız ve masum sivil Müslüman halka yönelik etnik temizlik ve katliam eylemleri olmuştur.

Ayaklanmaya Karşı Koyma 

Osmanlı Devleti, içinde bulunulan bütün –dış ve iç- elverişsiz koşullara rağmen, bu bozgunculuğa karşı gerekli ve orantılı tüm politik, diplomatik, askerî, kolluk, idarî ve adli önlemleri almaya ve uygulamaya çalışmıştır. İdarî önlemlerden biri de, ülke içinde toplu göç ettirme (tehcir - mass relocation) uygulaması olmuştur. Bu sırada ortaya çıkabilen aksaklıklar ve kötü sonuçlar değerlendirilirken, Osmanlı Devleti’nin, dış ve iç düşmanlarının işbirliği ile sürdürülen açık ve örtülü saldırılar sonucu çökmekte olan bir devlet olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bütün bu olgulara rağmen Batı, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali, Türkiye’yi ve Türkleri suçlamaktadır.

Türk Kurtuluş Savaşı, Moskova ve Kars Anlaşmaları

Bu olayların sonrasında gelişen Türk Bağımsızlık Savaşı, Misak-ı Millî sınırları bağlamında Doğu Cephesinde, Türkiye – Ermenistan Barış Antlaşması (Gümrü, 2 Aralık 1920) ile sonuçlanmış, sınır ve Nahcivan’ın özel statüsü konuları çözümlenmiştir. Aynı anlaşmada, I. Dünya savaşı sırasında işlenen suçlar, göçmenler, tazminat talepleri gibi konularda da hükümler getirilmiş, genel affa ek olarak, tazminat taleplerinden karşılıklı olarak vazgeçilmiştir. Ancak anlaşma, Osmanlı Devleti’yle ilgili Sevr anlaşması gibi, Ermenistan daha sonra Sovyetlerce işgal ve ilhak edildiğinden onaylanamamış ve yürürlüğe girmemiştir. Ancak, birkaç ay sonra, Türkiye ve Sovyet Rusya ilişkileri çerçevesinde konu tekrar müzakere edilmiş, Türkiye – Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması (Moskova, 16 Mart 1921) imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Misak-ı Millî sınırları onaylanmış, Nahcivan’ın özel statüsü kararlaştırılmış, önceki anlaşmaların geçersizliği vurgulanmıştır. Anlaşma, kendi çerçevesinde, Güney Kafkasya Cumhuriyetleriyle de özel anlaşmalar yapılmasını öngörmüş olup, halen yürürlükte bulunmaktadır.

Moskova Anlaşmasının gereği olarak yeniden yapılan görüşmeler sonucunda, Türkiye ile Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Arasında Dostluk Antlaşması (Kars, 13 Ekim 1921) imzalanmış, Moskova Antlaşması hariç, önceki diğer antlaşmaların geçersiz olduğu bir daha tekrarlanmıştır. Kars Anlaşması da Misak-ı Millî sınırlarını onaylamakta, bu şekilde Türkiye’nin kuzey-doğu sınırı kesinleşmiş olmakta, Nahcivan’ın özel statüsü düzenlenmekte, ve anlaşma halen de yürürlükte bulunmaktadır.

Sözü geçen Kars Antlaşması’nın 15. maddesinde, “Bağıtlı Taraflardan her biri işbu anlaşmanın imzalanmasından hemen sonra, Kafkas cephesindeki savaş nedeniyle işlenen cinayet ve cürümler için öteki taraf uyrukları yararına tam bir genel af ilan etmeği yükümlenir.” hükmü yer almaktadır.

Trajik olayların bir kısmı da, güney bölgelerinde ve Fransa ile işbirliği içinde hareket eden silahlı Ermeni gruplarının Müslüman halka yönelik katliamları nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bu konuda Türkiye ve Fransa arasında Ankara’da, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan anlaşmanın 5. maddesine göre de, “Bağıtlı Taraflar boşaltılacak topraklarda, bu toprakları işgal eder etmez, bir genel af ilan edeceklerdir.” Bu anlaşma keza, halen yürürlüktedir.

Lozan Barış Antlaşması

Son olarak, Lozan Barış Antlaşması’na (Lozan, 24 Temmuz 1923) değinmek gerekir. Bir bütün olarak bu antlaşmanın temel amacı, 1914 yılından beri Doğu’nun dirliğini bozan savaş durumuna, kesinlikle son vermektir. Temel ilkeler, Devletlerin bağımsızlık ve egemenliğine saygıdır. Lozan Antlaşmasının 58. maddesine göre, (Yunanistan dışındaki) Bağıtlı Devletler, gerek Türkiye ile bu Devletlerin, gerek, (tüzel kişiler dahil) onların uyruklarının, 1 Ağustos 1914 ve (anlaşmanın yürürlüğe girdiği) 6 Haziran 1924 tarihi arasındaki süre içinde, gerek savaş eylemleri, gerek elkoyma, müsadere veya kullanım önlemleri yüzünden doğan, kayıp, zarar ve ziyanlar nedeniyle her türlü tazminat taleplerinden, karşılıklı olarak vazgeçmişlerdir. 74. maddede, ekonomik hükümler bağlamında, sigorta sözleşmeleri ve buna ilişkin zamanaşımı konularında, özel hükümler öngörülmüştür. Özetle, bir sigortacı ile sonradan düşman olmuş bir kişi arasında yapılmış olan yaşam sigorta sözleşmeleri, savaş durumunun başlaması ya da o kişinin düşman olması nedeniyle, ortadan kalkmış sayılmayacaktır. Anlaşmanın yapıldığı tarihte bir Müttefik Devlet uyruğu olan Ortaklıklar ile Türkiye uyrukları arasında yapılmış olan yaşam sigortası sözleşmeleri hakkında da özel hükümler vardır. Ancak bu hükümler, Türkiye Cumhuriyeti’nin, taraflar arasındaki özel hukuk ilişkisinden kaynaklanan sorumluluğu üstlenmesi anlamına gelmemektedir. Sadece, taraflar arasındaki sözleşmelerin geçerliliği doğrulanmış olmaktadır.

Lozan Barış Antlaşmasında konuyla ilgili bir başka düzenleme, Genel Affa İlişkin Açıklama ve Protokol (Ek VIII) hükümleridir. Bundan temel amaç, Doğuda barışı bozmuş olan olayların unutulmasıdır. Türkiye uyruklarından ve buna karşılık diğer Bağıtlı Taraflar uyruklarından olup, Türkiye’de kalacak topraklarda 20 Kasım 1922’den önce, siyasî veya askerî nedenlerle bu Devletler makamlarınca tutuklananlar, kovuşturulanlar ve hükümlüler genel aftan yararlanacaklardır. Bu nedenlerle verilmiş tüm ceza hükümleri kaldırılacak ve yürütülmekte olan tüm kovuşturmalar durdurulacaktır. İşte Türkiye Cumhuriyeti halkı, bu hükümler ve Atatürk’ün ortaya koyduğu “yurtta barış, dünyada barış” ilkesi çerçevesinde, uluslararası toplumla arasında yeni bir sayfa açmak düşüncesiyle hareket etmiş, deyim yerindeyse, tarihi kurcalamamış, kin ve nefret duygularını körüklememiştir. Üzücü olan, uluslararası toplumun, Ermeni propagandalarının etkisinde kalarak, Türklerin bu anlamlı suskunluğunu –tarihi gerçekleri, hukuku ve ahlaki sorumluluğu görmemezlikten gelerek- Türklerin suçluluğu kabul ettikleri yönünde yorumlamakta olmasıdır.

Oysa Türkiye ve Ermenistan arasındaki sorunlar, konuya özel (Moskova ve Kars) antlaşmalarla (lex specialis) ve esas olarak da Lozan Barış Antlaşmasından önce kesin olarak çözümlenmiştir. Hukuki durum budur. Bunun dışındaki tüm iddia ve girişimler, hukuki dayanaktan yoksun, politik baskı yoluyla sonuç alınması stratejisine dayalı girişimlerdir. Nitekim Lozan Barış Antlaşması’nın müzakeresi sürecinde de Ermeniler politik girişimlerde bulunmuşlar, ancak bu girişimleri kabul görmemiştir. Hukuki durumda, bugün de bir değişiklik yoktur.

Ermeni soykırımı iddialarının peşine takılmış ve onu desteklemekte olan uluslararası toplumun büyük çoğunluğunun, yukarda özetlenen siyasi, askerî ve hukuki gerçekler hakkında bilgilendirilmesi gerekmektedir.

Aşağıdaki değerlendirmeler, yukardaki saptamalar saklı kalmak kaydı ile anlaşılmalı ve yorumlanmalıdır.

Politik Uyuşmazlık Olarak Ermeni Sorunu: Hukuki Çerçeve

Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu “Ermeni Sorunu”, uluslararası hukuk (BM Şartı - sınır – toprak – tazminat talepleri vb.), uluslararası ceza hukuku (soykırım iddiaları vb.) ve uluslararası özel hukuk (tazminat talepleri) açılarından incelenebilir. Yabancı ülkeler parlamento kararları, kanuni düzenlemeler, anıt açılışları vb. yabancı ülkeler uygulamaları, bir başka inceleme konusu olabilir.

Bu çerçevede, Ermenistan ve destekçilerinin Türkiye’ye yönelik iddialarının ve taleplerinin, öncelikle BM Şartı ve BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970 tarihli ve 2625 (XXV) sayılı, “BM Şartına Uygun Olarak Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliğine Dair Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirisi” ile 23 Mayıs 1969 tarihli BM Viyana “Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi” açısından irdelenmesi gerekir. Uluslararası örf ve adet Hukuku kuralları ile uluslararası hukukun amir hükümleri (jus cogens), BM Uluslararası Adalet Divanı (UAD) Statüsü; 9 Aralık 1948 tarihli BM “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkında Sözleşmesi” (yürürlük tarihi: 12 Ocak 1951), 26 Kasım 1968 tarihli BM “Savaş Suçlarına ve İnsanlığa Karşı Suçlara Zamanaşımının Uygulanmaması Hakkında Sözleşme” (yürürlük tarihi: 11 Kasım 1970), BM Genel Kurulu’nun 1973 tarihli ve 3074 (XXVIII) sayılı, “Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçlardan Suçlu Bulunanların Aranmasında, Yakalanmasında, İade Edilmesinde ve Cezalandırılmasında Uluslararası İşbirliği İlkeleri” kararı, 17 Temmuz 1998 tarihli Uluslararası Ceza Divanı (UCD) Roma Statüsü (yürürlük tarihi: 1 Temmuz 2002), güncel hukuki çerçeveyi oluşturan başlıca temel düzenlemelerdir.

Toplu göç ettirme uygulamalarının doğru anlaşılabilmesi için ayrıca, göç (immigration), sınırdışı etme (deportation), sığınma (refuge), göç ettirme / tehcir (relocation), sürgün (exile), yerinden edilme (internal displacement) kavramlarını anlamları ve farkları da bilinmelidir. Osmanlı döneminde Ermenilere uygulanan idarî önlem, sınırdışı etme değil, topluca göç ettirme (mass relocation) olmuştur.

Uluslararası ceza hukukunun uygulanması bakımından da, insanlığa karşı suçlar, soykırım, katliam, zulüm, kıtal / mukatele gibi kavramların doğru anlaşılması gerekmektedir. Kıtal, birbirini öldürme, vuruşma, muharebe (slaughter – battle) anlamına gelmektedir.

Soykırım Hukuku

1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesinin 2. maddesine göre, soykırım, -ırkçı kin ve nefretin en üst derecesi olmak üzere- ulusal, ırksal veya dinsel bir grubun üyelerini, salt o grubun üyesi oldukları için yok etmek eylemidir. Bu sözleşme bir ceza kanunu değil, Taraf Devletlere bu suçu kendi ulusal mevzuatlarında suç sayma ve işlenen suçları kovuşturma yükümlülüğünü getiren bir uluslararası anlaşmadan ibarettir. Taraf Devletlerin sorumluluğu bununla sınırlıdır. Genel amaç, bu suretle gelecekte soykırım eylemlerinin önlenmesi, aksi halde sorumlu bireylerin kovuşturulması ve cezalandırılmasıdır. Sözleşme tazminat hukuku konularını kapsamamaktadır ve 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

1968 tarihli ve zamanaşımı konulu BM Sözleşmesi ise, soykırım suçlarının soruşturulmasında ve kovuşturulmasında zamanaşımının söz konusu olamayacağını hükme bağlamaktadır. Bu Sözleşme, 1948 tarihli Sözleşmenin yürürlük tarihini etkilememektedir.

Yabancı Parlamentoların Tutumu

Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin yabancı parlamentolar uygulamaları iki ayrı nitelikte olabilmektedir: Politik değerlendirme ve beyanlar, yasal düzenlemeler. Politik görüş ve değerlendirme anlamındaki eylem ve işlemlerin hukuki anlam ve önemi olmadığı için, bunlara verilecek karşılığın da aynı mahiyette, yani, TBMM’ce yapılacak karşı açıklamalar veya konunun ortak komisyonlar vb. mevcut mekanizmalar dahilinde gündeme getirilmesi gibi politik yaklaşımlar olması gerektiği söylenebilir.

Buna karşılık, “kanun” çıkararak tarihî olguları saptama ve nitelendirme, düşünce ve ifade özgürlüğünü, bilim özgürlüğünü sınırlandırma, bu şekilde bireylere hukuki veya cezaî sorumluluk getirme şeklindeki anlayış ve uygulamalar vahim hatalardır. Bunlarla, öncelikle bu eylem ve işlemlere muhatap –mağdur- kişilerce mücadele edilmesi gerekmektedir. Başta ilgili ülke iç hukuk yolları olmak üzere, insan hakları hukuku çerçevesinde uluslararası yargı yollarının işletilmesi başlıca yöntemlerdir. Bu süreçte, diplomatik koruma dahil, Devletçe ve konuyla ilgili sivil toplum kuruluşlarınca, meslek kuruluşlarınca, bu kişilere her türlü destek sağlanmalıdır. Gerektiğinde, gelişmekte olan somut olaylar bağlamında bu gibi kanunlara ve bu kanunların uygulanmasına karşı senaryolar hazırlanmalı, söz konusu kanunun -hukuka aykırı olarak- uygulanması sağlanmalı, uyuşmazlık çıkarılmalı, konu mevzuata karşı -AİHM dahil- tüm yargı yollarına başvurulmalıdır.

Özel Hukuk İlişkileri

Son zamanlarda, Ermeni asıllı kişilerin bazı sigorta şirketlerinden tazminat talep etmeleri ve almaları, Ermeni soykırımının kabul edilmekte olduğu şeklinde basında ve kamuoyunda yer almaktadır. Özel Hukuk ilişkisi, bu bağlamda varılacak anlaşmalar veya alınacak yargı kararları, sadece bunların tarafları için bağlayıcı nitelik taşır. Hayat sigortası poliçesi başlı başına bir özel hukuk sözleşmesidir ve sadece sigorta eden –şirket- ile, sigortalı kişi veya mirasçılarını ilgilendirir. Bizim hukuk geleneklerimiz, özel hukuka ilişkin uyuşmazlıkların, hatta idare hukuku kaynaklı uyuşmazlıkların bile –çoğu zaman da çözümlenmemesi, sürüncemede bırakılması düşüncesiyle- ulusal yargı organları önüne götürülmesini ön görmektedir. Batı hukuk anlayışı ise tam tersinedir ve doğru olan yaklaşımdır: Esas olan, uyuşmazlıkların mahkemeye gidilmesine gerek kalmadan, taraflar arasında anlaşma ile çözümlenmesidir. Dolayısıyla, yargı dışı çözüm süreçleri eleştiri konusu yapılmamalıdır. Burada söz konusu olan anlaşma üçüncü tarafları, örneğin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin elbette bağlamayacaktır. Esasen, uluslararası hukuk açısından, kural olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, yabancı devletlerin yargı yetkisinden dahi bağışık olduğu hususu unutulmamalıdır.

Ermenistan ve destekçilerince izlenen strateji, Türkiye’ye karşı politik - psikolojik anlamda bir savaş yürütülmesi, uluslararası baskı oluşturulması ve –deyim yerindeyse- Türkiye’nin pes ettirilerek sonuca ulaşılmasıdır. Bu şekilde, örneğin Türkiye’den tazminat alınabilmesi bile (“cemile ödemesi” - ex gratia award / payment) mümkün olabilir.

Gerçek şudur ki, Ermenistan ve destekçilerinin bu güne kadar Türkiye’ye karşı yürüttükleri kampanyalar için ayırdıkları ve harcadıkları malî kaynak, iyi niyetli ve elde edilebilir hukuki yararların sınırlarının ve ölçütlerinin zaten çok ötesindedir ve asıl amacın hukuki değil, siyasi olduğu kolayca anlaşılabilmektedir.

Geçiş Dönemi Adaleti Uluslararası Merkezi (ICTJ) Raporu

Adına ne denirse densin, mevcut uyuşmazlığın çözümü için çeşitli forumlarda çabalar ve çalışmalar sürmektedir. Bunlardan biri, Geçiş Dönemi Adaleti Uluslararası Merkezi’ne hazırlatılan 4 Şubat 2003 tarihli talihsiz rapordur. Merkeze özel olarak verilen görev talimatı kapsamında saptanan görüş, 1948 tarihli BM Sözleşmesi uyarınca, bireylere veya Devlete karşı, söz konusu olaylardan kaynaklanan herhangi bir hukukî, malî veya toprak talebinde bulunulamayacağıdır. Ancak merkez, kendisini durduramamış, görev talimatı dışına çıkarak ve bir varsayıma dayanarak (“Sözleşmenin uygulama kabiliyeti olsaydı”), olaylara katılanlardan bir bölümünün soykırım niyetiyle hareket ettiklerinin söylenebileceğini belirtmiştir. Söz konusu Merkez özel bir kuruluş olduğundan kararları bağlayıcı değildir.

Uluslararası Adalet Divanı (UAD)

Yukarda değinilen, soykırım iddialarına ilişkin konular esas olarak bireylerin cezai sorumluluklarını ilgilendirmektedir. Birer uluslararası anlaşma olarak, 1948 veya 1968 antlaşmalarının uygulanmasından veya yorumlanmasından kaynaklanabilecek uyuşmazlıkların çözümü ise farklı bir konudur ve bu bağlamda UAD’nin yargı yetkisi söz konusu olabilir. Buna karşılık, bir soykırım suçunun işlenip işlenmediği vb. iddialar ve talepler, UAD’nin görevine ve yetkisine girebilecek konular değildir. UAD bir hukuk mahkemesidir; ceza mahkemesi değildir.

Sonuç

Sonuç olarak, 1915’de cereyan eden, özünde karşılıklı bir kıyım sürecidir ve bu süreci düşmanla işbirliği içindeki Ermeni çeteleri başlatmıştır. Osmanlı Devleti bir yandan ayaklanmaya ve katliamlara karşı koymaya çalışmış, idari önlem olarak da yaygın bir “tehcir” uygulamıştır. Ancak buna soykırım denemez. Ermeni iddiaları, seçilmiş olayların maksatlı ve saptırılarak uluslararası kamuyouna takdimine dayanmaktadır. Böyle bir yaklaşım yanıltıcıdır. Hukuki bakımdan kabul olunamaz. 

Öte yandan Ermeniler, kendi iddialarına karşıt tüm görüş ve değerlendirme sahiplerini, baskı, tehdit, terör vb. yöntemlerle susturmaktadırlar. ABD Kongresi’nde zaman zaman gündeme getirilmesine çalışılan Ermesi soykırımı konulu tasarıya karşı, aralarında profesörler Dankwart Rustow, Tibor Halasi-Kun, J.C. Hurewitz, Halil Inalcık, Avigdor Levy, Stanford Shaw, Frank Tachau, Pierre Oberling, Bernard Lewis, Heath Lowry, Justin McCarthy, Alan Fischer ve Roderick Davison’un da bulunduğu bir grup bilim adamının yayımladıkları bildiri hatırlardadır. Fanatik Ermenilerce yürütülen yıldırma kampanyası sonucunda, bu isimlerden önemli bir bölümü “sessizleştirilmişlerdir”.

Uluslararası toplum, 1821 ve sonrasında, başta Yunanistan’dakiler olmak üzere, Kafkaslarda, Kırımda ve Balkanlarda Türk – Müslüman halka karşı gerçekleştirilen kıyımlar konusunu da aynı titizlikle incelemelidir. 1877-1878’de Rus Ordusu ve Bulgar çeteleri tarafından öldürülen 300.000 ve yerlerinden edilen bir milyonu aşkın Türk ve Müslümanın akıbeti hakkında da endişe taşımalıdır. ASALA terör örgütü tarafından öldürülen Türk diplomatlarını unutmamalıdır. Tarihi olaylardan önce, güncel olaylar üzerine yoğunlaşmalıdır: Ermenilerin Hocalı’da gerçekleştirdiği katliam sadece bir örnektir. Azerbaycan topraklarının önemli bir bölümünü işgal altında tutan, Türkiye’den toprak talebinde bulunan Ermenistan’ın bu politikalarının haklı, Türkiye’nin meşru tepkilerinin ve önlemlerinin ise haksız olduğunu ifade eden eleştiriler ve talepler bir daha gözden geçirilmesi ve düzeltilmelidir. Ermenistan’ın bu uygulamalarının ne BM ve nede AGİT’in amaçları ve ilkeleri bağdaştırılabilmesi mümkün olamaz.

Görüldüğü gibi, Ermeni Sorunu hukuki değil politik bir uyuşmazlıktır. Politik ve diplomatik yöntemlerle çözümlenmesi mümkün olabilir. Konu, uluslararası ilişkilerdeki “siyasi futbol” deyimini hatırlatmaktadır. Türkiye, gerek Ermenistan, gerek uluslararası toplumun diğer üyeleri ile olan ilişkilerinde, gereğine göre, “karşılıklılık” (reciprocity), “misilleme” (retaliation) ve “zararla karşılık” (reprisal) kavramlarını, ilkelerini ve yöntemlerini uygulayabilmeyi başarmalıdır.



http://www.eraren.org//bilgibankasi/tr/index2_1_2.htm

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder