19 Ocak 2015 Pazartesi

Ermeni Sorununun Tarihsel Boyutu 3








Ermeni Sorununun Tarihsel Boyutu _ 3

Lozan'dan Günümüze Ermeni Sorunu

Ömer Engin LÜTEM *


Bu yazımızda Sevr Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ermenistan’a toprak verilmesi planlarının gerçekleşmediğine, ayrıca Ermenilerin toprak taleplerinin 1921 Moskova ve Kars ile 1923 Lozan Antlaşmalarıyla hukuken ortadan kalktığına değinecek, daha sonra sırasıyla, Lozan Antlaşması’ndan 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde Ermeniler ve Ermenistan’ın durumu, savaşın bitiminde Sovyetlerin Ermenistan’a toprak vermek amacıyla Türkiye’den toprak istemesinin Ermeni milliyetçiliğini canlandırması ve soykırım iddialarıyla beslenerek Türk diplomatlarını hedef alan Ermeni terörünün ortaya çıkması anlatılacaktır. Ermeni terörünün sona ermesinden sonra ise Ermeni sorununun siyasi alana kaydığı ve toprak ve tazminat taleplerine temel teşkil etmek üzere, soykırım iddialarının bazı ülkeler ve uluslararası kuruluşlarca resmen tanınması girişimlerinin başladığı ve bunların Türkiye’nin AB üyeliği süreciyle ivme kazandığı ele alınacaktır. 

I. Birinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Ermenistan’ın toprak talepleri 

Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci yılında, 1915’te, Müttefik Ülkeler olan İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun taksimi için görüşmeler başlamış, bu konuda taraflar 1916 yılında anlaşmaya varmışlar ve İtalya’da 1917 yılında onlara katılmıştır (Harita 1). Bu taksimde Ermenilere toprak verilmesi öngörülmemiştir. Ermenilerin istedikleri Doğu Anadolu toprakları Rusya’ya ayrılmıştır. Rusya’nın ise bu topraklar üzerinde bir Ermenistan kurmaya niyeti yoktu ve Ermeniler için en fazla özerklik öngörülüyordu. 

Rusya’nın 1917 yılında savaştan çekilmesinden sonra Doğu Anadolu’nun bir bölümünün Ermenistan’a verilmesi gündeme gelmiştir. Ancak Ermenistan için bağımsızlık değil manda idaresi düşünülmüş ve ABD’nin bu mandayı üstleneceği hesabı yapılmıştı[1]. 

Savaştan sonra Paris’te Barış Konferansı’nda, 28 Şubat 1919 tarihinde, Osmanlı Ermenileri adına söz alan Boğos Nubar Paşa Kafkasya’daki Ermenistan ile Türkiye’de Ermenilerin yerleşik olduğu toprakların birleştirilmesini istemiştir. Türkiye’de Ermenilerin yerleşik olduğu toprakları ise Altı Vilayet (Osmanlıların Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbekir, Harput ve Sivas Vilayetleri) Trabzon vilayetinin bir bölümü ve Kilikya ile Maraş sancağı olarak ifade etmiştir. Nubar Paşa’nın talepleri günümüz Türkiye’sinde, 24 ile tekabül etmektedir. Söz konusu iller şunlardır: Artvin, Kars, Rize, Trabzon, Giresun, Tokat, Sivas, İçel, Adana, Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Tunceli, Gümüşhane, Erzincan, Bayburt, Erzurum, Ağrı, Van, Diyarbakır, Batman, Siirt ve Muş). Bu talepler esas alınarak tarafımızdan çizilmiş bir harita eklidir (Harita 2). Boğos Nubar Paşa’nın istediği topraklar yaklaşık 390.000 kilometre kare yapmakta olup bu rakam günümüz Türkiyesi’nin yaklaşık yarısını oluşturmaktadır. 

Bu geniş toprakların hiçbir yerinde Ermeniler çoğunlukta olmadığından Nubar Paşa’nın önerisi kabul edilmemiştir. Bu yerlerde milyonlarca Müslüman yaşıyordu. O itibarla empoze edilse bile bir Ermeni idaresinin uzun sürmesi olası değildi. Bu da büyük devletlerin devamlı olarak bu bölgelerde Ermenilere yardım etmesini gerektirecekti ki, kimse böyle bir yük altına girmek istemiyordu. Bunun yanında Nubar Paşa’nın unuttuğu veya bilmediği husus, istediği toprakların büyük bir kısmının yukarıda değindiğimiz 1916 anlaşması gereğince Fransızlara bırakılacağı idi. 

İngiltere Başbakanı Lloyd George’un “Boğos’un peri masalları” diye nitelendirdiği[2] bu öneriler kabul edilmedi ancak hangi toprakların Ermenistan’a verileceği sorunu da çözülemedi. Müttefikler sonunda 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Antlaşmasına bir madde koyarak (madde 89) Ermenistan sınırlarının çizilmesini ABD Başkanı Wilson’a bıraktılar [3]. Başkan Wilson’un saptadığı sınırları gösteren Harita eklidir ( Harita 3 ) . 

Ermenistan’a verilmek istenen Türk toprakları yaklaşık 120.000 km2’dir. Boğos Nubar Paşa’nın istediği toprakların % 30’u kadardır. Ancak burada da Ermeniler, savaştan önce olduğu gibi savaştan sonra da, azınlıktadır. Bu topraklarda günümüz Türkiye’sinin Van, Ağrı, Kars, Artvin, Erzurum, Bingöl, Muş, Bitlis, Siirt, Erzincan, Sivas’ın bir bölümü, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon ve Rize bulunmaktadır. 

Büyük bir kısmı Türk kuvvetlerin elinde bulunan bu topraklar nasıl Ermenilere verilecekti? Normal koşullarda Osmanlı İmparatorluğu’yla savaşan ve halen de bölgede bulunan Fransa ve İngiltere’nin bu toprakların Ermeniler tarafından işgal edilmesine yardım etmeleri beklenirdi. Oysa bu iki ülke de savaştan hemen sonra askerlerinin büyük bir bölümünü terhis etmiş olduklarından buraya gönderecek kuvvetleri yoktu. Bu durumda Wilson’un çizdiği sınırların ele geçirilmesi Ermeni güçlerine kalıyordu. Ne var ki daha ziyade çete niteliğinde olan bu güçlerin sayısı az da olsa nizami ordu düzenine sahip Türk kuvvetlerini yenmesi mümkün değildi. 1920 Eylül ayı sonunda başlayan çarpışmalar iki ay kadar sürdü ve Ermeniler her yerde yenildiler. 3 Aralık’ta Ermenistan’ın Gümrü şehrinde imzalanan bir antlaşma ile Ermenistan, Sevr ile verilmek istenen toprakların hepsini kaybetti. İki ülke arasında bugünkü sınır kabul edildi. Ermenistan ayrıca Sevr’in geçersizliğini de kabul etti.

Aynı günlerde Ermenistan Sovyetler Birliği’ne katılmak durumunda kaldığından Gümrü Antlaşması onaylanmadı ve yürürlüğe giremedi. Dört ay sonra artık bu toprakların sahibi durumuna gelmiş olan Sovyetler Birliği’yle Mart 1921’de Moskova’da yapılan bir antlaşma ile iki ülke arasında bugünkü sınırlar kabul edildi; diğer bir deyimle sınırlar bakımından Gümrü Antlaşması hükümleri teyit edildi. Sovyetlerin federal yapısının bir gün başka yorumlara yol açabileceği endişesiyle Ankara Hükümeti doğu sınırlarının Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan Sovyet idareleri tarafından da kabul edilmesini istedi; bu da 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşması’yla sağlandı [4].

Kars Anlaşması halen yürürlüktedir, o nedenle de Ermenistan’ın hukuken Türkiye’den toprak talep etme hakkı bulunmamaktadır.

II. Lozan’dan 2. Dünya Savaşı Sonuna Kadar Olan Dönemde Ermeniler

Lozan Antlaşması’nın müzakeresi sırasında İngiltere Ermeni sorununu açmak istediyse de Türk Heyeti buna izin vermedi. Ermenistan ile olan sınırlar hem Moskova hem de Kars Antlaşmalarıyla saptanmış olduğundan artık ortada sınır sorunu yoktu. Türkiye’de kalan Ermeniler ise Lozan’ın azınlıklıklarla ilgili hükümlerinden yararlanacaklardı. Sonuçta Lozan Antlaşması metninde ne Ermenistan ne de Ermeni sözcükleri yer aldı ve Ermeni sorunu da böylelikle hukuken son buldu[5].

Lozan ile başlayan yeni dönemde Ermeni sorununun siyasi yönden de ortadan kalktığını görüyoruz. Gerçekten de, “tehcir“ olarak adlandırılan Ermeni sevk ve iskânının, diğer bir deyimle başka bir yere gönderilip orada yerleştirilmelerinin sonucu olarak Ermeniler bir çok ülkeye dağılmıştı. Türkiye’den toprak talebinde bulunan Ermenistan da, bağımsız bir ülke olarak, ortadan kalkmıştı. Son olarak, Ermeni sorununun ortaya çıkmasının sorumlusu olan başta Rusya ve İngiltere ile Fransa ve Almanya gibi büyük devletler de, Lozan’da yeni ve güçlü bir Türk devleti kurulmasından sonra Ermenilerle ilgilenmiyorlardı. 

Lozan’dan sonra geçen yaklaşık yirmi yıl içinde Ermenilerden çok az, Ermenistan’dan ise hemen hiç bahsedilmemiştir. Diaspora Ermenileri gittikleri ülkelere alışmak ve yerleşmek kaygısı içinde siyasi faaliyetlere nispeten az yer vermişler, ancak zaman zaman Türkiye aleyhinde çalışmışlardır. Bunun en iyi örneğini ABD’nin yeni Türk Devleti ile 6 Ağustos 1923 tarihinde Lozan’da imzaladığı Dostluk ve Ticaret Antlaşması’nın, Ermenilerin etkisi altında Kongre tarafından onaylanmaması ve bunun sonucu olarak da Amerikan Hükümeti’nin Türkiye ile diplomatik ilişki kuramamasıdır. Bu sorun Lozan’da beş yıl sonra, 1927’de çözümlenebilmiştir[6].

Ermenistan ise Sovyet Cumhuriyeti olduktan sonra dünya siyaset sahnesinden tamamen kaybolmuş, ülke şiddetli bir şekilde kolektifleştirmeye tabi tutularak Komünistler dışındaki tüm siyasi güçler ve özellikle Taşnaklar tasfiye edilmiş ve kısa süre içinde, tüm Sovyet toprakları için olduğu gibi, dünya ile teması kesilmiştir.

III. Sovyetler Birliği’nin Ermenistan Hesabına Türkiye’den Toprak Talebi (1945-1946)[7]

Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmasından aldığı güçle Çarlık Rusyası sınırlarına ulaşmak gayreti içine girmişti. Ayrıca kendi güvenliği bakımından da Doğu Avrupa’da uydu komünist rejimler kurdurmaya başlamıştı. 

Sovyetler Birliği ayrıca o zamana kadar Türkiye’ye karşı sürdürmüş olduğu dostluk ve işbirliği politikasına da son vermiş, 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı yenilemeyerek Türkiye’ye baskı yapmaya çalışmış ve ardından 1878 Berlin Muahedesi’yle Rusya’ya verilen ve 1918 Brest Litovsk Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğunca geri alınan toprakları ve ayrıca Boğazların kontrolünü istemiştir. Sovyet Dışişleri Bakanı toprak talebini, 1921 Moskova Antlaşması’nın Sovyetler Birliği’nin zayıf olduğu bir zamanda yapıldığını, şimdi durumun düzeltilmesi gerektiğini ifade ederek açıklamış ve ayrıca Ermenistan’ın ve Gürcistan’ın toprağa ihtiyacı olduğunu ileri sürmüştür.

Bu talepler Ermenistan’da yeni seçilen Eçmiyazin Katogikosu tarafından da desteklenmiş ve ayrıca Ermenistan ve Gürcistan dahil, tüm Sovyetler Birliği’nde bu taleplerin desteklenmesi için bir basın kampanyası açılmış ve bu kampanya diaspora aracılığı ile Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde de yürütülmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede Diaspora Ermenileri 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kurulmasına ilişkin San Fransisco toplantısına bir muhtıra vererek “işgal edilmiş Ermeni topraklarının” Ermenistan’a geri verilmesi talebinde bulunmuşlardır[8]. 

Bu girişimlere paralel olarak çeşitli ülkelerde bulanan Ermenilerin Sovyet Ermenistan’ına gelip yerleşmesi için de bir kampanya açılmıştır. Bu kampanyanın amacı, Türkiye’den toprak alındığı taktirde, bu topraklara yerleştirilecek yeterli sayıda Ermeni Sovyet Ermenistan’ında bulunmadığından bu kişilerin diğer ülkelerden getirilmesidir.[9]. Bu kampanya sonucunda Türkiye dahil, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerden Sovyet Rusya’ya göçenler olmuştur.

Türkiye, Sovyetlerin Doğu Anadolu’dan toprak ve Boğazların kontrolü taleplerini kabul etmemiştir. Ancak savaş sonrasında çok güçlenmiş bulunan Sovyetlere karşı ülkenin güvenliğinin sağlanması için, o zamana kadar izlenen ve bir tür tarafsızlık olarak nitelendirilebilecek olan politika terk edilerek Batılı ülkelerle işbirliği yapılmaya başlanmıştır. Truman Doktrini’nden ve Marshall Planı’ndan yararlanan Türkiye, Kore Savaşı’na katılmakla Doğu Bloğuna karşı Batılıların yanında yer almış ve 1952 yılı Şubat ayında NATO üyesi olmuştur.

Böylelikle Türkiye’den toprak alınamadıktan ve Boğazların kontrolü de elde edilemedikten başka Türkiye’nin Batılı ülkeler saffında yer alması Sovyetler bakımından büyük bir başarısızlık olmuştur. Nitekim Sovyetler, aleyhlerine sonuç veren bu politikayı Stalin’in 1953 yılında ölümünden hemen sonra değiştirmişler ve Türkiye’ye bir nota vererek Boğazlar üzerindeki iddialarından ve Ermenistan ve Gürcistan adına ileri sürdüğü toprak taleplerinden vazgeçtiklerini bildirmişlerdir. Ancak güvenliğini Batılı ülkelerin yanında yer almış olmakla sağlamış bulunan Türkiye’nin tutumunda bir değişiklik olmamıştır. 

IV. Ermeni Milliyetçiliğinin Tekrar Canlanması (1946-1973)

Sovyetlerin talepleri kabul edilmemiş olsa da bu talepler Ermenistan’da, Sovyetlerin izin verdiği ölçüde, milliyetçilik akımlarının güçlenmesine neden olmuştur. Bazı kaynaklara göre Sovyet Devlet Başkanlığı’na kadar yükselen Politbüro üyesi Anastas Mikoyan Ermeni milliyetçiliğinin canlanmasında etkin bir rol oynamıştır[10]. Diğer yandan Sovyetler, ellili yılların sonunda, muhtemelen Türkiye’nin Suriye ile yaşadığı kriz ve daha sonraları da Türkiye’nin U2 Amerikan casus uçaklarının uçuşuna izin vermesinin etkisiyle, o zamana kadar yasaklanmış olan Taşnakların faaliyetlerine bir ölçüde müsamaha etmişler [11] bu da milliyetçi akımları güçlendirmiştir.

Taşnaklar, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, diğer Ermeni siyasi partilerine karşı üstünlüklerini diasporada da korumuşlar ve Ermeni milliyetçiliğinin başlıca temsilcisi olarak Türkiye aleyhindeki faaliyetlerin odak noktasını oluşturmuşlardır.

Diğer yandan Soğuk Savaş’ın başlamasından sonra Sovyet Ermenistan’ındaki Eçmiyazin’de Katogikos’un[12] Sovyet telkin ve baskılarına açık olacağı düşüncesiyle diaspora Ermenilerinin başka dini makama bağlanması fikri gündeme gelmiş, Taşnakların gayretleri ve ABD ve başlıca Avrupa ülkelerinin teşvikiyle Lübnan’da Beyrut yakınlarındaki Antilyas’da bir “Kilikya Katogikosluğu” kurulmuş ve diaspora Ermenilerinin bir kısmı bu makama bağlanmıştır. O zamandan günümüze Kilikya Katogikosluğu Taşnakların dini alandaki organı gibi çalışmaktadır. 1991 yılında Ermenistan bağımsız olduktan sonra diaspora Ermenilerinin yeniden Eçmiyazin’e bağlanması gerekirken Kilikya Katogikosluğu faaliyetine devam etmiş, Eçmiyazin’in ruhani üstünlüğünü tanımakla beraber aslında ona rakip olmuştur. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ermeni milliyetçiliğinin süratle güçlenmesinin başlıca nedeni diasporadaki Ermeni kiliselerinin, siyasi partilerinin ve derneklerinin münhasıran etnik karakteri ile açıklanabilir. Yabancı ülkelerde Ermeni kiliselerinin var olabilmesi Ermeni cemaat olmasına, siyasi partilerinin ve çeşitli derneklerinin faaliyetlerini sürdürebilmeleri de Ermeni üyeleri olmasına bağlıdır. Oysa Ermeniler, her göç eden halk için olduğu gibi, ikinci kuşaktan itibaren göç ettikleri ülkenin halkı arasında erimeye başlamışlardır. Bu, Ermeni kiliselerin cemaatinde ve parti ve derneklerin de üye sayısında azalmaya neden olmuş, söz konusu örgütlerde gelecekleri için endişeler yaratmış ve Ermenileri bir arada tutabilmek ve onlarda Ermeni bilincini yaşatabilmek için çare arayışları başlamıştır. Bulunan çare, Holokost’un Yahudilere sağladığı prestij ve İsrail Devleti’nin kurulmasında oynadığı önemli rol dikkate alınarak, 1915 tehcirinin Yahudi soykırımı ile aynı nitelikleri taşıdığını ileri sürüp bir “Ermeni soykırımı” yaratmaya çalışmak olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, tedricen, Ermeni kiliselerinde, okullarında, siyasi partilerinde ve derneklerinde Türklerin Ermenileri soykırıma uğrattıkları teması sürekli işlenmeye ve böylelikle Ermeni gençleri bir beyin yıkamaya tabi tutmaya başlamıştır. Kişilerin baba veya dedelerinin soykırıma uğradığına inanmaları ise Türklerden intikam almak fikrini doğurmuş ve ayrıca büyük Ermenistan’ın kurulması hayallerini canlandırmıştır. 

Böylece Ermenilerin Türkler tarafından soykırıma uğratıldığı iddiası diasporada yeniden Ermeni bilincinin oluşmasına yardım etmiş ancak diaspora Ermenilerini ortak kültürel değerleri temelinde değil yapay olarak yaratılan bir düşmana, günümüz Türkiyesine karşı birleşmelerini sağlamıştır. 

Yukarıda değindiğimiz “beyin yıkama”nın Türklere karşı beslenen duygular bakımından Ermeni kuşakları arasında farklar yarattığı görülmektedir.

Tehcire tabi olmuş bulunmasıyla, mantıken, Türklerden en fazla yakınması gereken birinci kuşak Ermenilerinin, aşırı olanları hariç, Türkleri bir bütün olarak suçlamadıkları, tehcirden sorumlu tutulan kişilere karşı olumsuz duygular benimsedikleri, ayrıca genellikle Türklere karşı bir yakınlık duydukları görülmektedir. Bunun en iyi kanıtı 1954 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ABD’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında Kaliforniya’ya gidince Türkiye’den göç eden Ermenilerin “Cumhurbaşkanımız geldi” diyerek kendisine çok büyük ilgi göstermeleri ve hatta Bayar’ın ziyaretinin bu eyaletteki tanıtım faaliyetini üstlenmeleridir.[13] 

İkinci kuşak diaspora Ermenilerine gelince onlar göç edilen ülkede doğmuşlar ve orada eğitim almışlardır. 1915 olayları ile ilgilerinin anne ve babalarının anlattıklarından ibaret bulunması gerekir ve o itibarla da, normal olarak, Türklere karşı duygu ve davranışlarında daha ılımlı olmaları beklenir; oysa, yukarıda değindiğimiz “beyin yıkama” ikinci kuşağın, anne ve babalarından daha fazla Türklere karşı olumsuz hisler beslemelerine neden olmuştur.

Üçüncü kuşak ise bulundukları ülkenin koşullarına tamamen uymuştur. Artık çoğu Ermenice dahi bilmemektedir. 1915 olayları onlar için çok uzaktadır. O nedenle de Türklere karşı bir tür tarafsız bir tavır sergilemeleri normaldir. Oysa, Ermeni kiliseleri siyasi partileri ve derneklerinin artık etkili olarak uyguladıkları beyin yıkama sayesinde tamamen tersine bir durum mevcut olup Türklerden en fazla nefret edenler, çoğu yaşamları boyunca bir Türk bile görmemiş olan üçüncü kuşak Ermenileridir. Nitekim Türk diplomatlarının katilleri bu kuşak arasından çıkmıştır.

Sonuç olarak diaspora Ermeni kuşaklarının Türkiye’ye karşı duygu ve tutumlarının tersine orantılı olduğu görülmektedir. 1915’ten uzaklaştıkça kin ve nefret duyguları azalması gerekirken artmaktadır. Bu psikolojik yönden doğal olmayan bir durumdur[14] ve ileride Türkler ve Ermeniler arasında bir uzlaşmaya varılmasının önündeki en büyük engeldir.

Ermenistan’da milliyetçiliğin yeniden belirmesinin ilk meyvesi Erivan’da sözde soykırımın 50. yıldönümünde Erivan’da yüz binleri bir araya getiren büyük anma törenleri yapılması olmuştur. Ayrıca 1967 yılında ise Erivan’da bir Ermeni soykırımı anıtı törenle açılmıştır. Bu olaylar Ermeni diasporasında o zamana kadar pek görülmeyen Türkiye ve Türkler karşıtı duyguların güçlenmesine, bu da 1915 tehcirini bir soykırım olduğunu kabul ettirmeyi amaçlayan faaliyetlerin büyük ölçüde artmasına neden olmuştur. 

Yeniden güçlenen Ermeni milliyetçiliği 1970 ve 1980’lerde 32’si Türk diplomatı ve yakınları olmak üzere toplam 70 kişinin canını alan Ermeni terörünü yaratmıştır. 

Soykırım iddialarının diaspora Ermenilerinin milli bilincinin korunması yanında bazı siyasi amaçlara hizmet etmek için de ortaya atılmış olduğu görülmektedir. Bu amaç, Türkiye’den tazminat almak ve Doğu Anadolu’dan bazı toprakların Ermenistan’a verilmesini sağlamak olarak özetlenebilir. 

Bu bağlamda diaspora Ermenilerinin ve özellikle Taşnakların Türkiye’ye karşı dört aşamalı bir strateji izlemeye çalıştıkları gözlemlenmektedir [15].

1. Birinci Aşama 1915 tehcirinin aslında bir soykırım olduğunu dünya kamuoyuna duyurmak ve buradan gelecek baskının etkisiyle çeşitli ülkelerin ve bazı uluslararası kuruluşların Ermeni soykırımını resmen tanımalarını sağlamak.

Aralıksız devam eden Ermeni propagandasının ve Ermeni iddialarını duyurmayı amaçlamış olan Ermeni terörünün etkisiyle, özelikle Batılı ülkeler kamuoyunda, Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı içinde Türkler tarafından soykırıma uğratıldığına dair bir kanı yerleşmiş bulunmaktadır.

Ermeni soykırım iddialarının bazı ülke ve uluslararası kuruluşlar tarafından tanınmasına gelince, aşağıda açıklayacağımız gibi, şimdiye kadar 17 ülke parlamentosu ve bir uluslararası kuruluş bu tanımayı yapmıştır.

Buna göre Ermeniler dört aşamalı stratejinin halen ilk aşamasında olup tüm gayretlerini “soykırımı” tanıyan ülke ve uluslararası kuruluş sayısını arttırmak noktasında yoğunlaştırmışlardır. 

2. İkinci Aşama 1915 tehcirin bir soykırım olduğunun Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye’nin bu hususta Ermenilerden özür dilemesidir.

Ermeniler, sözde soykırımı tanıyan ülke sayısı artarsa ve özellikle bunlar arasında ABD ve diğer büyük devletler bulunursa Türkiye’nin sözde soykırımı resmen tanımak mecburiyetinde kalacağı kanaatindedir. Oysa Türkiye’de, soykırım iddialarını tanıyan ülkelere karşı kamuoyunda gösterilen büyük tepki, TBMM Ermeni iddialarına karşı kesin tutumu ve birbirini izleyen Türk Hükümetlerinin de bu iddiaları reddetmesi Türkiye’nin böyle bir tanımayı yapmasını beklemenin gerçekçi olmadığını göstermektedir. 

Halen Türkiye’de 1915 tehcirini bir soykırım olarak gören bir siyaset adamı yoktur. Buna karşılık son yıllarda bazı yazar ve bilim adamlarının soykırım hakkındaki Ermeni iddialarını benimsediği ve savunduğu görülmektedir. Ancak bu kişilerin görüşleri büyük tepki toplamakta olduğundan kamuoyu üzerinde kayda değer bir etki yaratmamaktadır [16]. 

3. Üçüncü Aşama “soykırıma” maruz kalan kişilere veya onların mirasçılarına Türkiye tarafından tazminat ödenmesidir.

Bu konuda göz önünde bulundurulması gerekli olan husus, soykırımı tanımanın doğrudan sonucunun tazminat ödenmesi olduğudur. Zira, zarar verenlerin (bir ulusu soykırıma tabi tutanların) o zararı tazmin etmeleri, her ülkenin kanunları arasında yer alan bir hukuk kuralıdır. Diğer bir deyimle, soykırımı tanımak ama bunun için tazminat ödememek, ilke olarak, mümkün olmayıp bu ancak karşı tarafın tazminat hakkından vazgeçmesi ile gerçekleşebilir.

Tazminat konusunda bilinmesinde yarar olan bir diğer husus Ermenistan Devleti’nin, 1915 yılında mevcut olmadığı için, kendi adına tazminat talep edemeyeceğidir. Bu bizzat başkan Koçaryan tarafından bir Türk gazetecisine ifade edilmiştir[17]. Lozan Antlaşması’na göre ise kişilere tazminat ödenmesi mümkün değildir. Ancak Türkiye “soykırımı” tanırsa kendi rızasıyla tazminat ödemesi talepleriyle karşılaşacaktır. 

4. Dördüncü aşama ve son aşama Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a toprak verilmesidir.

Bu konuda ilk önce dikkate alınması gereken nokta, yukarıda da izah ettiğimiz gibi, Ermenistan’ın Türkiye’den toprak istemek için hukuksal bir dayanağı olmadığıdır. Başkan Koçaryan da bu hususu teyit etmiştir[18]. Hukuksal dayanaktan yoksun olmanın yanında Ermenistan böyle bir talebi askeri yönden destekleyecek durumda da değildir ve öngörülebilir bir gelecekte böyle bir olanağa kavuşması da beklenmemektedir. Son olarak, Ermenistan’ın nüfusu devamlı azaldığından ve diaspora Ermenileri de Ermenistan’a gelip yerleşmediğinden Türkiye’den alınması düşlenen topraklara iskân edecek Ermeni de bulunmamaktadır.

Kanımızca Ermenilerin Türkiye’den olan taleplerinin hiçbiri gerçekçi değildir. Toprak talebi için ise fantezi demek daha doğrudur. Herhalde bu husus diaspora Ermenileri tarafından da biliniyor olmalı ki toprak talebinden gitgide daha az söz edilmektedir. 

V. Ermeni terörizmi dönemi (1973-1986) 

Ermeni milliyetçiliği 1965 yılından itibaren önemli bir canlanma yaşamışsa da artık ana amaç olarak benimsenen 1915 tehcirinin aslında bir soykırım olduğu görüşünün kamuoyuna benimsetilmesinde o yıllarda fazla bir mesafe alınamamış, elli-altmış yıl önce vuku bulmuş olaylar genelde bir ilgisizlikle karşılanmıştı. 1973 yılında Los Angeles’te yaşlı ve yarı meczup bir Ermeni Türk Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Yardımcısı Bahadır Demir’i katletmiştir. Katilin kurbanlarıyla hiçbir sorunu olmaması ve onları sadece, sözde Ermeni soykırımından “sorumlu” bir devletin temsilcileri olduğu için öldürmüş bulunması ilgi uyandırmış ve Amerikan basını, olayın evveliyatını hakkında bilgi vermek için, soykırımı iddialarından uzun bahsetmiştir. Bu olay Ermeni militanlarında “davalarını” duyurmak için Türk diplomatlarını katletmek yolunun denenmesi fikrini doğurmuştur. 

1974 Kıbrıs Barış Harekatı Ermeni militanlarının Türk diplomatlarını katletmek fikrinin yaşama geçirilmesi için uygun ortamı yaratmıştır.

Kıbrıs Barış Harekatı gerek Yunanistan’da gerek Kıbrıs’ta büyük bir moral çöküşüne neden olmuştur. Bu harekat Türkiye’nin Yunanistan’a galip gelmesi gibi algılanmış ve ayrıca Türkiye’nin, gerektiğinde, Güney Kıbrıs ile Ege Adalarını ve Batı Trakya’yı da ele geçirebileceği endişesini yaratmıştır. Diğer yandan ne Yunanistan’ın ne de Güney Kıbrıs’ın Türkiye’ye karşı koyacak güce sahip olmaması bu endişeleri daha da arttırmıştır. Bu psikolojik durum iki ülkenin de Türkiye’ye karşı, adını söylemeden, bir tür savaş içine girmelerine neden olmuştur. Ancak bu savaş cephede olmayacak, sıcak çatışma hariç, her alanda Türkiye’ye zarar verilmeye çalışılacaktır. O dönemde Türkiye’nin Kıbrıs harekatı nedeniyle çok eleştirilmesi, Türkiye’nin hukuken bu müdahalede bulunma hakkı olduğu göz ardı edilip bağımsız bir devlete saldırı yapıldığının esas alınması ve ABD’nin de Kıbrıs harekatı nedeniyle Türkiye’ye silah ambargosu koymuş olması Yunanistan’ın bu yeni politikayı uygulamasını kolaylaştırmıştır.

Yunanistan Türkiye’ye karşı yürüttüğü bu mücadelede kendisine üç müttefik bulmuştur: Suriye, Kürtler ve Ermeniler.

ASALA ve PKK Kıbrıs barış harekatından bir yıl sonra 1975’te kurulmuşlar ve Yunanistan’ın ve Suriye’nin desteğini sağlamışlardır. 

Türkiye’ye karşı savaşmak üzere kurulan ilk Ermeni terör örgütü ASALA’dır (ASALA: Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia; Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu) ASALA Lübnan’da George Habbas grubu tarafından eğitilmiş, Abu Nidal Grubu ve FKÖ tarafından da desteklenmiştir. Abu Nidal grubu siyasi faaliyetten ziyade terör eylemleri yapmaktadır. FKÖ’nün ise siyasi yönü güçlüdür. FKÖ 1980’lerin başında tamamen siyasi alana yönelmiş ve ASALA’ ya verdiği desteği çekmiştir. 

Bu konuda 1970’li yıllarda Lübnan’daki durumun terör örgütlerinin buraya yerleşmesine ve gelişmesine çok uygun olduğunu belirtelim. Filistinliler, İsrail’in baskısı üzerine, Ürdün’den çıkmak mecburiyetinde kalınca Lübnan’a yerleşmişlerdi. Lübnan Devleti’nin bir millet değil dini gruplar tarafından kurulmuş olması, bir yandan İsrail baskısının diğer yandan ülkedeki Filistinlilerin yarattığı sorunların üstesinden gelinmesini önlemiş kısa sürede asayiş bozulmuş, ülkede “kurtarılmış bölgeler” kurulmuş ve dini gruplar arasında çatışmalar başlamıştı.

Lübnan’daki bu otorite boşluğu terör örgütlerinin burada kolayca faaliyette bulunmalarına imkan sağlamıştır. Lübnan’daki 200.000 kadar Ermeni’nin varlığı da ASALA ve diğer Ermeni terör örgütlerine lehine olmuştur. ASALA örgütü aşırı sol eğilimlidir. Bu yapısı itibariyle de geleneksel Ermeni Partilerinden Hınçaklara yakındır.

İkinci Ermeni Terör örgütü JCAG’dır. (Justice Commandos for Armenian Genocide; Ermeni Soykırımı için Adalet Komandoları) Bu örgüt 1975 yılında Beyrut’ta Taşnaklar tarafından kurulmuştur. Ancak Adalet Komandoları, ASALA gibi Marksist-Leninist olmayıp milliyetçidir. Yabancı devletlerden değil sadece Ermeni diasporasından destek aldığını iddia eder ve Türkiye ve Türkler dışındaki hedeflere saldırmamakla övünür. 

Bu iki örgütten en fazla bahsedileni ASALA’dır. Ancak Adalet Komandoları en az ASALA kadar zararlı olmuştur. Nitekim Türk diplomatlarına yapılan saldırıların %52’si Adalet Komandolarının faaliyetidir. Bombalama olaylarının %45’i de Adalet Komandoları gerçekleştirmiştir. Adalet Komandoları 1983’te faaliyetlerine son vermişlerdir. Bunun nedeni Taşnak Partisinin gerek ABD gerek Avrupa’da gördüğü büyük baskıdır.

Ermeni Terör örgütleri bunlardan ibaret değildir. Adalet Komandoları faaliyetlerini tatil etmiş olsa da o tarihlerde kurulan ARA (Armenian Revolutionary Army; Ermeni İhtilalci Ordusu’nun ) aslında Adalet Komandolarının devamı olduğu düşünülmüştür. Ayrıca 3 Ekim örgütü, 9 haziran Örgütü, Orly Grubu ,Fransız Eylül Örgütü, Yeni Ermeni Direniş Örgütü gibi bazı diğer terör kuruluşları varsa da bunların etkisi sınırlı kalmıştır. Bunlardan bazılarının ASALA veya Adalet Komandoları tarafından, güvenlik makamlarını şaşırtmak üzere kurulmuş olması muhtemeldir. Bunlardan ASALA-RM ASALA’nın parçalanmasından sonra kurulmuş olduğu için önemlidir.

Ermeni terör örgütleri 1975’te başlayan ve 1986’da sona eren eylemleri sırasında, 32’si Türk diplomatı, görevlisi ve aile ferdi olmak üzere toplam 70 kişinin ölümüne, 524 kişinin yaralanmasına neden olmuşlar, 105 kişiyi rehin almışlar ve 208 bombalama eylemi gerçekleştirmişlerdir [19].

Ermeni terörüne destek vermemekle beraber bu hareketlere bir tür sempatiyle bakan ülkeler de olmuştur. 

1981 yılında Sosyalistlerin iktidara gelmesinden sonra Fransa’nın Ermeni talep ve girişimlerine karşı daha anlayışlı bir tutum içine girdiği görülmüştür. Ancak Fransa, Ermeni terörü kendi topraklarına yayılmaya başlayınca buna karşı durmuş ancak terörü teşvik eden Ermeni siyasi faaliyetine engel olmamıştır. Aksine Fransız medyası o yıllarda soykırım iddialarını ön plana çıkaran yayınlar yapmıştır.

Sovyetler Birliği NATO’nun güney kanadını zayıflatacağı düşüncesiyle Ermeni terörüne sempati ile bakmış, Türkiye’ye uygulanan Amerikan silah ambargosunun sona ermesiyle beraber Türkiye’nin Orta Avrupa’ya kısa menzilli nükleer silahlar konuşlandırmasında Amerikan tezlerini desteklemesi de bu sempatiyi daha da arttırmıştır.

İran, Ermenilerin talep ve eylemlerini açıkça desteklememekle beraber, ülkesindeki Ermenilerin Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliğine saldırmaların önlemekte isteksiz davranmakla Humeyni rejiminin laik Türkiye’yi zora sokmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığını göstermiştir. 

Ermeni terörü döneminde ilginç olan nokta, Batı dünyasında herkes, ilke olarak teröre karşı iken, Ermeni terörünün, tasvip edilmemekle beraber, kınanmamasıdır. Bu, Osmanlılar zamanında ABD, Fransa, İngiltere gibi büyük devletlerin Ermenilerin hamisi durumunda olmalarından ve bu nedenle de bu ülkeler kamu oylarında Ermenilere karşı bir sempati bulunmasından, bu sempatinin Ermenilerin Hıristiyan olmasıyla daha güçlenmesinden ve son olarak da Ermeni propagandası sayesinde Ermenilerin soykırıma uğramış olduğuna dair bir kanıya sahip olunmasından ileri gelmektedir. Bu nedenlerle Ermenilere bir tür hoşgörü ile bakılırken masum insanların katline, sırf Türk oldukları için, kayıtsız kalınmıştır. Bu çelişkili tutum Batı dünyasında ciddi bir etik değerlendirme sorunu mevcut olduğunu göstermektedir. 

Ermeni terörü 1986 yılı sonunda durmuştur. Bunu başlıca nedeni teröristlerin Türk olmayanlara da zarar veren eylemlere girişmeleridir. Bu eylemlerin en büyüğü Paris’te Orly Hava Meydanında 15 Temmuz 1983 tarihinde gerçekleştirmiştir. Hava Meydanında Türk hava Yolları gişesinin önüne bırakılan bir bavulun infilak etmesi sonucunda 8 kişi ölmüş 60 çıvarında da yaralanan olmuştur. Ölenlerden sadece ikisi Türk’tür. Bu olay Ermeniler lehine olan havayı değiştirmiş, Ermeni çevrelerinde ciddi tartışmalara ve özellikle ASALA’da bölünmelere neden olmuş ve Ermeni terörizminin sona eriş sürecini başlatmıştır. Diğer yandan bu olaydan sonra başta Fransa olmak üzere çeşitli ülkelerde güvenlik makamlarının Ermeni militanları daha yakın takibe aldığı ve Ermeni teröristlerin mahkemelerinde de salt adalete daha fazla dikkat edildiği görülmüştür[20]. 

Ermeni terörizminin sona ermesinin ikinci nedeni Fransa dahil bazı ülkelerde resmi makamların terörist metotları kabul etmeyeceklerini açıkça ifade etmeleridir[21]. Bu özellikle terörizmi finanse edenler için caydırıcı olmuştur. 

Üçüncü neden Türk devletinin yurt dışında görev yapan memurlarını daha iyi korumaya başlamasıdır.

Dördüncü ve son neden Ermeni terörizmin, Ermenilerin 1915 yılında Türkler tarafından soykırıma uğratıldığının dünya kamuoyuna duyurulması şeklinde özetlenebilecek olan amacına ulaşmış bulunmasıdır.

VI.Ermeni Sorunun Siyasallaşması (1987... )

Terör eylemleri durduktan sonra diaspora Ermenilerinin siyasi faaliyetlere yöneldikleri görülmektedir. Bu faaliyetlerin amacı Ermenilerin soykırıma uğramış oldukları iddiasını dünya çapında mümkün olduğu kadar fazla duyurmak ve bazı ülke parlamentolarının “soykırımı” tanıyan kararlar almasını sağlamaya çalışmak olarak özetlenebilir. 

Diğer yandan Ermeni diasporası 1991 yılında Ermenistan’ın kurulmasından sonra bu devletin çıkarlarını korumak için ve mali yardım sağlamak için seferber olmuştur. 

Diaspora Ermenilerinin 1915 tehcirini bir soykırım olarak kabul ettirme gayretleri ikiye ayrılmaktadır: Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler ve siyasal faaliyetler.

A. Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler

Ermeni terörü sayesinde Batılı ülkelerin kamuoyunda Ermenilerin Türkler tarafından bir soykırıma uğratıldıkları hakkında bir kanı yerleşmiş olmakla beraber, kamuoyu belliğinin zayıf olması Ermenileri soykırım iddialarını devamlı olarak tekrarlamaya götürmüştür. 

Ermenilerin soykırıma uğramış olduğunu kanıtlamak için, özellikle son 25 yılda, bir çok kitap yazılmış bulunmaktadır. Bunlar genelde bilimsel görünüştedir. Vaktiyle bu konuda, bir iki istisna dışında, Ermeniler eser verirken son yıllarda Ermeni kökenli olmayanların da yazmaya başladıkları gözlemlenmektedir. Ayrıca bazı Türk yazarlar da Ermeni görüşlerini benimseyen kitaplar yayınlamışlardır. Bazı Türk bilim adamları Ermeni sorunu konusunda hiç kitap veya uzun makale yazmadan da Ermeni görüşlerini desteklemişlerdir. 

Kitaplara paralel olarak bilimsel dergilerde çok sayıda makale yayınlanmış ve yayınlamaya devam etmektedir. Ayrıca “soykırım” hakkında gazete ve günlük dergilerde yazılar yayınlanmasına özellikle önem verilmektedir

Diğer yandan, hedef olarak seçilen bazı ülkelerde ”soykırım” konusunda bir çok konferans, panel vb toplantılar düzenlenmektedir.

Soykırım konusu edebiyat alınanda da, romanlarda, şiir kitaplarında ve piyeslerde işlenmektedir. Bu konuda yazanların hemen hepsi Ermeni kökenlidir. 

Filmlere gelince çok sayıda “belgesel” film mevcut olup bunlar, genellikle Nisan ayında, başta ABD, Fransa ve Lübnan olmak üzere bir çok ülke televizyonunda gösterilmektedir. 1915 yılına dair görsel malzeme çok az olduğundan bu filmlerde kullanılanların bir kısmının uydurma, bir kısmı ise gerçekliği tartışmalıdır. Görsel malzeme hakkındaki bu hususlar yine her yıl Nisan ayında açılan “soykırım” sergileri için de geçerlidir.

Konulu filmlerden büyük bütçeli olan ikisi özellikle dikkat çekmektedir. Bunlar Ermeni asıllı Fransız Yönetmen Henri Verneuil (Aşot Malakyan) tarafından 1991 yılında çevrilen Mayrig (Anne) filmi ile Ermeni asıllı Kanadalı Yönetmen Atom Egoyan’ın 2002‘de gösterime giren Ararat (Ağrı Dağı) filmidir. Mayrig, sözde soykırıma temas etmekle birlikte, esas konusu tehcir sonrasında Fransa’ya göçmüş bir ailenin yaşam mücadelesidir. Ararat ise, karma karışık bir senaryo içinde, bir takım vahşet sahneleriyle, sadece sözde soykırımı ele almaktadır. Mayrig’ın göreceli başarısına karşın Ararat’ın Ermeniler dışında ilgi gördüğünü söylemek mümkün değildir[22]. 

Ermenilerin bu faaliyetler için yaptıkları harcamaların kaynağı bağışlardır. Soykırım iddialarının tetiklediği milliyetçilik Ermeniler arasında esasen yaygın olan bağış geleneğini daha da güçlendirmiştir. Günümüzde varlıklı Ermeniler için bağışta bulunmak bir milli görev addedilmektedir.

Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler ile aşağıda açıklayacağımız siyasi faaliyetler için ne kadar harcama yapılmaktadır? Ermeni kaynakları bu konuda bilgi vermemektedir. Ancak, kesin sonuçlara varılamasa da, bir tahmin yapmak mümkündür. Bir yazar[23] Ermenilerin ABD Kongre üyelerini etkileyebilmek için yılda 14 milyon dolar sarf ettiklerini yazmıştır. Bir diğer kaynak Ararat filminin maliyetinin 15 milyon dolardan fazla olduğunu belirtmiştir[24]. Bunlara yukarıda değindiğimiz bilimsel kitaplar, makaleler, romanlar, şiirler, piyesler, filmler, sergiler ve çeşitli toplantılar da eklenirse ve bu tür faaliyetlerin sadece ABD’de değil Fransa, Kanada, Avustralya ve Lübnan başta olmak üzere diğer bazı ülkelerde de yapıldığı düşünülürse, bulunabilecek rakamın yılda herhalde yüz milyon dolardan daha az olamayacağı sonucuna varılmaktadır.

Söz konusu faaliyetlerin yapılması için Ermeni çevrelerinden büyük talep vardır. Bu faaliyetlerin üretilmesinin gerekmesi, bu üretimin yukarıda değindiğimiz büyük mali boyutları olması ve bu üretimden gelir sağlayan çok denebilecek sayıda kişi bulunması beraberce ele alındığında ortada bir “Ermeni Soykırım Endüstrisi” bulunduğunu ifade etmek abartma olmayacaktır. Diğer yandan bu endüstrinin bir çok kişiye gelir sağlaması soykırım iddialarının ısrarla ileri sürülmesinin, ikincil de olsa, sebeplerinden birini oluşturmaktadır. 

B. Siyasal Faaliyetler

Diaspora Ermenilerinin siyasi faaliyetlerinin büyük bir kısmını, bazı ülke parlamentolarının ve uluslararası kuruluşların soykırım iddialarını destekleyecek kararlar almasına çalışmak oluşturmaktadır. 

a. Bazı Ülke Parlamentoları Kararları 

Bu konuda dikkati ilk çeken husus Ermeni “soykırımı”nı kabul eden kararlar alınması talebinin hükümetlere değil parlamentolara yöneltilmiş bulunmasıdır. Bu hükümetlerin ülkenin dış ilişkilerini yürütmek görev ve sorumluluğuna sahip olmalarından ileri gelmektedir. Herhangi bir hükümetin sözde soykırım hususunda alacağı bir kararın o ülke ile Türkiye arasında bir soruna dönüşmesi muhakkak gibidir. Hükümetler böyle bir durumu arzu edilmediklerinden kendilerini, olanakları ölçüsünde, Ermeni soykırım iddialarının dışında tutmaya çalışmaktadır. Buna mukabil parlamentolar yabancı ülkelerin doğrudan muhatabı olmadıklarından herhangi bir ülke veya bir uluslararası bir sorun hakkında fikir beyan etmekte veya tavsiye niteliğinde olan bazı kararlar almakta bir sakınca görmemektedir. Karar alınmasını talep edenlerin oy potansiyeli de varsa Parlamentoların bu tür kararları almaları kolaylaşmaktadır.

Parlamentolarının aldığı kararlarla sözde Ermeni soykırımını tanıyan on yedi ülke şunlardır [25]:

1. Uruguay – 1965, 2004, 2005
2. Kıbrıs Rum Yönetimi - 1982
3. Arjantin – 1993, 2003, 2004, 2005
4. Rusya – 1995, 2005
5. Kanada – 1996, 2000, 2004
6. Yunanistan – 1996
7. Lübnan 1997 ve 2000
8. Belçika – 1998 
9. İtalya – 2000
10.Vatikan 2000
11.Fransa 2001
12.İsviçre 2003
13.Slovakya 2004
14.Hollanda 2004 
15.Polonya 2005
16.Almanya, 2005
17.Venezuela 2005
18.Litvanya 2005

Görüldüğü üzere bu kararların çoğu 1990’larda alınmıştır. Bu, Ermeni terörizminden sonra diaspora faaliyetlerinin soykırımı resmen tanıtmak noktasında toplanmasından ve aynı yıllarda Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra diasporanın bu çabalarına destek olmasından ileri gelmektedir.

Kararların 2000 yılından sonra yoğunluk kazanması da, esas itibariyle Türkiye’nin AB adaylığıyla ilgilidir. Ermeni “soykırımı” hakkında o zamana kadar bir karar kabul etmekten çekinen AB üyesi ülkeler Türkiye artık aday ülke olduğu için fazla bir itirazı olamayacağı düşüncesiyle hareket etmişlerdir. 

Ülke parlamentolarının aldığı kararların önemli noktaları şu şekilde özetlenebilir[26].

Uruguay (1965, 2004, 2005) 

Ermenilerin soykırım iddialarını kabul eden ilk ülkedir. Uruguay Parlamentosu’nun (Senato ve Temsilciler Meclisinin) böyle bir kararı kabul etmesinin nedeni ülkede küçük ve fakat zenginliği nedeniyle etkili bir Ermeni topluluğu olmasına karşın hiç Türk varlığı bulunmamasıdır. Uruguay Parlamentosu söz konusu kararında 1915’te öldürülenlerin onuruna 24 Nisan’ı Ermeni Şehitlerini Anma günü olarak ilan etmiştir.

Uruguay Parlamentosu bu ararı 2004 yılında teyit etmiş, 2005 yılında alınan bir diğer kararda ise 24 Nisan’ın Birleşmiş Milletler tarafından “Her Türlü Soykırımın Kınanması ve Reddedilmesi “ günü ilan edilmesi için Uruguay Dışişleri Bakanlığının girişimde bulunması istenmiştir.

Güney Kıbrıs (1982)

Güney Kıbrıs Temsilciler Meclisi kararında “Ermeni halkına karşı işlenmiş olup Ermenileri ata topraklarından söküp çıkaran ve soykırım boyutlarına ulaşmış olan suçun çekincesiz kınandığı” belirtilmektedir. Aynı kararda, neler olduğu belirtilmeden, “Ermeni halkının vazgeçilemez haklarının tam olarak geri verilmesinden” de bahsedilmektedir. Bu kararın önemli yönü Ermeni terörizminin en yoğun olduğu bir dönemde alınmış olması ve bu nedenle de teröristler için bir tür cesaretlendirme teşkil etmiş olmasıdır. 

Arjantin (1993, 2003, 2004, 2005) 

Bu ülke Senatosu “1915- 1917 yıllarında Türk Hükümeti eliyle öldürülen 1.500.000 milyon Ermeninin” anılması ve “20. asrın ilk soykırımının kurbanları olan Ermeni Cemaati ile tam bir dayanışma içinde olunduğunun” beyan edilmesi ile ilgili bir karar almıştır. Senato bu kararını 2003, 2004 ve 2005 yıllarında teyit etmiştir. Arjantin Senatoyu bu kararı almaya götüren nedenler, Uruguay gibi, ülkedeki etkin Ermeni azınlığına karşın Türkiye’nin bir ağırlığı olmamasıdır. Uruguay’dan farklı olan husus ise Türkiye’nin Arjantin ile öneli sayılabilecek ticaret ilişkileri bulunmasıdır.

Rusya (1995, 2005) 

Rus Duma’sı 1995 yılında, 1915 ila 1922 yılları arasında Ermeni halkının imha edenleri kınayan ve 24 Nisan’ı soykırım kurbanlarını anma günü olarak tanıyan bir karar kabul etmiştir. Kararda ‘Türk İmparatorluğu’ sözcükleri vardır. Bu kararının temelinde biri Rusya’da 1 milyondan fazla olduğu söylenen Ermeni azınlığının etkisi; diğeri de, özellikle o yıllarda, Türkiye’nin Çeçenistan’a yardım ettiği yolundaki iddialar olmak üzere iki neden bulunduğu düşünülmüştür. 

Ancak Türkiye’nin Çeçenistan’a yardım ettiği iddialarının ortadan kalktığı 2005 yılında Rusya Duma’sı aldığı bir diğer kararla “soykırımın” 90. yıldönümümde kardeş Ermeni halkına üzüntülerini ifade etmiş, bu “soykırımını” şiddetle kınamış ve bütün dünyada da anılmasını istemiştir. 

Kanada (1996, 2000, 2004) 

Kanada Avam Kamarası bu konudaki 1996 yılı kararında, 1,5 milyon kişinin canını alan Ermeni “trajedisi”ve insanlığa karşı diğer suçlara atıfla her yıl 20-27 Nisan haftasını halkların diğer halklara karşı insanlık dışı davranışını anma haftası olarak kabul etmiştir. Türkiye ve Türklerden hiç bahsedilmemesi ve diğer olaylarla birleştirilmesi nedenleriyle bu karar Ermeni militanları tarafından yetersiz bulunmuş ve sadece Ermenileri ele alan yeni bir karar kabul edilmesi için aralıksız süren çabalar sonuç vererek Kanada Senatosu 2002 yılında Ermeni soykırımının tanınmasını, her türlü inkar girişimlerinin kınanmasını ve 24 Nisan’ın “soykırıma kurban giden 1,5 milyon Ermeniyi” anma günü olarak kabul edilmesini öngören bir diğer karar kabul etmiştir[27]. Avam kamarası da 2004 yılında “Bu Meclis, 1915 Ermeni soykırımını resmen tanır ve insanlığa karşı suç olan bu hareketi kınar” ifadesini içeren bir başka karar almıştır. 

Kanada Dışişleri Bakanı Bill Graham kararın kabulünden sonra yaptığı açıklamada “Kanada Hükümetinin 10 Haziran 1999 tarihinde konuya ilişkin tutumunun değişmediği ve kabul edilen önergenin hükümeti bağlamadığını” bildirmiştir[28]. Kanada Hükümetinin sözü edilen 1999 tarihli tutumu ise 1915 yılı olaylarının bir trajedi olmakla beraber bir soykırım teşkil etmediği şeklindedir[29].

Türkiye Dışişleri Bakanlığı 22 Nisan 2004 tarihinde yaptığı bir açıklamada Kanada Federal Parlamentosu’nun, marjinal görüşlerin peşine takılarak bu kararı kabul etmesinin kınandığını, Parlamentoların tarihin tartışmalı dönemlerine ilişkin bir yargıya varma görevleri bulunmadığını, bu tür kararların değişik kökenli insanlar arasında nefret duyguları uyandırarak toplumsal ahengi bozabileceği, bu kararın ne Kanada’daki Ermenilere ne de Ermenistan’a bir yarar sağlayacağı, kararın getireceği tüm olumsuzlukların sorumluluğunun Kanadalı siyasetçilere ait olduğu bildirilmiştir.

Kanada Meclislerinin Ermeni görüşlerini yansıtan kararlar almasının başlıca nedeni bu ülkedeki Ermeni azınlığıdır. Kanada’daki Türklerin sayısı da küçümsenmeyecek boyutta olmakla beraber etkili bir örgütlenme içinde değildirler.

Yunanistan (1996) 

Yunan Parlamentosu 25 Nisan 1996 tarihinde kabul ettiği bir kanunla 24 Nisan’ı “Türkiye’nin Ermenilere uyguladığı soykırımı anma günü” olarak belirlemiştir. 1973 Kıbrıs barış harekatından sonra Ermenilere her türlü yardımı yapan Yunanistan’ın “soykırımı” tanımak için acele etmemiş olduğu görülmektedir. Bunun başlıca nedeni Yunanistan’ın el altından Ermenilere her türlü yardımı yapmakla beraber, bu tutumunu açıkça ortaya koymak istememesidir. 1996 Ocak ayında çıkan ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren Kardak krizinin bu ihtiyatlı davranışı değiştirerek Ermeni “soykırımı” hakkındaki kararın alınmasında başlıca amil olduğu anlaşılmaktadır.

Lübnan (1997, 2000) 

Lübnan Parlamentosu 1997 yılında aldığı bir kararla Lübnan halkını 24 Nisan münasebetiyle Ermeni halkı ile dayanışma içinde olduğunu beyan etmeye çağırmıştır. Kararda, asrın başında sömürgeci (Osmanlı İmparatorluğu) tarafından Lübnan-Ermeni halklarına ve bölgenin diğer halklarına karşı girişilen örgütlü yok etme hareketlerinden bahsedilmektedir. Lübnan parlamentosu 2000 yılında bu konuda aldığı diğer bir kararda, Osmanlılar tarafından yapılan ve 1.500.000 Ermeni’nin öldüğü katliamlara değinerek Ermeni halkına karşı girişilen soykırımın tanınmakta ve kınanmakta, ayrıca bu soykırımın uluslararası alanda tanınmasının benzer suçların önlenmesi için gerekli olduğu ifade edilmektedir. 

Böylece Lübnan Parlamentosu, söz konusu iki kararıyla Ermenilerin tüm görüşlerini benimsemiş bulunmaktadır. Bunda, Lübnan’ın dini cemaatler üzerine kurulmuş bulunmasının ve sayıları 200.000 kadar olan Ermenilerin de bu çerçevede, meclis ve hükümette, belirli mevki ve makamlara sahip olmasından ileri gelmektedir. Ermenilerin ülkedeki bu durumu Lübnan’ın Ermeni terörizminin merkezi haline getirmiş olduğu hatırlanacaktır.

Belçika (1998) 

Belçika Senatosu, sözde Ermeni soykırımını, Avrupa Parlamentosu’nun bu konudaki kararına atfen tanımış, soykırımın tarihsel kanıtları hakkında şüphe olmadığı ve halklar arasında barışma olması için geçmiş suçların tanınması gerektiği gibi bilinen Ermeni tezlerini tekrarladıktan sonra, “Osmanlı İmparatorluğu’nun son hükümeti tarafından 1915’te yapılmış soykırımının tarihi gerçekliğini” kabul etmesini Türk Hükümetinden istenmiştir. 

Belçika’daki Ermeniler ve Ermeni yanlıları o tarihten sonra Belçika Millet Meclisinin de benzer bir karar almasına çalışmışlar, daha sonra soykırımı inkar edenlerin cezalandırılmasını ön gören kanuna Ermeni “soykırımını” dahil etmek için uğraşmışlar[30] ancak şu ana kadar başarı sağlayamamışlardır. Bunda Belçika’daki Türklerin bilinçli bir şekilde çalışmalarının rol oynadığı anlaşılmaktadır.

İtalya (2000) 

İtalyan Parlamentosu, Ermeni taraftarı bazı milletvekillerinin ısrarlı girişimleri sonucunda ancak İtalya’nın Türkiye ile yakın ilişkileri nedeniyle bir çok erteleme ve duraksamadan sonra, Avrupa Parlamentosu’nun 1999 yılı Türkiye İlerleme Raporunun sözde Ermeni soykırımı ve Türkiye-Ermenistan ilişkileri hakkındaki paragraflarına gönderme yaparak, İtalyan Hükümetinden Kafkas bölgesinde halklar ve azınlıklar arasında gerginliğin azaltılmasını ve iki devlet (Ermenistan ve Türkiye) arasında toprak bütünlüğüne riayetle, barış içinde bir arada yaşama ve insan haklarına saygı konularını güçlü bir şekilde takip etmesini istemiştir. Görüleceği üzere İtalyan Millet Meclisinin sözde Ermeni soykırımını, Avrupa Parlamentosu kararına atfen dolaylı bir şekilde tanımakla bu konun iki ülke ilişkileri üzerinde olumsuz bir etki yapmasını önlemiştir. 

Vatikan (2000) 

Eçmiyazin Katogikos’u Karekin II’nin 2000 yılı Kasım ayında Vatikan’da Papa Jean-Paul II’ye yaptığı ziyaret sonunda yayınlanan ortak bildiri de yer alan “ Asrı başlatan Ermeni soykırımı onu takip edecek olan dehşetlerin öncüsüydü” sözleriyle Ermenilerin soykırım iddiaları Vatikan tarafından tanınmıştır. Papa’nın 2001 yılı Ekim ayında Ermenistan’ı ziyaretinde soykırım anıtında yaptığı duada ve Karekin II ile olan görüşmesinden sonra yayınlanan bildiride de bu Ermeni “soykırımıyla” ilgili ifadeler kullanmıştır. Vatikan tüm Hıristiyanların Papa’nın dini önceliğini (primacy) tanıması için çaba sarf etmektedir. Büyük kiliseleri buna ikna etmenin imkansızlığı karşısında Ermeni, Süryani, Keldani, Maruni ve diğer küçük Doğu kiliselerine yakınlaşma politikası izlenmektedir. Bu itibarla sözde soykırımın tanınmasını Ermeni kilisesini memnun etmek için yapılan bir jest olarak kabul etmek doğru olur. Bu jestin 2000 yılında yapılmasının nedeni de Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye İlerleme Raporunda sözde soykırımı tanıyan ifadelerdir; diğer bir deyimle Vatikan bu konuda, İtalya gibi, Avrupa Parlamentosu’nun arkasına sığınmak yolunu seçmiştir.

Fransa (2001) 

Fransa’daki sayılarıyla (350–400 bin) orantılı olmayan derecede siyasi nüfuz sahibi olan Ermeniler öteden beri malarıdır Ermeni “soykırımının” bu ülkede tanınması için faaliyet göstermişlerdir. Bu konu 1998 yılında Fransız Meclisi’nin gündemine girmiş ancak Türkiye’nin AB adaylığının kabulünden sonra ve 2001 Mart’ında yapılacak olan mahalli ve belediye seçimlerinde Fransa’da iktidar ve muhalefet partilerinin başa baş durumu Ermenilere bu tavizin verilmesine gerektirmesiyle sonuçlanabilmiştir. Fransız Parlamentosu 29 Ocak 2001 tarihinde bir cümleden oluşan şu kanunu kabul etmiştir: “ Fransa 1915 Ermeni soykırımını açıkça tanır”[31] .

Türkiye’de tepkiler daha kanunun kabulünden önce başlamıştır. TBMM 9 Ocak 2001 tarihinde kabul ettiği bir önergede yasa tasarısının oy kaygısıyla gündeme geldiğini, tarihin tahrif edilmesine ve önyargılara dayandığını, tasarı kabul edildiği taktirde Fransa’da bu konuda düşünce ve ifade özgürlüğüyle bilimsel araştırma ve bulguları yayınlama özgürlüğünün ortadan kalkacağını, Türkiye’nin Fransa ile olan ilişkilerini geliştirmeyi arzuladığını ancak bu alanda olumlu sonuçlar alınmasının iyi niyetin karşılıklı olmasına bağlı olduğunu, bu yasanın kabulü halinde Fransa’nın tarafsızlık ilkesine bağlı kalamayacağını, bu nedenle Fransa’nın atacağı her adımın Türkiye tarafından kuşkuyla karşılanacağını, Fransız Parlamentosu’nun vaktiyle Cezayir’de vuku bulan acı olayları değerlendirmeyi reddederek bunların incelenmesini tarihe bırakmış olduğunu, şimdi Fransa’dan aynı davranışın beklendiğini, tarihin uluslar arasında nefret yaratmak için kullanılmaması gerektiğini ve bu bağlamda Türk diplomatlarına ve bazı Fransız vatandaşlarına karşı girişilen cinayet kampanyasının bir kez daha hatırlandığını bildirmiştir.

Tasarının kanunlaşmasından sonra yayımlanan bir hükümet açıklamasında ise kabul edilen kanun kınanmış, bütün sonuçlarıyla reddedilmiş ve kanunun Fransa ile olan ilişkilerde ciddi bir krize yol açacağı belirtilmiştir. 

Dışişleri Bakanlığı ise aynı gün yayınladığı bir basın açıklamasında bu kanunu Ermeni terörizmini yeniden harekete geçirecek sorumsuz bir davranış olduğunu bildirmiş ve bu ortamda Türk diplomatlarının ve Fransa’daki Türk vatandaşlarının güvenliği için önlem alınmasını Fransız Hükümetinden talep etmiştir.

Bu kanunun kabulünden sonra Türkiye ve Türk-Fransız ilişkilerinde ciddi bir gerileme yaşanmıştır. Dışişleri Bakanı İsmail Cem Fransız Büyükelçisine bu yasanın Fransa’da yabancı düşmanlığını ve Ermeni terörünü yeniden harekete geçirebileceğini söylerken Başbakan Ecevit sayasının Türk-Fransız ilişkilerine zarar vereceğini belirtmiş, Cumhurbaşkanı Sezer Fransız Meclisinin kararını sağduyudan yoksun olarak tanımlamış, hükümet Fransa’ya karşı ne gibi yaptırımlar uygulanabileceğini görüşmüş ve Fransa’dan askeri alımlarda bir kısıntıya gidilmiştir. Diğer yandan medyanın da etkisiyle Türk kamuoyunda Fransa’ya karşı olumsuz görüşler yerleşmiştir. Bu durum Fransa’da şaşkınlık yaratmış, ancak kanundan geri dönülemediği için de iki ülke ilişkilerindeki gerginlik devam etmiştir. Fransız hükümetinin Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı konusunda olumlu tutum ve faaliyeti iki ülke ilişkilerinin ağır bir şekilde normale döndürmüştür. 

Bu arada söz konusu kanunun Fransız Ermenilerini tam olarak memnun etmediğini de belirtelim. Kanunun Ermenilerin soykırıma uğramadıklarını savunan kişilere karşı bir yaptırım öngörmemesi Ermenilerce eleştirilmiş ve Yahudi Holokostunu inkar edenleri cezalandıran”Gayssot kanunu”na benzer bir kanunun Ermeni “soykırımı” için de çıkarılması talep edilmiştir. 

Yaklaşık üç yıl sonra, 2004’te Avrupa Anayasası’nın kabulü etrafında Fransa’da başlayan tartışmalarda Fransızların büyük çoğunluğunun Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı olduğu görülmüştür. Fransız siyasi partileri de bu durumdan etkilenmişlerdir. Sağ ve merkez partileri Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkarken Sosyalist Parti, ilke olarak, bu üyeliğe taraftar olmayı sürdürmüş, ancak bu üyeliğin gerçekleşmesini insan haklarında, demokrasi uygulamalarında ve Ermeni “soykırımı” konusunda ilerlemelere bağlamıştır[32]. Türkiye “soykırım” iddialarını kabul etmediğine göre, aslında Sosyalistler de aslında Türkiye’nin AB üyeliği karşıtı olmuşlardır.

Bu olgu Fransız Hükümeti’nin tutumunu da etkileyerek Fransa 17 Aralık 2004 tarihli AB zirve toplantısında Türkiye’ye tam üyelik değil, özel bir statü verilmesi için uğraşmış, bu sağlanamayınca, müzakerelerin ucunun açık olması, diğer bir deyimle, müzakerelerin mutlaka tam üyelikle bitmemesi ve mesela Türkiye’ye özel statü de tanınması olanağının mevcut olması koşuluyla, Türkiye ile müzakerelere başlanmasını isteksiz bir şekilde onaylamıştır. 

DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ..


http://www.eraren.org//bilgibankasi/tr/index1_1_3.htm

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder