19 Ocak 2015 Pazartesi

Avrupa'da Irkçılığın Kökenleri 2





              Avrupa'da Irkçılığın Kökenleri 2



Irkçı Teorilerin analizi

Aşağıda incelenecek diğer bazı unsurların etkisiyle geri çekilmenin derinliği daha da artmıştır.

19. yüzyıl ırkçı teorilerin gelişmesine sahne olmuştur. Alman milliyetçiliği biyolojik niteliğiyle bu teorilerin etkisine son derece açık durumdaydı. Bu nedenle Almanya’nın I. Dünya Savaşı yenilgisi travmasına karşı geri çekilmesi, savaş öncesinde aşırı büyümüş etnosantrizmden, büyük ölçüde ırkçı teorilerle doymuş (ilkel) milliyetçilik düzeyine derinlemesine iniş Şeklinde olmuştur.

Leon Poliakov “The Aryan Myth” adlı eserinde 17. yüzyıl ve 18. yüzyıl bilimselciliğinin yarattığı ciddi sorunlara değinmektedir. Bilim adamları ve düşünürler yeni keşfettikleri deneysel metotları insanın dünyasına uygulamaya çalışırken, deri rengi, beynin şekli gibi pek belirgin olmayan morfolojik ve psikolojik olgular üzerinde cüretkar ve tehlikeli genellemelere gitmişlerdir. Poliakov, bu yaklaşımın Aydınlanmanın temel başarısı olan bilim devriminin dokusuna ilkel ırkçılığı nakşettiğini söylemektedir.

O dönemde yapılan bu genellemeler Avrupa insanını insanlığın zirvesine oturtmaya yaramıştır. “Daha aşağı ırklar” denilen zenciler ve Yahudiler gibi gruplar giderek Avrupalılardan sadece farklı insanlar olarak değil, daha çok ayrı canlı türleri olarak algılanmaya başlamıştır... Poliakov’un belirttiğine göre bu bilimsel yaklaşımın başlıca etkisi insanı kutsallığından mahrum bırakmak olmuştur. “Akıl Çağı”ndan bu yana insan doğanın bir parçası, üzerinde çalışılan, sınıflandırılan ve duruma göre kontrol edilen ve kınanan bir varlık olarak ele alınmıştır. Bu yaklaşım, adeta, doğanın, yaşamaya gücü yetmeyen veya uygun olmayan türlere dönük (yok edici) tavrını andırmıştır (22). (natural selection)

Musa’nın dini Tanrı’nın imajında yaratılan insan ile dünyadaki diğer bütün canlılar arasındaki temel farkı vurgulamaktadır. Oysa Aydınlanma döneminin oldukça ham “bilmi”, insanın kutsal görülmediği; tersine ağaçta yaşayan akrabalarından biraz daha fazla beyinli ve biraz daha az tüylü bir maymun olarak ele alındığı bir süreci başlatmıştır (23).

Irk efsanesinin kendisi, akılcı bilim dünyasının kurutucu etkisine karşı üretilen ve romantizm olarak adlandırılan tepkiydi. Romantizm dünyası, bir kısmı kâbusla, ama çoğunluğuyla sezgi, düş ve duygularla bağlantılı bir görüntüler dünyasıydı. Kendine ait hayalleri kırılan, ya da yok olan insan, aklın parlak ışığından, hayal gücünün ve duyguların alacakaranlığına sığınmıştır. Akla isyan etmelerine rağmen, romantikler insanların tümüne kaybettikleri itibarı yeniden kazandıracak bir arayışa da girmemişlerdir. Her halkın kendi içinde itibara benzer bir şeyler olduğunu farz etmişlerdir. Fichte ve Schiegel gibi kendini kaybolan “Ari Hindistan”a adayanlar, romantik rüyayı insanlığın başlangıcını araştırmaya yöneltmişlerdir. Poliakov’a göre bu geriye dönüş rüyası, kısmen anaya kavuşmaya dönük bu tehlikeli istek, giderek ırkların kaynağını araştırma halini almıştır. Irklarla dil gruplarını karıştıran bu talihsiz eğilim Ari mitinin meydana gelmesinde başlıca sorumlu olmuştur. (24).

“Bu bilimsel ırkçılık, bir yandan Judeo-Hristiyan geleneğine karşı gelirken, öte yandan da yeni bin dinin, doğa dininin çıkması için gerekli tüm unsurları içeriyordu. 1850 ile I. Dünya Savaşı arasında bu olgunun Batı dünyasında yaygın olduğu doğru olmakla birlikte, en çok Almanya’da görüldüğü de bir gerçektir. Nasyonel sosyalistler bu mirasın varisleri olmuşlar; doğa dini Hitler’in ve çevresindekilerin düşünce ve hareketlerini şekillendirmiştir. Nazi ideologları ısrarla hareketlerinin temelinin sağlık verici ‘doğal ilkeler” olduğunu, bunlara ve amaçlarına bağlılığın kişiyi doğa kurallarına uygun hale getireceğini iddia etmişlerdir. Böylece Judeo-Hristiyan gelenek yeni bir din tarafından ikame edilmiştir. Bu yeni biyolojik yaklaşım mistisizm ile karışmıştır. “Doğal insanın” “yaşamın kanunları”na uygun eylemlerinin kendiliğinden doğru olduğu kabul görmüş; Musa kanunlarına inanan zararlı ve ruhsuzların hiçbir pişmanlık duymadan yok edilmesine gidilmiştir. Çünkü bu aşağı yaratıkların nasılsa çok alt düzeyde varlıklarını sürdürmekte oldukları düşünülmüştür. Bu nedenle, Himmler Yahudilerle “mücadelenin” “doğal” olduğunu ilan etmiştir. Nasyonel sosyalist hayat tarzı (Weltanschauung) tarafından savunulan yeni “hayat yolu” (lebensweg), büyü ve gizemle doğal dünyanın birleştiği bozulmaz bir senteze yol açan organik bir yaklaşım olmuştur (25)

Ari Miti’nde Poliakov insanı doğa ile özdeşleştirme eğilimine bir açıklama getirmekte ve psikanalizin bu “rüyayı” şöyle açıkladığını söylemektedir.

Psikanaliz bireyselleşmeden (individuation) önceki en eski aşamaya dönüşün arzusunu ifade eden bu rüyayı açıklamaktadır. Bu aşama “ilkel narsisizm”dir. Bu karanlık başlangıçta (doğumun hemen öncesi ve sonrası), kişi kendini etrafını saran evrenin içinde onunla tek parçaymış gibi hissetmektedir. Aynı zamanda her kişi kendini sanki panteizmin tanrısı gibi organik olarak bütünün tümüymüş gibi de algılamaktadır. Bu mutlak mutluluk dolu çocukluk cenneti, dünyaya gelmeden önce rahimdeki bilinç öncesi yaşama tekabül etmektedir (26).

Eğer bir grup, olağanüstü stresler nedeniyle bu tür ilkel maternal birleşme düzeyine geri çekilirse günlük yaşamdaki her şey, her yetişkin eylemi, seksüel olsun ya da olmasın, yaygın suçluluk duygusuna yol açabilmektedir. Bu durumda söz konusu grubun suçluluk ve cezalandırılma duygusuyla ilişkili bütün benlik parçalarını kişilikten ayırıp, bir dış gruba yansıtması zorunluluk olmaktadır. Bu yansıtmanın amacı, grubun iç dayanışmasını, maternel birleşmenin gerektirdiği yoğun düzeye ulaştırmaktır. Tüm istenmeyen elemanlarından temizlenmediği zaman bu maternel birleşme ve kaynaşma ruhsal açıdan çok tehlikeli olabilmektedir. Öte yandan iç grup bu ilkel gerileme düzeyinde kaldığı surece de, yansıtma mekanizmasının aktif olması gerekmektedir. İç grubun istenmeyen kişilik parçaları diş gruba tümüyle yüklendiğinde ise, iki grup arasındaki ortak yönler tehlikeli bir Şekilde tamamlanmakta; psikolojik açıdan dış grup iç grubun adeta aynısı olmaktadır. 0 zaman iç grubun kendini (dış gruba attığı ancak benzeşme dolayısıyla geriye gelmiş gibi hissettiği) suç ve günah duygularından kurtarmak için iki seçeneği kalmaktadır: ya dış grubu koyacak, ya da yok edecektir (Böylece dış grupla birlikte kendi günah ve suçları da gidecek veya yok olacaktır.) 

Hedef grubun benlik reddi ve Irkçılık

Sorunun başka bir boyutu da iç grubun yansıtmalarına karşı dış grubun tavrıdır.

Avrupa’da ırkçılığın doğuşu ile Fransız ihtilalinin sonucunda Yahudilerin özgürlüğüne kavuşmasının aynı anda vuku bulmuş olması ilginçtir. Uzun yıllar süren ayrımcılık ve zulüm yüzünden tamamen yılmış olan bu özgür Yahudiler Aydınlanma döneminin yarattığı ortamda Judaizmi fiilen bırakarak Avrupa toplumlarının içinde asimile olmaya başlamışlardı.

Orta sınıf Yahudileri, vasat, dar kafalı, incelmemiş, kültürsüz, yabancı, kendini büyük sanan büyülü bir dinden oluşan küçük”, “ghetto” Doğu Avrupa Yahudileri olmadıklarını kanıtlamaya çalışmaktaydılar... Asimile olmak isteyen laik Yahudiler, Yahudi kimlik ve miraslarının hatırı sayılır bir kısmını reddetme eğilimindeydiler. Ev sahibi toplumun içinden gelen tehditkâr veya alay dolu Yahudi tanımlamalarını içine zararlı ruhsal maddeler gibi akıtan Yahudinin, kimliği de esasen sakatlanmış olduğundan, çok az iç koruması kalmıştı (27).

Batı ve Orta Avrupa’da 18. yüzyılda özgürlüklerini kazanana kadar Yahudiler, ev sahibi toplum tarafından, hakları, yükümlülükleri, ekonomik işlevleri ve birçok sınırlamaları olan “corporate” gruplar olarak belirlenmişlerdi. Özgürlük ile birlikte birey olmaları ve kişiliklerini gerçekleştirmeleri baş döndürücü imkânlar olarak belirdi. “Yeninin akıl almaz bolluğunun” heyecanıyla (Kafka, 1920), hırsla yöneltilen benlik doyumuyla ve yeni ortaya çıkan amaçlara ulaşmak için gösterdiği kararlılıkla; eşsiz zekâlarının tarihin nadir kültürel olaylarına renk vermesinin övüncüyle; Kafka’nın belirttiği gibi, ‘Yiddish’ kültüründen ayrılmaya çalışmak... ”nesillerin zincirini kırmak”, kendi dil ve kültürünü ve geçmişe ilişkin bilgisini bırakmak ve böylece benliğinin sınırlarını çizecek güçten de mahrum olmak; eski kurumları ve gelenekleri tarafından desteklenememek ve bunun sonucunda krizlere karşı çırılçıplak savunmasız kalmak; genellikle teröre konu olan, teröristlerle özdeşleşen benlik nefreti ile, dinden dönmeye duydukları sürekli özlemin utanç duygusu yaratan psikolojik sürecinde yaşamak; ev sahibi toplum içinde statü ve kimlik arama arzuları ve sonunda başarıları ne olursa olsun ya istikrarsız saygı görmek ya da hiç saygı görmemek; ve sürekli sığınacak bir yeri olmamasının derin endişesini taşımak söz konusuydu. Havada sanki kendilerinin ve torunlarının avlanacağı, yaralanacağı ve öldürüleceğine dair bir sezgi vardı (cf. Appelfeld, 1980). Geçmişlerini teslim etmişlerdi ve gelecekleri yoktu... Kafka Yahudi yaratıcılığının sadece Yahudilerin ızdırabından esinlendiğini; sorun Alman sorunu olmadığından bu yaratıcılığın da Alman kültürünün bir ürünü olmadığını yazmaktadır. Kafka’nın metamorfozu Yahudilerin kendileri hakkında yaptıkları tanımlamaların dahi ev sahibi toplumun değer yargılarını yansıttığını anlatmaktadır: Bu çerçevede Yahudiler, hamam böceği, solucan, pislik aşağılık insan ve ev sahibinin evinde bir utanç kaynağıdırlar (28).

Yahudilerin İspanya’dan sürülmesi ile Holocaust arasındaki bazı benzerlikler dışında önemli nicelik ve nitelik farklılıkları vardır. 14- 15. yüzyıllarda İspanya’da zorla din değiştirilmelerinden farklı olarak, 19. ve 20. yüzyılın başlarının Yahudileri Hıristiyanlarla kaynaşmayı kendileri istemişlerdir. Bu şekilde kimliklerinin en son ve önemli dayanağı olan dini bırakmışlardır. Yahudi ve Hıristiyan kimlikleri arasındaki sınırın yok olması Hıristiyan ruhuna yüzyılların istenmeyen ve Yahudilere yansıtılmış parçalarını geri getirmiştir. Hıristiyanlığa dönen bu parçaların Yahudilere daha şiddetli ve yoğun şekilde yeniden yansıtılması gerekmiştir Bu suretle, tehlikeli biçimde istikrarsızlaşan gruplar arası ilişkiler I. Dünya Savaşı sonrası şartlarında daha da şiddetlenmiş ve Holocaust ile sonuçlanmıştır. İki yüzyıl süresince İspanya’da olanlar Almanya’da 20 yıl içinde toplanınca şiddetin yoğunluğu olağanüstü artmıştır.

Holocaust’ta vahşetin kıyas kabul etmez şekilde fazla olmasının bir başka, belki de daha önemli nedeni ise, iç grubun (Almanların) geri çekilme düzeyinin (savaş sonu streslerden dolayı çok) daha derin olmasıdır. Soykırımın söylemi artık dini değil de, biyolojik, yani kanla ve doğa diniyle ilgili olmuştur. Bu geri çekilme düzeyi insan gelişimindeki en ilkel, kültür öncesi ve tek tanrılı dinlerden çok evvelki ilksel dönemlere tekabül etmiştir. Oysa Yahudilerin İspanya’dan sürülmesi bazı ırkçı özellikleri olan temelde dini bir çatışmanın sonucu idi. (Dinin biyolojik-hayvani döneme nazaran çok daha ileri bir kültür düzeyini temsil etmesi şiddeti sınırlayan bir unsur olmuştu.)

II. Dünya Savaşı’nın üstünden yarım yüzyıl geçti. Güçlü kimlik oluşturan diğer gruplar gibi, Almanlar da, başlangıçta, içte bölünmüş, narsistik (kendini beğenen), başkasını hor gören, rekabetçi, diğer gruplara endişe ve sıkıntılarını atıcı bir biçimde aşırı yansıtmalar ve içe almalarla dolu, bir süreç yaşamışlardır. (cf. Klein, 1932, 1948; Jacobson, 1964; Friedlander, 1978; Stein, 1980). Olgunlaşan bir grubun yapması gereken şey bu erken gelişim aşamasını geride bırakmak; olumsuz algılanan dış grubun da bazı meziyetleri bulunduğunu ve başkalarına yüklenen olumsuzlukların asıl kaynağının iç grup olduğunu fark etmek; kısacası iki grubun aynı insanlığı paylaştıklarını anlamaktır.

Ancak, Almanların I. Dünya Savaşı’ndan sonra II. Dünya Savaşı’nın tahripkâr travmasını da yaşamış olmaları bu olgunlaşma sürecinin tamamlanmasını engellemiştir. Son savaşın sonucunda neredeyse millet dönemi öncesine, yani 19. yüzyıl Avrupa kozmopolit milliyetçiliğe geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Alman kimliklerini, Avrupalı veya evrensel kimlik sahibi olmak uğruna reddetmişlerdir. Bu olay gerekirse milli kimlikleri kısmen terk ederek oluşturulacak yeni Avrupa kimliği arayışlarını harekete geçiren Avrupa bütünleşmesi ile aynı zamana tesadüf etmiştir. Bu noktada diğer bazı AT ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da aşırı sağ merkezcil güçler ortaya çıkmıştır. Bunlar Şimdi Alman kimliğini takviye etmeye çalışmaktadırlar. Şurası açıktır ki, milli kimliğe dönüş, ırkçılık ile karışmış olan tarihsel milliyetçilik tecrübesinden ayrılamaz. Başka bir deyişle, Alman milliyetçiliği bir kez daha ırkçılık unsurları ve belirtileri ile geri dönmektedir. Aşağılayıcı olaylarla (savaş suçları ve Holocaust) ilgisi yüzünden reddedilen milli kimliğin yeniden oluşturulmasındaki başarı, bu olayların sebep olduğu narsistik yaraların acısının (bir tür toplumsal psikanaliz çerçevesinde) yeniden hissedilmesine bağlıdır. Narsistik yaraların hatırlanması savunma mekanizmalarını ve özellikle etnosantrizmi yeniden harekete geçirme eğilimindedir. Ancak entosantrizm veya etnosantrizmin geri çekilmiş şekli olan ırkçılığın başlangıçta bu faciaların ortaya çıkmasına sebep olduğu hatırlanırsa, bütün Avrupalıların yeniden dirilen ırkçılıktan neden bu kadar korkuya kapıldıklarını anlamak mümkündür.

Avrupa’da yeni-Irkçılık ve Avrupa kimliği

Irkçı olaylar sadece Almanya’da değil, daha küçük boyutlarda da olsa diğer Batı Avrupa ülkelerinde de görüldüğü için, milliyetçilik ve kimlik yapılanmasında Almanya ile aynı tarihsel deneyimleri tümüyle paylaşmayan diğer Avrupa ülkelerindeki ırkçılık nedenlerine de ayrıca bakmak doğru olacaktır.

Sadece geçmişteki ırkçılığa atıfla yeni ırkçılığın nedenlerini ve yapılarını açıklamak mümkün değildir. Önceden belirttiğimiz gibi bugün stres sayılabilecek önemde görünür bir neden yoktur. Tam tersine AT Avrupası en refah ve barış dolu dönemini yaşamaktadır. Bu Avrupa şimdiden dünyadaki en büyük ekonomik ve ticari birlik halini almıştır ve başarıyla politik birliğe doğru gitmektedir. Bu şartlarda Avrupalılarda geri çekilme ve yansıtmaya neyin neden olduğunu anlamak hiç de kolay değildir.

Avrupa’da istihdam yapısıyla ilişkili kurumsallaşmış bir ayırımcılık vardır. Avrupa’daki özel sektörler Avrupalıların hemen hemen bir yüzyıldır yararlandıkları sendikal haklara sahip olmayan çevre ülkelerden insan gücü getirerek işçi ücretlerini düşük tutabilmektedirler. Açıkçası, AT, işgücünün etnik hiyerarşisi ve eşitsizliği üzerinde kurulmuş bir sistemi resmen idame ettirmektedir. Bu objektif gerçeğin yanında olayın “subjektif” tarafı ise ırkçı ve kültürel önyargıların hâkim grup ile hâkimiyet altındaki grup arasındaki kurumsallaştırılmış olmasıdır (29). 

Göçmen işçiler kitleler halinde gelip belli işlere girmişlerdir. Şimdi sonsuza dek Avrupa’ya yerleşmiş gibi görünmekteler. Aile birleşmeleri gerçekleşmiştir. İkinci, bazı durumlarda üçüncü nesil iŞ piyasasına girmeye başlamıştır. Bu noktada teknolojinin ilerlemesi ile vasıfsız işçiye duyulan ihtiyacın azalmasına bağlı işsizlikle karşılaşılmaktadır. Bu işsizlik sadece yabancı işçileri etkilememektedir. Hızlı teknolojik gelişim bütün işçilerin iş güvenliğini sarsmakta ve bütün güçlükleriyle birlikte sık iş değiştirme için sürekli eğitim gerekliliği doğurmaktadır. İşgücü piyasasındaki “milli” ve “yabancı” işçiler arası rekabet de ırkçılığa katkıda bulunmaktadır. 

Kendi devletlerinin koruyucu şemsiyesinden mahrum kalan ve sınırlı haklara sahip olan yabancı işçiler, aynı zamanda ırkçılar tarafından aşağılanmakta ve insanlık dışı davranışlarla karşılaşmaktadırlar. Hissettikleri öfke ve tepki onların geleneklerine ve dinlerine bir tür savunma duygusu ile daha fazla bağlanmalarına neden olmaktadır. Ev sahibi insanlar göçmen işçilerin bu savunma tepkisine artan ırkçılıkla tepki göstermektedirler. Sonuç olarak her iki taraf ta kendi tutumlarını tırmandırarak sürdürmektedirler.

Bu bağlamda Avrupa’da devlet kavramının geçirmekte olduğu krizin ev sahibi halk üzerindeki etkileri gündeme gelmektedir. Çağdaş ırkçılık “öteki”ni hastalıklı biçimde algılamaya elverişli kültürel ve sosyal farklara dayanan basit bir ilişki değildir. Devletin aracılığı ile “öteki”ne uzanan bir ilişkidir. Veya daha açıkçası, ırkçılık, Avrupa halklarının temelde devletleriyle içinde bulundukları ihtilaflı ilişkiyi ötekine (yabancı işçilere), bir çeşit çarpıtmayla, yansıtmaları sonucu ortaya çıkmaktadır.

Fransız aşırı sağının çıkardığı (yabancıya karşı) “ulusal tercih” sloganı bunun ışığında açıklanabilir. Bu tercih vatandaşların devletlerine olan özel bağımlılık ilişkilerini yorumladıkları hem kurumsal hem de hayati bir tercihtir. Özellikle ayrıcalıklı değilsek, ayırımcılığa uğramışsak, yönetim, okul ve politik mekanizmalarca bir edilgen gibi muamele görmüşsek, hiçbirimiz böyle bir bağımlılık duygusundan tamamen kurtulamayız.

Batı Avrupa’da devlet bir yanda vatandaş hakları ve milliyet, öte yanda bireysel ve kolektif sosyal haklar arasında bir bağlantı kurmuştur. Sonuç olarak, sadece devletin ulusal yurttaşları tüm sosyal haklardan yararlanabilmektedirler.
Avrupa’da halen devlet nedir sorusu ırkçılığı anlamak için gereklidir. Avrupa’da devlet ne milli ne de supranasyoneldir ve bu belirsizlik azalacağına artmaktadır. Milli devletler ve AT kurumları arasındaki yetki dağılımında, öyle görünüyor ki bir çekişme vardır. Gerçekte bu milli devletin dağılma sürecidir. Milli devletin yetki ve sorumlulukları daralmaktadır. Avrupa’nın yapılanmasında güzel lafların dışında gerçek bir sosyal boyut ta yoktur. Avrupa devletinin sosyal devlet olmasını ne piyasa güçleri, ne de milli hükümetler istemektedirler.

Sonuç olarak, gerçek anlamda, yani ‘état—providence’ olarak ortada bir devlet yokken, uygulamaları, baskı gücü, çıkarlar arası (sınıflar ve uluslararası çıkarlar dâhil) hakemlik rolü devam eden bir devlet mevcuttur. Birçok bakımdan durum 3. dünyada görmeye alıştığımız türden bir duruma benzemektedir. Böylece kolektif kimlik krizi oluşturucu tüm ortak duygular bir araya gelmiş durumdadır. Her ne kadar bireyler, özellikle politik güçten uzaklaştırılmış veya bundan mahrum edilmiş olanlar devletten korkmaktadırlar denebilirse de, aynı kişilerin devletin çözülmesinden ve yok olmasından daha da çok korktukları anlaşılmaktadır.

Bugünün Avrupa’sında, vatandaş olanlar (yani vatandaşlık hakları olanlar) ve ötekiler (politik hakları olmayanlar) vardır. Ancak ilk grup olmayan (ya da yok olan) devletin vatandaşları iken, ikincilerin “hakları olmayan” bir durumda tutulmasını düşünmek imkânsızdır. Bu ırkçılığa neden olan savunulamaz durum, Avrupa’da halkın ne olduğu sorusu cevaplanamadığı sürece devam edecektir.

Devlet kavramı, birey ve grup ruhunda hem paternel hem maternel özellikler taşır. Genel olarak, devlet yabancı düşmanlara karşı halkı koruyan, kanun ve düzen koyan özellikleriyle paterneldir. İş, eğitim, sağlık hizmetleri veren ve sosyal güvenlik ile sosyal adaleti sağlayan yönü ile materneldir. Diğer yandan, birey ve grup benlikleri ulus ve ülkeyi temsil eden devletle özdeşleşmiştir. Volkan, devletin kendisinin uzun vadede idealize edilmiş bireyin benliği olduğu görüşünü modern psikanalize daha yakın bulmuştur (30). 0 zaman devletin çözülmesi, gerçek ya da hayali olsun, birey ve grup kimliğinin çözülmesi gibi algılanmaktadır.

Ancak devlet kimliğinin aşınması uzun vadeli bir süreçtir. Dünya ekonomisindeki globalleşme süreci, ulusal devletin ekonomik politika araçlarının etkisini zaten kademeli olarak azaltmaktadır. Ulusal paraların değerleri dalgalanmaktadır. Faiz hadleri ulusal düzeyde belirlenmemektedir. Dünya üretiminin yarısı hükümetler yerine yatırım kararları veren çok uluslu şirketler tarafından yapılmaktadır. Bir ülkede istihdam büyük ölçüde yüksek düzeyde üretken, disiplinli ve az ücrete razı olan bir işgücünün varlığına dayanmaktadır. Çünkü uluslararası yatırımlar bu tür ülkeleri tercih etmektedir. Tam istihdam modası geçmiş bir hedef halini almıştır.

Korumacı baskılar veya önlemlere karşı protesto sesleri yükselmesine rağmen, sanayi mallarının gümrük tarifeleri l950’de yüzde 40 ortalamadan bugün yüzde 6’lara düşmüştür. Ticaret hacmi her sene üretimin iki katı artmakta, böylece ekonomik büyümenin motoru halini almaktadır. Ekonomilerini ticari liberalleşme ve rekabete uyarlayabilmiş ülkeler başarılı olmaktadırlar. Uluslararası rekabetin gerektirdiği yapısal uyum eski ve verimsiz sanayi veya üretimin tasfiyesine ve kitlesel işten çıkarmalara yol açmaktadır.

İşsizlikten ve güvensizlikten etkilenenler başta halk olmak üzere, “küçük devlet” ve “müdahale etmeme” esaslarına dayalı neo-klasik ekonomik politikalar nedeniyle hükümetlerin ekonomik faaliyet alanlarının daralmasını ve etkinliğinin azalmasını, devletin maternel ve koruyucu niteliklerinin giderek yok oluşu şeklinde algılamaktadır.

AT ülkelerinin modern dünyada diğer ülkeler gibi gelişmeleri göğüslemesi gerekmektedir. Bu konuda Avrupalı işçilerin yabancı işçilerle kendi ülkelerinde rekabet etmeleri dışında, Avrupa’ya özgü bir durum yoktur. Ama bu tartışmanın şu gerçeğin ışığında değerlendirilmesi gerekir: Avrupa işgücü piyasasında iş bölümü etnik çizgiden etkilenmekte, örneğin, vasıfsız işler yabancı işçilere bırakılmaktadır. (teknolojinin daha çok vasıfsız işçileri işsiz bıraktığı düşünüldüğünde, yabancı işçiler arasında işsizliğin neden daha yüksek olduğu anlaşılır.)

Irkçılık, ekonomik durgunluk ve işsizlik dönemlerinde milli ve yabancı işçiler arasında artan rekabet ile izah edilemez. Zira benzer, hatta daha kötü durumdaki diğer ülkelerde neden ırkçılık olmadığını açıklamak zordur. Dahası, milli işçiler yabancılara karşı rahatsızlıklarını, dövmekten, öldürmekten ve yakmaktan daha barışçı yollarla da ortaya koyabilirler. Kaldı ki, ırkçı olayları yabancılarla rekabetten zarar gören işçiler çıkarmamaktadırlar.

AT’da tüm bu olgular ve ilave bazı şeyler daha görülmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, Avrupa ekonomik bütünleşme yoluyla politik birliğe doğru gitmektedir. Bütünleşme devlet güç ve yetkililerinin Brüksel’e transfer edilmesi süreci ile gerçekleştirilmektedir. Sonuç olarak Topluluk kurumları devletin birçok niteliğini kazanarak devlet-üstü otorite olmaktadır. Bununla birlikte Brüksel milli devlet kimliklerinin yerine geçecek yeni bir Avrupa kimliğinin kaynağı haline henüz gelememiştir. İnsanların sadakati hâlâ devletlerine dönüktür. Böylece devlet gücünü iktisap eden merkezin insanların sadakatine sahip olamaması ile güç ve yetkilerini kaybeden ancak ulusal kimliğin kaynağı olmaya devam eden milli devlet arasında gerilim belirmiştir. (Bu durum, Avrupa milletlerinin devlete ilişkin kimlik krizinin önemli bir veçhesidir.)

Daha geniş bir bütünleşmeye doğru atılacak her adım buna paralel olarak bütünleşen birimlerin kendi içlerinde çözülmesini getirmektedir. Son 35 yıl içinde Avrupa’da, gerçek veya düş düzeyinde, olan da budur. Tarihsel bölgeler ve uzun süredir unutulmuş, etnik grupların kimliklerinin önemi sürekli olarak artmaktadır. Bunlar, yeni Avrupa mimarisinin yapıları olacaklarını iddia etmektedirler. Bir başka ifadeyle, Avrupa’da sadece devlet ortadan kalkmamaktadır, milli birlikte, bilinçüstü ve altı düzeyde, bölgelere ve etnik azınlıklara bölünüyor şeklinde algılanmaktadır.(Bu da devletin paternel niteliğinin aşınmasına örnektir.)

Yukarıda belirtildiği üzere, ulusal devletin çözülmesi, bireyin kimliğinin çözülmesi ile özdeşleşmekte ve bu çok acı verici bir (psikolojik) süreç olarak hissedilmektedir. ilk bakışta, Avrupa insanlarında geri çekilmeye neden olacak ve dış gruplara karşı yansıtma mekanizmalarını başlatacak hiçbir travma yokmuş gibi görünmektedir. Ne I. Dünya Savaşı gibi intihar tipi bir savaş, ne de devletin Kutsal Roma imparatorluğu’nun çöküşü gibi parçalanması söz konusudur. Tam tersine, Avrupa, zafer dolu bir şekilde, eski bir düş olan politik-ekonomik birliğe ve dünyanın en güçlü birimlerinden biri olmaya doğru ilerlemektedir. Ancak süreç çözülerek birleşme süreci olduğu için felaket dolu bir travmanın getirebileceği bir geri çekilmeye yol açmaktadır.

Aşırı sağ partiler veya hareketler bu sürece tepki olarak ortaya çıkmışlar ve ülkenin birlik ve beraberliğini savunmaya başlamışlardır. Bu güçler ayrılıkçı eğilimli etnik gruplardan çok yabancılara karşı gibi görünmektedirler. İlk bakışta bu tuhaf gelebilir. Ama demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerine saygı, etnik gruplara karşı tavır almayı engelliyor olabilir. Merkezkaç güçlere karşı duyulan nefret yabancılara yöneltilebilir Onların kovulmasını istemekle, bu sağ güçler kendi ülkelerindeki etnik grupları ayrılıkçı eğilimlerinden arındırmayı ve böylece ülkelerin kaybettiği iç bütünlüğü bilinçaltında yeniden sağlamayı amaçlayabilirler. Bu durumda, aşırı sağın ve aynı zamanda AT ülkelerindeki halkların ırkçılığı, yabancıların ülke bütünlüğünü değilse bile saflığını bozduğu ithamıyla, milli devletin çözülmesine karşı gösterdikleri bir tepkidir. 

Toplumun alt sınıflarının ırkçı şiddeti

Birleşmiş Milletler raporunun belirttiği gibi yabancı korkusu, yabancının reddi veya yabancıya karşı görünmeyen (latent) husumet, varoluşçu bir hoşnutsuzluğun belirtileri olup 
ülkedeki bütün toplumsal sınıflara ayılmıştır ve her an saldırgan ırkçılık haline dönüşmek üzere yatağından taşma potansiyeli taşımaktadır.

Her ne kadar üst sınıf insanların birçoğu yabancılara karşı ırkçı duygularını ifadede “böcekler kadar iğrenç”, “her yeri çöplüğe çeviren”, “ülkemizi kirleten” gibi sözler sarf etmekteyseler de, birçok Avrupa ülkesinde özellikle Almanya’da ırkçılık toplumun alt kesimlerinden çıkmaktadır. Bu kesim yüksek düzeyde rekabetçi ve kuralcı/zorlayıcı bir toplumda işsiz, okuldan atılmış, harcanmış ve toplumun kıyısına itilmiş genç insanlardan oluşmaktadır. Görünüşe göre, Yahudiler gibi yansıtmalara hedef olan bir etnik grubun artık mevcut olmaması karşısında Avrupalılar, özellikle Almanlar yansıtmalarının bir kısmını kendi toplumlarının alt sınıflarına yöneltmektedirler.

Tarihsel olarak tahribata uğramış ulusal kimliğinin yerine evrensel veya Avrupalı kimliği ikame eden ve devletini kaybetme tehlikesi yaşayan bir ülkede, alt sınıfın aşırı ve saldırgan bir milliyetçilikle topluma sadakatini ve mensubiyetini göstermeye çalışması, kabul edilmese bile, anlaşılabilir bir durumdur. Grass şöyle demektedir; “Doğu ve Batı Almanya’nın aşağıya itilmiş en zayıf insanları birilerinin üstünde olmak veya biri olmak için mücadele etmektedirler. Almanlar arası nefret bu toplumsal Şiddetin asıl nedenidir. Bunlar (aşağıdaki Almanlar) diğer Almanlara üstün gelemeyeceklerini bilmekte ve dolayısıyla en zayıf olanın üstüne gitmektedirler. Onların altında kim vardır? Yabancılar” (32).

Almanya’nın yeniden birleşmesi ırkçılığın ortaya çıkmasına hız kazandırmış görünmektedir. Ayrı ayrı devletler iken Batı Almanya’dakiler Doğu Almanları istenmeyen yönlerini atmak için adeta depo gibi kullanıyorlardı. Doğu ve Batı Berlin’i ayıran duvar, bilinçle bilinçaltı, ya da ego ve id arasında istenmeyen Şeylerin geri dönüşünü engelleyen sembolik bir “engel” görevini görüyordu. Duvarların yıkılması ve yansıtılmış kişilik kesimlerinin sel baskını gibi geriye gelişi, kendini Nazi geçmişinden arındırmış, demokratik ve uygar olmuş Batı Almanya kimliğine, bilinçaltı düzeyde, ölümcül tehdit gibi hissedilmiştir. Bu nedenle Batı’daki Almanlar aniden geri dönen istenmeyen materyeli yabancılara, sığınmacılara ve mültecilere yönelterek yansıtmak için çırpınmaktadırlar. Bu istenmeyen materyelin bir kısmı, uzun süre özgürlük ve demokrasiden mahrum kaldıkları gerekçesiyle, diğer bütün kusurları meyanında ırkçı olmakla da suçlanan Doğu Alman kardeşlerine yeniden yansıtılmaktadır. Batılıların Doğuluları sert şekilde eleştirmesi şeklinde vuku bulan bu yeniden yansıtmanın da Doğu’da yabancılara karşı ırkçılığı şiddetlendirmiş olması muhtemeldir. Kaldı ki kendini toplumca reddedilmiş hisseden marjinal kesimler de kin ve nefretlerini yabancılara yönlendirerek içlerini boşaltmaktaydılar.

Şiddet hareketleri ile ırkçılar ülkelerinde iyi durumda olan toplum kesimlerine şu mesajı vermek istemektedirler: “Bakın bizler aynı ulus ve ırkın insanlarıyız. Bu yabancılar bizden değil. Bizim yerimize onlar işsiz kalmalı, kenara atılmalı ve reddedilmelidir.” Genellikle çalışkan, tasarrufçu ve disiplinli göçmen işçilerin bulundukları ülkedeki alt toplum kesimlerinde yarattıkları kıskançlık ve nefret de ırkçılığa katkıda bulunmuştur. Aslında Alman “devleti”nin kendisi bu yabancıları ülkeye getirmiştir. Aile ilişkilerini örnek alırsak, yabancılar ne akraba, ne üvey kardeş, ne de evlatlıktırlar. İç grup onları hizmetkar olarak algılıyor olabilir. “Hizmetkârların” aile bireyleri ile eşit haklara sahip olma isteği, ırkçı duyguların artışında rol oynamış olabilir. Grup içi bazı üyelerin, bu duruma sebep olduğu için devlete (ebeveynlerine) olan kızgınlığını da dış gruba ırkçı tarzda yöneltmiş (displaced) olması muhtemeldir. Zira bireyin ailesine kızgınlığını dış grubun üyelerine (örneğin göçmen işçilere) yöneltmesi her zaman çok daha kolaydır.

Bu süreçte, ırkçılar kuralcı/zorlayıcı toplumlarının kendilerine yönelttiği bütün suçlamaları yansıtma ile yabancılara atmaktadırlar. Biz değil; yabancılar kirli, düzensiz, tembel, çirkin, şehvet düşkünü v.b. der gibidirler. Ancak, bu özellikleri yabancılara yansıtmakla daha temiz, düzenli, çalışkan olmaya da çalışmamaktadırlar. Toplumlarının kendilerine yansıttığı ve kendilerinin de içe alıp (introjection)kabul ettikleri bu olumsuz yönler artık ırkçıların kimlik yapılarını oluşturduğundan bu yönlerini muhafaza etmektedirler. Bir başka ifadeyle, olumsuz kimliklerini korurken, toplumlarına bağlılıklarını aşırı milliyetçi ve ırkçı niteliklerini vurgulayarak sağlamaktadırlar.

Avrupalılararası düşmanlığın azalması ve Irkçılık

Avrupa bütünleşmesinin asıl hedefi Avrupa milli devletleri arası intihar türü savaşlara neden olan düşmanlığın yok edilmesidir. Alman milliyetçiliğinde ve sonraki savaşlarda önemli rol oynayan Fransız-Alman düşmanlığı ortadan kalkmış ve yerini AT içinde yoğun bir işbirliğine bırakmıştır. Aynı gelişme Almanya ile diğer ülkelerin ilişkilerinde de görülmektedir. Avrupa milletleri arasındaki tarihsel düşmanlık duygularının, Avrupa birleşmesi ile hedeflerinden yoksun kalmaları sonucu, soğuk savaş sırasındaki Sovyetler Birliği’ne kaydırılmış olması (displaced) çok muhtemeldir. Özellikle komünizmin çöküşünden sonra, bu yeniden hedefsiz kalan nefret duygularının insan haklarını ihlal eden ülkelere dışlaştırılmış (externalized) olması da aynı şekilde mümkündür. Belki de ırkçılığa uğrayan Çoğu göçmenin bu ikinci grup ülkelerden gelmiş olması bir rastlantı değildir. Avrupa’daki yabancıların karşılaştığı ırkçılık, kısmen de olsa, bu yabancıların ülkelerine, daha önce kaydırılmış olan nefretten kaynaklanmaktadır.

Özellikle Avrupa kimliğinden gelen yansıtmaların hedefi olmak suretiyle bu kimliğin istikrarına hizmet eden Sovyet düşmanın çöküşünden sonra, yeni düşmana duyulan bilinçaltı ihtiyaç derinden hissedilmiş olmãlıdır. Komünizmin çöküşünün dünyadaki değişik bölgelerde değişik etkileri vardır. Örneğin; Türkiye’deki ideolojik terörizm Sovyetler Birliği’nin komünizm ideolojisi yıkılınca etnik terörizm halini almıştır. Benzer şekilde, Avrupa ulusları içinde bulundukları bütünleşme sürecinde milliyetçilik karşıtı komünist ideolojinin temsilcisi olan Sovyetler Birliği’ne yönelttikleri düşmanlık yansıtmalarını geri alırken, içinde Müslümanların da olduğu aşırı milliyetçi ve köktendinci gruplara yeniden yansıtmaktadırlar (33).

Orta Doğu çatışmaları, yarım yüzyıldır, sadece Müslüman ve Yahudiler arasında değil, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında da derin düşmanlık duygularını tahrik etmektedir. Zayıf topluluk tarafından başvurulan terörizm Batı’da Arapların kınanmasına ve Arap imajının tahribata uğramasına yol açmıştır. Köktendincilik kısmen Batı’ya tepki olarak, kısmen Batı’ya alternatif olan (komünist) ideolojinin yok olmasına tepki olarak ortaya çıkmış ve karşılıklı anlayışsızlığı daha da arttırmıştır.

Yahudilerin yok edilmesinin üzerinden 50 yıl geçmişken, yine tek tanrılı bir dine mensup, olan Müslümanların tam şu sırada Avrupa’daki yabancıların çoğunluğunu oluşturması, tarihin kötü bir cilvesidir. Fazladan, bu yabancılar geleneksel ırkçılığın değişik derecelerde her zaman var olduğu Almanya, Belçika, Hollanda, Fransa ve İngiltere’de yoğunlaşmaktadır. Şimdi köktendinci Müslüman düşman imajı atfedilen ülkelerle Avrupa’daki Müslüman gruplara yapılan yansıtmalar arasında yoğun bir etkileşim süreci başlamıştır.

Bu gelişmeler nedeniyle Avrupa’daki göçmen işçiler milliyetçiliklerine, kültürel geleneklerine ve dinlerine artan bir Şekilde bağlanmaktadırlar. Genelde Avrupalılar ve özelde Almanların, yabancıların bu temelde geri çekilme biçimindeki savunularına günden güne azalan bir empati (anlayış) ile karşılık verdiklerini görülmektedir. Gerçekte Avrupalıların da bu duruma tepkisi eşit şekilde geri çekilmiş bir savunma, yani ırkçılık olmaktadır. Hepimiz etnik grupların asimilasyonunun Avrupa’nın geçmişte birçok kere içine düştüğü karanlık bir girdap olduğunu aklımızda tutmalıyız. Çağdaş dünyada sürgün ve yok etme artık söz konusu olamayacağına göre, tek çıkış yolu yabancılara karşı empati geliştirmektir. Empati ise bireyin yaptığı yansıtmaları geriye çekmesini ve “öteki"lerle aynı insanlığı paylaşmasını gerektirmektedir.

Notlar

(1) cf. Les frontières de la démocratie (chapter 19), Etienne Balibar, La Découverte, 1992 Paris p. 170.
(2) Ibid, p.177.
(3) Enemies and Allies, Vamık Volkan, Jason Aronson Inc., 1988 Northvale, New Jersey, London, p.128.
(4) La Haine de Soi, Theodor Lessing, berg international, Paris 1990.
(5) Turkey in Europe and Europe in Turkey, Turgut Özal, K. Rüstem & Brother, London, 1991, pp.106- l08.
(6) The Protestant Ethnic and The Spirit of Capitalism, Max Weber, Charles Scribner’s Sons, New York 1958, p.105. 
(7) Ibid, p.116.
(8) Ibid, p.117.
(9) Germany: The Descendants are Plain Dangerous, Michael Peterson, International Herald Tribune, 8 January 1993.
(10) Zorlayıcı kişilikler (compulsive) kuvvetle baskı altında tuttukları kir veya reddedilen analite ve anal saldırganlığa dönük arzularını zorlayıcı endişesi olmayanlara yansıtırlar.
(11)A Storm over Asylum, Thomas Kielinger, The European, 11 October 1991.
(12)German Nationalism, David R. Beisel, the Journal of Psychohistory, Summer, 1980, vol.8, No. 1, p. 3.
(13) Ibid, p.5.
(14) Ibıd, p 13
(15) Ibıd, p 14
(16) Ibid, p.7.
(17) Ibid, p.6.
(18) Ibid, p.7.
(19) Ibid, p. 9.
(20) Ibid, p.11.
(21) Ibid, p.9.
(22)Psychohistory and the National Socialist Revolution in Symbolism, Robert A. Pois, the Journal of Psychohistory, Winter 1979/80, Vol. 7, p. 309.
(23) Ibid, p.310
(24) Ibid, p.312.
(25) Ibid, p.314.
(26) Ibid, p.315.
(27)The Late Conceptualization of the Self in Psychoanalysis:
The German Language and Jewish Identity, Stanley Rosenman, The Journal ot Psychohistory, Summer 1983, Vol.11, No.1, pp. 13—14.
(28) Ibid, pp. 16-17. 
(29) Balibar, p.183.
(30) Op. cit.Volkan, p.131. 
(31) Irkçılığı diğer çatışmalardan ayırmak önemlidir. Alt Komisyonun kararlarında ırkçılığın “yerliler, göçmen işçiler, diğer azınlıklar ve hassas gruplara” yöneltilebileceği belirtilmektedir. Eğer sözü geçen bu gruplar ülkelerindeki çoğunlukla politik iktidar, ekonomik kaynaklar veya toprak için çatışmaya girerse, çoğunluğun hedef gruba yaptığı muameleye her zaman ırkçılık denemez. Örneğin, iki etnik grup bir toprak parçası için bir savaş verebilirler ve etnik-temizleme dâhil her türlü suçu işleyebilirler. Bu şekilde oluşan nefret ırkçı nefrete çok benzeyebilir. Bununla birlikte, bu durumda nefret için gerçek bir neden vardır ve karşılıklı şiddet mutlaka karşılıklı nefrete yol açmaktadır. Irkçılığın ideal biçiminde hedef grup “masum”dur. Zira toplumun geri kalan kısmı ile somut bir çıkara ilişkin çatışmaya girmiş değildir. Irkçılığın en saf şeklinde kurbanlar ırkçı saldırılara karşılık bile vermezler. Onların (hedef grubun) oradaki rnevcudiyeti ve varlığı ırkçı saldırıların tek nedenidir.
Hedef gruplar toplum için “gerçek” bir tehdit teşkil etmeseler de, ırkçılar onları gerçekten tehdit olarak algılarlar ve bunlara karşı duydukları ırkçı nefretleri ile buna bağlı şiddetlerini rasyonalize etmeye çalışırlar. Tarihsel olarak Yahudiler Tanrıyı (İsa’yı) öldürmek, dini törenlerle Hristiyan çocukları kurban etmek, kuyuları zehirlemek v.b. şeylerle suçlanmışlar ve ırkçı saldırılar bu suçlamaları izlemiştir. Şimdi de, geçmişte olduğu gibi hedef gruplar çirkin, kokuşmuş, Şehvet düşkünü, pis, düzensiz, gürültücü, tembel, uğursuz, cani, terörist ithamlarıyla aşağılanmaktadırlar. Irkçılığın yeni türlerinde yabancıların “istilası” ve bunun ev sahibi ülke insanları için doğurduğu ekonomik maliyet ve iŞ kaybı, ırkçı olayların sebeplerini açıklayan listeye eklenmiştir.. Irkçılığa kaynak gösterilen nedenler çok fazla inandırıcı görünmemekte ve böylesi aşırı ırkçı Şiddeti haklı da çıkarmamaktadır. Irkçı argümanlarda neden-sonuç ilişkisi olmadığı göz önüne alındığında, ırkçı nefret ve şiddeti, sahte neden-sonuçla açıklamanın ırkçılığın temel özelliğini oluşturduğu anlaşılır.
(32) Günter Grass: New Germany’s Mr. Gloom, Iınternational Herald Tribune, 31 December 1992- 1 January 1993.
(33) Turkey after the Collapse of Soviet Empire-Psychopolitical
Observations, Abdülkadir Çevik, Professor of Psychiatry
University of Ankara Medical School, Conference paper in
Charlottesville-USA on 6 August 1992


http://www.eraren.org//bilgibankasi/tr/index5_1_1.htm


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder