19 Ocak 2015 Pazartesi

Avrupa'da Irkçılığın Kökenleri 1




Avrupa'da Irkçılığın Kökenleri 1






Gündüz AKTAN 
Emekli Büyükelçi


Giriş

‘Batı Avrupa’da Yeni Irkçılığın Psikolojisi” adlı monografi (Thomson, Harris, Volkan), uluslararası kuruluşlar tarafından ırkçılığın çağdaş biçimleri üzerine hazırlanmış Çeşitli raporları kısaca incelemektedir. Monografide, ırkçılık, ırkçı ayırımcılık ve ırkçı önyargı ile etniklik (ethnicity) ve etnosantrizm tanımlanmaya çalışılmış; Şiddetli gerginlik (stres) zamanlarında ırkçılığa yol açan kişisel ve grup psikolojilerinin altında yatan mekanizmalar de üzerinde de durulmuştur. (Bu monografide, yukarıdaki monografide yer alan tanımlar esas alınmıştır.)

Bu çalışmada ise, Avrupa’daki ırkçılığın nedenleri tarihsel bir perspektiften incelenmektedir. ‘Britannica’ Ansiklopedisi’nde (Macropedia v. 15, pp. 359—366) belirtildiği ve aşağıdaki paragraflarda özetlendiği üzere, ırkçılık yalnız etnosantrizmin evrensel olmasına karşılık arızi olmakla kalmayıp, tarihte oldukça yakın zamanda ortaya çıkmış bir süreçtir ve dünyanın bazı bölgelerinde görülürken, diğerlerinde görülmemektedir.

Hindistan kast sisteminin temelde ırkçı olduğu ve Hindistan’ın ırkçı bir toplum olduğunu ileri sürmek pek inandırıcı değildir. ‘Bir kere doğmuş” ve “iki kere doğmuş” olanlar arasındaki temel ayrılmanın büyük olasılıkla fetheden Ariler ile fethedilen Dravidianlar arasındaki kültürel farklılık ile ilgisi vardır, ‘İkinci grup muhtemelen daha koyu tenliydi, ama bu fiziksel ayrılığın sosyal açıdan belirleyici rol oynadığı tespit edilememiştir.

İncil eski Samilerin ırkçı olduğuna dair hiçbir unsur taşımaz. Aynı şey Kuran ve İslam gelenekleri için de geçerlidir. Hatta Araplar 19. yüzyıl ortalarına doğru köle ticareti ile Afrika’ya büyük tahribat yaptıklarında bile tutumları Avrupa köleliliğinin ırkçı unsurlarını taşımıyordu.

Doğu Asya uygarlıkları (Çin, Japonya v.b.) diğer kültürlere karşı fiziksel güzellik ve yüksek etnosantrik yargılar taşıyan kendini beğenmişlik (narsisizm) dışında ırkçılık adı verilebilecek herhangi bir tavır göstermezler.

Batı toplumları ile ilişkilerden kaynaklanmadığı söylenebilecek çok az ırkçı yerli sistem vardır. Bunların en önemli olanı Rwanda ve Burundi’deki Tutsi ve Hutular arasındaki ırkçılıktır.

Ancak en geniş, en uzun süreli ve tehlikeli ırkçılık, Batı Avrupa ve onun Afrika, Asya, Avustralya ve Batı yarı küredeki kolonilerinde görülmüştür. Batıdaki bu ırkçılık göreceli olarak yenidir Eski Yunan ve Roma’da statü kriteri ırkçı değil, kültüreldi. Kölelik ırkçı ve etnik özellikleri olmayan hukuki ve ekonomik bir olguydu. Hiç şüphe yok ki, Roma’ya getirilen zenciler doğuştan aşağı kabul edilmiyorlardı.
Orta çağlarda, grup içi ilişkilerde dini ölçütler ağırlık kazanmışlardı. Yahudi karşıtlığı açıkça dini idi ve Rönesans, Reformasyon ve Din Savaşları suresince de devam etti.

Yeni Dünyanın İspanyollarca fethinin vahşet ortalaması yüksekti ve ekonomik sömürü söz konusuydu. Bugün ırkçılık her ne kadar Latin Amerika’da yok denemezse de kıtanın diğer bölgelerinde (Kuzeyinde) çok daha yaygın durumdadır Latin Amerika’nın çoğu bölgesinde, hatta Kızılderililerin yoğun olduğu ülkelerde bile kültürel kriterler fiziksel olanlardan daha önemlidir. 

Genelde Portekizlilerin Afrika’daki kolonilerinin ırkçı olmadığını iddia etmeleri en azından İngiltere, Belçika ve Hollanda ile karşılaştırıldığında doğrudur. Bu durum Portekiz rejiminin diğer koloni rejimlerinden daha az ezici ve sömürücü olmadığı anlamına gelmez. Ancak Portekizliler diğerlerine nazaran daha az ırkçı ayırım yapmıştır. Portekizliler ırkçı olmaktan çok etnosantriktir.

Brezilya’da ırk ilişkileri oldukça karışıktır ve bir bölgeden diğerine büyük farklılıklar gösterir. Brezilya ırksal açıdan yüksek düzeyde bilinçli olarak tanımlanabilir; ancak ırkçı ayırımın iyi belirlenememiş formları burada da söz konusudur. Bu tür bir ayırımcılık, çoğunlukla, ırk, etnik ve sosyal sınıf unsurlarının ince bir karışımıdır ve bu karışımda ırk en önemli unsur değildir.

Fransa da, Portekiz ve İspanya gibi, koloni politikasında ırkçı olmaktan çok etnosantrizm eğilimi göstermiştir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Fransızlar Cezayir’de Araplara karşı hatırı sayılır düzeyde ırkçılık yapmışlardır.

Hollanda ve İngiltere dünyanın gördüğü en büyük ırkçı sömürge toplumları olan Güney Afrika, Amerika ve Avustralya’nın oluşturulmasından sorumludurlar. 

Almanya’da 1930’larda Holocaust ile son bulan anti-semitizm dalgası, insanlık tarihindeki en korkunç ırkçı olaydı. Her ne kadar Nazi anti-semitizmi Avrupa’daki uzun süreli din hoşgörüsüzlüğünün bir sonucuysa da, Hitler’in üstün ırk teorisi bunu o güne kadar bilinmeyen bir soykırım faciasına dönüştürmüştür.

Din de önyargı ve ayırımcılık ile ilişkilidir. Avrupa’nın ırk konusunda oldukça hoşgörülü Katolik ülkeleri ile ırkçı Protestan ülkeleri ve bunların sömürge uzantıları arasında inkâr edilemeyecek farklar vardır. Katolik kilisesi daha evrensel tutumlar benimseyip ırkçılığı reddederken, birçok Protestan tarikat, özellikle daha yobaz ve köktendinci olanları, Kutsal kitabı ırkçı tarzda yorumlamışlardır.

Yukarıdaki bakış açısı ile BM insan Hakları Alt Komisyon kararlarında ırkçılığın vuku bulduğu yer olarak “Kuzey Amerika ve Avrupa”ya, Komisyon’un son kararında ise “gelişmiş ülkeler”e atıfta bulunulmasının altında yatan değerlendirme aynıdır. Bu bakımdan, bu monografide ırkçılığın nasıl ve hangi nedenlerle dünyada çok parlak bir uygarlığın yaratıldığı belirli bir coğrafi bölgede oluştuğu açıklanmaya çalışılacaktır. Bu, yeni ırkçı (neo-racist) eğilimlerin insanlığın II. Dünya Savaşı ve Holocaust ile büyük acılar çekmesinden ancak yarım yüzyıl geçmişken ortaya çıkması ile daha da geçerlilik kazanmaktadır.

İlk bakışta, Avrupa’nın şu sırada savaş, ekonomik depresyon, politik istikrarsızlık veya güvenlik krizleri gibi derin kızgınlık (frustration), geri çekilme (regression) ve yansıtmalara (projection) yol açan hiçbir neden yok gibi görünmektedir. Gerçekte, Avrupa çalkantılı tarihindeki en uzun süreli barış ve refah dönemini yaşamaktadır. Gümrük birliği ve tek pazarı başarmış olan Avrupa Topluluğu ekonomik birliğin son aşaması olan ortak para birimini oluşturmaktadır. İşsizlik göreceli olarak yüksekse de sosyal güvenlik ve yardım ağı oldukça etkili. Ekonomik alanda Avrupa yüksek umutlara ve büyük ihtiraslara sahiptir ve bunda da haklıdır.

Politik birliğe doğru atılan adımlar, ekonomik bütünleşmeyi, makul bir zaman aralığıyla izlemektedir. Mallar, hizmetler ve sermayeye ek olarak Avrupalı vatandaşlar da Avrupa Topluluğu sınırları içinde gittikçe artan bir geçirgenlikle özgürce dolaşabilmektedirler. Ülkelerin fiziksel sınırları kalsa da, politik birlik sonuçta psikolojik sınırları azaltacak ve yok edecektir. Politik ve savunma birliğini öngören Maastricht Antlaşması’nın onaylanmasında güçlükler yaşandığı doğrudur. Ancak bu yavaşlama yalnızca geçici bir süre için geçerli görünmektedir.

Dâhili olarak, Avrupa hatırı sayılır bir başarı hikâyesidir. Yarım yüzyıldan az bir süre içinde iki büyük savaşa neden olan Avrupa’da istikrarsızlık kaynağı güçler dengesi sistemi bertaraf edilmiş gibidir. Avrupa milli devletleri arasındaki ve özellikle Fransa ve Almanya arasındaki tarihsel düşmanlıklar, korkular ve şüpheler unutulmuş ve yerini yoğun işbirliğine bırakmıştır.

Almanya’nın birleşmesiyle aşağı yukarı bir yüzyıl önce ortaya çıkan kargaşa düşünüldüğünde, Almanya’nın yeniden birleşmesi Avrupa’nın içinde ve dışında hemen hemen kayda değer hiçbir etkiye neden olmamıştır.

Harici olarak, Batı Avrupa bütün zamanların en büyük zaferini tek bir kurşun bile atmadan sağlamıştır. Tarihin en güçlü totaliter ülkesi çökmüş ve Avrupa için ifade ettiği öldürücü tehditler son bulmuştur. Yeni özgür ülkeler politik demokrasi, insan haklarına saygı ve serbest pazar ekonomisi gibi konularda Avrupalı-Batılı değerleri taklit eden uydular halini almıştır.

Bu koşullar altında insan Avrupa’nın zaferin tadını yavaşça çıkarmasını beklerken, tekrar başlayan ırkçılık bu mutluluğu bozmuştur. Bu aynı zamanda insanlığın geleceğe duyduğu güveni de sarsmaktadır. Bu olumlu koşullar içinde bile potansiyel ırkçılık tehlikesi mevcut olabilirse, insanların bu dünyada rahat bir nefes almasına imkân yok demektir. Belki de bizler, bu durumun altında yatan gizli akımları araştırarak, anlaşılmazı anlamak ve hayata bir ölçüde belirlilik getirmek zorundayız.

Avrupa’daki yabancı sayısı gittikçe artmaktadır. Göç ve ırkçılık süreçleri arasında karşılıklı özel bir ilişki olduğu görülmektedir. Her ne kadar göç kaçınılmaz Şekilde ırkçılığı oluşturmasa da, ırkçılığın anti-göç nitelik göstermesi nedeniyle ikisi arasında etkileşim olduğu anlaşılmaktadır (1). Avrupa ırkçılığı, belli Avrupa ideallerine dayalı Avrupa’nın inşası sürecinde hızlanmaktadır. Bu çerçevede zor olan soru, Avrupa’yı tanımlamak için “Avrupalının tanımlanması” gerekip gerekmediğidir. Bu soru ırkçılığın kurumsal ve ideolojik boyutlarının analizi için önemlidir. Avrupa çözümü önceden belirlenmemiş tarihi bir problemdir. Göç ve ırkçılık bu problemin öğelerini oluşturmaktadır.

Avrupa (federal devlet veya çok uluslu imparatorluklar gibi) kapalı bir biçimden ziyade değişik ekonomik-kültürel grupların karşılaştığı açık bir birlik olacaktır. Bu Avrupa bazı iç sınırları açıkça görünmüyor diye daha az kapalı olmayacaktır. Sadece politik sınırlar değil, aynı zamanda değişik toplumlar arasındaki işbölümüne dayalı sosyal sınırlar da bulunacaktır. Güneyden ve doğudan gelen göçmenlerin ekonomik ve ideolojik nedenlerden dolayı farklı statüleri olacaktır. Böylece Avrupa bir erime potası veya etnososyal grupların istikrarsız hiyerarşik yapısı oluşmaktadır.

Avrupa dünyanın politik sorunlarının yansıtıldığı bir yer olacaktır. Bütün Avrupa ülkeleri arasında Almanya ulusal devlet krizini en şiddetli hali ile yaşamaya aday ülkedir. Bu sadece Doğu ve Batı Almanya’nın bir millet olarak birleşmesinin belirsizlikleri olan bir girişim olmasından değil, aynı zamanda yarının Almanya’sının göçleri tümüyle durduramaması halinde çevresindeki dünyadaki bütün etnik ve sosyal gerilimleri yoğun biçimde içine taşıyarak yaşayacak olması nedeniyle de böyle olacaktır. Bu koşullar altında Almanya’nın unutulan ya da unutulmuş görünen milliyetçi gelenekleri Avrupa tarihinin belirleyici unsuru olarak su yüzüne çıkaracaktır (2).

Karşı karşıya olduğumuz ırkçılık, eski ırkçılık türlerinin değişmiş bir şekli değildir. Çağdaş Avrupa’nın sosyal yapı ve güç ilişkilerini yansıtan yeni bir oluşumdur. Bu ırkçılık için üç unsur söz konusudur:

—Travmatik olaylarla belirlenmiş bir kısmı bilinçli, bir kısmı bilinçaltı olan; kültürün ve kurumların tarihine nüfuz etmiş bulunan, tarihsel olaylarla periyodik olarak harekete geçen ve böylece devamlılığını kanıtlayan ırkçı geleneklerin veya ortak belleğin varlığı;

— İstikrarlı olmayan, ancak ekonomik güç yapısının fonksiyonunu yerine getiren ve kısmen de olsa devlet organizasyonuna yansımış olan sosyal ayırımcılığın varlığı;

— Son olarak, devleti, onun ideolojik temellerini, bireyleri ve kurumları kapsayan, bireyin derinden sarsılmış kimliğini etkileyerek onun entelektüel ve manevi güvensizliğini kitleler düzeyinde duymasına neden olan kurumsal krizin varlığı.

İlk olarak Avrupa’da ırkçılık “geleneklerinin” nasıl kök saldığına bakalım.

Avrupa Kimliğinin gelişimi ve Irkçılık

Her ne kadar milliyetçiliğin geçmişi 18. yüzyıl ortalarına ve ırkçılıktan en az yüz yıl öncesine gitmekteyse de, milli devletin gelişimi bundan çok önce başlamıştır. Ulusal devlet Avrupa tarihinin içinde doğmuştur. Milli devleti anlamak ırkçılık bilmecesini çözmemize yardımcı olabilir. Milletin, üzerinde yaşadığı toprağa ilkel biçimde duygusal yatırım yapması Avrupa’nın tarihi gelişim sürecinde aşırı derecede artış göstermiştir. (Bu yatırım, feodal beyler arasında toprak için yapılan iç savaşlarla, devletler arasında yaşanan savaşlarda çekilen acılardan, kahramanlıklardan ve yıkıntılardan oluşmaktadır.) Bu olay özel mülkiyet ile el ele başlamış ve gelişmiştir. Sonuç olarak, eski imparatorlukların gevşek sınırları’, günümüzün iyi belirlenmiş, katı bir Şekilde korunup saygı gösterilen sabit sınırlarına dönüşmüştür. Şurası açıktır ki, ülke sınırları bilinçaltı düzeyde, bireyin kendi beden sınırları ile özdeşleşmiştir (3). Başka bir deyişle, milli devlette daha iyi belirlenmiş olan ülke sınırları, bilinçaltı düzeyde bireyin ve grubun sınırları ile özdeş olmuştur. Bu, devletin önceki türlerinde görülmeyen biçimde, daha belirgin ve güçlü birey ve millet kimliğinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Politik birliği amaçlayan Avrupa bütünleşmesi (yani milli sınırların önemini kaybederek ortak Avrupa sınırlarının ağırlık kazanması), psikolojik olarak bilinçaltı düzeyde, devlet sınırlarına yapılan bu etkin yatırımı tehdit etmektedir. Tarihte devlet sınırlarına yapılan bu yatırımın bir nevi boşaltılması sonucu açığa çıkan duygular, telafi olarak milli grup kimliğine yönelip onu güçlendirmekte ve bu olgu bazı grupları aşırı milliyetçilik ve hatta ırkçılığa itmektedir.

Birey, bireysellik (individuation) açısından, yine Avrupa’da doğmuştur (ya da Klasik Yunan’dan sonra yeniden doğmuştur). Milli devletin gelişimi bireyin gelişiminden ayrı tutulamaz. Avrupa’da birey politik otoritenin keyfi eylemlerine karşı kendini koruyacak haklar ve özgürlükler için mücadele etmiş ve bunları elde etmiştir. Bu oluşum sivil toplumun gelişmesine yardımcı olmuştur. Sonunda, bireylerden oluşan toplum politik gücün mitik ve mistik temellerini yok etmiş ve yönetime katılımını arttırarak ülkenin yönetimini ele geçirmiştir (demokrasi). Böylece bireyler yasal anlamda vatandaş olmuşlardır. Dini ahlak ve morallerini laikleştirmiş; kendileri için iyi ve kötü, doğru ve yanlışı gösteren yasalar yapmışlardır.

Bu sürecin sonucu olarak Avrupa’da yeni türde bir birey ve grup kimliği yaratılmıştır. Bu kimlik daha çok tercih ve hareket özgürlüğü ile politik otoriteye karşı daha iyi korunma imkânına sahip olmuştur. Avrupalı bireyler ve uluslar tarihin daha güçlü, daha üretken ve daha yaratıcı kişileri halini almışlardır. Ama bu kimlik pek de güvenli ve istikrarlı değildir. Tam tersine, Avrupalı bireyin kendini, bütün bu kazandıklarını kaybetmek endişesi nedeniyle güvensiz hissetmesi muhtemeldir. Tarihsel bellek bu birey ve grup kimliğinin oluşturulması için girişilen olağanüstü şiddetin ve çatışmaların acı anılarıyla doludur. Bu kimliğin yaratılışı daha uyumlu, hatta daha homojen kültürel (buna din de dahil) bir sosyal çevreye ihtiyaç göstermiştir. (Kilise ve engizisyon özellikle Orta Çağda böyle homojen bir toplum yaratılması için kanlı çabalar sarf etmiştir.) Demokrasi ve insan haklarına saygı kanlı devrimlerle gerçekleştirilmiştir. Ekonomik hakların artması, özellikle toprak mülkiyeti, servet ve gelir dağılımındaki aşırı eşitsizlikleri kabullenmek için özellikle dini değer yargılarında, acı dolu ayarlamalar gerektirmiştir. İnsan zekâsının iman aleyhine rolü artmış, bu gelişmenin sonucunda dinin meşruiyet sağlayan, iyiyi kötüden ayıran ve günahları affeden gücü azalmıştır.

Avrupa’nın bu kimlik oluşturma (ve kimlik kazanma) sürecinin önemli bir özelliği, sık geçirilen gerginlik ve kriz dönemlerinde geri çekilme (recession) nedeniyle, kişilik oluşumunda istenmeyen ve karakterle bütünleşmeyen benlik ve nesne (self- and object representations) unsurlarının normalden fazla oranlarda ortaya çıkışı olmuştur. (Yoksa istenmeyen unsurların ortaya çıkışı her birey ve grubun kimlik oluşturma sürecinin kaçınılmaz özelliğidir.) Bu nedenle aşırı düzeyde gelişen yansıtma (projection), yer değiştirme (displacement) ve dışlaştırma (externalization) mekanizmaları (bu kimliğin istenmeyen yönlerini ‘ötekine’ atarak kurtulmayı sağlayarak) Avrupalıların ruhsal yapısında ve psikolojik dengeyi yeniden kurmak ve iç endişeleri azaltmakta yoğun biçimde kullanılmıştır.

Bu kimlik oluşturma sürecine girmiş bireyler herhangi bir nedenle aynı kimlik yapılarını geliştiremeyen (bireyselleşemeyen) etnik grupları, kendi kimliklerine karşı adeta potansiyel tehlike olarak algılamıştır. Zira Avrupa toplumlarının içindeki bu etnik gruplar, Avrupalılara kendi kimliklerini oluşturmada başarısız olmanın öldürücü tehlikelerini (psychological annihilation) hatırlatmıştır. Bu, bugünün Avrupa toplumları için de geçerlidir. Bu toplumlara göç etmiş yabancı işçiler, mülteciler ve sığınmacılar Avrupalılarla aynı ya da benzer kimliğe sahip değildirler. Bu farklılık Avrupalı bireylerde psikolojik endişeye yol açmaktadır.

Öte yandan, kimlik yapısı açısından farklı diğer etnik grupların Avrupa’daki varlığı, Avrupa toplumları için istemedikleri yönlerini yansıtabilecekleri “uygun dışlaştırma hedef”i (suitable target of externalization) görevini de görmektedirler. Bu suretle Avrupa kimliğinin iç istikrar ve güvenliği de artmaktadır.

Avrupa’da veya sömürgecilik döneminde dünyanın diğer bölgelerinde, Avrupalıların hâkimiyetine giren etnik, dini ve azınlık gruplar, Avrupalıların uzun süre yoğun yansıtmalarına hedef olmuş ve bu yansıtmaları içe almayı (introjection) kabullenmişlerdir. Bunların Avrupalıların istenmeyen yönleri ile aşırı yüklenen kimlik yapıları bozulmuş ve kendi benliklerine karşı nefret duymaya başlamışlardır (4). Bunlar doğal olarak Avrupalılar gibi güçlü bir kimlik arzu etmişlerdir. Bu nedenle Hıristiyanlığı seçmişler, ya da dinlerinden dönmüşlerdir. Kendi kimliklerini reddetmişlerdir. Güçlü toplumun içine girerek kaynaşmak istemişlerdir. Avrupalıların bütün değerlerini taklit etmişlerdir.

Hedef grupların kendi kimliklerini inkâr etmeleri ve Avrupalı kimliğini benimsemeleri aradıkları güçlü kimliği değil, faciayı getirmiştir. Diğer gruplara yansıtılmış olan istenmeyen yönlerinin (zorla veya gönüllü asimilasyonla) Avrupalıya geri dönüşü, Avrupalıda kendi kimliğinin psikolojik yok oluşu (psychological annihilation) olarak hissedilmiştir. Avrupalının böyle kriz zamanlarında iki seçeneği olmuştur: Hedef grubu ya ülkeden atacak, ya da yok edecektir.

Bu seçenekleri kullanan Avrupa’daki homojenize güçler yüzyıllar süren bir süreçte iyi belirlenmiş sınırları olan topraklar (anavatan) üstünde, dini, kültürel, sosyal ve politik açıdan homojen toplumlar oluşturmuşlardır.

Yahudiler İngiltere’den 1290, Fransa’dan 1394 ve İspanya’dan 1492’de sürülmüşlerdir. Yahudilerin bir ırk olarak değil de dini bir grup olarak kabul edildiği doğrudur. Yine de ispanya’da iki yüzyıl süren ve Yahudilerin sürülmesi ile sonuçlanan süreçte işleyen psikolojik mekanizmaların, daha sonraki ırkçılık süreciyle birçok benzerliği vardır. Yahudilere savaş, salgın, kıtlık gibi belirli gerginlik dönemlerinde etkili yansıtmalar yapılmıştır. (Bu dönemlerde işledikleri günahlardan dolayı tanrının gazabına uğradıklarını düşünen Hıristiyanlar, bu günahların tüm kötülüklerin kaynağı saydıkları Yahudiler tarafından işlendiğini; kendilerinin boşuna cezaya çarptırıldıklarını iddia etmişlerdir.) Yahudiler dövülmüş, öldürülmüş ve ayrı bölgelerde (ghetto) yaşamaya zorlanmıştır. Zorla din değiştirmeler olmuş ve bir kere din değiştirince durumları beklenenin aksine daha da kötüleşmiştir. Zira Hıristiyanların istenmeyen ve Yahudilere yansıtılan yönleri, Yahudilerin din değiştirmesiyle Hıristiyanlığa geriye dönmüştür (boomerang etkisi). Sonra, Yahudilerin din değiştirmesinin gerçek olup olmadığını araştırmak ve (örneğin, Hıristiyanların yansıttıkları istenmeyen yönlerini taşıdıklarının saptanması halinde işkenceyle bu yönlerinden kurtulmalarını sağlamak amacıyla) yargılamak üzere Engizisyon Mahkemeleri kurulmuştur. Sonunda (engizisyon da fayda etmeyince) Hıristiyanların kimliği üzerinde hayati tehdit oluşturan din değiştirmenin ‘boomerang’ etkisi, Yahudilerin ülkeden atılmasıyla ortadan kaldırılmıştır.

Yahudilerin din değiştirdikten sonra bile, “limpieza de sangre” (saf kanlı) olmadıklarından, kamu hizmetlerinde çalışmalarına izin verilmemiştir ki, kan saflığı sonradan ortaya çıkan ırkçılığın en önemli unsurunu oluşturmuştur. Müslümanlar 1502’de, Moriscoslar (İslamiyetten Hristiyanlığa dönenler) ise 1609’da İspanya’dan sürülmüşlerdir. Böylece İberya yarımadasının Müslümanlardan arındırılması da tamamlanmıştır.

Kilise Avrupa’nın asıl homojenize edici gücü olarak dini doktrinlere aykırı olan mürtedi tarikatlarla etkili bir biçimde mücadele etmiştir. Arianizmi yok ettikten sonra, Güney Fransa’daki Katarları da yok etmek amacıyla 1208’de Haçlı Seferleri düzenlemiştir. Haçlıların Kudüs’e seferleri 1097’de başlamış; iki yüzyıl sonra Avrupa’da “biz ve onlar” kavramını yaratarak son bulmuştur. Osmanlıların Balkanlarda ilerlemesi (nin başlattığı mücadele) ve Avrupa’nın (bu mücadelede) seçilmiş zafer ve travmaları (chosen glories and traumas) törenlerle kimliğine nakşetmesi, “Hıristiyan Avrupa” ve “Müslüman düşman” ayırımını pekiştirmiştir. Haçlı seferleri, Müslümanlar, Araplar ve Türklere karşı geniş bir stereotip oluşmasına neden olmuştur. Bunların etkisi hala devam etmektedir. Aynı homojenize edici güçlerin, tek tanrılı bir dine sahip Müslüman göçmen işçilere karşı, Avrupa’da tekrar ortaya çıkıp çıkmadığı önemli bir soru olarak önümüzde durmaktadır.

Din ve Irkçılık 

Irkçılık Batı Avrupa ve onun koloni uzantıları olan Afrika, Asya, Avustralya ve Kuzey Amerika’da gelişmiştir. Dünyanın bu bölgelerinde en etkin din Hıristiyanlık olduğuna göre, bunun ırkçılıkla bir ilgisi olup olmadığının incelenmesi ilginç olacaktır.

Hıristiyanlığın kutsal kitap, doktrin ve tapınma usullerinde ırkçılıktan hiçbir iz yoktur. Tam tersine, ırkçılığın tüm insanlara ve Tanrı’ya sevgiyle yaklaşan bu dinle bağdaşması imkânsızdır. Gerçekten dini açıdan bakıldığında ırkçılığın Hıristiyan toplumlarında gelişmesi bir muammadır.

Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a göre ırkçılıkta dinin rolünü anlayabilmek için anahtar, Yahudi sorunudur. Özal “Avrupa’da Türkiye” adlı kitabında şöyle demektedir: “Hızla batılılaşan dünyanın kurtuluşu için Yahudi sorununun kökenlerini tarafsız olarak anlamamız son derece önemlidir.

“Hıristiyan kendini Tanrı imajında görür. Tarihsel olarak, İsa’nın insanoğlunun günahları için çarmıha gerilmesi yoluyla Tanrı ile yapılan bu özdeşleşme, bireyin Tanrı ile birlikte bazı hayati doğal içgüdüleri benliğinde bulundurmasını çok zorlaştırmış, bu da fevkalade sert bir ahlak yapısına neden olmuştur. (İnsanlığın günahları için ölen İsa’yı içine alıp onunla özdeşleşen Hristiyanın kendi içgüdülerinden aşırı derecede rahatsız olması doğaldır.). Bu ahlak, “kötü” olarak reddettiği her şeyi ruhundan atmak amacıyla, diğer gruplarla birlikte Yahudileri de yansıtmalar için hedef olarak kullanmış ve bu nedenle engizisyona ve soykırıma dahi başvurmuştur. Şunu ifade etmek gerekir ki, bu konuda İslam, dini açıdan kurallara bağlamak ve kötüye kullanılmasını yasaklamak kaydıyla, tüm doğal içgüdüleri kutsal kabul etmiştir. Tarihsel olarak İslam’ın bu yönü mizah konusu yapılarak eleştirilmiştir. Oysa Müslümanların yansıtma mekanizmalarına çok az ihtiyaçları olduğu açıkça görülmektedir.

“Aydınlanma Dönemi’nin geniş laikleşme etkileri nedeniyle dinin doğal içgüdüler üzerindeki baskısının büyük ölçüde azaldığı bir dönemde Holocaust’un vuku bulmasının bir çelişki olduğu söylenebilir. Bu gerçekten doğrudur. Ama burada birbirine bağlı iki süreç vardır. İlk olarak, başlangıçta ahlakı yaratan dinin etkisinin azalmasına ve ahlaki davranış kurallarının dini özünün boşalmasına rağmen, içgüdülere karşı olan ahlak geleneği yaşamaya devam etmiştir. Bu sosyal sürece paralel olarak birey, ahlaki değerlerden uzaklaştıkça daha çok bilinçaltı suçluluk duymaya başlamıştır. (Dinin etkisinin kaybolması, günah işleyenin tövbe ederek affolması imkânını da ortadan kaldırmıştır.) Başka bir deyişle, kültürel devamlılık, ahlak kurallarının bariz Şekilde rasyonalize edilmesine rağmen, ahlak dışı eylemler karşısında kişinin cezalandırılma ihtiyacının devamını sağlamıştır. Bu durumda tek çıkış yolu olarak kültüre iyice yerleşmiş olan yansıtma mekanizmasının kullanılması kalmıştır.

“Batı uygarlığının temeli olarak Hristiyanlık’ın yanında ismi geçen Aydınlanma Dönemi’nde ortaya patlayarak çıkan ‘akıl’ sadece dinin mantıksız unsurlarını yok etmekle kalmamış, aynı zamanda dinin kendisini, kısmen de olsa, yok etmiştir. Aydınlanma’nın deizm ve hatta ateizmi, Hristiyanlık öncesi Doğa Anaya tapınma dönemine geri dönülmesi anlamına gelmektedir. Acaba, hedef gruplara dönük zulüm ve soykırım ile birlikte milli devletler arasındaki savaşların artmasının asıl nedeni, bu aşırı “desakralizasyon” (kutsal şeylerden aşırı uzaklaşma) sonucu ilkel din dönemlerinde görülen karşılıklı şiddete dayalı kısır döngünün yeniden canlanmış olması mıdır?
“Ben bir uygarlığın diğerine olan üstünlüğünü savunmuyorum. Bütün anlatmaya çalıştığım, gelişim denilen süreçte ödenen sosyal bedeldir” (5).

Batı Avrupa’nın, kabaca Latin Akdeniz ve kuzey batıdaki çoğunlukla “Germen” bölümlerinden oluştuğunu farz edelim. Her iki kesimin de benzer bireysel ve ulusal kimlik yaratma sürecinden geçmesine rağmen, neden Almanya’nın daha çok ırkçılık eğilimine sahip olduğunun araştırılması gereklidir.

26 Aralık 1992 tarihli Le Monde’un başmakale köşesinde Almanya’da son sonbaharda ortaya çıkan ırkçı ve yabancı düşmanlığı dalgasından bahsederken, bunun geleceği olmayan ani bir yüksek ateş nöbeti olup olmadığı sorgulanmakta ve şunlar belirtilmektedir: “Her ne kadar çoğunluk tersine inanmak istese de, gerçek çok daha az masumdur. Gösteriler ne kadar coşkulu ve etkileyici olursa olsun, ruhlara iyice yerleşmiş “öteki” ile olan ilişkilerin sorgulaması yapılamamaktadır. Bu gösteriler Lutheranizm'in iliklere işlediği bu ülkede kendini ulusça günahkâr hisseden toplumun günahtan kurtulmaya çalışmasının kanıtlarıdır”.

Protestanlık ve günah duygularının artışı arasındaki ilişkiyi yorumlamak bu monografinin amacının dışındadır. Belki de, “sert ahlak”, “Tanrının seslenişi” (call) ve “kesin kader” (predestination) kavramlarının bu dinin temel özellikleri olduğunu söylemek yeterlidir.

Protestanlık, “Tanrı’nın mutlak yüceliğine dayalı sert doktrinler ile birlikte insanla ilgili kötü olan her şeyin kişinin bedeninde bulunduğunu; insanın temel yalnızlığını; kültür ve din içindeki bütün haz ve duygu unsurlarına karşı tümüyle olumsuz bir tavrı içerir” (6). Öte yanda Katolik ahlaki eylemden ziyade niyetlerle ilgilidir. Oldukça gerçekçi olan Katolik kilisesi insanın şu veya bu şekilde yargılanacak kadar temiz bir varlık olmadığını, onun manevi hayatında çatışan motifler olduğunu ve hareketlerinde çelişkiler bulunduğunu fark etmiştir. Tabii ki, bu din de, ilke olarak, insanın hayatını (iyi yönde) değiştirmesini istemektedir. Ancak bu isteğini “günahların affedilmesi” yöntemiyle zayıflatmıştır (7). Katolik papazı kefaret, merhamet için ümit ve af dağıtmış ve bu suretle insanların, Kalvinistlerin sebep olduğu büyük gerilimden kurtulmalarını sağlamıştır. Kalvinizmin Tanrısı inananlardan sadece iyi bir veya birkaç iş değil, yaşamları boyunca kesintisiz iyi işler istemekteydi. Kalvinizm, Katolik günah döngüsüne, yani insanın günah işledikten sonra, tövbe, kefaret, azat ile yeniden günah işlemesine imkân vermemiştir (8).

Protestanlığın, insan olarak yerine getirilmesi mümkün olmayan bu tür aşırı taleplerinin, günah ve suçluluk duygularında ve bunların hem toplum içinde, hem de toplum dışındaki uygun hedeflere yöneltilmesinde (suitable target of externalization) bir artışa neden olup olmadığının araştırılması gerekir.

Araştırılması gereken başka bir konu da, katı Protestan (ve Kalvinist) ahlaki ile özellikle aşırı temizlik, kasti ve sistematik bedensel veya psikolojik cezalandırmalar (öfkeyle ve fevri biçimde dövmeden farklı olarak) ve eğitim amacıyla çocukların iradesini tahrip etme gibi müdahaleci/ zorlayıcı çocuk yetiştirme şekilleri (intrusive mode of childrearing) arasındaki ilişkilerdir.

Kuzey-batı Avrupa toplulukları genellikle aşırı temiz ve düzenlidirler. Bu kısmen modern teknolojinin ihtiyaçları, toplumsal veya kişisel hijyen, mimari estetik gerekleri ve şehir planlaması, ya da trafiğin güvenliği ile açıklanabilir. ‘Ancak bu tip aşırı düzenliliğin kuralcı/zorlayıcı (compulsive) özelliği gözden kaçmamaktadır. Almanya’da 13 yıl yaşayan bir Amerikalı yazar, yazılarının birinde bu durumun yarattığı potansiyel tehlikeyi göstermek için üç “önemsiz” olayı anlattıktan sonra Şunları söylemektedir: “Eğer Almanlar bu düzenliliği daha da ileri götürürlerse, endişe etmek için neden var demektir. Düzenlilikleri arttıkça dikkatli olun, çünkü ilk olarak düzenli olmayan bütün yabancıları hedef alacaklardır. Almanlar kendi toplumsal sorunlarının nedenlerini aradıklarında, günahlarını yükleyecekleri bu yabancılar, abajur veya tıbbi deneyler haline dönüşecek, talihsiz bir kadere sahip olacaklardır” (9).

Aşırı düzenliliğe ve mükemmelciliğe dayalı zorlayıcı tutumların düzenin makul gerekleri ile çok az ilgisi vardır. Zorlayıcı insanlar (compulsive) ilkel süperegonun “kurallarına” itaat etmeye kendilerini mecbur hissederler ve “dağınık”, “kirli”, “düzensiz” v.b. insanlardan nefret ederler. Dahası zorlayıcı karakter sahipleri özellikle rahat, ilgisiz, kaygısız ve kuralsız yabancılara karşı sert, toleranssız ve muhafazakârdırlar (10).

Milliyetçilik, Etnosantizm ve Irkçılığın Almanya’daki gelişimi

Almanya’daki ırkçılığın başka önemli nedenleri var mıdır? Batı Alman toplumunda kamuoyunu etkileyen odaklar savaştan sonra Alman kimliklerini geçmişte bırakmaya çalışmışlardır. İnsanlar kendilerini o kadar Avrupalılaştırmışlardır ki, geleneksel Almanlar olarak tanınmaz hale gelmişlerdir.

Hitler’in yönetimi altında Almanya adına işlenen faciaların farkına varınca ortaya çıkan tek şey kendinden nefret olmuştur. Duyguları uyuşmuş (geçmişi unutmak ve bu nefreti hissetmemek için) bir halk yeni özgürlüğünden yararlanarak “Almanlık”tan uzaklaşmayı ve “dünya vatandaşlığı” kültürüne sahipmiş gibi hareket etmeyi, geçmişten kurtulmanın en iyi yolu olarak görmüştür.

Bu kadar çok benlikten uzaklaşmanın (self- alienation) faturası ortaya çıkmaktadır. Almanlar şimdi birden kendilerine bakmaya ve bir kere daha kendi gerçek kimliklerini araştırmaya başlamaktadırlar (11). 

Milli kimliğin reddi ve inkârı hiçbir zaman bedelsiz olamaz. Evrensel bir kimlik milli kimliğin yerine geçemez. Evrensel kimlik, ancak iyi yapılanmış bir milli kimlik ile bütünleşebiliyorsa bir şey ifade eder. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya tamamen demokratik bir ülke olmuş ve Nazi kimliğini tarihe gömmüştür. Ülkedeki güçlü insan hakları akımları dünyadaki insan haklarına saygıyı savunmak görevini üstlenmişlerdir. Bu akımlar, büyük olasılıkla, istenmeyen geçmişi kendi kimliklerinden ayırmış ve insan haklarını ihlal ettiği düşünülen diğer ülkelere yansıtmıştır.

Yeni nesiller ve özellikle yeniden birleşme ile Almanlar Alman kimliğini bu defa demokratik insan haklarına saygı temelleri üzerinde yeniden yapılandırmaya ihtiyaç duymuş olabilirler. Yeni Alman kimliği arayışı ise kültürel olarak nesilden nesile devredilen Alman milliyetçiliğinin tarihsel tecrübesinden kaynaklanmak zorundadır. Bu nedenle yeni-ırkçılık ile bir ilişkisi olup olmadığını görmek için Alman milliyetçiliğinin tarihine bakmak gereklidir.

Milliyetçiliğin İngiliz ve Fransız türleri önceden var olan devlet yapıları üzerinde doğmuştur. Almanya”nın Fransız İhtilali’nin arifesinde Kutsal Roma İmparatorluğunu oluşturan 350 önemsiz krallığa bölünmüş olması, milliyetçilik fikrinin “doğal gelişimine” imkân vermemiştir.

Napolyon savaşlarında Almanlar Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Napolyon tarafından sona erdirilmesi (1806) ve Prusya’nın çökmesi ile “aşağılanmıştır” (13). Tarihçiler, Alman entelektüellerinin Avrupa kozmopolitliğinden veya yerël bağlardan milliyetçiliğe dönüşünün, 1805-7 arasında Almanya’nın Fransız orduları tarafından saldırıya uğradığı yıllarda vuku bulduğunu belirtmektedirler. Aslında daha önce 30 Yıl Savaşlarında da benzer durumlar olmuş; ancak savaşlar Kutsal Roma İmparatorluğu’nun yoklusuyla sonuçlanmamıştı. Her ne kadar Kutsal Roma İmparatorluğu gerçekten çok bir hayal idiyse de, bilinçaltı düzeyde süreklilik, istikrar ve ölümsüzlüğü sembolize etmekteydi ve her şeye rağmen bin yıldır yaşamaktaydı. Alman milliyetçilerinin ona bilinçle sadakat göstermemiş olması, sona erişini yine de bir ölüm olayı gibi algılamalarını engellememiştir. Alman milliyetçileri kendilerini Prusya ile özdeşleştirmişler; Jena’da “aşağılayıcı” yenilgisinden sonra Prusya’nın sınırlarının küçülmesini vücutlarından bir uzvun kesilmesi gibi hissetmişlerdir. Jahn, “Tilsit Barışı ile Prusya bazı uzuvlarını kaybetmiştir” diye yazmıştır (14).

Almanya için yapılan milli mücadele ‘ödip’ nitelikte kardeş kavgalarının çok büyük ölçekli bir örneği olmuştur. ‘Ana’ Almanya’ya Almanların, kısmen bilinçli kısmen de bilinçaltında, Töton kökenli kardeş olarak algıladıkları Fransızlar duhul etmiştir. Fichte, Fransızların Alman “ırkının bir başka kolu” olduğunu belirtmektedir. Fransızlar şiddet ve askeri işgal ile “ana” Almanya’ya cinsel yönden sahip olmayı başardığından, Almanlarca nefret edilen rakip kardeşler olarak hissedilmişlerdir.

Bunun gibi ödipal fantaziler ile benlikte anayla ilişkili “iyi” ve “kötü” unsurların ilkel bölünmesi (primitive splittings) Alman milliyetçilerinin anlık konusundaki olağanüstü meşguliyetlerini izah etmektedir. Arndt’ın yazdığına göre: “Almanya yabancılarca piçleştirilmemiş ve melezleştirilmemiştir. Almanlar diğer halklardan daha fazla kendilerine özgü saflıklarını korumuşlardır... Tacitus... gelecekte Alman halkının büyüklüğü ve ihtişamı için saf olmalarının, melez olmamalarının ve kendilerinden başka kimseye benzememelerinin önemini görmüştür”. Fichte ulusun “hiçbir yabancı unsurla karışmadan ve yozlaşmadan” var olacağına inanmış ve tekrar tekrar “özgün Alman kavminden” bahsetmiştir (15).

Alman milletinin suni olarak yapılanmış olduğu gerçeğini, birçok Şeyin yanında bunun objektif bir gerçek olduğunu ispat için harcanan olağanüstü enerji de açıkça ortaya koymuştur. Bunun bir başka yolu da, ulusun organik bir varlık olduğunda ısrar etmek olmuştur. Millet bir tercihin, tarihin, sosyal mukavelenin veya anayasa yapmanın ürünü olarak değil de, ancak doğal, doğada başından beri var olan organik bir varlık olarak düşünülmüştür. Görres’in yazdığına göre, “bütün üyeleri bir bütün olarak birbirine bağlayan, bütün yapay mukavelelerden evvel ve üstün olan doğa kanunudur”. Fichte’ye göre ise “halk ve vatan, her zaman devletten çok üstündür”. Kaldı ki, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun politik-yasal kişiliği de son bulmuştur.

Arndt’ın 1913 tarihli şiirinin başlığı olan “Alman vatanı nerede?”, sadece şiirsel etkiyi arttırmak için kullanılmamış; aynı zamanda Alman milliyetçilerinde endişeye yol açan bir belirsizliği de yansıtmıştır. Arndt hiçbir politik gerçeği olmayan bir “millet” ile özdeşleşmenin yarattığı güvensizlik duygusunu hissetmiş ve okuyucularına Alman vatanının nerede olduğunu söylemek için, nerede olmadığına adeta iki kat fazla yer ayırmıştır (16).

Alman ulusunun belirsiz varlığının Almanlığın ne olmadığını belirterek tanımlanması, Almanların kendilerinde görmekten nefret ettikleri olumsuz özelliklerini Fransızlara yansıtmalarıyla aynı anlama gelmektedir. Almanlar Fransızların olumsuz özelliklerine ait uzun listeler hazırlamışlar; böylece kendi kişiliklerindeki istenmeyen yönlerine dönük nefreti korktukları ve nefret ettikleri dış nesneye (Fransızlara) yönlendirmişlerdir. “Ebedi gerçekler, derin coşku, cezbe ve özlemlere sahip olmayan ve bunları anlatacak kelimeleri bile bulunmayan Fransızlar, insanların en kutsal ve yücesiyle (herhalde Almanlarla) sırf espri olsun diye alay etmekteydiler”. Esasen, çoğu duygu kaynaklı olan Alman halkının erdemleri, bu olumsuz Fransız özelliklerinin tersiydi.

Milletin politik bir birlik olmaması, yüce ve organik olması ve ancak sahip olmadığı unsurlarla tanımlanması nedeniyle, yapay oluşturulmuş bu birimin varlığından emin olmak için Alman milliyetçilerin tek yolu onu hissetmekti (17).

Alman milliyetçileri tarafından Alman milletinin varlığına dair gösterilen tek somut örnek Alman kültürünü kanıtlayan Alman dili olmuştur (18).

Alman milliyetçileri dile çocuklukları ile açık bir bağlantısı olduğu için ilgi duyuyorlardı. Denklem şuydu: Alman milletinin analığa ait grup fantezisi= Alman anadili= ana. 1807 de Jahn’ın yazdığı şekliyle: “her insanın bir annesi vardır, anadili de onun için yeterlidir. Anne sevgisi ilk iletişim yoludur; anadil kalbe, anılara ve mantığa açık olan kapıdır”. Modern psikoloji dilin 2-4 yaş arası çocuklarda gelişmesi için, çocuk ile anne arasında yakın ve sevgi dolu bir ilişkinin şart olduğunu ortaya koymuştur. Alman milliyetçilerinin, Avrupa’daki tek özgün dil olarak Almancanın kaldığına ilişkin sürekli saplantı içinde olmaları, ilk yıllarda anneyle yaşanan yakınlığı günün şartlarında yakalamaya çalıştıklarını göstermektedir. İlk Alman milliyetçileri için (ve belki de tüm milliyetçiler için) temel sorun her zaman bir tür anne sevgisi olmuştur (19).

İnsanlar, yüksek düzeyde, gerçek ya da hayali gerginlik (stress) içine girdiklerinde çocukluğun erken ruhsal düzeylerine geri çekilme (regression) eğilimi hâkim olmaktadır. (Bu çok yaygın bir psikolojik savunma mekanizması olup bir çeşit geçmişe, ana-baba tarafından korunulan döneme sığınma niteliğindedir. Öte yandan, birçok durumda aşırı, derin ve uzun süreli geri çekilmenin ciddi ruhsal sorunlar yarattığı da doğrudur.). Napolyon döneminde Alman milliyetçileri de geri çekilerek ödip-öncesi- ana (pre-oedipal mother) ile bütünleşme (maternal fusion) içine girmişlerdir (20) (Bu ruhsal yapının ilk ve en eski dönemine yapılan bir geri çekilmedir.). Fantezi düzeyinde (veya bilinçaltında) grupların çoğunlukla ana olarak algılandığı bilinmektedir. Almanlar kendi grupları (millet) hakkında bir fantezi yaratmaya çalışırken, gerçekte analığa ait bir fantezi yaratmışlardır. Anayı temsil eden gruba (millete) mensup olmak, onunla kaynaşmak ve bir bütün oluşturmanın insanlarda ne denli yoğun endişe yarattığı (çünkü bir bakıma bunlar ensest korkularını da uyandırmaktadır) Alman milliyetçilerinin “ana” Almanya’ya “babavatan” diyerek bu endişelerinden kendilerini korumaya çalışmalarından da anlaşılmaktadır (21). 

Bütünlüğü olan devlet yapısından ve belirgin sınırları olan bir vatandan yoksun olması nedeniyle Alman milliyetçiliği millet kavramına aşırı ölçüde ağırlık vermek zorunda kalmış; ancak bunu nesnel ve politik bir gerçek olarak değil de, “doğal”, “organik”, “önceden doğada var olan” ve “doğanın kanunu gereği” gibi tanımlamalarla yapmıştır. Milletin temelde biyolojik unsurlara bağlı bu tanımı ırkçılığa çok yakındır. Böylece ırkın saflığı ve Alman dilinin özgürlüğü, ya da saflığının bozulmamış olması, milliyetçiliğin odaklaştığı noktalar olmuştur. Acaba, yabancılar sadece farklı davranış ve yaşam tarzları ile değil de, bozuk Almancalarıyla da mı, Alman dilinin sürekli saplantılı ve mükemmelci saflığını rahatsız etmektedirler? 

Almanya, Alman milliyetçiliğinin doğuşundan yarım yüzyıl sonra siyasi birliğini sağlamıştır. Avusturya—Macaristan İmparatorluğu ve Fransa’yı yenince 1878’de Berlin Konferansı’nda Avrupa’nın hâkim gücü halini almıştır.

Alman milliyetçiliğinin yukarıda belirtilen, özelliklerinin I. Dünya Savaşı’na neden olup olmadığını tartışmak, bu çalışmanın sınırları dışındadır. Savaş ve savaş sonrasının olağanüstü zor koşulları Nafi rejiminin iktidara gelmesine yol açmıştır. Bu rejim Holocaust ile sonuçlanan ırkçılığın en habis şeklini ortaya koymuştur.

Napolyon Savaşları zamanından farklı olarak I. Dünya Savaşı sonunda Almana düşmanlarınca istila edilmemişti. Bununla birlikte Versailles Anlaşması’nın şartları sadece aşağılayıcı değil, aynı zamanda savaş sonu sorunlarından kurtulmaya yardım edici türden de değildi. Savaş borçları hiper-enflasyona neden oldu. Büyük depresyon ekonomide etkisini gösterdi. İşsizlik arttı. İdeolojik kutuplaşma ve politik istikrarsızlık ortaya çıktı.

Yenilgi travmasının yarattığı moral çöküntü Nazizmin yükselişinin temel nedeni olarak görülmüştür. Napolyon savaşları koşullarından farklı olarak, yenik de olsa Almanya bu kez birleşik devlet yapısı, büyük “babavatan” ve belirgin sınırları ile Avrupa’nın en büyük gücü idi. Milliyetçiliğin başlangıcındaki çelimsiz etnosantrizm duygusu giderek büyümüş ve Bismark Almanyası’nın temel manevi güç kaynağını oluşturmuştu. Bu nedenle, I. Dünya Savaşı yenilgisi etnosantrizmin bu zirvesinden adeta tepe taklak düşmesine sebep olmuştur. Alman toplumunda ruhsal geri çekilme de aynı oranda derinlemesine vuku bulmuştur.

DEVAM EDECEK

http://www.eraren.org//bilgibankasi/tr/index5_1_1.htm

..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder