24 Nisan 2015 Cuma

Ermeni Sorunun Tarihsel Boyutu 1




Ermeni Sorunun Tarihsel Boyutu  1

Ermeni Sorununa Giriş: 
Başlangıçtan Lozan Antlaşmasına kadar
M. Serdar PALABIYIK[1]

‘Ermeni sorunu’ olarak tabir edilen konu yalnızca Türk tarihi açısından değil, özellikle ‘Doğu Sorunu’ ile yakın ilişkisinden dolayı, Yakın Doğu tarihi açısından da son derece önemli bir konudur. Bu nedenle günümüzde yaşanan gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için bu sorunun tarihsel kökenlerini incelemek zorunludur. Bu makalede başlangıcından –en azından hukuki olarak sona erdiği– Lozan Antlaşması’na kadar Ermeni sorununun tarihsel arka planı incelenecektir. Bu yapılırken, önce Ermeni tarihinin ana hatları değerlendirilecek, daha sonra da Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğundaki durumları gözden geçirilecektir. Bu genel değerlendirmeyi ‘Ermeni sorunu’ olarak tabir edilen meselenin ortaya çıkışı ve bu meselenin bölgesel ve uluslararası boyutlarının incelenmesi takip edecektir. Son olarak da Ermeni tehciri ve Birinci Dünya Savaşı’ndan Lozan Antlaşması’na kadar geçen dönemde Ermeni sorunu analiz edilecektir.

1.Antik Çağlardan Osmanlı İmparatorluğuna: Ermeni halkının İki Bin Yılı (M.Ö 13. yüzyıl, M.S. 15. yüzyıl): 

Anadolu ve Kafkasların eski halklarından biri olan Ermeni halkının tarihi yaklaşık üç bin yıllık bir zamanı kapsar. Ermenilerin Doğu Anadolu ve Kafkaslara Trakya bölgesinden yaklaşık M.Ö 1200’lerde geldiği rivayet edilir. Her ne kadar varlığı Ermeniler tarafından iddia edilse de, M.Ö dokuz ila altıncı yüzyıllar arasında bu bölgeye hâkim olan Urartu medeniyeti ile Ermeni toplumu arasında tarihsel bir bağ olduğu kanıtlanamamıştır.

Ermeni efsanelerine göre, Ermeniler kendilerini Nuh Peygamberin soyundan gelen bir halk olarak nitelendirirler. Tektanrılı dinlerin ortak söylemine göre Nuh Peygamberin Büyük Tufan’da hayatta kalabilmek için tasarladığı gemi tufanın ardından Ağrı Dağı’nda karaya oturmuştur. Bu nedenle Ağrı Dağı ve civarı Ermeniler tarafından ‘medeniyetin beşiği’ olarak adlandırılır; zira Ermenilere göre insan nesli dünyaya bu bölgeden yayılmıştır.

Beşinci yüzyıl Ermeni tarihçilerinden Moses Khorenatsi ilk kez Ermenilerin Nuh peygamberin oğlu Yafes’in neslinden gelen Hayk’ın oğulları olduğunu iddia etmiştir[2]. Bu efsaneye dayanarak Ermeniler bugün bile kendilerine ‘Hay’, ülkelerine ise ‘Hayastan’ adını verirler. Ancak tüm bu tarihsel anlatı bilimsel değil efsanelere dayalı mitolojik bir anlatıdır. Batılı kaynaklara göre ‘Ermeni/Ermenistan’ kelimelerinin kökeni olan ‘Armen’ kelimesi eski Pers dilinde ‘yukarı ülke’ anlamına gelmektedir. Kısacası, tarihçiler ve antropologlar Ermenilerin yaşadıkları bölgeye atfen isimlendirildiklerini kabul etmektedirler.

Genel olarak, Ermeniler çeşitli bölgesel krallıklara bölünmüş halde ve çoğunlukla yabancı hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Bağımsız bir devlet olarak Ermenistan ilk defa M.Ö yedinci yüzyılda Medlerin Asur İmparatorluğunu yıkmasının ardından doğan kargaşa ortamında Birinci Tigran döneminde ortaya çıkmıştır. Ancak barış dönemi zayıf ve silik şahsiyetli kralların başa geçmesi ile sona ermiş ve krallık bağımsızlığını Pers hâkimiyetini kabul etmek ve Pers İmparatoruna vergi ödemek suretiyle yitirmiştir. Hayk sülalesi sona ermiş, Ermeni kralları bizzat Pers İmparatoru tarafından atanmaya başlamıştır.

Pers hâkimiyeti, Ermeniler tarafından en büyük krallardan biri olarak kabul edilen Büyük Tigran dönemine kadar sürmüştür. Tigran yaklaşık otuz yıl süren krallığı boyunca Ermenistan’ın sınırlarını genişletmiştir[3]. Ancak Roma ve Pers istilası bu ilerlemeyi durdurmuştur. M.Ö 69 yılında Romalı General Lucullus Ermenistan’a girmiş ve başkent Tigranakert’i kuşatmıştır. Bu iki saldırgan güç karşısında dayanamayan Ermeni krallığı bağımsızlığını tekrar kaybetmiş, hatta bununla da kalmayarak Roma ve Pers İmparatorlukları tarafından paylaşılarak varlığına son verilmiştir.

Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyanlık Ermenilerin yaşadığı bölgelerde yayılmış ve bölgede ilk gizli Hıristiyan cemaatleri görülmeye başlanmıştır. Bazı Ermeni tarihçileri M.Ö 301 yılında Ermeni Kralı Dırtad’ın, Ermenistan’ın ilk patriği Aziz Gregor tarafından vaftiz edilmesinin ardından Hıristiyanlığı Ermenistan’ın resmi dini olarak ilan ettiğini belirtmektedirler[4]. Ancak Batılı tarihçiler Ermenistan’ın Hıristiyan bir devlet olarak ortaya çıkışının daha geç bir tarihte, ancak Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu dâhilinde serbest bırakıldığı 313 yılından sonra olabileceğini dile getirmektedirler. Yine de, Ermeniler kendi Hıristiyan mezheplerini Aziz Gregor’a atfen Gregoryen olarak nitelendirirler. Ermenilerin Hıristiyanlaşmasından yaklaşık bir yüzyıl sonra Aziz Mesrob tarafından ilk Ermeni alfabesi tasarlanmıştır. Aziz Mesrob daha sonra 434 yılında İncil’i ilk kez Ermeniceye çevirecektir[5].

Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra Ermenistan bu kez Bizans ve Sasani İmparatorlukları tarafından paylaşılmıştır. Bu paylaşım yedinci yüzyılda İran’da hüküm süren Sasani İmparatorluğunun Araplar tarafından yıkılması ile sona ermiştir.

Ermenistan’ın Araplar tarafından ilk kez ele geçirilmesi ise 640 yılındadır[6]. 652 yılında yapılan barış antlaşması ile Ermenilere din özgürlüğü getirilmiştir. Arap hâkimiyeti 882 yılında Ashot I’in Halife’nin hâkimiyetini tanıması koşulu ile Ermenistan Kralı olarak ilan edilmesi ile sona ermiştir[7]. Ancak yine de, Araplar bölgeyi kontrolleri altında tutmaya devam etmişlerdir. Ermenistan ise bağımsız değil, ancak Halife’ye bağlı bir devlet olarak varlığını sürdürebilmiştir.

Yeni bin yılın başlamasının hemen ardından Selçuk orduları Ermenistan sınırlarında görülmeye başlamışlardır. 1047 yılından itibaren Ermeni şehirleri birbiri ardına Türk kontrolüne girmiş; ancak Türklerin tüm Ermenistan’ı hâkimiyetleri altına almaları ancak 1071’de yapılan Malazgirt Savaşından sonra gerçekleşebilmiştir[8]. İki yüzyıl sonra, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve özellikle Moğol işgali nedeniyle, 1231’den itibaren Ermenistan Moğol hâkimiyetine girmiştir[9].14. yüzyıldan itibaren bölgedeki Moğol hâkimiyetinin zayıflamasının ardından çeşitli Türkmen boyları Ermenistan bölgesini kontrolleri altında tutmuşlardır.

11. yüzyılın başlarındaki Selçuklu akınları bir grup Ermeninin Toros ve Amanos dağları arasında kalan Kilikya bölgesine doğru göç etmelerine neden olmuştur. Ancak Ermenilerin çoğunluğu yine Doğu Anadolu ve Kafkasya bölgesinde kalmışlardır. 1080 yılında Ermeni Prens Ruben bölgedeki Rum ve Ermeni prensleri sindirerek kendi hâkimiyetini kurmuştur. Ruben’in kurduğu ve ona atfen Rubenidler olarak adlandırılan bu sülale yaklaşık 300 yıl boyunca bölgenin hâkimiyetini ellerinde tutmuşlardır. Aslında Kilikya bölgesinde kurulan bu krallık özünde bir Ermeni krallığı değildir; ancak yöneticileri Ermeni kökenli olduğu için Kilikya Ermeni Krallığı olarak adlandırılır. Kilikya Ermeni Krallığı özellikle Haçlı Seferleri sırasında önemli rol oynamış ve Haçlı orduları için önemli bir üs olmuştur. Bölgede Memlük İmparatorluğunun yükselmesi ile giderek zayıflayan krallık 1393 yılında Memlüklüler tarafından yıkılmıştır.

2. Osmanlı İmparatorluğunda Ermeniler (15 ve on dokuzuncu yüzyıllar) 

Her ne kadar Osmanlı-Ermeni ilişkileri 1453 yılında İstanbul’un fethi ve hemen sonrasında Ermeni Patrikliği’nin kurulması ile başlatılsa da, iki toplum arasındaki ilişkiler en az bir yüzyıl öncesine dayanır. Osmanlılar 1326 yılında Bursa’yı fethettiklerinde burada önemli bir Ermeni nüfusu ile karşılaşmışlardır. Özellikle el sanatlarında uzmanlaşmış olan bu nüfus Osmanlı Sultanları tarafından el üstünde tutulmuştur. Hatta Edirne İmparatorluğun yeni başkenti olduğunda Bursa’dan pek çok Ermeni iskân edilerek şehrin ekonomik hayatı canlandırılmaya çalışılmıştır[10]. 

1453 yılında İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle Anadolu’dan pek çok Ermeni aile İstanbul’a getirtilerek iskân edilmiş ve şehirde güçlü bir ekonomi tesis edilmeye çalışılmıştır. 1461 yılında Trabzon seferinden dönüşünde Fatih Sultan Mehmet Bursa’ya uğrayarak Bursa Ermenilerinin dini lideri Hovakim’i İstanbul’da bir Ermeni Patrikliği kurması için beraberinde götürmüştür. İlber Ortaylı, Fatih’in bu kararının son derece stratejik bir karar olduğunu, kendisinin bu kararla İstanbul’da hâlihazırda var olan Hıristiyan Rum nüfusunu başka bir Hıristiyan nüfus ile, yani Ermenilerle, dengelemeyi amaçladığını yazmaktadır[11]. Böylelikle Ermeniler Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altındaki İstanbul’da bir Patriklik açmışlardır. 

1473 yılında, Doğu Anadolu’daki Akkoyunlu devletinin Osmanlılara yenilmesinin ardından eski Ermeni başkenti Ani’nin de aralarında bulunduğu pek çok Ermeni kenti Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. Özellikle İstanbul’un Ermeniler için bir dini merkez olmasından sonra kendi ülkelerindeki iç karışıklıklar nedeniyle hayatlarından endişe eden pek çok Ermeni daha huzurlu bir hayat için İstanbul’a göç etmeye başlamışlardır[12].

1514 yılında Yavuz Sultan Selim Safevi İmparatorluğunu yenmiş ve Ermenistan’ın batı ve güney kesimlerini hâkimiyeti altına almıştır. Özellikle Tebriz’de yaşayan Ermeni zanaatkârlar ve aileleri İstanbul’da iskân edilmeye başlanmıştır. 1516 yılında Kudüs’ün Osmanlı hâkimiyetine girmesinin ardından Kudüs Ermeni Patrikliğine daha Halife Ömer zamanında verilmiş olan dini işlerinde özerklik yetkisi yeniden garanti altına alınmıştır. 1534 yılında ise Kanuni Sultan Süleyman’ın İran seferi ile önemli ölçüde Ermeni nüfus barındıran Van, Erivan ve Nahçıvan da Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Babası gibi Kanuni Sultan Süleyman da bölgedeki en usta zanaatkârları beraberinde İstanbul’a getirerek iskân etmiştir. 

Bu nüfus hareketlerinin sonucunda 1554 yılında İstanbul’daki Ermeni nüfusu 60.000’e ulaşmıştır[13]. 1567’de İtalya’da Ermenilere karşı uygulanan baskıdan kaçan bir Ermeni, Apkar Tıbir, İstanbul’a gelmiş ve burada ilk Ermeni matbaasını açmıştır. Bu matbaada basılan ilk kitabın adı “Keraganutyun Gam Ayppenaran”dır (Küçük Gramer Kitabı). Bu kitabı pek çok dini eserin baskısı izlemiştir[14]. 

Bu sıralarda Ermenileri yönetim çevrelerinde de görmeye başlıyoruz. Nitekim bazı Osmanlı tarihçileri 1581 yılında III. Murat tarafından Sadrazamlığa getirilen Doğancıbaşı Mehmet Paşa’nın Ermeni kökenli olduğunu söylemektedir[15]. 

17. yüzyılın ortalarında Güney Kafkasya bir kez daha Osmanlılar ve Safeviler tarafından 1639 yılında yapılan Kasr-ı Şirin antlaşması ile paylaşılmıştır. Bu tarihten on dokuzuncu yüzyıla kadar Ermeniler bu iki imparatorluğa bağlı olarak yaşamışlardır.

Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermeniler İmparatorluğun kültürüne büyük katkılarda bulunmuşlardır. Ermeni zanaatkârları İmparatorluğun belli başlı şehirlerinin ekonomilerine katkıda bulunmakla kalmamıştır; aynı zamanda Ermeni ailelerine darphane ve baruthane gibi Osmanlı ekonomisi ve ordusu için son derece önemli olan iki teşkilatın sorumluluğu verilmiştir[16]. Özellikle İstanbul, Bursa, Tokat, Kayseri, Ankara, Erzurum, Nahçivan ve Erivan gibi kentlerde Ermeni tüccar ve zanaatkârlar ciddi bir ekonomik gücü ellerinde bulundurmuşlardır[17]. 

Dahası, Ermeni sanatkârlar Osmanlı musiki ve mimarisine önemli katkı sağlamışlardır. Örneğin, Ermeni müzik bilimcisi Hamparsum Limoncuyan’ın icat ettiği nota sistemi olmadan İsmail Dede Efendi’nin de aralarında bulunduğu birçok Osmanlı bestekârının eserlerinin günümüze ulaşması imkânsız olurdu. Ayrıca Tatyos Efendi ve Bimençe gibi Ermeni bestekârların Türk musikisine katkıların da unutulmamalıdır. Mimari alanında, on dokuzuncu yüzyıl genel olarak Ermeni mimarların eserlerinin doruk noktasına ulaştığı bir yüzyıl olmuştur. Özellikle Balyan ailesinin çalışmaları dikkat çekicidir. Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarının yanı sıra Boğaz’ı süsleyen camilerin bir kısmı da bu aile tarafından tasarlanmıştır.

Osmanlı Ermenileri bürokraside de kilit noktalara gelmeye başlamıştır. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda 29 Ermeni’ye Paşa rütbesi tevcih edilmiş, 22 Ermeni de Bakan olarak atanmıştır. Bakan olarak atananlar arasında Dışişleri, Maliye, Ticaret ve Posta Nazırı olarak atananlar mevcuttur. Bunların yanı sıra özellikle ziraat ve nüfus işleri ile ilgilenen devlet dairelerinde de pek çok Ermeni bürokrat görülmektedir. Ayrıca aynı yüzyılda Ermenilerden 33 Milletvekili, 7 büyükelçi, 11 başkonsolos ve konsolos, 11 üniversite profesörü ve 41 yüksek rütbeli bürokrat vardır.

Kısacası Osmanlı idaresi Ermenilere huzur ve refah getirmiştir. Ancak bu ilişkiler on dokuzuncu yüzyılda önce gerilmeye daha sonra da tamamen kopmaya başlamıştır. Bu kopuşun nedenleri gelecek bölümün konusudur.

3. Osmanlı İmparatorluğuna Karşı Ermeni Direnişinin Başlaması (1800–1878) 

Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin neden bozulduğunu anlamak için hem iç hem de dış faktörleri bir arada analiz etmek gerekir. Öncelikle Osmanlı İmparatorluğunun zayıflaması ve hem Müslüman hem de gayrimüslim nüfusun durumunu iyileştirecek reformların yapılmaması toplumda genel olarak bir huzursuzluk yaratmıştı. Özellikle Doğu Anadolu’daki Osmanlı hâkimiyeti kâğıt üzerindeydi, gerçekte otorite boşluğunu bazı yerel yöneticiler ve aşiret reisleri dolduruyordu. Ermeni ve Kürtler arasındaki çatışmalar da Ermeni halkının huzursuzluğunu arttırmaktaydı.

İkinci olarak on dokuzuncu yüzyılda Ermeniler arasında mezhep mücadeleleri doruk noktasına ulaşmıştı. Her ne kadar Gregoryen Ermeniler, Ermeni nüfusunun büyük bir kısmını kapsıyorlarsa da güçlü bir Katolik Ermeni cemaati de ortaya çıkamaya başlamıştı. Öyle ki, bu cemaat 1831 yılında Fransız Büyükelçisinin baskısı ile İkinci Mahmut’un kendilerini ayrı bir cemaat olarak tanımasını sağlamış ve İstanbul’da ayrı bir kilise kurmuşlardır[18]. Bundan sonra Avrupalı Katolik misyonerler bu cemaate destek olmaya başlamışlardır. 

Ancak özellikle on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru bu yeni mezhepten daha güçlü bir mezhep olarak Protestan Ermeni cemaati göze çarpmaktadır[19]. Özellikle Protestan misyonerlerin faaliyetleri sonucunda bu mezhebi kabul eden Ermenilerin sayısı hızla artmış ve bir cemaat oluşturacak raddeye gelmiştir. Bu cemaat İngiliz büyükelçisinin de desteğini alarak 1846 yılında ‘Protestan Yönetim Kurulu’ adı ile bir örgütlenme içine girmiştir[20]. Hemen sonrasında da kendi kiliselerini kurmayı başarmışlardır. Bütün bu bölünmeler sırasında Ermeni halkının halen daha büyük bir çoğunluğunu oluşturan Gregoryen Ermeniler bu bölünmenin müsebbibi olarak Osmanlı İmparatorluğunu suçlamışlardır. İlişkilerin bozulmasında bir diğer etken de budur.

Üçüncü olarak, Osmanlı İmparatorluğunu zayıflaması ve Fransız İhtilalinin milliyetçilik, eşitlik ve özgürlük gibi fikirlerinin yayılmasının çakışması İmparatorluğu son derece güç bir duruma düşürmüştür. Aslında 18. yüzyılın son çeyreğinden, özellikle de 1774’teki Rusya yenilgisinin ardından imzalanan Küçük Kaynarca antlaşmasından sonra Osmanlı devleti geri dönülemez bir sürecin içine girmiştir. 

Bu çöküş süreci bütün Büyük Güçlerin gözlerini diktikleri dünyanın en stratejik noktalarından birinde bir güç boşluğu doğmasına neden olmuştu. Bunun sonucunda da Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü dönemin Büyük Güçleri arasında ateşli bir rekabete dönüşmüştü. Böylelikle ‘Doğu Sorunu’ olarak bilinen sorun gündeme gelmişti. 

Özellikle milliyetçi fikirlerin İmparatorlukta yayılmaya başlamasıyla ilk milliyetçi hareketler Balkanlarda görülmeye başlamıştır. 1804’teki Sırp isyanı her nasılsa bastırılabildi ancak aynı şeyi Yunan isyanı için söylemek mümkün değildi. 1828–29 yılları arasında yaşanan Osmanlı Rus Savaşı sonucunda imzalanan Edirne antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Ruslar o dönemde yalnızca Osmanlı İmparatorluğunu değil İran’ı da yenmişler ve Ermenistan topraklarını geçerek Aras vadisine ulaşarak Tebriz’i tehdit etmeye başlamışlardı. İran Şahı barış istemiş ve Ruslarla Türkmençay antlaşmasını imzalamıştı. Bu antlaşma ile Doğu Ermenistan Rus kontrolüne girmiş ve Kuzey İran’dan önemli ölçüde Ermeni nüfus bu bölgeye yerleştirilmiştir. Bu da bugünkü Ermenistan topraklarına Ermeni yerleşiminin arttırılması konusunda atılan ilk adımlardan biridir. Böylelikle Ruslar Ermenilerin içişlerine karışmaya başlamışlar ve kendilerini Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermenilerin koruyucusu olarak ilan etmişlerdir.

Görüldüğü üzere, bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi Osmanlı İmparatorluğunun içişlerine yapılan müdahalelerdir. Diğer bir deyişle, Büyük Güçlerin çıkarları Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çatışmaya başlamıştır. Bir taraftan Rusya, Balkanlar ve Kafkaslar vasıtasıyla ‘Sıcak Denizler’e ulaşmaya çalışmakta diğer taraftan İngiltere Asya’daki dominyonlarını bu tehdide karşı korumak istemekteydi. Bu nedenle Rusya Balkanlardaki ayrılıkçı milliyetçi hareketleri desteklerken, İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğünü korumaya çalışıyordu. 

İmparatorluğun aniden dağılmasını önlemek için tüm Büyük Güçler Osmanlı Sultanından İmparatorluğun gayrimüslim halklarına daha fazla hak tanımasını istediler; böylelikle bu tebaanın sadakati garanti altına alınabilecekti. Bu hedefe ulaşmak için devamlı surette Osmanlı Hıristiyanları için ayrıcalıklar ve otonomi taleplerinde bulunmaya başladılar. Tanzimat reformları böyle bir sürecin sonucudur ve İmparatorlukta yaşayan gayrimüslim nüfusa önemli haklar ve ayrıcalıklar getirmiştir. Ancak bu reformlar ne Büyük Güçleri ne de gayrimüslim nüfusu tatmin etmiştir.

1856 yılı Osmanlı tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarih Osmanlı İmparatorluğunun, İngiltere, Fransa ve yeni kurulan Sardunya (Piedmont) devletlerinin de desteğini alarak Rusya’yı yenilgiye uğrattığı Kırım Savaşı’nın bittiği yıldır. Bu savaş yalnızca Rusya’nın yayılmacı emellerine geçici bir süre için set çekildiği için değil, savaşın sonunda savaşa katılan Büyük Devletler arasında imzalanan Paris Antlaşması için de önemlidir.

Bu Antlaşmanın yedinci maddesine göre taraflar Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğünü garanti altına aldıklarını bildirmiş ve Osmanlı İmparatorluğunu Avrupa Uyumu adı verilen denge sistemininin bir parçası olarak gördüklerini dile getirmişlerdir[21]. Bu madde bazı yazarlara göre İmparatorluğun (ve daha sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin) bir Avrupa Devleti olarak kabul edildiğini göstermektedir. Yine de bu antlaşmanın ömrü çok kısa sürmüş ve barış dönemi 1877–78 savaşları ile son bulmuştur.

1856 yılı yalnızca Kırım Savaşının sonu ve Paris antlaşmasının imzalanma tarihi olduğu için önemli değildir. 18 Şubat 1856 tarihinde, yani Kırım Savaşı sonrası durumun tartışılacağı Paris Kongresinin başlamasından bir hafta önce, Sultan Abdülmecid bir Hatt-ı Hümayun yayınlayarak İmparatorluk sınırları içinde yaşayan gayrimüslimlere son derece önemli haklar tanımıştır. Islahat Fermanı olarak anılacak bu ferman uyarınca Müslüman ve gayrimüslim nüfus kanun önünde eşit olarak kabul edilecekler, kimse kimseyi dinini değiştirmek için zorlamayacak, İmparatorluk tebaası arasında ırk, din ve mezhep yönünden herhangi bir ayrım yapılmayacak ve hem Müslüman hem de gayrimüslim nüfus kamu ve askerlik hizmetlerinde görev alabilecekti[22]. 

Detaylı incelendiğinde ve İngiltere’nin Hindistan’daki, Fransa’nın Cezayir’deki idareleri göz önüne alındığında bu düzenlemelerin zamanının bir hayli ötesinde olduğu açıktır. Zira hiçbiri kendi yönetimleri altında bulunan halklara bu denli geniş haklar tanımamıştır.

İronik olarak, bu ferman esasen bir Avrupa projesiydi. 1855 yılında Viyana’da, daha Kırım savaşı devam ederken İngiltere, Fransa ve Avusturya bir araya gelerek Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan gayrimüslimlere daha fazla hak tanınması için İmparatorluğa baskı yapmaya karar verdiler. Bunun sonucunda Paris antlaşmasının 9. maddesi gayrimüslimler için yapılacak ıslahata ayrıldı. Bu maddede amaçlanan Müslümanlar ve gayrimüslim nüfus arasında tam bir eşitlik sağlamaktı. Ancak bunun tam aksi gerçekleşti. Gayrimüslim topluluklar bu hakları genellikle kötüye kullandılar ve Büyük Güçlerin koruması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu bu kötüye kullanımı engelleyecek önlemler alamadı. Bunun sonucu olarak 1856’dan itibaren gayrimüslim topluluklar Müslümanlarla kıyaslandığında durumlarını bir hayli iyileştirdiler; hatta bu iyileştirme zaman zaman Müslümanların aleyhine oldu. Ekonomik olarak Müslüman nüfusa oranlandığında daha az sayıda nüfusa sahip olmalarına rağmen servet birikimi konusunda baskın sosyal gruplara dönüştüler. Siyasi olarak da çok sayıda bürokrat, diplomat hatta bakan çıkardılar. Kısacası, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkiler artık değişmeye başlamıştı. 

Her ne kadar diğer gayrimüslim topluluklarla beraber Ermenilere de Islahat Fermanı ile pek çok hak tanınsa da, bu haklar Ermeniler için tatmin edici değildi. Bu nedenle 1862 yılında Osmanlı İmparatorluğundan daha fazla hak talep ettiler ve bu taleplerini bir nizamname taslağı şekline sokarak hükümete gönderdiler. Bu taslak değerlendirildi ve daha sonra “Ermeni Milleti Nizamnamesi” adıyla kabul edildi. Buna göre Ermeni topluluğunun içişlerinin idaresi Ermeniler tarafından teşkil edilecek 140 kişilik bir Meclise veriliyordu. Bu meclisin ancak 20 üyesi Patrik tarafından atanabilecekti. Diğerleri ise İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermeniler tarafından seçilecekti. Görüldüğü üzere, bu kanun Ermeni toplumu içindeki çatışmaları yansıtması açısından son derece önemlidir. Zira kanunname Ermeni toplumunun önde gelenlerinin Patrikliğin baskısına karşı harekete geçtiğini ve bu konuda ciddi önlemler alınması yolunda çaba gösterdiğini kanıtlamaktadır[23].

Bu dönemde Osmanlı-Ermeni ilişkileri her ne kadar gerginleşse de henüz tam bir Müslüman-Ermeni çatışmasından bahsetmek zordur. Milliyetçilik akımlarının Ermeni nüfusu içerisinde yayılması üzerine Ermeniler Osmanlılardan bir takım hak taleplerinde bulunmuşlar, Osmanlılar da ellerinden geldiğince bu talepleri yerinme getirmeye çalışmışlardır. Ancak yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ilişkiler daha da bozulacak, hatta kopma noktasına gelecektir.

4. Devrimci Ermeni Hareketleri ve İsyanlar (1878–1915)[24] 

Ermenilerin Rusya’nın yardımı ve rehberliği altında bağımsızlıklarını kazanma rüyasının ortaya çıkması 1877–78 Osmanlı-Rus savaşında yaşanan büyük Osmanlı yenilgisi sonucundadır. Savaşın sonlarına doğru, Osmanlı yenilgisi kesinleştiğinde İstanbul’daki Ermeni Patriği Nerses Varjabedian, Rus Çarı ile iletişime geçerek Rusya’nın Doğu Anadolu’da işgal ettiği toprakları Osmanlılara geri vermemesini istedi. Savaşın hemen ardından ise Patrik İstanbul yakınlarındaki Yeşilköy’de bulunan Rus karargâhını ziyaret ederek Rus Başkomutanı Grandük Nikola ile görüştü. Orada da, Ermeniler işgal edilen Doğu Anadolu bölgesindeki topraklarda yönetici zümre olarak kabul edilmediği sürece Rus işgalinin sona erdirilmemesini talep etti. Ruslar bu teklifi kabul ettiler ve Osmanlılar ile Ruslar arasında imzalanacak olan Ayestefanos Antlaşmasına 16. madde olarak yerleştirdiler. 

Ancak bu antlaşma savaşın sonunu belirleyen antlaşma olamadı. İngiltere bu antlaşmanın hükümleri uygulandığı takdirde Doğu Anadolu’nun Rus hâkimiyetine gireceğini, hatta kurulacak bir Büyük Ermenistan ile Rusların İran Körfezine kadar ulaşıp, Hint Okyanusuna açılarak İngiltere’nin Hindistan’daki varlığını tehlikeye atacağını fark etmiş ve antlaşmanın derhal yenilenmesi için Berlin’de bir kongre toplanmasını sağlayabilmişti. Osmanlılar Kıbrıs’ı İngiltere’ye kiralamak karşılığında, bu kongrede daha kabul edilebilir bir antlaşmaya varılması yolunda İngiliz desteği elde edebilmişti. Kongre sonunda imzalanan Berlin Antlaşması ile Rusya Doğu Anadolu’da işgal ettiği bütün bölgelerden çekilecek ancak Kars, Ardahan ve Batum Ruslara verilecekti. Osmanlı İmparatorluğu ayrıca Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde reform yapacak ve bu reformlar Büyük Güçler tarafından denetlenecekti.

Berlin Kongresinde Osmanlı İmparatorluğunu Rus tehdidine karşı toprak bütünlüğünün korunması hususunda destekleyenler İngiliz Muhafazakâr Partisi ve Başbakan Benjamin Disraeli olmuştu. Ancak savaşın hemen ardından gerçekleşen bir kabine değişikliği ile iktidara 1880 yılında Liberaller ve William Gladstone gelmişti. Gladstone’un temel stratejisi ise Disraeli ile taban tabana zıttı. Gladstone Osmanlı İmparatorluğunun geri dönülemez bir çöküş sürecine girdiğini, bu süreçte İngiltere’nin izlemesi gereken politikanın Osmanlı topraklarında İngiltere’nin himayesini kabul eden küçük devletçikler kurulması olduğunu söylüyordu. Bu devletlerden biri de Ermenistan olacaktı. Bu politikanın bir gereği olarak 1880’lerde İngiliz basını Doğu Anadolu’yu Ermenistan olarak adlandırmaya başladı; bu bölgeye gönderilen Protestan misyonerlerin sayısı arttırıldı ve İngiliz kamuoyunu etkilemek amacıyla bir İngiliz-Ermeni Dostluk Komitesi kuruldu.

Kısacası 1877–78 Savaşı Osmanlı-Ermeni ilişkileri açısından bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna karşı Ermeni isyanları bu döneme başlamıştır. 1879’dan itibaren İngiltere ve Rusya Osmanlı İmparatorluğuna Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ıslahat yapması konusunda notalar yollamaya başlamışlardır. Ancak Osmanlı devleti reformları ancak sınırlı bir şekilde uygulayabilmekteydi, zira daha fazla reform bölgenin Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmasına yol açmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktı. Dahası, özellikle bu savaştan sonra Büyük Güçler Anadolu’nun pek çok kentinde temsilcilikler açarak olayı daha da karmaşık bir hale getirdiler. Bu temsilcilikler Müslüman ve gayrimüslim nüfus arasında yaşanan çatışmalarda arabulucu rolü üstleniyorlardı. Ancak neredeyse her zaman gayrimüslimler lehine karar verdikleri için Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin bozulmasına daha fazla katkı sağlamaktan başka bir işe yaramıyorlardı.

Bu dönemde görülen bir diğer gelişme de Ermeni siyasi ve sosyal örgütlenmelerinin hızla artmasıdır. Aslında 1860’lardan beri özellikle Adana, Van ve Muş gibi bölgelerde bir takım örgütlenmeler görülmekteydi ve bu örgütler 1880 yılında “Birleşik Ermeni Örgütleri” adı altında birleşmişlerdi. Dahası aynı on yılda, Van’da kurulan Kara Haç ve Erzurum’da kurulan Ulusal Muhafızlar gibi bazı devrimci örgütlenmelerde oluşmaya başlamıştı.

Yurt dışında, özellikle Büyük Güçlerin aktif ve doğrudan desteğinin sağlanmasıyla daha etkin çalışabileceklerini düşünen Ermeni milliyetçileri örgütlenmelerini Osmanlı sınırları dışına taşımaya karar verdiler. Böylelikle 1887’de Cenevre’de Hınçak, 1890’da da Tiflis’te Taşnak cemiyeti kuruldu. Her ikisinin de amacı Doğu Anadolu ve Osmanlı Ermenilerini Osmanlı hâkimiyetinden ‘kurtarmak’ ve bağımsız bir Ermenistan kurmaktı. 

Ermeni propagandası konusunda derin araştırmalar yapmış olan Louis Nalbadyan'a göre Hınçak Partisinin programı son derece radikal bir programdır[25]:

DEVAM EDECEK 

2 Cİ BÖLÜM OKUMAK İÇİN ( MAUSLA TIKLAYINIZ )


.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder