24 Nisan 2015 Cuma

Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu, 2






Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu, 2


SÖZLEŞME

Soykırım Sözleşmesi 9 Aralık 1948’de kabul edildi; 12 Ocak 1951 ‘de de yürürlüğe girdi. Soykırım suçu Sözleşme’nin 2. maddesinde tanımlanıyor[3]. Maddenin uzman olmayan bir çevirisini aşağıya kaydediyorum:

“Madde 2. Bu Sözleşmeye göre, soykırım, bir milli, etnik, ırki veya dini grubu, grup olarak, kısmen veya tümüyle, yok etmek kastıyla, aşağıdaki fiillerin işlenmesidir:

(a) Grubun mensuplarını katletmek;
(b) Grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zarar vermek;
(c) Grubun bedeni varlığının kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak;
(d) Grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler dayatmak;
(e) Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek.”

Sözleşmeyi B.M. Sekretaryası’nın sunduğu taslak metin üzerinden Ad hoc komite ile BM Genel Kurulu’nun hukuk işlerinden sorumlu VI. Komitesi müzakere etti. İleride bu Sözleşme’nin hükümlerini Ermeni olaylarını uygulayıp yorumlarken, müzakerelere atıflar yapılacağından, bu aşamada genelde Sözleşme metninin, özelde 2. maddenin kısa bir değerlendirmesiyle yetinece­ğim.

KORUNAN GRUPLAR

2. maddede zikredilen, Sözleşme ile koruna­cak grupların dörtle, yani milli, etnik, ırki ve dini gruplarla sınırlı olduğu görülüyor. Soykırım sözcüğünün mucidi Lemkin’in kendisi ‘siyasi gruplar’ın Sözleşme kapsamı dışında tutulmasını önerdi. 96(1) sayılı karardan farklı olarak hem si­yasi gruplar hem de”diğer gruplar” Sözleşme dışı tutuldu. Bu, çok önemli bir fark oluşturuyor. Zira tarihte en sık görülen ve en çok sivil ölümüne neden olan mücadeleler siyasi amaçlar güden gruplar arasında cereyan ediyor. Örneğin, Kam­boçya’da Pol Pot rejiminin yaptığı ve 2 milyona yakın sivilin hayatına mal olan katliamlar Sözleş­me’deki soykırım tanımının dışında kalıyor. Aynı şekilde Sovyetler Birliği’nde Ekim Devri-mi çerçevesindeki ölümler de soykırım sayılmı­yor. Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahke­mesi’nin birçok kararına göre, bazı istisnai fiiller hariç, Bosna-Hersek’te Sırpların etnik temizliği bile soykırım suçu dışına çıkıyor.

Siyasi grup tanımı içine, o grubun siyasetle uğraşan ya da silahlı mücadele veren unsurlarının yanında siviller de giriyor. Bu ilk bakışta ka­rışıklığa yol açıyor. Grubun siyasi grup olarak nitelenip sivillerin yok edilmesinin neden soykırım olmayacağı sorgulanıyor. Oysa bir gruba, siyasi amaçlarla yok edilmeye kalkışılması halinde, si­yasi grup deniyor. Yani iki grup arasında siyasi bir mücadele varsa, bu mücadelede bir grup diğeri aleyhine öldürme, yaralama, katliam, tehcir gibi fiiller işliyorsa, zarar gören gruba siyasi grup deniyor. Sorun bir tanımlama sorunu. Yoksa siyasi mücadelede sivil öldürme yine suç. Ancak bu suç soykırım değil.

96 (1) kararında grupların insanlığa yaptığı kültürel katkılara Sözleşme’de değinilmemesi kültürel soykırım kavramının da Sözleşme dışın­da kaldığını gösteriyor.

Sözleşme’de siyasi gruplara karşı yapılan eylemlerin ve azınlıkların kültürünün zorla yapılan asimilasyon sonucu yok edilmesinin soykı­rım suçu sayılmaması, Sözleşme’nin uygulama alanını iyice daralttı. Bu nedenle Sözleşme’nin kabul edildiği 1951’den 1992’ye kadar geçen süre içinde, birkaç fazla önemli olmayan istisna dışında uygulanamaması sert tepkilere yol açtı. Sözleşme’nin hiçbir işe yaramadığı söylendi. Buna karşılık, çoğunluğu tarihçi, sosyolog veya düşünürler, Sözleşme metnindeki soykırım tanı­mını geniş yorumlama yoluna gittiler. Araştırdıktan olaylarda önemli sayıda sivil nüfusun ölmüş olması halinde soykırım işlendiğini iddia ettiler. İkinci bir grup bilim adamıysa, Sözleşme’nin 2. maddesini genişletmek için yeni tanımlar önerdi. Her iki taraf da Sözleşme ile soykırıma karşı korunan dört grubun dışında kalan gruplara dönük katliamların zaten insanlığa karşı suç kavramı çerçevesinde korunmakta olduğunu görmezden geldiler. Zira uluslararası toplum, soykırımdan farklı olarak insanlığa karşı işlenen suçlara karşı aynı duyarlılığı göstermiyordu. Onların korunması için Nuremberg türü uluslararası mahkemeler kurmaya hazır değildi. Özetle, bu grupların barışta insan hakları hukuku, savaşta da insani hukuk ya da savaş hukuku çerçevesinde etkin koruması sağlanamıyordu. Sonuç olarak, soykırım tanımı bazı yorumcular tarafından savaş hukuku ve insan hakları konuları altında işlenen tüm ciddi suçları da kapsayacak şekilde genişletilmişti.

Bu durum Bosna-Hersek ve Rwanda’da cereyan eden olaylardan sonra kurulan iki uluslararası ceza mahkemesinin çalışmalarıyla büyük ölçüde değişti. İnsanlığa karşı suçlarla savaş suçları işleyenler cezalandırılmaya başladı. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ilişkin Roma Statüsü ise hukuktaki tüm boşlukları kapattı. İnsanlığa karşı suçların barış zamanında işlenebileceğine ilave olarak, bu suçların ve savaş suçlarının sadece devletlerarası savaşlarda değil, iç çatışmalarda da işlenebileceği kabul edildi. Roma Statüsü soykırıma ilişkin Sözleşme’nin 2.maddesini aynen alıp kendisinin 6.maddesi yaptı. Buna karşılık yeniden yazımdan geçen insanlığa karşı suçlara iliş km Roma Statüsü’nün 7.maddesiyle, eski Yugoslavya ve Rwanda için kurulan uluslararası mahkemelerin statülerindeki ilgili maddeler, Sözleşme’nin kapsamadığı diğer gruplara karşı işlenen katliam, mezalim ve tehcir vb suçlarını da içerdi.

KASIT

Suç iki kısımdan oluşuyor. Birincisi zihni veya sübjektif unsur ya da mens rea. Bu, suç fiilini işlemek niyeti, amacı ve iradesi anlamına geliyor. Diğeri suç filmin bizzat kendisi, maddi veya objektif unsur ya da actus reus. Sözleşme’nin 2.maddesinde zihni unsuru “yok etmek kastıyla” ibaresi temsil ediyor. Bu iradeyle işlenen fiiller ise (a)’dan (e)’ye kadar sayılıyor.

Sözleşme’nin en önemli özelliklerinden biri, soykırım suçunun oluşması için soykırım fiillerinin ancak dört gruptan birini yok etme iradesiyle işlenmesi gereği. Grup olarak yok etme iradesi ‘özel kasıt’ şeklinde olmak zorunda. Yani kuşkuya. meydan bırakmayacak, son derece belirgin biçimde ortaya çıkmalı.. Yok etme niyeti soykırım fiillerini işleyen veya işlenmesini sağlayanlarca açıkça beyan edilirse mesele kalmıyor. Şayet böyle açık bir sözlü ve yazılı beyan yoksa, soykırımın varlığı tartışmalı hale geliyor. Bazı hukukçular bu noktada fiillerin sonucuna bakmak gerektiğini vurgularken, bu fiiller sonucun da söz konusu gruba ilişkin ciddi sayıda ölümün vuku bulmuş olmasını yeterli sayıyorlar.

Ancak, adi suçlar için geçerli olan ‘genel kasıt’ yani filin sonucunu görüp, bu filin işlenmesinde filin sonucuna uygun bir kasıt güdüldüğü yolundaki basit yorum, soykırım filmin tanımlanması için yetersiz kalıyor. Öte yandan, soykırım yapanlar yok etme iradesini genellikle açıklamıyorlar. Soykırımı kanıtlamak için yok etme iradesine ilişkin yazılı ve sözlü açık kanıtlar bulunmaması halinde, ciddi sayıdaki ölümün dışındaki bazı unsurları da göze almak gerekiyor. Soykırım suçu çoğunlukla devletlerin ya da devlet gibi yaygın örgütlerin iradesiyle işlendiğin den, ‘özel kasıt’ şartının yerine gelmesi için suçun örgütlü bir güç tarafından işlenmiş olup olmadığına bakılıyor. Soykırım bir grup gibi çok sayıda kişinin yok edilmesi olduğundan bu örgütlü gücün çok önceden bir plan hazırlayıp hazırlamadığı önemli. Ayrıca bu örgütlü gücün planını örgütleyerek, eşgüdüm içinde, sistematik ve kit­lesel biçimde uygulaması lazım. 

Örgütlenmesi, uygulanması ve sonuçları açısından Yahudi soykırımı belki istisnai bir örnek olarak diğer durumlara uygulanamayabilir. Yahudi soykırımı için “nihai çözüm” kararı, 1941 Wansee toplantısında alındı ve suç Nuremberg mahkemesinde ikrar edildi. Ancak yok etme iradesi böyle açıkça ortaya çıkmasaydı bile, Yahudilere karşı çıkarılan ayırımcı yasalar, 1938’deki ‘Kristal Gecesi’ dahil düzenlenen ‘pogrom’ türü saldırılar, Yahudileri toplum dışına çıkarıp normal insan ihtiyaçlarının karşılanamadığı gettolar da yaşamaya zorlamalar, soykırımın öncüleri olarak görülebilirdi. Kaldı ki soykırımdan en az on beş yıl önce başlamış olan militan anti-semitizm akımı çerçevesinde Hitler’in ve Nazi ideologların söz ve yazılarında Yahudileri yok etme niyeti açıklıkla ortaya konuluyordu. Sırplarda ise, 1981 yılından itibaren etnik bakımdan homojen bir vatan toprağına.sahip olma söylemi yaygındı. Nitekim etnik temizlik kavramı Sırp paramiliter liderlerden biri olan Seselj tarafından icat edilmişti.

Soykırım için gerekli yok etme iradesinin varlığını ispat için, soykırım fiillerinin uygulan masından önceki döneme bakıp, bu iradenin oluşmaya başlayıp başlamadığını araştırmak gerekiyor.

Örgüt, plan ve örgütlü uygulamanın mevcudiyeti, yok etme kastının mevcudiyetine karine sayılıyor.

SAİK (MOTİF)

Suçun amacı yanında bu amacın nedeni de hayati önemi haiz. Buna motif ya da saik deniyor. Nuremberg İlkeleri 6(c)’de tanımlanan in-sanlığa karşı suçların “sivil halklara karşı siyasi, ırki ve dini nedenlerle” işlenmesi öngörülüyordu[4]. 96 (1) sayılı kararda ise soykırımın “dini, ırki, siyasi ve diğer herhangi bir nedenle” işlenebileceği kaydediliyordu[5]. Bu haliyle soykırımın saiki insanlığa karşı suçun saikinden bile geniş tutulmuştu. Bir başka ifadeyle, bir grupla mevcut dini veya siyasi ya da akla gelebilecek herhangi bir ihtilaf nedeniyle (saik) çıkabilecek bir silahlı mücadelede önemli sayıda sivilin öldürülmesi hem soykırım hem insanlığa karşı suç olabiliyordu.

Sözleşmedeki durum ise çok farklı. 2.madde, soykırımdaki yok etme kastını, belirtilen dört gruba inhisar ettirmekle kalmıyor, yok etmenin nedenini de yukarıda işaret edilen iki belgedeki nedenlere oranla, son derece daraltıyor. Sözleşme müzakerelerinde yok etmenin nedeni konusu uzun tartışmalara yol açtı. Bir çok ülke temsilcisi saikin kanıtlanmasının çok zor olduğunu; böyle bir Şart aranması halinde mahkemelerin soykırım suçuna karar vermelerinin imkansızlaşacağını; önemli olanın yok etme iradesiyle fiillerin işlenmesi olduğunu ileri sürdüler. Ancak Ad hoc komitede Lübnan temsilcisi saikin öne-mini vurguladı ve soykırımın ‘ırkçı nefretle’ bir grubu yok etme olduğunu söyledi. Ardından VI. Komitede yapılan müzakerelerde İngiliz ve Amerikan delegelerinin itirazlarına karşılık, ‘anti-faşist cephe’nin liderliğini yapan Sovyetler Birliği’nin ısrarı, çoğunluğun desteği ve Venezuela’nın aracılığıyla, dört gruptan birini, başkaca bir neden olmadan, sadece o grup olması nedeniyle yok etme amacına dönük fiillerin soykırım olması anlamına gelen “as such” ibaresi Sözleşme’nin 2. maddesine eklendi[6]. İlk bakışta gözden kaçabilen ve Türkçe karşılığı olmadığın dan açıklayıcı biçimde tercüme etme zorunluluğu yaratan bir ibare bu. Belki de bu nedenle tarihçiler tarafından hep ihmale uğruyor.

Soykırım suçunu işlerken saikin kolektif veya bireysel olma niteliğini göz önüne almak gerekiyor. Bir birey suç işlerken hedef grubun bir mensubunu sadece o gruba ait olduğu için öldürmeyebilir. Parasını ve malını almak, haset duymak, siyasi ihtirası olmak gibi saiklerle de hareket edebilir. Ancak soykırım kolektif bir suç. Soykırımın örgütleyicileri ve plancılarının ırkçı motifle hareket etmeleri, yani soykırım motifine sahip olmaları gerekli. Eğer bunlar gruba karşı ırkçı nefretle değil de başka saiklerle hareket ediyorlarsa, işledikleri suça soykırım denemiyor. Sonuç olarak, soykırım suçunun başarıyla kovuşturulabilmesi için sanıkların bir grubu grup olarak yok etmek nedeniyle nefret duyduklarının kanıtlanması gerekiyor. Soykırımın cezalandırılması bu tür suçlan kapsıyor. Başka saiklerle işlenen kolektif suçlar bunun dışında kalıyor. Bu bağlamda klasik soykırımlar Nazilerin Yahudi soykırımı ile Rwanda soykırımı oluyor[7].

Sosyolojik ve psikolojik olarak, bir grubu grup niteliği dolayısıyla yok etme iradesi zaten sadece ırkçılıkta, daha doğrusu ırkçılığın en yoğun en son aşamasında, ortaya çıkıyor.

Irkçı nefret duygusu somut bir ihtilafta tarafların birbirlerine karşı duydukları kızgınlıkla karışık doğal nefretten çok farklı. Bu, anti-semitizm gibi Batı Avrupa’daki ırkçı akımların 2 bin yıldır, ama aktif olarak da son bin yıldır Yahudilere duydukları, nedenleri kolay açıklanama yan yoğun ve marazi bir duygu kompleksi. Ön-yargıların hastalıklı biçimi. Naziler bu kültürün ürünü. Bu duyguyu anlayabilmek için kütüphaneler dolusu yayımlardan bir kaçını okumak yeterli[8]. Öte yandan Rwanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Akayesu davasına ilişkin belgelerinde Bantu kabilesi çiftçi Hutular ile kıtanın kuzeyinden gelen çoban Nilo-Hamitik Tutsiler arasındaki ırkçı ilişkilerin tarihine dair bilgiler de göz önüne alınabilir.

Dünyanın her yerinde ırksal duygular var. Bunlar hedef grupları derece derece rahatsız edebiliyor. Ancak grubun yok edilmesine varan, yani ırkçılık düzeyine çıkan ırkçılığa yalnızca Batı Avrupa ve onun kuzey Amerika, güney Afrika ve Avustralya’daki beyaz sömürgelerinde rastlanıyor[9]. Bu çerçevede 1206-48’lerde Katarlar’ın Fransa’da, 1492’de Yahudilerin İspanya’da, 16 ve 17. yüzyılda İnka, Aztek ve Maya uygarlıklarının mirasçısı yerlilerin İspanyollarca, 18 ve 19. yüzyılda Kızılderililer’in Amerikalılarca, 19-20.yüzyılda Hollandalı Boerlerin ‘apartheid’ rejiminin güney Afrika’da, aynı dönemde Avustralya yerlilerinin İngiliz kökenlilerce, soykırıma tabi tutulması sayılabilir.

Diğer uygarlıkları oluşturan toplumların da düşman saydıkları sivil nüfuslara mezalim yaptıkları görülüyor. Ancak bunlarda bir grubu grup olarak yok etme iradesine yol açan ırkçı nefret bulunduğu saptanamıyor. Özellikle İslam ve Türk uygarlıklarında soykırım uygulaması bulunmuyor. Aksi halde bu uygarlıkların yüzyıllarca yaşayan imparatorluklar kurmaları mümkün olamazdı. Unutulmaması gereken husus, Batı uygarlığına ait güçlü ülkelerin büyük teknolojik üstünlüğüne rağmen, kurduğu sömürge imparatorlukları bir yüzyıldan biraz fazla yaşayabildi.

Sözleşme’de soykırımın bir grubu grup olarak yok etmek amacıyla sınırlandırılması, başka amaçlarla sivil toplumlara dönük mezalimi dışarıda bırakıyor. Bu boşluk Nuremberg İlkeleri 6-c maddesinde yer alan insanlığa karşı suçların tanımının bu tür suçları kapsamasıyla gideriliyor. Bir yandan eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesi diğer yandan Rwanda Uluslararası Mahkemesi statüleri, nihayet Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü’nde bulunan insanlığa karşı suçlar maddeleri bu işlevi görüyor[10]. Böylece soykırım suçu, insanlığa karşı suçların mezalim kategorisinin içinden çıkmakla birlikte, onlardan ayrılıyor ve suçlar hiyerarşisi içinde en yüksek veya en aşağı yeri alıyor.

KISMEN VEYA TAMAMEN

Sözleşmenin 2. maddesinde bir grubun, kısmen veya tamamen, yok edilmesi amacıyla işlenen fiillere soykırım deniyor. Yani bu fiillerin soykırımı oluşturması için, bir grubun tümünü yok etmek gerekmiyor. Oysa bir grubu grup olarak yok etme iradesini doğuran ırkçı nefretin, grubun bir kısmını yok etmekle yetinmesi çelişkili görünüyor. 

Ancak, Naziler bile tüm Yahudileri yok edemediler. Savaşın başladığı yıla kadar Yahudilerin yaşam şartlarını olağanüstü zorlaştırarak Almanya’yı terk etmelerini sağladılar. Savaş başladıktan sonra kaçmak isteyenlere dahi izin vermediler ve Almanya içindeki tüm Yahudileri yok ettiler İşgal ettikleri yerlerdeki Yahudileri de sınır dışına atmak yerine soykırıma tabi tuttular.

Buradan iki çıkarsama yapılabilir: Naziler için bile bir grubu grup olarak yok etme saikinin kritik yoğunluğa ulaşması ancak savaş Şartlarında gerçekleşti. Veya Almanların Yahudilere erişme imkanı her şeye rağmen sınırlıydı. Erişebildiklerinin kaçmasına izin vermeden yok ettiler.

Sözleşme’nin yapıcıları, bu hükümle, muhtemelen, bir grubun tümünün yok edilmesini beklemeden, uluslararası toplumun soykırım yapıldığı sonucuna varmasını ve 1. maddede öngörülen soykırımın engellemesi ve cezalandırmasını zamanında sağlamayı amaçladılar.

HUKUKUN ERMENİ OLAYLARINA UYGULANMASI

21 Eylül 2000’de Amerikan Temsilciler Meclisi'nin 21 Eylül 2000’de Amerikan Temsilciler Meclisi'nin bir alt komisyonunda yapılan sunuşta (hearing) Ermeni yanlısı tarihçiler Türk arşivlerinin açılmasına artık ihtiyaçları olmadığını; mevcut bilgilerle Ermenilere soykırım yapılmış olduğu konusunda bir mutabakat hasıl olduğunu söylediler (The verdict is in). İddiaları bir bakıma doğruydu. Ama gerçek onların söylediklerinin tam tersiydi. Mevcut arşiv bilgileri soykırım yapılmadığını kanıtlamak açısından yeterliydi. Yeni arşiv bilgilerinin de mevcut bilgilerle çeliş kili olması mümkün değildi.

Aşağıdaki değerlendirme Ermeni olaylarının tarihi hakkında yeterli bilgiye sahip olunduğu varsayımıyla yapılıyor. Yine de olayların cereyan ettiği tarihi bağlama kısaca bakmakta yarar olabilir. 19. yüzyılda Rusya’nın Kırım ve Kafkaslara doğru genişlemesi bölgede yaşayan çoğunluğu Türk kökenli Müslüman nüfusu birbiri ardına gelen göç dalgaları ile Anadolu’ya sürdü. Göç edenlerin pek çoğu da yollarda öldü. Kafkaslarda Ermeniler Rus ordularının ilerlemesine yardım ettiler ve bunun karşılığında etnik olarak Türklerden temizlenmiş bölgelere yerleştirildiler. Bu sürgünler ve yeniden yerleştirmeler 20. yüzyılda bölgede bir Ermeni devletinin doğuşuna yol açtı. Ruslar güneye doğru genişlemeleri sırasında 1827-29, 1854-56 ve 1877-78 savaşları ile Doğu Anadolu’ya girdiler ve her defasında Ermeniler Rus ordularının ilerlemesine yardımcı oldular. Böylelikle gelecekte meydana gelebilecek etnik bir çatışmanın da tohumlarını ektiler. 

Balkan Savaşları 1912-13 yıllarında oldu. Osmanlılar Doğu Trakya hariç, tüm Avrupa topraklarını kaybettiler. Bu toprakların büyük bölümünde çoğunluktaydılar. Çok büyük sayıda Türk, Arnavut ve Pomak sivil nüfus hayatını kaybetti. Büyük bir grup da yerlerinden yurtlarından sökülüp Anadolu’ya doğru atıldı. Bir yıl sonra da imparatorluğun bekasının tayin edecek 1. Dünya Savaşı başladı Osmanlılar doğuda Çarlık Rusya’sının orduları, Çanakkale’de İngiliz ve Fransız donanmaları, güneyde Mısır, Suriye ve Irak cephelerinde de bunların ordularıyla savaşıyordu.

I.Dünya Savaşı’nın başlarında Anadolu’nun nüfusunun 17.5 milyon civarında olduğu hesaplanıyor. Bunun 1.3 milyonunun Ermenilerden, 1.4 milyonun Rumlardan, geri kalanın da Türk ve Müslümanlardan oluştuğu tahmin ediliyor[11]. Ermeni kilisesinin, Avrupa Katolik ve Protestan kiliseleri gibi, nüfus kayıtları tutmadığı biliniyor. Bu nedenle Ermenilerin verdiği abartılı istatistikler sağlıklı bir kaynağa dayanmıyor. Osmanlı istatistikleri doğruya en yakın olarak kabul ediliyor. Avrupa kaynaklı istatistikler de Osmanlı istatistiklerine çok yakın. İstanbul’da 1892’de kurulan, nüfus sayımından sorumlu idarenin ilk müdürü bir Türk olmakla birlikte, daha sonra Fethi Franco adlı bir Yahudi, 1 893-1903 arasın da Mıgırdıç Şınabyan adlı bir Ermeni ve 1908’den itibaren de bir Amerikalı tarafından yürütülmüş.

ERMENİLERİN SİYASİ HEDEF VE MÜCADELELERİ

Çoğu Ermeni, tarihçilerin büyük bölümü, 1915-16 olaylarının bir soykırım olduğunu; yani Ermenilerin bir siyasi grup olarak değil de, bir etnik ya da dini grup olarak, soykırım gibi bir tehcire tabi tutulduklarını kanıtlamak için, Ermenilerin terörizm de dahil siyasi amaçlı faaliyetlerinden ya hiç söz etmiyorlar ya da çok kısa geçiştiriyorlar. Bir kısmı da Osmanlı yönetiminin baskıcı olduğunu, buna karşı Ermenilerin kendilerini savunmak ve haklarına sahip olmak amacıyla siyasi faaliyetlerde bulunduklarını bildiriyor. Ermenilerin terör türü şiddete başvurması, Balkanlar’daki Hıristiyan halkların komitacıları, hajduk, klepsos ya da çetnikleri gibi, büyük ve zalim bir güce karşı, meşru savunma olarak hoş görülüyor[12].

Tarihsel olarak devletler hedef gruplara ırkçı saldırılar olmadığı sürece etnik çatışma başlatmazlar. Ancak, daha önce de açıklandığı üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nda ırkçılık yoktur. Etnik grupların imparatorlukları parçalamak suretiyle bağımsızlıklarını kazanmak üzere mücadele başlattıkları daha mantıklı bir varsayımdır. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın sonlarında görülen de budur.

Ermeniler de, bu Balkan kurtuluş mücadelesi modelini benimsiyorlar. Hıristiyan Balkan halkları gibi örgütlenip siyasi faaliyette bulunuyorlar. Aslında bunu fazla yadırgamamak da gerek. Zira Fransız devriminden sonra ortaya çıkan ulus-devletin hakim olmaya başladığı bir çağda, çok dinli ve uluslu bir imparatorluğa karşı bağımsızlık mücadelesi meşru sayılıyor. Ermenilerin de bu faaliyetlere giriştikleri açıkça görülüyor. Bu mücadelenin Şiddete başvurmadan başarıya ulaşması da imkansız. Tabiatıyla şiddetin savaş hukuku kurallarına uyması gerekiyor. Ancak imparatorluktaki Hıristiyan halkların silahlı faaliyetleri birçok ahvalde açıkça hukuku çiğniyor. Balkan modeli şiddet genelde komitacı denen terör gruplarının sivil Müslüman halka saldırarak Müslümanları misillemeye tahrik etmesi; Müslüman halkın misilleme yapması ya da yönetimin askeri önlem alması halinde de, Batı Avrupa’yı mezalim çığlıklarıyla müdahaleye davet etmesi şeklinde de işliyor. Büyük Hıristiyan güçler ya da Düvel-i Muazzama Osmanlı’nın Hıristiyan ahali lehine reformlar yapmasını dayatıyor. Bu reformlar yerel yönetim haklarından giderek otonomiye uzanıyor. Bir süre sonra belli bölgelerde Osmanlı egemenliği nominal hale geliyor ve ilk silahlı ihtilafta, dış müdahale ve yardımla bağımsızlığa kavuşuluyor[13] [14] [15] [16].

1880’lerde Hınçaklar siyasi ve silahlı mücadelelerinin amacı olarak Anadolu’nun doğusunda altı vilayeti kapsayan ve ‘vilayat-ı sjtte’ denen Erzurum, Van, Elaziz, Diyarbakır, Bitlis ve Sivas’ı kapsayan bölgede bir hayali Ermenistan kurduklarını açıkladılar. Bu, bugünün idari taksimatına göre Erzincan, Ağrı, Muş, Siirt, Hakkari, Bingöl, Malatya, Mardin, Amasya, Tokat, Giresun, Ordu, Trabzon’u da kapsıyordu.

Ermeniler bu mücadelelerinde başarılı olamadılar. Bu nedenle kendilerini daha şanslı olan Balkan Hıristiyan halklarıyla kıyaslayıp, mazlum ve mağdur hissedebilirler. Ancak soykırım tezini savunabilmek için, siyasi ve silahlı faaliyette bulunduklarını inkar ederek, Türklerin kendilerini durup dururken tehcire tabi tuttuğunu; aslında kendilerinin siyasi emelleri dahi olmayacak kadar masum olduklarını; bu nedenlerle Sözleşme’nin 2.maddesine göre, Türklerin kendilerine etnik-dini-ırki grup olarak tehcir yoluyla soykırım yaptığını iddia edemezler.

Tarih, Ermenilerin bağımsızlık için silahlı siyasi faaliyette bulunan bir siyasi grup olduğunu açıkça gösteriyor. Düşmanla birleşip hedeflerini gerçekleştirmek için silaha ve bu arada savaş hu kukunun ihlali olan sistematik terörist eylemlere başvuran bir siyasi gruba karşı mücadelede, askeri nedenlerle tehcire başvurulması hukuken soykırım tanımına girmediği gibi, bu süreçte işlenen suçlar da, ayrıca işlendikleri kanıtlanmış olsa dahi, soykırım değildir.

SAİK

Bir grubun siyasi emelleri nedeniyle siyasi grup olması, aynı zamanda milli, dini, ırki veya etnik grup olmasını etkilemez. Zira siyasi gruplar da diğer özellikleriyle, Ermeniler gibi, etnik, dini grup veya diğer bir grup olarak da nitelendirile bilirler. Ancak siyasi grup olmak, o grubun maruz kaldığı olayların, grup olmasından değil de siyasi nedenlerden kaynaklandığını gösterir.

Bir grubun siyasi ve silahlı faaliyette bulunduğu kanıtlandığı andan itibaren Sözleşme tarafından soykırıma karşı korunması gereken gruplar içinde bulunmasına imkan kalmıyor. Ermeniler adına hareket eden parti ya da benzeri kuruluşların, ilk adımda kolektif haklarının genişletilmesi anlamına reformlarla başlayıp, oradan otonomiye geçmek, sonra da bağımsızlığını gerçekleştirmek istediğini ve bu amaçla siyaset yaptığı ve terörizm de dahil silaha başvurduğunu Yukarıda kısaca. anlatmaya çalıştım. Söylediğim gibi, bu yönleriyle Ermeniler tehcir başlamadan önce siyasi bir grup oluşturuyorlardı.

Kaldı ki bir grubu grup olarak yok etme iradesinin ancak o grup mensuplarına karşı duyulan ırkçı nefretin yoğunlaşması sonunda ortaya çıktığını yukarıda soykırıma ilişkin hukuku anlatırken gördük. Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere karşı ırkçı nefretin duyulmadığı biliniyor. Aslında, Batı’daki anti-semitizm türü bir ırkçı nefrete İslam ve Türk toplumlarının tarihinde hiç rastlanmıyor. Örneğin, Almanya’da Yahudiler bağımsızlık için mücadele etmediler; teröre başvurmadılar; toprak istemediler; Alman­ya’nın savaş düşmanlarıyla işbirliği yapmadılar; Alman ordularını arkadan vurmadılar, lojistik yollarını kesmediler; nihayet terör örgütleriyle Alman sivilleri katletmediler. Alman toplumuna tümüyle entegre olmuş, 40 Nobel ödülünün 11’ini kazanmış, barışçı, uygar ve başarılı. bir grup, başka hiçbir neden yokken, sadece grup olması nedeniyle, önceden planlanarak, büyük bir örgütlenme sonucu sistematik ve kitlesel biçimde yok edildi.

Hitler başta, sayısız yazar derin bir Yahudi düşmanlığını yıllarca dile getirdiler. Anti-semitizm Holokost’tan on beş yıl öncesinden itibaren tehlikeli biçimde yükselmiş olmakla birlikte, ikinci binin başından bu yana aktif biçimde devam eden bir akımdı. Genelde Batı Avrupa, özelde Almanya’da veba gibi epidemiler, sel ve deprem gibi doğal afetler ve savaşlarda yenilgilerden sonra toplumların içindeki Yahudilere saldırıldığı, mensuplarının öldürüldüğü, mallarının yağmalandığı görülüyordu. Yani Hıristiyan toplumlar başlarına gelen felaketlerden Yahudileri sorumlu tutuyorlardı. Yahudileri, Tanrı sayılan İsa’nın öldürülmesi nedeniyle, tanrı-katili (deicide) olarak suçluyorlardı. Bu nedenle onları Deccal olarak görüyorlardı. Anti-semitizmin birçok yönünü açıkça gösteren binlerle belge ve yayın mevcut. Akılcı olması beklenen Rönesans yazarları içinde bile Yahudi düşmanları vardı. Aydınlık çağında romantik yazarlar arasında anti-semitizme sık sık rastlanıyor. Geçen yüzyılın en büyük filozoflarından Heidegger’in ve ünlü psikiyatrist Jung’un bile anti-semit olduğu biliniyor. 

Buna karşılık Osmanlı’da böyle bir anti-Ermenizm hiç olmadı. Onları aşağılayan, insan altı ırk olduklarını ileri süren bir biyolojik akım ve bunun tamamlayıcısı sosyal Darwinizm bulunmuyordu. İslam’da Hıristiyanlar ‘ehli kitap’ sayıldığından, Hıristiyanların Yahudilere yönelttikleri suçlamaların benzeri Müslümanlarca Hıristiyanlara karşı hiç yapılmadı. Doğa ve insan kaynaklı felaketlerde Ermenilerin veya diğer Hıristiyan gruplar günah keçisi olarak hiç kullanılmadılar. Tersine, Ermeniler ‘millet-i sadıka’ diye vasıflandırıldılar. Kamu alanında da aktiftiler. İçlerin de merkezi idarenin yüksek kademelerinde yer alan memurların yanında, kaymakam, paşa, vali, büyükelçi, hatta dışişleri bakanı olarak Türkiye’yi temsil eden çok sayıda insan vardı. Misyonerler tarafından XIX.yüzyılın başından itibaren açılan okullarda eğitildiklerinden, kısa zamanda zenginleştiler ve imparatorluğun ekonomisine hakim oldular. Yahudiler gibi bazı mesleklerden men edilmediler. Gettolarda yaşamaya mahkum edilmediler. En müreffeh sınıfı oluşturdukları halde, haset ve kıskançlıktan ‘pogrom’lara maruz kalmadılar. 

Bu şartlar altında Ermenilerin grup olduklarından dolayı ırkçı nefretle yok edildikleri söylenemez. Bu durumda tehcirin ardındaki saikin saptanması önem kazanıyor. Bu saik Ermenilerin, Ermeni olmalarının dışında bir başka nedene, örneğin askeri ve siyasi bir nedene dayanıyorsa, bu soykırım kavramına girmez.

Olanları anlayabilmek için yakın tarihe kısa bir bakış atmakta yarar olabilir. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının sonunda Yeşilköy’de imzalanan San Stefano Antlaşması’na göre Balkanlar’da Ege ve Karadeniz’e sahildar olan ve Makedonya’yı da içine alan büyük Bulgaristan bağımsız bir devlet oluyordu. Bu ülke, savaş sırasında. 260 bin sivil Türkün ölmesi ve 515 binin de ülkeden atılması sonucu nispeten daha homojen bir nüfusa kavuşuyordu. Aynı şekilde savaş sırasında Erzurum a kadar ilerleyen Rus ordularından kaçan 70 bin Türk doğu Anadolu’ya sığınmıştı. Bu bölgede ölen sivil halkın sayısı ise bilinmiyordu[17]. Antlaşma’ da ayrıca Osmanlı topraklarındaki Ermeniler için “reform” yapılması öngörülüyordu. Yeşilköy’e gelmiş olan Grandük Nikola’yı ziyaret eden Ermeni patriği Narses’in talebi üzerine reforma ilişkin bir madde antlaşmaya ilave edildi. Ermeniler böylece Rusya’nın himayesine girdiler. O güne kadar Tanzimat ve Islahat Fermanları ile yapılması istenen reformlar, tüm Hıristiyan tebaayı hedef alıyordu. Bu kez bir grubun tek başına reform. konusu olması ve bunun Rusya tarafından denetlenmesi söz konusuydu.

Diğer büyük devletlerin Rusya’nın tek başına sağladığı bu ödünleri kabul etmemesi üzerine yapılan Berlin Kongresi’nde Bulgaristan’ın boyutları küçültüldü. Ama yurtlarını terk eden Türklerin geri dönmesi sağlanmadı. Ermeni konusunda öngörülen reformlar ise teyit edildi. Ancak uygulamanın denetlenmesini büyük ülkeler birlikte üstlendiler. Anadolu’da Ermeni nüfusun bulunduğu. yerlerde konsolosluklar açtılar. Tehcire kadar geçen 30 yıllık süre içinde Ermenilerin siyasi ve silahlı faaliyetleri, büyük devletlerin bu himayesinin yarattığı Ermeni yanlısı Şartlarda gelişti. 

1912-13 yıllarında bir yanda Osmanlı İmparatorluğu, öte yanda Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan arasında Balkan Savaşları oldu. Bu sa­vaşlarda 1,450,000 Türk, Arnavut ve Pomak Müslüman öldü; 410 bini ise saldırgan orduların önünden kaçarak, yakılan yıkılan yerleşim birimlerini geride bırakarak, bombardımanlar altında Anadolu’ya doğru sürgün edildi. Böylece Türklerin 500 yıldır vatanı olan, çoğunlukta oldukları bir çok yerde Türk ve Müslüman varlığı sona erdi. Yılların biriktirdiği kültür varlıkları tahrip edildi. I. Dünya Savaşı patladığında yüz binlerle mültecinin gelişinden henüz bir yıl geçmişti.

Osmanlılar Taşnak liderleriyle Ağustos 1914’te bir toplantı yaptılar. Ermenilerden sadık Osmanlı vatandaşları olarak hareket edeceklerine dair söz aldılar. Ancak iki ay önce Erzurum’da yapılan gizli bir Taşnak toplantısında, savaştan bilistifade Ermenilerin Osmanlı devletine karşı geniş bir ayaklanma yapması kararlaştırılmıştı. Papazyan’ın da bilahare teyit ettiği gibi, Ermeniler sözlerinde durmadılar ve Rus çıkarlarına hizmet ettiler.

Rus Ermenileri de Osmanlı’ya saldıracak Rus ordularında yerlerini aldılar. Eçmiadzin Katolikos Rusların Kafkasya genel valisini, “Rusların Osmanlıların Ermeniler için reform yapmasını sağlamalarına karşılık, Ermenilerin Rus savaş çabalarını kayıtsız Şartsız destekleyeceği”ni temin ediyordu[18]. Daha sonra, Rus çarı tarafından Tiflis’te kabulünde Katolikos Çar’a “Ermenilerin kurtuluşu Anadolu’da Türk hakimiyetinin dışında otonom bir Ermenistan’la sonuçlanacak ve bu Rusya’nın yardımıyla geçekleşecek” dedi[19]. Mart 1915’te Rus kuvvetleri Van’a doğru harekete geçtiler. 11 Nisan günü Van Ermenileri isyan etti ve Müslüman halka saldırdı. 21 Nisan günü Çar II. Nikola Van Ermeni Devrimci Komitesi'ne bir telgraf çekerek, “Ruslara hizmetlerinden dolayı” teşekkür etti. Amerika’daki Ermeni gazetesi Gochnak 24 Mayıs tarihli sayısında “Van’da sadece 1 ,500 Türk” kaldığı müjdesini veriyordu.

Osmanlı sınırını aşan Rus ordusu içindeki Ermeni güçlerine, devrimci ismi Armen Garo olan eski Osmanlı milletvekili Karekin Pastırmacıyan kumanda ediyordu; Diğer bir eski milletvekili Hamparsum Boyacıyan, Murat kod adıyla, Türk köylerine saldıran ve sivil nüfusu katleden gerilla gücünün başındaydı. Yine bir eski milletvekili Papazyan Van, Bitlis ve Muş bölgesinde çarpı Şan gerillaların lideriydi.

Osmanlı yönetimi Ermeni patriği nezdinde sonuçsuz kalan bir uyarıda daha bulunduktan sonra 24 Nisan günü Ermenilerin entelektüeller dediği , komitacı liderleri tutuklamaya başladı.

Bu gelişmelerden tehcir kararının nedeni açıkça görülüyor. Ermenilerin Rus ordusuyla işbirliğine başlaması; Van’da isyan çıkarması; Er-meni gerillaların civar illerde etnik temizliğe girişmesi, Osmanlılar için, bilinen eski bir hikayenin tekrarı niteliğindeydi. Balkanlar’da Ruslarla birlikte Balkan Hıristiyanların yaptığı gibi, bu kez Rus ordularıyla birlikte hareket eden Ermeniler, bölgedeki Türk ve Müslümanları etnik temizliğe tabi tutmaya, katletmeye, yerlerini yurtlarını yıkmaya başlamıştı . Ermenilerin önce bu askeri faaliyetlerine, sonra da siyasi emellerini gerçekleştirmelerine imkan vermemek amacıyla imparatorluğun doğu cephesinden uzak bir bölgesine taşınması kararlaştırıldı.

3.Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEK ( TIKLAYINIZ )


.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder