7 Kasım 2020 Cumartesi

Devletler Hukukuna göre Ermeni Sorunu BÖLÜM 1

 Devletler Hukukuna göre Ermeni Sorunu BÖLÜM 1 



II. Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu  

Devletler Hukuku, Ermeni Sorunu, Osmanlı İmparatorluğu,İngiliz, Fransız, Rus,Gündüz AKTAN,

Devletler Hukukuna göre Ermeni Sorunu




Gündüz AKTAN *
* Emekli Büyükelçi.

--------------------
 
GİRİŞ

1915-1916 yıllarında yani 1. Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda vuku bulan Ermeni olayları konusunda çok yazıldı. Bu konuda yazılanların 26 binden fazla olduğu hesaplanıyor. Büyük çoğunluğu Ermeni olan yazarların daha ziyade tarihçi oldukları ve Ermeni olaylarını soykırım olarak niteledikleri görülüyor. Türk yazarların hemen tümü de konuya tarih açısından yaklaşmış ve tehcirin soykırım olmadığını savunmuşlar.
Konunun duygu yüklü oluşu, yayımlara taraf-sız bir tarih görüşünün hakim olmasını güçleştirmekle birlikte, dikkatli bir okuyucunun olayların tarihi hakkında yeterli bilgi edinmesi için ortada yeterli yayım bulunduğuna kuşku yok. Türkiye’deki ve Ermenistan’daki arşivlerin açık olmadığı ya da bunlara erişimin tam olmadığı yolundaki iddialara rağmen, olayların niteliğini değerlendirmek için yeterli arşiv çalışmasının yapılmış ve yayımlanmış olduğu da söylenebilir.
85 yıl önce cereyan etmiş olayların anlaşılması için tarihi çalışmalar olmazsa olmaz nitelikte. Ancak uluslararası hukuk alanında eğitim ve tecrübesi yoksa, tarihçi bu olayların soykırım olup olmadığı konusunda yargıda bulunamaz. Görülen o ki, tarihçiler başta olmak üzere, bu konular üzerinde çalışan sosyolog ve siyaset bilimci gibi akademisyenlerle düşünürler, önemli sayıda ölümle sonuçlanan olayları soykırım olarak nitelemek eğilimindeler[1]. Oysa soykırımın, uluslararası bir suç olarak, ancak hukukçular tarafından değerlendirilmesi mümkün.
Konuya ilişkin hukuki çalışmalar yok denecek kadar az. Bu durumun çeşitli nedenleri var. Türklerin hukuka fazla ilgi duymadıkları biliniyor. Ermenilerin hukuku kasten ihmal etmelerinin nedeni, hukuki değerlendirmelerin, soykırım iddialarını güçlendirmekten ziyade zayıflatma olasılığının daha yüksek olması. Ermeni taraftarı yazarlar olayların trajik niteliğini vurgulamak ve soykırım suçlamasını kolayca yapabilmek için tarihi yaklaşımı yeğlemişler. 1948’de oluşturulan ve 1951’de yürürlüğe giren ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin (bundan böyle Sözleşme) 1990’ların ortasına kadar ciddi biçimde kullanılmaması veya kullanma fırsatının çıkmamış olması nedeniyle gelişmiş bir içtihadın da bulunmaması, hukuki yolun tercih edilmemesinin bir nedeni olabilir. Nihayet, Sözleşme’nin kabulünden yaklaşık 40 yıl öncesinin olaylarına uygulanmasındaki güçlükler de ortada. Sözleşme öncesi dönemde mevcut olmayan ve Sözleşme tarafından oluşturulan ‘soykırım’ dahil bir çok kavramın, geriye dönük uygulanması hukukla bağdaşmadığından konu hukukçuların ilgisini çekmemiş olabilir.
Buna rağmen bazıları geçmiş olayları soykırımla tanımlayabildiğine göre, sanki bu olaylar bugün oluyormuş ya da soykırım hukuku o günlerde de geçerliymiş gibi bir tür spekülatif yaklaşım yine de yararlı görülebilir. Bu makalede böyle bir yaklaşım benimseniyor.
Konunun hukuk yönüne yeterince ağırlık verebilmek için, okuyucunun konuya ilişkin tarihi belli ölçüde bildiği varsayılıyor ve tarihi verilere hukuki değerlendirmelerin gerektirdiği kadar değiniliyor.

SÖZLEŞME’YE KADAR HUKUK

1648 Westphalia devletler sistemine göre devlet egemenliği mutlak ilkeydi. İçişlerine karışılamazdı. Azınlıklar devletlerin iç işiydi. Devletler ülke içinde vuku bulan olaylarda iç mevzuatı uyguluyorlardı. Uluslararası suç kavramı yoktu. 1839 Tanzimat Fermanı’nı takiben Osmanlı azınlıkları uluslararası anlaşma ve antlaşmalara konu olmuştu. Bu istisnai bir durumdu. Bir yandan çok kültürlü ve çok milletli Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı Avrupa ulus-devletleriyle mücadelesinde zayıf düşmesinin, öte yandan da Batı’nın Balkanlar’daki Hıristiyan azınlıkları desteklemeyi dış politikasının bir unsuru haline getirmesinin sonucuydu.
Ermeni tehciri 1915 yılının Mayıs ayında başladığında, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşmakta olan İngiliz, Fransız ve Rus hükümetleri 24 Mayıs 1915’te yayınladıkları ortak bildiride “...Türkiye’nin insanlığa ve uygarlığa karşı bu yeni suçları karşısında, müttefik hükümetler, Osmanlı hükümeti mensuplarını ve katliama katılan memurlarını şahsen sorumlu tutacaklarını Bab-ı Ali’ye alenen bildirirler.” denmekteydi. Buna karşılık, Türk sempatizanı olmadığı bilinen Amerikan Dış İşleri Bakanı Robert Lansing’in “askeri harekat bölgesinde olması halinde” Türk hükümetinin Ermenileri tehcire (deport) “az veya çok hakkı olduğu”nu söylediği de biliniyor. Öte yandan 1912-13 Balkan savaşları sırasında 1907 Lahey Kurallarını ihlal suretiyle işlenen savaş suçlarını araştıran bir raporda, özellikle Türklerin başına gelen facialar karşısında insanlığa karşı suçlardan söz edilmemesi manidar olmalı[2].
1907 Lahey kuralları bir ülkenin savaşta işlediği suçlarla ilgiliydi. Kendi ülkesinde işlediği iddia edilen suçlara uygulanması öngörülmüyordu. Barış Konferansı’nda Yunan Dışişleri Bakanı’nın yeni bir insanlığa karşı suç ihdas edilerek Ermeni katliamının yargılanması önerisine, Başkan W. Wilson’un ex post facto hukuk olacağı gerekçesiyle önceleri itiraz ettiği biliniyor. Amerika böyle bir suç oluşturulmasına karşıydı. Almanya ile ilgili Versailles Antlaşması’nda bir uluslararası mahkeme kurulacağı belirtildi. Bu, tarihte ilk kez vuku buluyordu. Ama Hollanda kendisine sığınan Kayser II. Wilhelm’i iade etmediğinden yargılama gerçekleşemedi.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevres Antlaşmasında Osmanlı İmparatorluğu, söz kon usu suçlarla ilgili olarak, Türkiye’de yapılacak bir mahkemeye razı oldu (m. 226). Mahkemeyi oluşturmak galiplere bırakılıyor; istenen kişilerin yakalanıp mahkemeye teslimi taahhüt ediliyordu. Savaş sonunda işgal altındaki İstanbul’da kurulan Nemrut Mustafa divan-ı harbi, Malta’ya götürülen sanıkların, İngiliz Kraliyet savcısının kanıtları yetersiz bulması sonucunda salıverilmeleri, hep tarihçiler tarafından bilinen hususlar. Sevres yerine 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması geçti. Bunda 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen tüm suçların affı için bir bildiri yer aldı.
Bilindiği gibi, soykırım II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının ‘nihai çözüm’ adı al-tında Yahudileri yok etmesiyle gerçek boyutlarına kavuştu. ‘Genocide’ sözcüğü bir Polonya Yahudisi olan Raphael Lemkin tarafından icat edildi. Lemkin daha öğrenciyken, bir soykırım saydığı Ermeni olaylarına ilişkin sanıkların yargılanmasını yakından izlemişti. Lemkin’in soykırım anlayışı çok genişti. Azınlıkların siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, moral, fizik ve biyolojik olarak yok edilmesini kapsıyordu. Sonradan gelişen hukuk, her grubun değil, sadece bazı grupların ve sadece fizik ve biyolojik olarak yok edilmesi amacıyla işlenen fiilleri soykırım saydı. Yani Lemkin’in tanımını çok daralttı.
1940’ların başında Nazi’lerin Yahudilere yaptıkları henüz tam açıklığıyla bilinmediğinden, özellikle İngiltere ve Amerika, Almanya sınırlan içinde işlenen suçların bir uluslararası mahkemede ele alınmasından yana değildiler. Buna karşılık Almanya’nın ülke dışında, işgal ettiği ülkelerde işlediği fiillerden dolayı sorumluların yargılanmasını savunuyorlardı. Böylece ulus-devlet egemenliğine saygı devam edecekti. Zira savaş hukuku sadece savaş sırasında ülke dışındaki sivillere karşı işlenen suçlardan dolayı bir ülke sorumlularının uluslararası yargıya tabi olmasını öngörüyordu. İnsanlığa karşı suç kavramı doktrinde tartışılmakla birlikte, ülke içinde işle-nen suçları kapsayacak şekilde henüz devletler hukukuna girmemişti.
Almanların Yahudilere yaptıkları yavaş yavaş ortaya çıktıkça, ülke içinde işlenen suçlar için de sorumluların yargılanması görüşü ağırlık kazanmaya başladı. 1941 ‘de başlayan çalışmalar 1945’te Amerika’nın Londra Konferansı’na sunduğu bir öneriyle yeni bir aşamaya ulaştı. Bunda Lahey sözleşmelerinde yer alan ‘Martens Hükmü’nden yararlanıldı. Böylece, bir suç önceden açıkça tanımlanmamışsa, ‘uygar halkların teamülü, insanlık hukuku ve kamu vicdanının emirlerinden çıkan milletlerin hukuk ilkeleri’nin uygulanması öngörüldü. Ancak ‘Martens Hükmü’ bir savaş hukuku kavramı olduğundan, ülke içinde işlenen suçların yargılanması, saldırı kavramıyla yani savaşı başlatmayla ilişkilendirildi. Böylece savaşa atıf, iç işlerine karışmanın mazereti oluyordu. Londra Konferansı’nın tutanakları incelendiğinde, Almanya’nın iç işlerine karışmanın ilerde kendi iç işlerine de karışmaya emsal oluşturmasına karşı, özellikle Amerika’nın ne denli hassas olduğu görülüyor.
Alman savaş suçlularını, bu arada Yahudi soykırımından sorumlu olanları yargılayacak Nüremberg Mahkemesi’nin aynı adla anılan ilkeleri bu anlayış çerçevesinde oluşturuldu. İlkelerin 6 (a) olanına göre,
a. Barışa Karşı Suçlar
(i) Uluslar arası anlaşmaları, antlaşmaları ve teminatları ihlal ederek, bir saldırı savaşı yapmak veya planlamak, hazırlamak ve başlatmak;
(ii)(i)’de sözü edilen fiilleri gerçekleştirmek için ortak bir plana veya entrikaya katılmak
b. Savaş Suçları
(i) İşgal edilen arazinin sivil nüfusunun veya bu arazide yaşayan sivil nüfusun katli, kötü muameleye tabi tutulması, köleleştirilmesi veya herhangi bir nedenden dolayı sınır dışı edilmesi, savaş esirlerinin veya denizde bulunan insanların katli veya kötü muameleye tabi tutulması, rehinelerin öldürülmesi, özel veya kamu mülkünün yağma edilmesi, şehirlerin, kasabaların veya köylerin nedensiz yere yıkıma uğratılması veya askeri gerekçelerle haklı gösterilemeyecek şekilde zarar verilmesini içeren fakat bunlarla sınırlı kalmayan savaş hukuku ve teamüllerinin ihlalleri
c. İnsanlığa Karşı Suçlar
Barışa karşı suçlar veya savaş suçları ile ilişkili olarak işlenmesi kaydıyla, katil, yok etme, köleleştirme, göçe zorlama ve sivil bir topluma karşı işlenen diğer insanlık dışı fiillerle, siyasi, ırki veya dini nedenlerle yapılan mezalim.
İnsanlığa karşı suç tanımından da görüleceği üzere, Yahudilere karşı işlenen suçlar Almanya’nın içinde işlenmiş olsa dahi, yargı konusu olabilecekti. Tek şart bu suçların savaşla ilişkili olarak savaş sırasında işlenmiş olmasıydı (nexus). Böylece galipler bir ülkenin iç işlerine karışmak için, o ülkeyle bir savaş olması gerekçesini aramaktan vazgeçemediler. Yahudilerin ve diğerlerinin, tarihin görmediği bir vahşetle yok edilmesi dahi, bir ülkenin içinde işlenen suçların, kendi başına uluslararası yargıya konu olmasına yetmemişti. 0 sırada sözcük olarak bilinmesine rağmen soykırım kavramı Nuremberg ilkeleri arasında sayılmadı; insanlığa karşı suçlar kavra mı soykırımı da içerdi. Soykırım henüz bağımsız bir suç kategorisi olacak kadar açıklık ve kesinlik kazanmamıştı.
Nuremberg Mahkemesi Ekim 1945’te 24 Nazi sanık hakkında iddianamenin okunmasıyla başladı. Bir yıl sonra on dokuz sanığın hüküm giymesi ve on ikisinin idamıyla sonuçlandı. Savcı yargılama sırasında zaman zaman soykırım sözcüğünü kullandı; ama mahkeme kararın-da bu suça atıf yoktu.

B.M. GENEL KURULU 96 (1) SAYILI KARARI

Soykırımın yer aldığı ilk hukuki nitelik taşıyan belge, BM Genel Kurulu’nun 1946 Aralık ayında, Nuremberg Mahkemesi sonuçlandıktan kısa bir süre sonra, yaptığı ilk toplantısında aldığı 96 sayılı karardı.
Bu kararın amacı, sonuncu işlem paragrafın da belirtildiği gibi, soykırım konusunda ECOSOC’un bir yıl içinde bir sözleşme taslağı hazırlamasının istenmesiydi. Ancak bu arada, Genel Kurul soykırımdan ne anladığını da açıkladı.
Soykırım, insan gruplarının, grup olarak tümüne yaşama hakkı tanımamaktı. Bu, kişiye yaşama hakkı tanımamaya benzetildi. Yaşama hakkına yapılan bu atıf, bilahare insan haklarıyla soykırım arasında bir bağ oluşturdu. Zira soykırımda esas olan kişilerin katledilmesiydi.
Soykırımın, bu insan gruplarının insanlığa yaptığı kültürel ve diğer katkılarının kaybına yol açtığı belirtildi. Böylece Lemkin’in önem verdiği kültürel soykırım kavramı kısmen metne girmiş oldu.
Soykırıma tabi tutulan gruplar, ırki, dini, siyasi ve diğer gruplar olarak sayıldı. Böylece tüm insan gruplarının soykırıma uğrayabilecekleri kabul edilmiş oldu. Soykırım, bir grubun tümünün olduğu gibi, bir kısmının yok edilmesini de kapsadı. Kararın belki de en önemli yanı, soykırımın devletler hukukuna göre bir suç sayılmasıydı.
Bu, bir ülke içinde işlenmiş olmasının, devlet egemenliği ilkesi çerçevesinde iç işleri olarak sayılmasına ve uluslararası kovuşturmadan kurtulmasına imkan vermemeyi amaçlıyordu. Soykırım suçunu işleyenlerin, özel veya kamu memuru ya da devlet adamı olmasına bakılmadan cezalandırılması kabul edildi.
Soykırım hukuku henüz gelişmemiş olduğundan, kaynak olarak ‘ahlaki hukuka’ (moral laws) aykırılığı vurgulandı ve uygar devletlerin soykırımı kınadığı bildirildi.
Soykırımın gerekçesi ya da soykırım yapanın amacı olarak, soykırıma maruz gruplarla örtüşmek üzere, “dini, ırki, siyasi ve diğer nedenler” sayıldı. Bu açıdan Nuremberg ilkeleri arasındaki insanlığa karşı suç çerçevesinde yer alan 6 (c)’deki tanım “diğer nedenler”in ilavesiyle daha da genişletilmiş oldu.
Bu kararda, siyasi grupların soykırıma uğrayabileceği hükmü, siyasi mücadele yapan, örneğin sol ideolojik amaçla silaha başvuran veya bağımsızlık için mücadele eden grupların içindeki sivillerin, kısmen dahi olsa, önemli sayıda katledilmesi halinde soykırım işlenmiş olacağını gösteriyordu. Bu haliyle Nuremberg ilkeleri içindeki insanlığa karşı suç kavramı hemen tümüyle soykırım sayılmış olmaktaydı. Ancak, bu karar soykırımla savaş arasındaki bağı ortadan kaldırıyordu. Yani soykırımın savaş sırasında olduğu gibi barış döneminde de işlenebileceği kabul ediliyordu. Öte yandan, soykırım, savaşan ülkenin işgal ettiği yerlerde işlenebileceği gibi, o ülkenin kendi sınırlan içinde de işlenebiliyordu.
Böylece hangi nedenle, zamanda ve yerde olursa olsun, ciddi sayıda insan ölümü soykırım suçu sayıldı.

SÖZLEŞME

Soykırım Sözleşmesi 9 Aralık 1948’de kabul edildi; 12 Ocak 1951 ‘de de yürürlüğe girdi. Soykırım suçu Sözleşme’nin 2. maddesinde tanımlanıyor[3]. Maddenin uzman olmayan bir çevirisini aşağıya kaydediyorum:
“Madde 2. Bu Sözleşmeye göre, soykırım, bir milli, etnik, ırki veya dini grubu, grup olarak, kısmen veya tümüyle, yok etmek kastıyla, aşağıdaki fiillerin işlenmesidir:
(a) Grubun mensuplarını katletmek;
(b) Grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zarar vermek;
(c) Grubun bedeni varlığının kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak;
(d) Grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler dayatmak;
(e) Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek.”
Sözleşmeyi B.M. Sekretaryası’nın sunduğu taslak metin üzerinden Ad hoc komite ile BM Genel Kurulu’nun hukuk işlerinden sorumlu VI. Komitesi müzakere etti. İleride bu Sözleşme’nin hükümlerini Ermeni olaylarını uygulayıp yorumlarken, müzakerelere atıflar yapılacağından, bu aşamada genelde Sözleşme metninin, özelde 2. maddenin kısa bir değerlendirmesiyle yetinece­ğim.

***

22 Ekim 2020 Perşembe

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 3

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 3





İngiliz istihbaratı da Kemal’in Pan-İslamist politikalarından haberdardır ve bölgeden düzenli raporlar gönderilmektedir. 28 Aralık 1919 tarihli bir rapora göre, 
M. Kemal her fırsattan yararlanarak Halep, Şam ve diğer şehirlerde bildiriler dağıttırmakta, Müslümanların aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırarak 
birleşmeleri ve silahlarını Fransızlara karşı çevirmeleri çağrısında bulunmaktadır. Türk savaşçılarının “yakında Arap kardeşlerinin ziyaretine geleceklerini, 
düşmanı [birlikte] defedeceklerini ve ... din kardeşi olarak yaşamak” gerektiğini söylemektedir.  17 Ocak 1921 tarihli bir başka rapor Kemal’in, “[Türk] 
ordusunun başarılarından... Halep ve Şam halkları ile birleşerek Suriye'nin güneyine doğru ilerlemekten” bahsettiğini aktarmaktadır.  Eklemek gereksizdir ki, 
tüm bu dönem boyunca Mustafa Kemal hakkında, onun İttihatçı olduğu ve Pan-İslamist politikalar yürüttüğü konusunda Batı Basınında bolca yayın da 
yapılmıştır. 
Görüldüğü gibi, Türkiye’nin gerek geçmişte gerekse bugün bölgede izlediği politikalar ve de Batı’nın geçmişte ve bugün gösterdiği tepkiler arasında büyük 
farklar yoktur. Ve bu siyaset, ‘silahın gücünün yettiği kadar sınırları genişletmek’ olarak formüle edilebilir. Ortadoğu’da şu anda yaşanan koşulların büyük 
ölçüde Birinci Cihan harbi sonrası dönemi andırıyor olması, bu benzerliğinin önemli bir nedenidir. Bilindiği gibi, bölge sınırları, bu harbin sonunda bir tarafını 
Türkler ve Bolşeviklerin diğer tarafını İngiliz ve Fransızların oluşturduğu iki blokun çatışması ile belirlenmişti. Sovyetlerin çökmesi, ABD’nin Irak’a müdahalesi 
ve Suriye iç savaşı ile birlikte bölgede sınırlar yeniden açık ve sorgulanır hale geldi. Ve bugün yine bir tarafta Türkiye ve Rusya ve diğer tarafta Batı Blokunun olması tesadüf değildir.

Erdoğan, kurmakta olduğu devletin sınırlarını, M. Kemal’in izinden giderek ve onun deyişiyle, “kuvvet ve kudretle tespit edilecek” kadar geniş tutmaya 
çalışarak çizmeye çalışmaktadır ama aralarında bir farktan da bahsetmek gerekirse, Türkiye bugün geçmişine göre çok daha kuvvetlidir ve 1920 Misakı 
Milli sınırlarına kısmen ulaşma şansına daha fazla sahiptir. Tayyip Erdoğan bu nedenle Misak-i Milli yeminini ve Lozan antlaşmasını bilerek tartışmaya açmıştır. 
2016 Ekim’inde söylediği şu sözler çok anlamlıdır: “Maalesef [Lozan’da] hem batı hem de güney sınırlarımızda Misak-ı Milli hedeflerimizi koruyamadık. 
Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir. Bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. 
Asıl vahimi, zorunluluklardan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. 

Bu anlayışı reddediyoruz.”  Erdoğan, Lozan’ın “zafer diye yutturulmaya” çalışılmasına karşı çıkar.  Ona göre, “Ülkemizin güney sınırında [Suriye sınırında] 
yaşanan güvenlik sorunlarının sebebi Misak-ı Milli'den taviz verilmesidir.”  İşin özeti şudur ki, “İslami-Muhafazakar” blok, “Batıcı, laik ve modern” blok’a, 
Misaki Milli konusunda “sizin yapamadığınızı biz yapacağız”, der gibidir.
Erdoğan’a yönelik, yüzünü Batı yerine doğuya çevirdiği eleştirilerini ayrıca ele almaya gerek yok. Türk yönetici elitlerinin Batı ve NATO tercihi esas olarak 
İkinci Dünya savaşı koşullarında verilmiş pragmatist bir karardı. Birinci Cumhuriyetin kuruluş koşullarında tercih açık olarak “Doğu’dan yana” yapılmıştı zaten. 
Mustafa Kemal’in, ‘güneşin doğu’dan yükseldiğine’ ilişkin onlarca sözünü bulmak mümkündür. “Doğu ihtilali artık bir masal değildir... Doğu ihtilali namını 
verdiğimiz Asya ve Doğu Avrupa milletlerinin Batı Emperyalistlerine karşı tasavvur ettikleri isyan çoktan beri bir tasavvur olmaktan çıkmış, faaliyet sahasına 
intikal etmiştir....”
Ayrıca, daha çok jeo-stratejik çıkarlara bağlı olarak Türkiye’nin uluslararası düzeyde kendisini hangi güçlerin yanında konumlandıracağına ilişkin bir tartışmayı, günümüzde çok anlamı olmayan “Doğu-Batı” gibi kültürel kategorilerle izah etmenin çok anlamlı olmadığını görmek gerekiyor. 

Esas olan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası oluşmuş uluslararası sistemin çökmüş olduğudur. Ve “Doğusu ve Batısı” ile tüm küresel güçler yeni 
müttefik arayışına girmişlerdir. Türkiye de bu arayıştan payını almaktadır.
Tarihle Yüzleşme Önce iki olay: HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan Paylan, 14 Ocak 2017 tarihinde Meclis’te yaptığı bir basın toplantısında “Ermeni halkı başına ne geldiğini çok iyi biliyor. Ben bunun adına soykırım diyorum”, sözlerini kullandı. Bu nedenle hakkında, Türk Ceza Kanununun 301’inci maddesi uyarınca, “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Alenen Aşağılama ve Cumhurbaşkanına Hakaret” suçlarından soruşturma açıldı. 
İlgili ceza maddesinden dava açabilmek için Adalet Bakanlığı izni gerekiyordu ve Bakanlık bu izni 7 Aralık 2017 tarihinde vermişti.
Yine Garo Paylan, 6-7 Eylül 1955 Rum, Ermeni ve Yahudilere yönelik İstanbul pogromunun yıldönümünde, “faillerin ortaya çıkarılması, yaşanan can ve 
mal kayıplarının tespit edilmesi, mağdur olan kişilerin maddi ve manevi kayıplarının tazmin edilmesi, bu sayede geçmişle yüzleşme adına bir adım atılması amacıyla” Meclis Araştırması açılması teklifinde bulundu.  4 Ekim 2018 tarihinde Meclis Başkanlığı önergeyi “kaba ve yaralayıcı sözler” bulunduğu gerekçesi ile işleme bile koymadı. 

Bu iki olayın gösterdiği gerçek çok basit. Türkiye’de tarihle yüzleşmeye çağrı yapmak hala bir suç telakki edilmekte ve konuyu gündeme getirenler hakkında 
soruşturma açılabilmektedır. 2007 yılında Hrant Dink hakkında “Türklüğe Hakaret” maddesinden soruşturma açıldığı, soruşturmanın büyük bir linç kampanyasına dönüştürüldüğü ve Dink’in 19 Ocak 2017’de öldürüldüğü hala hatırlardadır. 
Erdoğan döneminde gündeme gelen bu uygulamalar aslında tarihi bir geleneğin devamından ibarettir. 1920 ve 30’lu yıllarda, M. Kemal döneminde de, 
“Türklüğe hakaret” suçlamalarıyla Gayrimüslim vatandaşlar sindirilmeye çalışılıyordu. 1926 ile 1942 yılları arasında toplam 554 “Türklüğe hakaret” davası 
açılmıştı ve bunların %60’dan fazlası, nüfusun %2’sini oluşturan Gayrimüslimlere yönelikti.  Ortada, M. Kemal’den Tayyip Erdoğan’a uzanan bir süreklilik vardır.
Tarihle yüzleşmenin suç olarak telakki edilmesi meselesi bir tek fikir özgürlükleri ile sınırlı değildir. Yüzleşmeyi başaramamanın daha başka ciddi sonuçları var. 
Türkiye bugün eğer demokrasi, insan hakları ve özellikle de Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerine ilişkin ciddi sorunlar yaşıyorsa; komşuları ile barış istikrar ve 
güvenlik içinde yaşama gibi ciddi bir probleme sahipse bunun temel nedeni tarihiyle yüzleşemiyor olmasıdır.

Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi büyük katliamlar sürgünler ve bunların yarattığı acıların tarihidir. Cumhuriyet öncesi yaşananlardan bazıları şunlardır: 1894-7 ve 
1904 Abdulhamit dönemi Ermeni katliamları, 1909 Adana Ermeni katliamı, 1913-4 Rumlara yönelik etnik temizlikler, 1915-8 Ermeni ve Suryani soykırımı, 1921 Pontus-Rum soykırımı ve 1924 zorunlu nüfus değişimi. Bu imha ve sürgünlerle 19’uncu yüzyıl sonlarında Anadolu Osmanlı nüfusunun %30’unu oluşturan  Hristiyan nüfus %2 civarına indirilmiştir.  

Aynı uygulamalar, Cumhuriyet döneminde de bu sefer Kürtleri’de içererek biçimde devam etmiştir; 1927 sonrası Ermenilerin zorunlu Suriye veya İstanbul’a 
sürgünleri, 1934 Trakya Yahudi pogromu, 1938 Dersim Soykırımı, 1942 Varlık vergisi uygulaması ve 6-7 Eylül 1955 Ermeni Rum ve Yahudilere yönelik pogrom, 1964 Rum sürgünü, 1980 Askeri darbesi sonrası binlerce gencin idam ve işkence ile imha edilmeleri, 1990 yılı boyunca binlerce sivil kürt vatandaşının faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi sadece bazılarıdır. 

Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bugüne kadar, tüm bu katliam ve insan hakları ihlalleri üzerine hiçbir açık konuşma, yüzleşme yapılmadı. 
Olayların hemen hepsi yok sayıldı, inkar edildi. AK Parti’nin 2011’de sınırlı bir biçimde gündeme getirdiği 1938 Dersim soykırımını saymazsak ki buradaki 
amaç da yüzleşme değil, katliamın organizatörü CHP’ye karşı puan toplamaktı  
bu olaylar siyasetin hiçbir biçimde gündeminde yer almadı. 
Bilinçli bir hafıza boşluğu yaratıldı; ve bu hafıza uydurmalarla dolduruldu ve yalana dayalı bir tarih yaratıldı.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, siyasetin ana zeminini bu yalan ve yok saymalar oluşturdu. Oysa bilinen kural çok basittir: acılarla dolu bir tarih yok 
sayılır, bu acıları yaratan koşullar ve zihniyet üzerine konuşulmaz ise; üstü örtülen ve inkar edilen her kıyım/yok etme, yeni kıyımların tekrarının zeminini yaratır. 
İşlenmiş cinayetleri ve onun acılarını hatırlatmamak, üstünü örtmeye çalışmak veya bunları hatırlatanların üzerinde baskı uygulamak aynı suçların tekrar 
edilebileceği anlamına gelir. Bireyler ve topluluklar arası yaşanmışlar üzerine konuşmamak ve yok saymak güvensizlik duygusunun temelini oluşturur. 
Bu nedenle, bölge halk ve devletleri, Türkiye’ye karşı büyük bir güvensizlik duygusuna sahiptirler ve Türkiye’nin geçmişini inkar etmesini, aynı suçu tekrar 
işleyebileceği biçiminde yorumlamaktadırlar ki bunda da çok haksız sayılmazlar.
Osmanlı-Türk tarihinde yaşanan yıkım ve katliamların yok sayılması ve inkar edilmesi siyasetinin temelleri, Talat Paşa tarafından 1916 yılında İttihat ve 
Terakki Partisi Kongresinde, daha Ermenilerin imhaları devam ederken atılmıştır. Talat Paşa ilgili konuşmasında, başta Ermeniler, Hristiyanların yabancı 
devletlerin ülke içindeki uzantıları oldukları, onlar tarafından kışkırtıldıkları ve savaş sırasında Osmanlı Ordusunu arkadan vurduklarını iddia eder ve Ordunun 
cephe gerisi güvenliği için Ermenilerin bulundukları yerlerden başka bir yere göç ettirildiklerini söyler. Paşa’ya göre, göç sırasında “bazı taşkın hareketler” de 
olmuştur; ama olayları soruşturmak amacıyla bölgelere teftiş heyetleri gönderilmiş ve ayrıca Ermenilerin mal varlıkları, yağma tehlikesine karşı güvence 
altına alınmıştır. 
Talat Paşa aynı görüşleri İttihat ve Terakk’nin 1918 tarihindeki son Parti Kongresinde de tekrar etmiş ve ama “meydana gelen hadiselerin mesuliyeti(nin) her şeyden önce onlara sebebiyet veren” Hristiyanlara ait olduğunu söylemiştir.  
Talat Paşa’nın sözleri 1919-22 döneminde Mustafa Kemal tarafından da sıkça tekrar edilmiştir.  Örneğin 1919 Aralık’ında Ankara’nın ileri gelenlerine yaptığı bir konuşmada, “Memleketimizde yaşayan anasır-ı gayrimüslimenin başına ne gelmiş ise, kendilerinin ecnebi entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını suiistimal ederek vahşi şekilde takip ettikleri ayrılıkçı siyasetin neticesidir”, der. 

1922 Lozan Barış görüşmelerinin ilk gününde, Türk Delegasyonu başkanı İsmet İnönü, Talat Paşa ve M. Kemal tarafından çeşitli vesilelerle gündeme getirilen 
görüşleri geliştiren tarihi bir açış konuşması yapar. İsmet Paşa’nın ileri sürdüğü tezler, bugün de Hristiyanlara yönelik katliamlarının yok sayılması ve inkar 
edilmesinin temelini oluşturur. Cumhuriyet dönemi boyunca, konuya ilişkin yapılan tüm yayınlar, bu konuşmadaki ana fikirlerin tekrarından ibarettir. 

Cumhuriyet tarihi dönemi boyunca inkar edilen sadece katliam ve imhalar değildir. 1931 yılında Mustafa Kemal’in önderliğinde yazılan 611 sayfalık Türk Tarihinin Ana Hatları kitabı ve bunu esas alırak hazırlanan ve okullarda ders kitabı olarak kullanılan 4 ciltlik Türk Tarihinin Ana Hatları kitapları ile, bu toprakların kadim halklarının varlıkları tarih kitaplarından neredeyse çıkartılmakla kalmamış, Gayrimüslimler yaşanmış tüm felaketlerin de sorumlusu olarak gösterilmiş ve “iç düşman” olarak tanımlanmışlardır. Üstelik bu fikri kuvvetlendirme amacıyla, M. Kemal’in Nutuk’undan çok uzun alıntılar yapılmıştır. 

Özetle, tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca ders kitaplarında Gayrimüslimlerin ve kısmen Kürtlerin “iç düşman” olarak tanımlanması ilk defa 1930’lu yıllarda 
dile getirilmiştir. 

Bu zihniyete bağlı olarak, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, Hristiyanlar ve Yahudilerin özgür ve eşit vatandaşlar olarak yaşamaları önünde hukuki, siyasi ve 
kültürel engeller çıkartılarak, onlar için hayat yaşanmaz bir hale sokulmuştur. Hristiyan ve Yahudilerden istenen ülkeyi “gönüllü” olarak terk etmeleriydi. 
Zaman zaman zorunlu sürgün olarak da uygulana bu dışlama politikalarıyla, 1927’de nüfusun %2,8’ini oluşturan Hristiyan ve Yahudiler bugün yok denecek 
bir seviyeye indirilmişlerdir.

Bu politikanın temellerinin de Mustafa Kemal tarafından atıldığını söyleyebiliriz. 

   1923 yılında Mustafa Kemal’in Adana esnafına bir konuşma yapar ve  konuşmasında şunları söyler: “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşıyacaktır... Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.”   

Bu sözler ve bunu takip eden uygulamalar, Hristiyan ve Yahudi nüfusunun bugün niçin yok sayılma düzeyine indiğini bize anlatır. 
Eğer bugün, tarihle yüzleşmenin şart olduğuna, yüzleşme olmadan insan haklarına saygılı demokratik bir devlet ve toplum kurulamayacağına ve komşu 
halk ve devletlerle barış ve istikrar içinde yaşamanın mümkün olamayacağına inanıyorsak, Talat Paşa’dan Mustafa Kemal’e ve oradan Tayyip Erdoğan’a 
kadar devam eden bir inkar çizgisiyle hesaplaşmak gerektiği görülmek zorundadır. Erdoğan, sadece köşe taşları 1920 ve 30’larda döşenmiş bir siyaseti 
devam ettirmektedir, o kadar.

Son Söz Yerine

“Biz Bugün Reis’e Adam Diyoruz; Yarın Torunlarımız Atam Diyecek,” soysal medyada çok sıkça dolaşıma sokulan bir slogan bu. 

Türkiye nüfusunun önemli bir kesiminin, Tayyip Erdoğan’da Mustafa Kemal gördükleri ve belki ondan daha da çok sevdikleri bir gerçek.
Önümüzdeki dönem, M. Kemal ile Erdoğan kıyaslamaları gittikçe artan bir biçimde yapılmaya devam edilecek. Ve ülkedeki kültürel yarılmanın hangi bloğunda yer alıyorsak, buna bağlı olarak ya Erdoğan’ı, ya da M. Kemal’i ötekine tercih edeceğiz. Ve galiba Türkiye’nin temel problemi bu “ Tercih tartışması” nda 
yatıyor. Çünkü bu tercih tartışmasının demokratik bir gelecek kurma arzusu ile çok fazla bir ilgisi yok, hatta onun önündeki en önemli engellerden birisi. 

Konuya, Türk siyasal hayatının yetiştirdiği iki devlet adamı arasında kıyaslamaya indirgeyenler, sadece mevzut kültür bloklarının daha da derinleşmesine 
hizmet etmiyorlar, aynı zamanda tercih ettikleri tarafa karşı daha anlayışla ve hoş görü ile yaklaşıyorlar. Ve belki de en önemlisi, o dönemin mağdurlarını 
anlamayı merkezlerine koymuyorlar. 

Dahil olduğu kültür grubu ve onun önderine karşı anlayış ve hoş görülü bakışın en büyük kaybedenleri, her iki dönemin mağdurlarıdır. Tayyip Erdoğan’a 
muhalefet eden ve karşı çıkanlar, aslında mağdur oldukları için karşı çıkıyorlar. Onların bugün mağdur durumda olmaları, Erdoğan’a itirazlarının ana nedeni… 
Belki de bu mağduriyet onları oldukça öfkeli de kılıyor. Benzeri durum T. Erdoğan taraftarları için de geçerli. Onlar da, gerek M. Kemal gerekse CHP dönemine 
karşı çıkarken kendilerini o dönemin mağdurları olarak görüyorlar.
Fakat bu iki taraf da, kendi tercih ettikleri dönemin mağdurlarına aynı tarzda çok uzaklar. M. Kemal’i tercih edenler, o dönemi dönemin mağdurlarının gözüyle 
değerlendirmiyorlar. “O dönemin koşulları…”; “karşılaştıkları sorunlarla kıyaslayınca…”; “o zaman bu devrimci bir adımdı…”; “bazı şeyler katlanılması gereken zorunlu şeylerdi…” gibi tezlerle mağdurlara, “siz acı çektiniza ama bir nedeni vardı”, der gibiler. Döneme yöneticilerin gözüyle bakıp, yapılanlara daha anlayışla yaklaşıyorlar. Erdoğan’ı tercih edenler de, Erdoğan döneminin mağdurlarından uzaklar. Soruna Erdoğan’dan bakıp, yapılanları daha anlayışla karşılıyorlar. 

Onların da kendilerine göre “ama”ları var.

Oysa Türkiyenin ihtiyaç duyduğu şey, hangi dönem olursa olsun, mağdurları esas alan bir bakış açısıdır. Her dönemin mağdurların penceresinden her iki dönemi okumak şarttır. Bunu başaramazsak demokratik bir gelecek kuramayız. Buna tarih yazımında “mağdur perspektifi” diyoruz.

Özetle, M. Kemal’i Savunarak, tercih ederek Erdoğan Rejimine karşı çıkılamaz. 

   Demokratik bir Türkiye ancak ve ancak hem tarihindeki hem de bugünkü Tek Adam Rejimlerini eleştirerek kurulabilir.


***

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2



Talat Paşa,İsmet İnönü,Lozan Barış görüşmeleri,Taner Akçam,DEVLET AKLI,1915,Yeni Rejimin, Esas Ötekisi,


2011-2012 yıllarını bu yeni sisteme geçişin başlangıç yılları olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. AKP, ilk defa 30 Eylül 2012 Parti Kongresinde “Yeni Türkiye Vizyonu” sloganı ile birlikte, Başkanlık Sistemini bir siyasi bir program olarak formule etti.  16 Nisan 2017 referandumu ve “Allah’ın büyük bir lütfu” saydığı 15 Temmuz 2016 askeri darbesi ile Başkanlık Sistemini yani İkinci Cumhuriyeti pratik olarak inşa etmeye başladı. 

AK Parti ileri gelenleri, yeni devlet kurmakta olduklarını ve yeni devletin kurucu liderinin Tayyip Erdoğan olduğunu açık olarak dillendirdiler.  

M. Kemal’e ve dönemine, daha önce örneği görülmemiş biçimde övgüler düzülerek sahiplenilmeye başlanması da bu yeniden inşaanın başladığı 2016 sonrasına denk düşer.

Şu anda ortaya çıkan tabloyu, Birinci Cumhuriyeti birlikte kuran eski ortakların yeni koşul ve şartlarda yeniden bir araya gelmeleri olarak okumak mümkün. 
Bu sefer egemen konumda olan “İslami-Muhafazakar” blok. Getirilen Başkanlık sistemi ile “Batıcı, Seküler ve Modernist” kesim iktidara ortak edilmiş ama 
onların tek başına iktidara gelmelerinin önü kapatılmıştır. “İslami-Muhafazakar” blokun bir başka iddiası daha vardı: “biz daha iyisini yaparız”.

“Atatürk'ü sadece anmakla kalmamalı, anlamaya da çalışmalıyız,”  diyen Erdoğan, kendi yaptıklarını ve yapacaklarını M. Kemal dönemi ile kıyaslayarak anlatmayı tercih etmesi bu nedenledir. 
“İslami-Muhafazakar” blok, vaktiye kendilerini iktidardan uzaklaştıran yeni müttefiklerine sanki, “yaşananlar sizlerin  beceriksizlikleriyle oldu, şimdi biz daha iyisini yapacağız, yapacağınız tek şey bize destek olmaktır”, der gibidirler.

İşte bu eski ittifak güçlerinin yeniden buluşması nedeniyledir ki, Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Erdoğan rejimine karşı, “Batıcı, Seküler ve Modernist” 
Mustafa Kemal’e sahip çıkılarak çözülebileceğini zannetmek ciddi bir yanılsamadır. Bu iki ana blok, 1920’lerde olduğu gibi bugün yeniden buluşmuşlardır. 
M. Kemal’i ve onun Birinci Cumhuriyetini esas alarak, Erdoğan rejimine muhalefet etmenin imkanı yoktur.

Altı Nokta Etrafında İki Rejimin Benzerlikleri

Bugün Erdoğan rejimine yöneltebileceği temel siyasi eleştirileri, birbirleri ile bağlantılı altı ana noktada toplamak mümkündür. 
a) Demokratik hukuk sistemi: ya da kuvvetler (yasama yürütme ve yargının) ayrılığı ilkesi,
b) Temel hak ve özgürlükler: fikir özgürlükleri, özgür basın, toplantı ve yürüyüş hakkı, siyasi örgütlenme hakkı ve seçimlerin özgür koşullarda yapılması 
vb. gibi temel özgürlükler ve insan haklarını ilgilendiren hususlar,  
c) Birlikte Yaşama: ulus, din ve kültür gruplarına yönelik politikalar; başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere toplumu oluşturan Hristiyanlar ve Yahudiler 
gibi tüm farklı grup ve çevrelerin eşit ve eşdeğer koşullarda birlikte yaşamlarının nasıl sağlanacağı ya da bir başka deyişle, toplumsal hayata kimlerin dahil 
edilip kimlerin dışlanacağına ilişkin hususlar,
d) Cinsel ayrımcılık: kadınların sadece hukuk alanında değil, toplumun her boyutunda cinsel ayrımcılığa tabi tutulmayarak, eşit katılımlarının nasıl 
sağlanacağı hususu,
e) Uluslararası ilişkiler: “Doğu-Batı geriliminde” Türkiye’nin yeri ve Ortadoğu’ya yönelik politikaların ne olması gerektiği konusu,
f)  Tarihle yüzleşmeni zorunluluğu: ya da bilinçli yaratılan toplumsal hafızasızlığın uydurmalarla doldurulması ve tarihte yaşanmış kitlesel katliamlarla 
açık ve dürüst bir yüzleşme yerine bunların inkar edilmesi ile ilgili hususlar.
Elbette bu noktalar artırılabilir. Ama ana iddiam Erdoğan rejiminin ve geçmişteki Tek Parti döneminin (ve Mustafa Kemal’in) bu konulara verdikleri cevapların 
esas olarak aynı olduğu ve Erdoğan’ın bugünkü sorunları esas olarak Kemalist dönemin tepkilerini vererek çözmeye çalıştığıdır. 

Burada sadece Kuvvetler ayrılığı, Suriye politikaları ve tarihle yüzleşme itibarıyla rejimler arasındaki benzerlikleri göstereceğim.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi: 

Bugün Türkiye’nin en temel sorunu, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılmış olmasıdır. Özgür seçim mümkün değildir, özgür basın susturulmuştur ve temel 
hak ve özgürlükler sınırlanmıştır. Devlet kaynakları esas olarak iktidar partisine aktarılmaktadır. Bu nedenle Erdoğan’a yasama, yürütme ve yargının tüm 
yetkilerini elinde toplayarak bürokrasiyi yıktığı ve devlet geleneğini ortadan kaldırdığı, partisi ile devlet arasındaki sınırları yok ederek ve devlet kurumlarını 
partizanca partisinin şubeleri haline getirdiği eleştirileri yapılmaktadır.  

Oysa Erdoğan kuvvetler birliğini (yürütmenin kesin kontrol ve denetimini) hayata 
geçirirken aslında M. Kemal’in izinden gitmektedir. M. Kemal’e göre de kuvvetler birliği esastır ve bunun içinde yürütme kesin belirleyicidir. 

M. Kemal bu ilkeyi, sadece savaş yıllarına ilişkin zorunlu bir tercihi olarak değil, doğru hükümet modeli olarak ölümüne kadar savunmaya devam etmiştir.
Burada sadece birkaç örnek vermek gerekirse:
1921 yılında Mecliste yaptığı konuşmasında, “Efendiler! Tabiatta kuvvetler ayrılığı yoktur... Milli İrade, Milli hakimiyet denilen kuvvet taksim edilemez ve ayrılamaz”, diyerek açıktan kuvvetler birliğini savunmuştur.  
1923 İzmir iktisat kongresinde, Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyarak kuvvetler birliği ilkesini savunur. Konuşmasında, Batıda birçok hükümet şeklinin “dayandığı 
esas kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir”, dedikten sonra, “TBMM Hükümeti bu hükümet şekillerine benzemez... bizim hu¨ku¨metimiz kuvvetler birliği esasına 
göre kurulmuş bir hu¨ku¨mettir”, diye ekler.  Kuvvetler ayrılığını ise “irtica” olarak tanımlar. 

1927 yılında uzun Nutuk’unda ve aynı yıl Meclisin yasama yılını açış konuşmasında bu ilkeyi tekrar eder ve “hükümet teşekkülünde esas, kuvvetler birliği 
nazariyesidir”, der.  

1931 yılında üvey kızı Afet İnan’a yazdırdığı ilk ve orta okullarda okutulmak üzere yazdırdığı Medeni Bilgiler Kitabında, “kuvvetler ayrılığı nazariyesi bizim 
için esas değildir... Türk Milletinin idare şekli kuvvetler birliğidir”, ifadelerine yer verir.  

1934 yılında CHP üçüncü Kurultayında, parti programına “kuvvetler birliği” ilkesi eklenir.  Bu ilke 1935 Parti Kurultayında tekrar edilir. M. Kemal, kuvvetler 
birliği ilkesini bir adım daha ileri götürür ve 1935 Kurultayında parti ve devlet birlikteliğini ilan eder. 

18 Haziran 1936’da alınan bir kararla, İçişleri Bakanı aynı zamanda CHP genel başkanı, her ilin valisi de, CHP il başkanı olmuştur.  1 Kasım 1937’de, 
ölümünden bir yıl kadar önce, Meclisin yasama yılının açılış konuşmasında, “bizim devlet idaresinde ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır,” 
diyerek parti ile devletin birleştirilmesini, valilerin CHP il başkanı yapılmasını kuvvetler birliği ilkesinin gelişmesi olarak tanımlar. 

M. Kemal’in kurduğu bu ‘Parti-Devlet birlikteliği’ sistemi, “Şef sistemi” olarak tanımlandı ve 1938’den itibaren okullarda ders kitabı okutulmaya başlandı. 
Kitaba göre, “Şef sistemi Bu¨yu¨k Dâhi’nin bir buluşudur. Mussolini ve Hitler ondan öğrenmişler, fakat ölçu¨yu¨ kaçırmışlardır.”   Bu sisteme göre, “Şef ile ihtilafa du¨şen, Şefin kudretini sınırlayacak veya ona rakip olacak kuvvetler ortadan silinmelidir veya ona tâbi olmalıdır.” 

Özetle, gerek M. Kemal gerek Erdoğan (birincisi açıktan savunarak, diğeri açık söylemese bile pratikte gerçekleştirerek) kuvvetler birliği sağlayarak, devletin 
organları u¨zerinde kurdukları kontrol ile yeni bir toplum ve insan tipi yaratmak amacıyla otoriter bir rejim inşa etmişlerdir.

Bu bilginin bize gösterdiği gerçek, eğer kuvvetler ayrılığını esas alan, çoğulcu demokratik bir sistem savunulmak isteniyorsa, bu Kemalizmin eleştirisini de 
içermek zorundadır. M. Kemal’in siyasi felesefi, oturttuğu sistem eleştirilmeden, Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı çıkmanın imkanı yoktur. 

Bugün muhalefet kesimlerinin en büyük açmazı budur.

Mustafa Kemal ve Suriye Politikaları.,

Batıda son yıllarda özellikle Suriye politikaları nedeniyle Erdoğan çok yoğun bir eleştiriye tabii tutulmuş ve hala da tutulmaktadır. 
Buna göre, Erdoğan Mustafa Kemal’in Batı ile dostluk siyasetinde vazgeçmekte ve Batı’dan uzaklaşarak Doğu’ya (özellikle Rusya’ya) yakınlaşmaktadır. 
Ayrıca, Suriye’de başta ISIS olmak üzere İslami terör örgütlerini desteklemekte ve bölgedeki diğer fundemantalist İslami akımlarla birlikte şeriat devleti kurmayı amaçlamaktadır. 
Bu iddiların, Türkiye’nin ABD’nin bölge politikalarını desteklemediği için bilinçli olarak üretilen bir “savaş propagandası” olduğu ileri sürülebilse de, bir başka nedeni de bölgedeki gelişmelerin ve daha da önemlisi özellikle M. Kemal’in 1918-1924 döneminde izlediği Suriye politikalarının bilinmiyor olmasıdır, diyebiliriz. 

Buradaki ana iddiam, Erdoğan Hükümetinin izlediği Suriye politikası ile 1918-1923 döneminde izlenen politikaların benzerlikler gösterdiğidir. 

M. Kemal’in kendi koşullarını okuması, sorunları tanımlaması ve ileri sürdüğü çözüm önerileri ile Erdoğan yönetiminin koşulları okuma, sorun tanımlama 
ve çözüm önerileri de birbirine benzemektedir.

Her iki Cumhuriyet de esas olarak, yıkılan bir İmparatorluğun üzerinde, Türklerin neyi ve nasıl inşa etmeleri gerektiği sorusuyla uğraştı ve uğraşıyor. 
İkinci Cumhuriyet, Birincinin verdiği cevapları yetersiz ve eksik bulsa bile, gerek Erdoğan’ın gerekse M. Kemal’in verdiği cevaplar, bölgede büyük bir güç 
olma arzusu ve ama aynı zamanda bölünme ve parçalanma korkusu cenderesine sıkışmanın ürünüdür. Büyük, güçlü bir devlet olma ile dağılma korkusunun 
yarattığı bu gerilimi her iki liderin siyaset yapma tarzlarının her alanında gözlemek mümkündür.

Bilindiği gibi, Türk Kurtuluş Savaşının köşe taşları sayılan Temmuz ve Eylül 1919’da toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve daha sonra Ocak 1920’de 
İstanbul Meclis-i Mebusan’da, Osmanlı’dan kalan toprakların nasıl savunulacağına ilişkin olarak, Misak-i Milli adı verilen bir yemin kabul edilmişti. 
Bu yeminde olası devletin sınırlar açık ve net tanımlanmamıştı ve bugünkü Suriye ve Irak’ın önemli bir kısmını da içermekteydi. Bu sınırların nereden 
geçtiği konusunda yapılan Meclis tartışmaları sırasında Mustafa Kemal, “menfaatlerimize azami uygun çizdirebileceğimiz sınır hangisi ise, işte o milli 
sınırımız olacaktır... kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, sınır hattı olacaktır”, der.  Yani, M. Kemal’e göre, yeni Türk devletinin sınırları silahla 
ulaşılabileceği yere kadar gidilerek çizilecektir. Meclisteki çeşitli konuşmalarında Mustafa Kemal, bu sınırların Halep’i de kısmen içerecek şekilde, Deyri-Zor 
ve Musul’u kapsadığını dile getirir. 

M. Kemal bu sözleri, Fransızlarla 20 Ekim 1921’de imzalanan ilk sınır antlaşmasından, yani sözü edilen bölgeler Fransız mandasına bırakıldıktan sonra 
söylemektedir. Nitekim 1924 yılında TBMM, yayınladığı özel bir haritada Fransa – Türkiye antlaşması ile belirlenen sınırları dikkate almamış ve Türkiye’nin 
sınırları, “Halep'in güneyinden Rakka ve Deyr-i Zor’u içine alacak şekilde doğuya doğru uzanmakta ve Deyr-i Zor’un doğusundan güneye kıvrılarak Kerkük 
ve Musul’u” kapsayacak şekilde çizilmiştir. 

M. Kemal’in Suriye ve Irak’a yönelik politikaları, onlarla bir federasyon veya konfederasyon biçiminde birleşmek biçiminde idi.  20 Şubat 1920’de, Talat Paşa’ya gönderdiği bir mektupta, Mustafa Kemal bu politikayı şöyle açıklar: “Suriye ve Iraklılarla... münasebet tesis etmiş ve kendileri İngiliz ve Fransızlar aleyhine teşebbüslere geçirilmiştir. Daha ciddi esaslar dahilinde harekât birliği için nezdimize gelmiş olan salahiyettar Arap delegeleri ile kararlar alınmıştır. 
Araplara karşı başından beri ifade ettiğimiz siyasi formül şudur: Her millet kendi dahilinde bağımsızlığını kurduktan sonra konfederasyon halinde birleşmek. 
Bu esas Araplarca memnuniyetle kabul edilmiştir.”  

Benzeri görüşleri 24 Nisan 1920 tarihli Meclis’in gizli oturumunda tekrar eder ve oturum gizli olduğu için Suriye ve Irak başta, Pan-İslamist politikalar 
izlendiğini açık olarak itiraf eder. “Yabancıların en çok korktukları, fevkalade ürktükleri İslamiye siyasetinin” açıktan dillendirmediğini ama “bütün cihan ve 
Hristiyan aleminin... Haçlı muhaberesine karşı” elbette İslam alemi ile ilişkiye geçilmiş olduğunu söyler.  Nitekim, Suriye ve Irak’ta bir gizli örgütlenmeler 
yapılmış ve kurulan örgütler, Suriye Filistin Kuvayı Osmaniye Heyeti örgütünün genel yönetimi altında faaliyet göstermişlerdir. 



***

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 1

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 1


Talat Paşa,İsmet İnönü,Lozan Barış görüşmeleri,Taner Akçam,DEVLET AKLI,1915,Yeni Rejimin, Esas Ötekisi,


Taner Akçam


Erdoğan’ın İkinci Cumhuriyeti (2018) ve Atatürk’s Birinci Cumhuriyeti (1923): Kuvvetler Birliği Suriye Politikaları ve Tarihle Yüzleşme

Taner Akçam

Türkiye, 24 Haziran 2018 seçimleri ile birlikte “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen yeni bir sisteme geçti ve Parlamento’ya dayalı güçler ayrılığı 
sistemine son verdi. Bu yeni sistemde tüm yetkiler Cumhurbaşkanında. Bakanlar kurulu kaldırıldı. Cumhurbaşkanı sadece Bakanları değil, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyeleri, Hakimler ve Savcılar Kurulu, Valiler ve Merkez Bankası Başkanı gibi üst düzey kamu görevlilerinin neredeyse tamamını atama yetkisine sahip. Meclisin, Bakanlar Kurulunu onaylamak, gensoru, bakanlar hakkında güvensizlik oyu vermek gibi yetkileri yok. 

Yeni seçim kararı verebilmesi için bile 5’de 3 çoğunluk şart. Parlamento’nun ve partilerin tüm etkisini yitirdiği, yasama yürütme ve yargının tüm yetkilerinin 
tek elde toplandığı bu sistemi bazı siyaset bilimcileri “rekabetçi otoriter sistem” olarak adlandırıyor.  Düz deyişle kurulan bir Tek Adam rejimidir. 

Veya benim tanımımla İkinci Cumhuriyet.

Birinci Cumhuriyet Mustafa Kemal tarafından 1923’de kurulmuştu.Ve bu da Tek Adam rejimi idi. Bu sistemde de Yasama Yürütme ve Yargı birliği esas alınmış, tüm yetkiler Yürütmenin başı olan ve “Ebedi Şef” olarak adlandırılan Mustafa Kemal’in elinde toplanmıştı. Ana iddiam, Birinci ve İkinci Cumhuriyet arasındaki benzerliklerin tesadüfi olmadığıdır. Her iki lider de kendilerinden önce hem toplum hem de kurumlar düzeyinde kısmen mevcut çoğulculuğu yıkarak toplumsal homojenliği esas alan tek adama bağlı otoriter bir rejimi kurma iddiasındaydılar ve esas olarak bunu gerçekleştirdiler. 

Birinci Cumhuriyet kurulurken, zaten büyük bir bölümü ya imha edilmiş ya da sürülmüş olan Hristiyan vatandaşlar tamamıyla dışlandı; seçimlere katılmalarına 
bile izin verilmedi. Yeni rejime karşı oluşan yeni muhalefet, önce Birinci Meclis 1923’de dağıtılarak ve daha sonra Şubat 1925 Kürt isyanı vesilesiyle Mart 1925’te çıkartılan Takrir-i Sükun (huzurun sağlanması) kanunu ve İstiklal Mahkemeleriyle ortadan kaldırıldı. 1926’da İzmir’de M. Kemal’e başarısız suikast girişimi bu süreçte büyük bir fırsat olarak değerlendirildi, basını susturmak ve kalan muhalefeti tamamıyla yok etmek için bilinçli olarak kullanıldı.

Tayyip Erdoğan’ın özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra yaptıkları esas olarak öncülünün yaptıklarından farklı değildi. 17 Haziran 1926’da İzmir Suikast 
girişimi sonrası İnönü’nün, Mustafa Kemal’e çektiği ve ‘suikast meselesinin siyaseten iyi kullanılması gerektiğini’ bildiren telgrafı  ileTayyip Erdoğan’ın 
Temmuz darbesini “Allahın lütfu” olarak değerlendirmesi  arasındaki benzerlik çok önemlidir. Erdoğan’ın, ikinci cumhuriyeti kurarken Birinci Cumhuriyet 
dönemini çok iyi çalıştığını ve M. Kemal’in ayak izlerini, sadece muhalefeti ezme noktasında değil, daha birçok baska hususta da takip ettiğini iddia ediyorum.

Semboller Önemlidir

Anadolu ajansı 18 Nisan 1920 günü yaptığı bir açıklama ile yeni Meclisin Ankara’da 21 Nisan’da açılacağını duyurur. Ama 21 Nisan Çarşamba’ya geliyordu. 
M. Kemal bir emirle açılışı 23 Nisan’a alır ve Anadolu’nun her tarafındaki askerî ve mülkî erkâna bir emir göndererek, Meclis’in açılış gününün mübarek Cuma’ya 
alındığını bildirir. Açılıştan önce Hacı Bayram Camiinde Cuma namazı kılınacak “Kuran’ın nurlarından ve salâttan feyz” alınacak; “Buhârî-i Şerîf (Kuran’dan 
sonra gelen en önemli Hadis kitabının birinci cildi) okutularak” hatimler indirilecektir. M. Kemal, Anadolu’nun her köşesinde de aynı gün törenlerin yapılmasını, Namaz öncesi “hutbede halifemiz padişahımız efendimizin (Sultan Vahideddin’in) isminin zikredilerek padişahın ve teb’anın biran önce kurtulup saadete ermesi” için dua edilmesini ister.  Zaten 16 Nisan 1919 günü, İslam Halifesini kurtarmak amacıyla Şeriat savaşının başladığı bir fetva ile ilan edilmiş bulunuyordu. 

Tayyip Erdoğan 9 Temmuz 2018’de Meclisin ilk açılış gününde yemin ederek Cumhurbaşkanı oldu. 

Ama o gün bir Pazartesi idi, bu nedenle 13 Temmuz 2018 Cuma günü ayrı bir tören daha düzenlendi. Hacı Bayram Camiinde kılınan bir öğlen namazı sonrası 
eski Meclis binasına gidildi ve Erdoğan, İlk Meclisin açılışının Cuma gününe denk getirildiğini hatırlattıktan sonra, “kabinemizin bu ilk toplantısını... tıpkı bundan 
98 yıl önce olduğu gibi yapalım istedik. Duyguluyum; zira bu çatının altında böyle bir başlangıç yapmak çok şeyler hatırlatıyor bize... 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü... rahmetle yad ediyorum... Birinci Meclis başlangıçtı... Şimdi ise bizler de... devamını yapıyoruz... 

Tıpkı 98 yıl önce olduğu gibi bugün de milli iradenin üzerinde hiçbir fâni güç tanımadığımızı belirterek sözlerime başlıyorum. Türkiye'yi muasır medeniyetler 
seviyesinin üzerine çıkaracağız”, diyerek hem M. Kemal’e ve onun düstur olmuş sözlerine ve hem de dönemine doğrudan gönderme yapıyordu. 

 Herşey, tüm ayrıntılarıyla düşünülmüş bir gösteridir.

Oysa gerek Türkiye’de gerekse Batı ülkelerinde bugünkü Türkiye hakkında çizilen tablo çok farklıdır. 27 Ağustos 2018’de Fransa’nın yeni dış politika öncelikleri 
üzerine bir konuşma yapan Macron, “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiye'si, Cumhurbaşkanı Atatürk döneminin Türkiyesi değil,” diyerek, Kemal’i “seküler ve 
Avrupa yanlısı” olarak tanımlarken Erdoğan’ı ise “pan-İslamist” ve “Batı düşmanı” olarak tanımlıyordu.  Macron’un muhtemel Mustafa Kemal’in de 1920’li yılların başlarında, “İslam Halifesini kurtarmak amacıyla şeriat savaşını başlattığı nı” ilan ettiğinden ve Avrupa tarafından “Batı düşmanı” sayıldığından haberi olmadığını düşünsek bile, Batı’da, “İslamcı-gerici ve Batı Düşmanı Erdoğan ile seküler, modern ve Batı yanlısı M. Kemal” imajının çok kuvvetli olduğu tartışma götürmez. Özellikle Suriye iç savaşı boyunca, Batı basınında Erdoğan’ın Suriye’de ISIS’in bir numaralı destekçisi olduğu ve Ortadoğu’da Halifeliği yeniden ihya etmek istediği yolunda bolca propaganda yapıldığı hatırlardadır.

Benzeri anlayış Türkiye’de de çok yaygın ve kuvvetlidir. M. Kemal Batı’yı, sekülerizmi, aydınlanmayı ve modernleşmeyi temsil eder. Bunu karşısındaki kitle 
ise İslamcı, şeriatçı ve gericidir. Ve bu kesimler, ülkenin modernelşmesine karşı, İslam dini temelinde bir devlet ve toplum kurmayı amaçlamaktadırlar.
“Kultur Kampf” ve Osmanlı-Türk Tarihinin İki Ana Gövdesi Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Almanca’dan ödünç alacağım “Kultur Kampf”  (Kültür Kavgası) olarak ele alınması ve açıklanması aslında yanlış bir açıklama sayılmamalıdır. 19’uncu yüzyıldan bu yana, Osmanlı-Türk kültürel ve siyasi hareketi, bir tarafta “Batıcı, ilerici, aydınlanmacı ve moderleşmeciler,” diğer tarafta ise “İslamcı ve muhafazakarlar” olarak tanımlanabilecek iki büyük bloğun/gövdenin kavgası etrafında şekillenmiştir. Bu iki blok, 150 yılı aşan bir dönem boyunca, Türkiye’nin hangi “kültür dünyasına” dahil olması gerektiği üzerine yoğun bir kimlik kavgası vermişler, hala da vermektedirler. Ve hatta iddia edilebilir ki, özellikle “hayat tarzları” konusunda farklılık olarak yaşanan bu kültür çatışması bugün Türkiye’nin çok önemli kırılma noktalarından, önemli fay hatlarından bir tanesidir. 

Fakat kültür, kolektif kimlik ve yaşam tarzı konularında aralarındaki tüm ayrılıklara rağmen bu iki büyük blok, özellikle siyasi temsilcileri itibarıyla birbirlerine çok benzerler. Deyim yerindeyse bir diğerinin aynadaki görüntüsünden ibarettiler; otoriter rejim özlemcisidirler, demokratik hak ve özgürlükler ve insan haklarına saygı gibi kaygılardan son derece uzaktırlar. Ve aralarındaki bazı nüanslara rağmen tarihte yaşanmış büyük kitlesel katliamların üstünü örtmek konusunda da anlaşırlar. Yüzleşme gibi bir konu bu iki bloğa ve siyasi temsilcilerine çok uzaktır.
Osmanlı’nın çöküşü sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu iki ana gövdenin ortak eseridir. 1918-1923 Türk Kurtuluş Savaşının esas olarak İslami motiflerle 
ve İstanbul’da esir bulunan İslam Halifesini kurtarma amacıyla yürütüldüğü bilinen bir gerçektir. Fakat, “Batıcı, Seküler ve Modernist” kesimin radikal temsilcisi M. Kemal, 3 Mart 1924 yılıyla birlikte Halifeliği kaldırarak, “İslami-Muhafazakar” yol arkadaşlarından ayrılmış ve bu kesimleri baskı altına alarak kendi otoriter Tek Adam rejimini kurmuştu. 1938’de M. Kemal’in ölümü ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası bu rejim, ‘vesayetçi demokrasi’ (askerin, sivil siyaset üzerinde doğrudan veya dolaylı denetim kurduğu bir sistem) olarak yeniden düzenlenmiş, ve rejimin rayından çıkma tehlikesi görüldüğü her seferinde, düzenli askeri darbe yapılarak rejim yeniden rayına sokulmaya çalışılmıştır. 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbelerinin esas nedeni budur.

AKP’nin 2002 yılında iş başına gelmesi, tüm Cumhuriyet dönemi boyunca dışlandığı ve ezildiğine inanan İslami-Muhafazakar bloğun intikamı olarak da 
okunabilir. Ve AKP’nin ilk iş olarak ‘vesayet demokrasisini’ ortadan kaldıracak uygulamaları gündeme sokması şaşırtıcı olmadı. Bunun için, burada detayına 
giremeyeceğim, popular mobilizasyon (Kürt açılımı, Alevi açılımı vb.) ve cezai soruşturmalar gibi değişik mekanizmalar kullanıldı.  Bu dönem boyunca liberal 
demokrasi ile çoğulcu demokrasi arasında gidilip gelindi ve ama sonuçta, “rekabetçi otoriterlik”te karar kılındı. Benzeri sistem, erken cumhuriyet döneminde zaten kurulmuştu. Şimdi bunun tekrarını yaşıyor gibiyiz.

AKP niçin otoriter bir rejimde karar kıldı? İki önemli hususun belirleyici olduğunu düşünüyorum: birincisi, Ortadoğu’daki politik gelişmelerdir. Osmanlı-Türk siyasi tarihinin son 200 yılına baktığımızda, büyük iç altüst oluşların esas olarak uluslararası gelişmelere bağlı olduğu görülür. Gerek rejimin demokratikleşmesi doğrultusunda yapılan reform girişimleri gerekse otoriter seçeneklere yönelme ve/veya ulus-din gruplarına yönelik kitlesel katliamlar, Osmanlı-Türk yönetici elitlerinin dış gelişmeleri anlama ve yorumlama tarzları ile doğrudan bağlantılıdır.
 Bugün de farklı olmamaktadır. Türk yönetici elitleri Ortadoğu’da yaşananları, Birinci Dünya savaşı çıkışındaki koşullara benzetmekte ve “İkinci Kurtuluş Savaşı” 
vermekte olduklarına inanmaktadırlar. Burada, 2011’de başlayan ve en son tepe noktasını 15 Temmuz 2016 darbe teşebüssünün oluşturduğu bir dizi iç ve dış 
olayın, Türkiye’nin varlığına ve ulusal güvenliğine yönelik tehdit olarak algılanması önemli bir rol oynamıştır.

Türk yönetici elitleri, ABD’nin Ortadoğu stratejsinin, geçmişte İngiltere ve Fransa’nın izlediği stratejiye benzetmekte ve bu stratejinin bölge sınırlarını Türkiye 
aleyhine değiştirmek gibi opsiyona sahip olduğuna inanmaktadırlar. Mustafa Kemal’in, İngiliz ve Fransızlara karşı Lenin’in Rusya’sına yaklaşması ile Erdoğan’ın, Amerika’ya ve kısmen de Avrupa’ya karşı Putin’in Rusya’sına yaklaşması arasında yapısal benzerlikler vardır. Geçmişte olduğu gibi, bugün de ülkeyi kuşatan “iç ve dış düşmanlara” karşı bir var oluş (survial) savaşı verilmek zorunda olunduğuna inanılmaktadır. Bu savaş ise, ancak daha önce M. Kemal ve arkadaşlarının yaptığı gibi, yürütmenin gücü artırılarak ve “düşman” telakki edilen iç muhalefet susturularak yürütülebilir.

İkinci neden, 1945 sonrası kurulan çok partili demokratik sistemin zayıflığıdır. Oluşturulan sistem, zaten güçler ayrılığına dayalı gerçek bir hukuk devleti değildi. 
Sivil ve askeri bürokrasinin rejim üzerindeki vesayetini garanti altına almak ana hedefti. Bu nedenle, oluşturulan demokratik kurumlar, onları hayata geçiren 
kişilerce bile ciddiye alınmadı. Ve belki daha da önemlisi, bu sürecte toplumda bu kurumların içini dolduracak siyasi bir kültür oluşmamıştı.

Antik Yunan döneminden, Aristo ve Eflatun’dan bu yana, toplumları bir arada tutan ya da parçalanmalarına yol açan faktörlerin ne olduğuna kafa yoran bir 
geleneğin iddiasının doğru olduğunu kabul etmek gerekir. Bu geleneğe göre, toplumların istikrara sahip olabilmesi için, objektif olarak varolan kurumlar ile 
toplum üyelerinin bu kurumlara yönelik tutumları arasında bir uyum olması gerekir.  Eğer bu uyum yoksa, demokratik kurumlar ile topluma egemen normlar 
arasında bir uçurum ortaya çıkar, sistem kırılganlaşır ve yıkılması çok kolay olur. Belki buraya bir üçüncü faktör daha eklemek gerekir. Belirli koşullarda 
insanlar demokratik hukuk devleti ve özgürlükleri değil, bu kurumların yokluğu veya yıkılması pahasına güvenlik ve istikrarı tercih ederler.

Bu nedenlerden dolayı, AKP’nin, Birinci Cumhuriyet benzeri otoriter bir sisteme geçmesi, kısmi bir direniş ile karşılaşmış olsa bile, kolay oldu.  


***

11 Mayıs 2020 Pazartesi

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013.

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013




Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) 2009 yılı başında Ankara’da Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı tarafından kurulmuştur. 

Merkez’in görevi, Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Avrupa, Asya ( Özellikle Rusya, Türk Cumhuriyetleri, Irak başta olmak üzere Türkiye’nin diğer komşuları ve Asya kıtasının büyük ülkeleri) bölgelerinde ve Avrupa Birliği Teşkilatı ve ülkelerinde Türkiye’yi ilgilendiren konularda araştırmalar yapmak, bunları yazılı ve dijital ortamlarda yayımlamak, bu konularda toplantılar düzenlemek, toplantılara katılmak ve eğitim vermektir. 

Bunlar haricinde AVİM, Ankara’da 1999-2009 yılları arasında faaliyet göstermiş olan Avrasya Stratejik Araştırmaları Merkezi’nin (ASAM) Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün faaliyetlerini de üslenmiştir. AVİM bu Enstitüce çıkartılmış olup halen Terazi Yayıncılık tarafından yayımlanan üç derginin hazırlanmasına yardımcı olmaktadır. Söz konusu dergiler şunlardır: 

Ermeni Araştırmaları (İlk yayın 2001) 
Review of Armenian Studies (İlk yayın 2002) 
Uluslararası Suçlar ve Tarih (İlk Yayın 2005) 

AVİM her İş günü Kafkasya ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Irak ve Asya ve 
Avrupa’yı (AB) ilgilendiren haber ve yorumlardan oluşan, e-posta ile yaklaşık 

7.000 aboneye gönderilen bir bülten çıkarmaktadır. 
AVİM ayrıca bir ana sayfa ve dört ayrı dosyadan (Kafkaslar ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Asya ve Avrupa) oluşan bir Web Sitesine sahiptir. 

E. Büyükelçi Alev KILIÇ AVİM’in başkanlığını yapmaktadır. 

AVİM Rapor No: 1 
Şubat 2014 
JEREMY SALT 
ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013 

Jeremy SALT 

Özet; 

Bu kısa makale İngiliz gazeteci Robert Fisk trafından Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında ve günümüzde Suriye’de çektikleri acı arasında kurduğu paralelliği konu almaktadır. Yazar başka paralellikler de kurmaktadır: örneğin 1914-1918 arasında Ermeniler ve diğer etnik-dini grupların itilaf devletlerinin 
çıkarları doğrultusunda manipüle edilmesi ile günümüzde Suriye’ye batılı hükümetler ve bölgedeki müttefikleri tarafından yapılan müdahalelerin insani sonuçları arasında. Gerçekten de Orta Doğu’nun ve Kuzey Afrika’nın tamamı 19ncu yüzyılın başından bu yana batılı güçler için bir müdahale alanı olmuştur. 
Yazar “Ermeni sorununun” gözler önüne serilmesinden zafer kazanmış savaş dönemi büyük devletlerinin himayesinde yürütülmüş ve hem Anadolu Türkleri hem de Yunanlılar için felaketle sonuçlanmış olan Anadolu’nun 1919’da Yunan işgaline uğramasına kadar birçok anahtar tarihsel olaya göz atıyor. Makale 
dünya tarihinin en yıkıcı savaşının gerçekleştiği dönemin şartlarında tüm dinsel-etnik grupları arasında şiddeti uygulayanlar ile bu şiddetin mağdurları arasında çizilen ayrımı sorgulamaktadır. Yazar bu gerçeğin kabul edilmesinin bugün hala derin bir şekilde kutuplaşmış bulunan tarihsel anlatılara tutunan gruplar 
arasında hakiki bir uzlaşının sağlanabilmesi açısından en temel dayanak olduğu nu ifade etmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Fisk, Ermeniler, Osmanlı hükümeti, tehcir, Justin McCarthy, Avustralya, Rusya, Osmanlı vilayetleri, ayaklanma, Van, Üçüncü Ordu, Andonian belgeleri, lobiciler, Fransa, Kürdistan, savaş dönemi mezalimleri ve yargılama ları, Asuriler, Balkan Müslümanları, 1919 Yunan İşgali, Suriye Hristiyanları ve Müslümanları, 1915 ve 2013 arasında paralellikler. 

Yakın zamanda yayınlanan bir makalede.
1 Robert Fisk, “Nearly a century after the Armenian genocide, these people are still being slaughtered in Syria”, (Ermeni soykırımından yaklaşık yüzyıl sonra bu insanlar hala Suriye’de katlediliyor). The Independent, December 1, 2013. 


Robert Fisk 1915’te Ermenilerin katledilmesi ile 2013’te Suriye’de çektikleri acılar arasında bir paralellik kurmuştur. Gelişen olaylara verilen bu yanıtın dayanağı Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda başlarına gelenler, şu an Suriye’de olanlar ve tarihte bu iki olay arasındaki diğer paralelliklerdir. 

Uzun bir süre boyunca Fisk’in Osmanlı hükümetine karşı yönelttiği suçlamalar, Osmanlı hükümetinin yerel görevlilere Ermenileri yok etme emri verildiğini “gösteren”, ancak aslında sahte olan ve kötü üne sahip Andonian “belgelerine” dayanmaktaydı. Yazarın kendine ait iddialarının birçoğu da Birinci Dünya Savaşı propagandası veya kendi hayali varsayımlarına dayanıyordu. 

  1915 katliamlarından hayatta kalan yaşlı Ermenilerin ona anlattığı hikâyeler ancak Ermeniler tarafından yapılan katliamlardan hayatta kalan yaşlı Müslümanlarca anlatılanlarla ölçülebilirdi, tabi Fisk bunlardan haberdar olsa, ya da bu insanlarla ölmeden önce konuşmak için Doğu Anadolu’ya gitme zahmetine girseydi. 

2015’in yaklaşmasıyla beraber kültürel anaakım Türk hükümetini 1915’te olan olayların bir soykırım olduğunu, yani Ermenilerin sırf Ermeni 
oldukları için yok edildiklerini “itiraf etmesine” yönelik propaganda dalgasına maruz bırakacak. 
Bu konuda herhangi bir tartışma bulunmamaktadır; ama bu yokluğun sebebi, bu konuda karşı anlatıların bulunmaması değil bu karşı anlatıların dikkate alınmamasıdır. 

Görünüşe bakılacak olursa son dönem Osmanlı tarihi hakkında Ermeni propagandacılarının önlerine koyulanlar dışında hiçbir şey bilmemelerine rağmen veya derin bir şekilde önyargılı, sıklıkla dürüst olmayan veya bilgiden yoksun kaynakları okuyanlar için hakikat çok açık bir şekilde ortadadır. 2010 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin bu konuda geçirdiği karar bu tarzda çarpık bir zihniyetin ürünüdür. Komite kararında yer alan iki milyon Ermeni’nin “sınır dışı” (deport) edildiği iddiası saçmalıktan ibarettir. 

Ermeniler sınır dışı edilmemiş, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yerleri değiştirilmiştir. Sınır dışı edildiği iddia edilen Ermeni sayısı ise imparatorluğun toplam Ermeni nüfusundan yarım milyon daha fazladır. Bu iki çarpıtmanın yanında bu kararın yalanlarını ortaya çıkaran birçok farklı hakikat vardır. 

Bu mesele söz konusu olduğunda tarih teolojiye dönüşmüştür. Tanrı’nın olmadığını söylemek onun varlığını “inkâr” etmektir. Yıldız Mahkeme’sinin2 özünde bu zihniyet vardı, ve Ermeni lobicileri ve propagandacıları dünya çapında bu taktiği kullanmaktadırlar. “Soykırım araştırmacıları” aynı ahlaksız taktiği kendi tarih anlatılarına katılmayanları karalamak ve ötekileştirmek için “inkârcı” terimini kullanarak uygulamaktadırlar. Bu ahlaksız taktiği kullanmalarının sebebi Ermeni sorununun doğru bir şekilde çerçevesine oturtulması karşısında kendi çarpık tarih anlatılarının gözler önüne serilmesidir. İşte bu sebepten dolayı Ermeni sorunu hakkındaki tartışmalar daha başlamadan bitirilmelidir. 

Bu bağlamda Amerikalı araştırmacı Justin McCarthy’nin Avusturalya’yı ziyareti sırasında gördüğü kötü muamele, gerçek olduğunu düşündüğü şeyleri dillendirmeyi cüret eden ve bu uğurda mücadele edenlere yine önemli bir ders olmuştur. Profesör McCarthy tanınmış bir araştırmacıdır ve son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun demografik yapısı konusunun ileri gelen uzmanlarındandır. Bu konuda pek çok yayınlanmış kitabı ve makalesi bulunmaktadır. 

Ancak tüm bunların Avusturalya’da hiçbir önemi olmamıştır. Avusturalya medyası McCarthy’i bir “holokost inkârcısı” olarak tanıtan Ermeni, Yunan 
ve Musevi lobilerine uymuştur. Bu muamelenin öncüleri arasında ise Avusturalya Yayın Komisyonu yer almıştır; bu kuruluşun muhabiri Michael Brissenden Profesör McCarthy’i “dünyanın en azılı soykırım inkârcılarından biri” olarak tanıtmıştır. Lobicilerin çabaları istenilen sonucu vermiştir. Profesör McCarthy Melbourne Üniversitesi’nde ve Güney Galler Sanat Galerisi’nde halka açık konuşmalar yapacaktı, ancak iki mekân da “inkârcı” görüşlerini öğrendikten sonra ona konuşması için olanak sağlamayı reddetti. Amerika’dan Avusturalya ’ya bu konuşmaları yapmak üzere gelen Profesör McCarthy’nin yapabildiği tek konuşma Avusturalya İşçi Partisi senatörü Laurie Ferguson’un Canberra Parlamento binasının bir komite odasında ayarladığı küçük özel bir etkinlikte gerçekleşti. Profesör McCarthy’nin maruz kaldığı bu kötü muamele azimli lobiler ile karşılaşan basının korkaklığının ve cehaletinin örnek bir göstergesiydi. Böylece basın ve lobiciler bir araya gelerek dürüst tartışmaların önünü kesmiş ve Avustralyalıların ilgilenebileceği konuları duymalarını engellemişlerdir. 

Böyle bir manzara karşısında bir kâfirin bazı kilit meseleler üzerine görüşleri şöyledir: 

1. Rakamlar. Ermeni ve Ermeni yanlısı kaynakların ölen Ermenilerle ilgili verdikleri rakamlar kimi okuduğunuza bağlı olarak değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir. Savaşın sonunda müttefiklerin tahminleri 600.000-800.000 
ölü sayısına işaret etmektedir. Ermeni kaynaklarının genel olarak verdiği rakamlar artık bir milyon ile bir buçuk milyon arasında değişmektedir. 

Türk “tarafında” ise tahminler 300.000 ile 600.000 arasındadır. 

İngiltere’de 15. ve 16. yüzyıllarda faaliyet göstermiş; siyasi çıkarlar doğrultusunda katı, keyfi hüküm veren ve gizli kapaklı yargılama yapan mahkeme. 

Yaklaşık olarak 1,6 milyon Osmanlı Ermenisi vardı ve yüz binlercesi savaşta hayatta kaldığına göre Fisk ve diğerlerinin verdiği rakamlar doğru değildir ve olamaz. Ermeniler çok büyük acılar çekmiştir, ancak tarihsel gerçek adına 1,5 milyon Ermeni’nin 1915’te ve hatta savaşın tüm gidişatı sırasında “katledildiği” söylemi reddedilmelidir. Osmanlı Ermeni nüfusundaki ölümlerin sebepleri çatışma, kötü savaş koşulları, yetersiz beslenme ve hastalıktı. 
Bu sebeplerden ölen Ermeni sayısı gerçekten katledilen Ermenilerin sayısının çok üstündeydi. Standart tarih anlatısında hiçbir zaman bahsedilmeyen ise aynı sebeplerden dolayı muhtemelen iki ila iki buçuk milyon sivil Müslümanın ölmesiydi. Onlar haklarında hiç bahsedilmeyen hayaletlerdir; çünkü haber muhabirleri, konsoloslar ve misyonerler sadece Hristiyanların çektiği acı ile ilgileniyorlardı. Ölen Müslümanlar sanki hiç var olmamışçasına tarihten yok olup gittiler. 

2. Askeri Gereklilik. 

   “Soykırım network”ü içindeki Ermeni propagandacılar ve “araştırmacılar”ı tarafından tümüyle gözardı edilen askeri gereklilik Türk “tarafı”nın tarih anlatısının en önemli kısmını oluşturan öğedir. 

Buradaki iki önemli soru: 

a) Bir hükümet savaş döneminde isyankâr bir grup insanı yerlerinden etme hakkına sahip midir? ve 

b) Savaş hatları arkasında Ermeni silahlı isyan gruplarının yaptığı sabotaj Ermenilerin “tehcirini” haklı kılacak kadar savaş faaliyetlerini tehdit ediyor muydu? 

Burada en önemli meseleler arasında Ermenileri bir savaş aracı olarak kullanan Rusya’nın rolü bulunmaktadır. Rus ordusunda savaşan Ermeniler dışında, Rus Çarı nüfusunun yüzde sekseninden fazlasının Müslüman olduğu (çoğunlukla Kürt ya da Türk) Doğu Anadolu Osmanlı vilayetlerini “kurtarmak” ile görevlendirilmiş özel Ermeni birlikleri kurdu. Ermeniler fethedilmiş Osmanlı topraklarının bulunduğu bir bölgede özerklik vaatleriyle ikna edilmişlerdi. Bu Rus Ermenileri nin vuruş gücü Osmanlı İmparatorluğu içindeki on binlerce Osmanlı Ermesi ile arttırılmıştı. Bu Ermeni gruplar erzak ve iletişim hatlarını koparmış, askeri konvoylara saldırmış ve sivil Müslümanları katletmişlerdir. Sergiledikleri vahşet 1916 - 18 arası kuzeydoğu Anadolu’nun Rus-Ermeni işgali sırasında en vahim boyutlarına ulaşmıştır. 

Köyler, kasabalar ve şehirler resmen ölü mahzenleri haline gelmiş ve Ruslar dahi çırakları olan Ermenilerin sergiledikleri vahşet ve gaddarlık karşında şok olmuşlardır. 

Ermeni isyanları-ayaklanmaları, askeri konvoylara ve Müslüman köylerine yapılan saldırılar, telgraf hatlarının kesilmesi ve hükümet binalarının sabotajı gibi faaliyetler doğu şehri olan Van’daki ayaklanma ile doruğa çıktı. Ayaklanmaya binlerce Ermeni karıştı. İyi bir şekilde silahlanmış ve hazırlanmışlardı; hatta siperler kazmışlar, kendileri için üniforma dikmişlerdi. Askerlerin bulunmadığı bu durumda hükümet mevkilerinin savunulması işi jandarmalara ve gönüllülere kalmıştı. 

İsyan Nisan ortasında muhtemelen İngiltere ve Rusya ile koordine edilmiş olarak başlatılmıştır; ki böylece tam İngilizlerin Gelibolu’ya çıkarma yapmaya hazırlanmalarına ve Rusların kuzeybatı İran’daki Dilman’a büyük bir taarruz yapmalarına yakın bir zamana denk getririlmiştir. 

İsyanın zamanlaması İngilizlerin Basra’daki tutunma noktalarından kuzey istikametinde yaptıkları manevralarının çıkardığı Mezopotamya’daki 
çatışmalarla da bağlantılı olabilir. Van’ı ele geçiren Ermeniler şehri Ruslara devretmişlerdir. 

Van ayaklanmasının başlatılmasından bir hafta sonra 24 Nisan’da Osmanlı hükümeti İstanbul’daki Ermeni komitelerini kapattı, tutukladığı yüzlerce insanı imparatorluğun iç kısımlarına doğru Ankara çevresinde, çoğunlukla Çankırı ve Ayaş’a aktardı. Ermeniler Van’da gerçekleştirdikleri isyanın bir hafta sonrasında o kritik an olan 24 Nisan’ı “soykırım” tarihi olarak belirlemişlerdir. Ordudan Ermeni firarları, savaş hatların arkasında Ermeni çetelerinin yaptıkları ve Ermeni ihtilalci komitelerinin düşman ile işbirliği yapmaları göz önünde bulundurul duğunda 24 Nisan’da alınan kararın tek şaşırtıcı yanı bu kararın nasıl 
daha önceden alınmamış olduğudur. 

Mayıs ayının sonlarına doğru Osmanlı ordu yönetimi, savaş alanında bulunan Ermeni nüfusun Suriye’nin güney bölgelerine “tehcir”ini tavsiye etti. Van isyanıyla güvenlik sorununun had safhaya ulaşmış olduğu kesindir. 

1915 başlarında Sarıkamış'taki tahrip edici yenilgi dolayısıyla, Osmanlı Üçüncü Ordu'nun kuzeydoğu Anadolu'yu Rus istilası ve saldırısına karşı savunabilecek durumu kalmamıştı. 1914 sonlarında iyi başlayan Sarıkamış seferi dağlardaki kar fırtınası çıkmasıyla bir felakete dönüşmüş, on binlerce Osmanlı askeri çetin kış şartlarına hazırlıksız yakalanmış ve bir gecede donarak hayatını kaybetmiştir. Üçüncü Ordu’nun büyük bir kısmı hayatını kaybetti ve üç yıl boyunca saldırı stratejisi belirleyemedi. Tüm bölgedeki sivil halk resmen tek başına kaldı. Askeri yönetim bazı Ermenileri çoktan taşımıştı, fakat daha sonra yönetim ayaklanmalara ve hat arkasındaki savaş sabotajlarına karşı direnç gösterememiştir. Askeri yönetim sonuç olarak Ermeni nüfusun çoğunluğunun "tehcir" edilmesini önerdi. 

Bu gerçekler askeri gereksinimlerin özünü oluşturmaktadır. Vahakn Dadrian ve onun Türk çırağı Taner Akçam'ın, Osmanlı hükümetinin Van ayaklanması ile daha önce karşı karşıya kaldığını ve Ermenileri yok etmeye karar verdiklerini göstermeye dair girişimlerinin hiç bir temeli yoktur. 
Bu iki isim de savlarını "Andonian belgeleri" ve sözde "on emir" adlı sahte dokümanlarla  desteklemektedirler. Bir Osmanlı görevlisi tarafından İngiliz yetkililerine savaştan sonra teslim edilen bu ikinci kâğıt parçası, iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi yetkililerini İstanbul'da bir masa etrafında otururlarken ve tüm Ermeni erkeklerini yok etme, kadın ve çocukları ise İslam dinine döndürme kararı alırlarken göstermektedir. 

İngilizler, önde gelen Osmanlı hükümeti yetkilerine karşı kullanılacak tüm deliller için herkesi inceden inceye araştırmışlardır. Osmanlı arşivlerini didik didik aramışlar, kendi arşivlerini taramışlar ve Amerikalılara ellerinde bir tane bile suçlayıcı belge olup olmadığını sormuşlardır. 
Bu “on emir” olarak nitelendirilen sahte belgelerin dünyaya gerçek olduklarını kanıtlamanın bir yolu olsaydı İngilizler bu fırsatı kaçırmazlardı, ancak belgeler o kadar bariz bir şekilde sahteydi ki İngilizler bu belgeleri hemen bir kenara atmak zorunda kaldılar. 
Fakat Yale Üniversitesi Soykırım Çalışmaları Programı Başkanı, Ben Kiernan, Kan ve Toprak: Sparta'dan Darfur'a Bir Soykırımın Tarihçesi adlı kitabında, bu düzmece "belge"yi savaş dönemi Osmanlı hükümetine yönelik soykırım suçlamasına temel olarak kullanmıştır. 

Bu sahtecilikler istisnai de değildir, çünkü Ermenilerin "Türkler" aleyhindeki davası, sayısız uydurma yazılı ve görsel örnekle desteklenmektedir. 

3. Birleştirme. 

Ölü sayısının artırılmasının son zamanlarına doğru, Ermeni lobici ve propagandacılar "soykırım"ın zaman aralığını 1922 hatta 1923'e, yani Birinci 
Dünya Savaşı, 1919'da batı Anadolu'daki Yunan istilası, ve Kafkaslar ve Türkiye'nin güneydoğusunda devam eden mücadelelerin vuku bulduğu 
dönemi de içine alacak şekilde uzatmışlardır. Aslında, tarihin bu dönemlerinin her biri ayrı ayrı incelenmelidir. Kafkaslarda toprak ve kaynak (Hazar Denizi petrolü) üzerine yaşanan savaş, İngilizler ve Batılı müttefiklerini, Beyaz Rusları, Bolşevikleri, Azerileri, Gürcüleri, Ermenileri ve diğer başka etnik-dini grupları Kafkas mozaiğine dâhil etmiştir. İnsanlar birbirinin canına kıymış ve hastalık, kötü beslenme çeşitli sebeplerle hayatlarını kaybetmişlerdir. 

Aynı zamanda Fransa, yanında bir Ermeni lejyonu ile birleşmiş ve Fransız koruması altında otonom veya yarı-bağımsız bir Ermeni "devleti" kurmaya niyetli olarak bugünkü Türkiye'nin güneydoğusunu işgal etmiştir. İngiltere ile imzalanan bölgeden çekilmeye ilişkin anlaşma ile - "etki alanı" 

- Van Gölü'nün kuzeyinde uygulamaya konulmuştur. Fransa için Türkiye'nin güneydoğusu la Syrie integrale - büyük Suriye - ki bölgenin çekim merkezleri Çukurova'nın pamuk tarlaları ve doğu Akdeniz'in köşesinde saklanıp kalmış, 
Cezayir ile oluşturulabilecek bir trans-Akdeniz deniz anlaşması geliştirilebilecek olan İskenderun limanıdır. Fransız işgali yeni bir Müslüman katliamı dalgasını tetiklemiştir ve Müslüman mallarının imhası, Fransız ve Ermeni lejyonları Türk 
milliyetçileri tarafından geri püskürtülene kadar devam etmiştir. 

4. Kayıp Müslümanlar. 

   Birinci Dünya Savaşı sırasında kimsenin elinde Osmanlı'da ne kadar Müslüman sivilin öldürüldüğüne dair kesin bir bilgi yoktur, fakat mücadele sırasında ve sonrasında hayatını kaybedenlerden bahsetmek önemlidir. 

Müslüman nüfusun yüzde 80'den fazlası okuma yazma bilmemekteydi ve sonuç olarak katlandıkları sıkıntıları kaleme alıp anlatmaktan yoksundurlar. 
Yuvarlanmış rakamlarla iki ila iki buçuk milyon Müslüman sivilin öldüğünden bahsetmek, rakamlar üzerinden tartışma başlamaktan başka bir şey değildir. Birçok Müslüman sivil - Osmanlı belgelerinden edinilen rakamlara göre yarım milyon - savaşın seyri boyunca katledilmiştir. 
19 ncu yüzyılda “Ermeni sorununu” devraldıklarında, Ermenilerin küçük birer azınlık oluşturduğu ve “Ermenistan” olarak adlandırdıkları Osmanlı vilayetleri toprakları üzerinde İngilizlerce başlatılan Ermeni-Kürt mücadelesinin devamı olduğunu gösterir şekilde katledilenlerin çoğu Kürt ve katledenlerin çoğu da Ermeni’ydi. Kürtler ve hatta sultan ve Osmanlı hükümeti tarafından kullanılan sözcük "Kürdistan"dır. 

Kendi yurtları içerisinde İngilizlerin Ermenilere özerklik verme çabalarından dolayı tehdit altına giren Kürtler kendilerini savunmak için hazırlığa girişmişlerdir. 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler tarafından işlenmiş suçların çoğu Osmanlı ordu komutanları ve vilayet yetkilileri tarafından doğu Anadolu'ya dönecekleri sıralarda yani 1918'de belgelerle arşivlenmiştir. Bu açıklamalar, 1915-16 yıllarında, James Bryce ve Arnold Toynbee tarafından "Türklere" karşı yürütülen kan dondurucu iddialar gibi propaganda amacıyla da yazılmamıştır. 

Bu bilgiler sadece hükümetin bilgilendirilmesi için kayda geçmiştir. Bu diğer hakikat fail ile mağdur arasındaki ayrımı bulanıklaştırır ve Ermeni milliyetçiliğinin kalbinde yatan Manişeist anlatıyı da tehdit eder. Eğer Ermeni gençleri atalarının kurban oldukları kadar katleden de oldukları sonucuna varırlarsa, milli anlatıları patlak verecektir. Bu sebeple karşı anlatı ortadan kapatılmalıdır. 

Daha dengeli bir tarihsel değerlendirme, ancak tüm atalarının işledikleri suçların ve Müslüman da Hristiyan da olsa masum sivillerin acılarının karşılıklı olarak tanınması temelinde Türkler ve Kürtlerle gerçek bir uzlaşmaya imkan verecektir. Bu noktaya bir gün ulaşılabilir ama hali hazırda psikolojik, kültürel ve siyasi açıdan Ermeniler için ataları tarafından gerçekleştirilen mezalimlerin (her ne kadar az sayıda kabul edenler olsa da) kabul edilmesi imkânsız görünüyor. Doğal olarak, onlarca yıldır "Türkler"in soykırımdan sorumlu tutulmalarında ısrar ettikleri gibi, kendileri de Ermenilerin Müslümanlara yaptıklarının aynı şekilde soykırım olarak anılması gerekliliğini düşünmeye zorlanmalıdırlar. 

Ermeni mezalimlerinin raporları Doğu Anadolu’dan gelmiştir. Bu katliamlar geniş çaplı ve büyük ölçüde insanlık dışıdır. Ekmek fırınlarına atılan bebekler; canlı canlı derisi yüzülen insanlar veya atların altında ezilerek öldürülenler; ahırlara veya evlere kilitlenerek canlı canlı yakılan insanlar; toplu olarak alınıp götürülen ve Ruslara görünmeyecek şekilde katledilenler. Osmanlı kuvvetleri cesetler ve ceset parçaları ile kaplanmış şehirlere girmişlerdir. Raporlarda bazı Rus yetkililer 
himayeleri altındaki Ermenilerin davranışları karşısında iğrendiklerini ifade etmişler ve Ermenileri Müslümanları yok etmek istedikleri için suçlamışlardır. 

Bu katliamlar Ermeni vahşetini had safhaya çıkarsa da, Kürtlerin ve diğer 
Müslümanların daha evvel katledilmesi, intikam fikrini 1915’te güneyde Suriye’ye gönderilen Ermenilere yönelik toplu saldırılar için bir motivasyon haline getirmiştir. 

5. Duruşmalar. 

Taner Akçam yazılarında duruşmaların İngiliz yetkililerinin işgali altında İstanbul'da görüldüğüne oldukça fazla dikkat çekmiştir. 

Bunlardan bir kaçı Ermenilere karşı suç işlemekten mahkûmiyetle sonuçlanmış tır. Her halükarda, çok daha güvenilir mahkemeler Osmanlı hükümeti tarafından 1915'te Ermeni kafilelerine yapılan saldırılardan hemen sonra kurulmuştur. Soruşturma komisyonları 1915 yılının sonlarına doğru kurulmuş ve 1600 kadar kişi askeri mahkemede yargılanmıştır. 

Suçlu bulunanlardan bazıları idam edilmiş ve aralarında ihmal ve suç ortaklığından hüküm giymiş Osmanlı yetkililerinin de bulunduğu bazıları hapis cezasına çaptırılmıştır. Kafilelere saldırıldığı haberleri gelirken, İstanbul'daki hükümet, vilayet yönetimlerine Ermeniler için daha fazla korunmalarını talep eden şifreli mesajlar göndermiştir. 

Bunun gibi pek çok belge arşivlerde mevcuttur ve açıkça belirtilmiştir ki Ermeni "tehcir"i öldürme niyeti barındırmamaktadır. "Tehcir" düzenlemesinde sorumluluk alan pek çok vilayet yetkilisinin yetersiz olduğu, aktif bir şekilde Ermenilere kötü davrananlarla suç ortağı olduğu ve diğerlerinin de kasıtlı olarak ihmalkâr davrandığı açıktır. Aynı zamanda, ordunun hareket kabiliyetini kısıtlayan ciddi problemleri varken, bütün hayati ihtiyaçların karşılanması ve böyle büyük bir toplu yer değiştirmenin organize edilmesi son derece zordur. Yiyecek, sağlık imkânları, ulaşım ve kafileyi koruyabilecek silahlı birlikler yoktur. Sivil halk gerçekten çaresiz bir durumdadır ve hatta cepheye dahi ulaşamadan gelemeden hastalıktan veya kötü beslenmeden pek çok asker de hayatını kaybetmiştir. Osmanlı hükümeti nasıl sonuçlanacağını bilmese dahi, "tehcir" 
kararının felaket sonuçlarından sorumlu tutulmak zorundadır. Yine de, ordu yönetiminin öngördüğü şekilde hareket eden hükümetin nasıl bu kadar kötü sonuçlanacağı konusunda bir fikri var mıydı? Ordu yönetimi bu durumun 
meydana gelmesi gerektiği sonucuna varsa bile, herhangi bir konumdaki herhangi bir yetkili kalkıp da "bu olamaz" demedi mi? 

Hemen hemen bir asır sonra, muhtemelen bu sorulara yine net cevaplar verilemeyecektir. 

6. Yunanlılar ve Süryaniler. 

Her iki toplum da Türkler tarafından soykırıma uğradığını iddia ettiği için, burada genel literatürde yer almayan bazı kavramlardan bahsedeceğiz. 

1897’de Yunan ordusu Osmanlı İmparatorluğu’na saldırdı ve onlara yenildi. Yunanistan, 1912’de şansını Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ yanında tekrar denedi. Osmanlılar, sayıca üstün olmadıklarından tüm cephelerde kısa bir 
sürede yenildiler. İmparatorluk, Avrupa kıtasındaki topraklarının neredeyse tümünü kaybetti. Balkan müttefikleri 1913’de dağılmamış ve adeta Müslüman düşmanına saldırır gibi birbirlerine saldırmamış olsalardı, Osmanlılar bu toprakların muhtemelen tümünü kaybedebilirdi. Balkan ordularının işgaline uğrayan topraklarda yaşayan Müslüman halk, 1870’lerden beri ikinci defa –bugünün tabiriyle- etnik temizliğe uğramış oldu. Balkan devletlerinin niyeti güneydoğu Avrupa’daki Osmanlı varlığını sona erdirmek ve mümkün olduğu kadar çok Müslüman öldürmek ve onları dışarı sürmekti. 1904 - 1907 
arasında, Almanlar, şuan Namibiya olarak bilinen bölgede, Herero halkından neredeyse 100,000 kişinin katledilerek veya başka türlü ölümlerine yol açtı. Eğer bu 20. Yüzyılın ilk soykırımıysa, Balkan Müslümanlarının uğradığı katliamlar ve 
tahliyeler - Kiernan ve soykırım konusunda çalışan diğer ‘bilim adamlarınca’ tamamen göz ardı edilse dahi- 20. yüzyılın ikinci soykırımı olarak değerlendirilmelidir. Justin McCarthy’nin tahminlerine göre, Balkan Savaşları, 632,000 Müslümanın, ya da Osmanlı İmparatorluğunca fethedilmiş Avrupa topraklarında yaşayan Müslümanların yüzde 27’sinin, ölümüyle sonuçlanmıştır. 

   Katliamlardan ve köylerinin askerler ve hunhar çeteler tarafından yağma edilmesinden kurtulanlar Ege’ye veya İstanbul’a kaçtılar. Geri çekilen askerlerle birlikte, onlar da, kitleler halinde hastalıktan, yetersiz beslenmeden ve 
tehlikeli hava şartlarından öldüler. İstanbul’a ulaşmayı becerebilenlere kalacak yer verilmiş, camilerde ve hükümet binalarından dönme binalarda tıbbi tedavi olanağı sağlanmıştı. Şehre çıkan yolların etrafındaki alanlar, ölülerin ve ölmekte 
olanların cesetleriyle dolmuştu. Bugün bile, 1877-78’de ve yine 1912-13’de Müslümanların köklerinin kurutulması, Balkanlar’ın ‘batı’ tarihinde yer edinmemektedir. 

Yunanlılar, 1919’da Osmanlı topraklarını yeniden istila etmişlerdir. İmparatorluk, Libya’nın 1911’de İtalyanlar tarafından istila edilmesinden beri savaştaydı. Libya savaşını, Balkan savaşları (1912-1913), ardından Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve daha sonra Kafkasları ve bugünün Türkiye’sinin güneydoğusu olan bölgeyi sarsan mücadele takip etmişti. Harap olmuş bu topraklarda başka bir savaş başlatmak neredeyse sadistçe bir acımasızlıktı, ama bu tam da, İngiliz Başbakanı David Lloyd George’un –Yunanlılara olan sevgisi kadar, “Türklere” karşı yoğun bir ırkçı nefret duygusu besliyordu- ve onun can dostu, Yunanlı Başbakanı Eleftherios Venizelos’un yaptığıydı. Yunan ordusu, Mayıs 1919’da, müttefik bir filonun koruması altında, Ege kıyılarından İzmir’e ulaştı. Katliamlar gecikmeden başladı. Ölüler arasında, fes giymiş oldukları için Müslüman sanılan 
Hristiyanlar da vardı. 

Teoride, Yunanlı ordusu, İzmir’i çevreleyen kısıtlı bir alanda kalacaktı; ama kısa bir sürede hudutlarından çıktı ve İstanbul yönünde kuzeye doğru ve Ankara yönünde doğuya doğru ilerlemeye başladı. Bunu takip eden süreci Yunanlıların köylerde ve kasabalarda yapmış oldukları katliamlar; kundaklamalar; yağmalamalar ve yıkımlar izledi. Aynı zamanlarda bölgede bulunmuş olan Arnold Toynbee, Yunanlıların mücadelesini Türkleri yok etmek olarak tarif ediyordu. Müttefikler arası tahkikat komisyonu ve Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün temsilcisi de aynı fikirdeydi. Nihai olarak, 1922’de Türkler tarafından 
tutulan ve yenilen Yunanlıların Ege kıyılarına çekilmeleri de aynı vahşet ve yıkıma işaret ediyordu. İşgalci orduyu destekleyen Ermeni ve Yunanlı siviller de Müslümanlara ait mal ve mülklerin yağmalanmasına ve yıkımına katıldı. Bu 
macera, 1,5 milyon Yunanlıyı Anadolu’dan ve 1 milyon Türk’ün Yunanistan’dan koparan, 1922’de gerçekleşen mübadeleyle sonuçlandı. Lloyd George’un ve Venizelos’un bu trajediden direkt olarak sorumlu tutulmaları gerekmektedir. 

Güçlenen Türk milliyetçileri ile karşı karşıya kalan İngiliz bölüklerinin yanında, Lloyd George, kendi bölükleri yerine başkaları savaştığı sürece bir başka savaşa daha atılmaya hazırdı, ama Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya, Kanada’ya ve Güney Afrika’ya yaptığı asker talebine kulak verilmemişti. 

Soykırım ithamı yapan üçüncü etnik-dini grup Süryanilerdi. Türkiye’nin güneydoğusu ve İran’ın kuzeybatısında bulunan ve küçük bir topluluk olan Süryaniler, İngilizler ve Ruslar tarafından verilen sözlerle savaşa itilmişlerdi; ama Osmanlı ordusuna, Türk ordusuna veya Kürtlere başkaldıracak halleri yoktu. Osmanlı topraklarından, yurtlarından ayrılan Süryaniler, Irak’a doğru, binlerce kişinin öldüğü yola çıkmadan önce, kuzeybatı İran’daki dindaşlarına katıldılar. Sağ kalanların çoğu kendini Bağdat’ın kuzeyindeki Bakuba sığınmacı kampında buldu. Onlar, cesur askerler olarak biliniyorlardı; ama yine de, disiplinsizlik ve vahşi davranışlara yatkınlardı. 1924’te, İngiliz kuvvetlerine bağlı bir grup Süryani asker, Kerkük’ün merkezinde bulunan bir pazar yerine makinalı tüfeklerle ateş açarak yüzlerce kişiyi öldürdü. 

Yine 1933’te, bir grup silahlı Süryani, Dicle nehri yakınlarında bulunan Iraklı kuvvetlere saldırarak büyük bir krize yol açtılar. 

Bu kriz sonucunda, 34 kişi ölmüş, 100’e yakın kişi yaralanmış, ölülerin vücutları tahrip edilmişti ve karşı saldırıda bulunan ordu, Simel’in Musul bölgesinde yüzlerce masum insanı katletmişti. İngiliz valisi Arnold Wilson’a göre de, Kürtler, Süryanilerin Bakuba’da ki sığınmacı kampına saldırınca yakalanmış ve kafaları kesilerek öldürülmüşlerdi. 

7. Yani, Kim tüm bunlardan alnı ak bir şekilde çıkabilirdi? 

Görünüşe bakılırsa hiç kimse. Bir tarafta, suçluların ve diğer tarafta, mağdurların olduğu söylenemez. 

Tüm taraflarda da suçlular ve mağdurlar vardı. ‘Yer değiştirme’ sırasında bile, birçok Müslüman Ermenilere yardım etmeye çalışıyordu. İhmalkâr Osmanlı memurları yanında da, yanlarında çalışan Ermenilere göz kulak olmak için, son derece zor koşullarda, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışanlar vardı. Anaakım ‘batı’ tarihinde, hala, savaşın Osmanlı halkı için ne kadar yıkıcı olduğu konusunda bir anlayışa yer vermemektedir. Savaş bittiğinde, insanlar at gübresinden arpa çıkarıyor ve hayatta kalabilmek için ot yiyordu. Savaş sırasında bile, 19151916’da, insanlar, Beyrut sokaklarında ve Suriye’nin diğer kasaba ve şehirlerinde, açlıktan ve hastalıklardan ölüyorlardı. 

   Ailelerini besleyemeyen Lübnanlı erkekler, dağlarda utanç içinde ölmeyi bekliyorlardı. Bazı köyler tamamen boş kalmıştı. Savaşın zorlu koşulları, cephedeki askerler için gıdanın ve ilaçların tükenmesi, ulaşımın oldukça zor olması ve askerler ve halk arasındaki kolera ve tifüs gibi hastalıkların neden olduğu büyük sayılarda ölüme ek olarak müttefiklerin Akdeniz kıyısını deniz 
ablukasına alması durumu iyice kötüleştirmiş, para ekonomisinin sonunu getirmiş ve çiftçileri mahsullerini yetiştirmek için gerekli olan malzemelerden yoksun bırakmıştır. 1915’de yaşanan çekirge istilası, devam eden sefalete ve 
yoksulluğa ek olarak, mahsulleri ve ağaçları çıplak bırakmıştı. Arap tarihçi George Antonius’un hesaplamalarına göre, sadece Suriye’deki ölü sayısı 400,000 civarındaydı. 

Doğu Anadolu’daki durum da en az Suriye’deki kadar kötüydü; bazı vilayetlerin nüfusu yüzde 40 ila 60 arasında azalmıştı. 
Yüz binlerce insan savaş bölgesini terk etmiş; sağ kalanlar, sadece Osmanlı topraklarında değil, ama aynı zamanda Kafkaslarda ve kuzeybatı İran’da yerlerinden edilmiş ve açlıktan ölmeye terk edilmişti. Bu, kılıçtan geçirilen, hayatta kalabilmek için mücadele veren bir imparatorluğun ve müttefik güçlerin hile ve asılsız vaatlerinin girdabında kalmış azınlıklarının bir imha etme savaşıydı. 

8. Son olarak, 1915 olayları ve 2013’de Suriye arasındaki diğer paralelliklere değineceğiz. 

Şu anda Suriye’de katledilenler ve ülkeden atılanlar sadece Ermeni Hristiyanları değil, tüm Hristiyanlardır. 

   İki Ortodoks piskopos hala kayıp, eğer hayattalarsa Çeçenler tarafından Halep’te tutuldukları düşünülüyor; papazlar katledildi, eski Ma’lula şehrine saldırıldı ve şehirdeki kiliseler kötü amaçlara alet edildi; yakın zamanda Ma’lula şehrine yapılan bir saldırıda, 12 rahibe, silahlı adamlar tarafından rehin alındı; kısa bir süre önce, Sadad köyünde, 40 Hristiyan- erkek, kadın ve çocuk- katledildi. El Kaide’nin kara bayrakları, batılı devletler ve bölgesel müttefiklerinin Suriye’ye yaydığı karanlık güçler tarafından kiliseler üzerine çekildi. 

El Kaide, 60’dan fazla kiliseyi ve manastırı yok etti ve on binlerce Hristiyan’ı evlerinden etti. 

Sadece Vatikan, Hristiyanlığın, doğduğu bu topraklarda maruz kaldığı bu katliam lar ve yıkıma karşı açıkça sesini çıkarıyor. İşlerine gelince Hristiyan geçinen batılı liderlerin, kendilerini garip bir şekilde ‘Suriye Halkının Dostlar Grubu’ olarak adlandıran işbirlikçi devletlerin Suriye’ye müdahalesinin direkt bir sonucu olarak hayatlarını kaybeden Hristiyanlar veya on binlerce Müslüman ve hatta yer değiştirmek zorunda kalan milyonlarca insan hakkında diyecek hiçbir şeyi yok. Eğer şuan geri çekiliyorlarsa, bunu sebebi, onları, kendi sınırları dâhilinde ve kendi çıkarları karşısında tüm dünyada tehdit edebilecek bir canavar yarattıklarının farkına varmalarıdır. 

“Batı” ve onun bölgesel müttefikleri, iki yüzyıldır, Orta Doğu insanının hayatını mahvetmekte. Azınlık, mezhep, iç savaş, istila ve işgal, suikast, sabotaj, rüşvet, yaptırım, ekonomik boykot ve yıkma kartlarını kullanmışlardır. Bu kartları 
ihtiyaca göre değerlendirmişler ve şimdiye kadar, hiçbir şeyin, onlaraistediklerini almak konusunda engel olamayacağını göstermişlerdir. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’nda olanlara tamamen paraleldir. 1918’de büyük güçlerin çıkarları 
doğrultusunda ortaya çıkan dünya bugün yine büyük güçlerin çıkarları için parçalanmaktadır. Irak kaybedilmiştir ve Suriye yıkılmaktadır. Orta Doğu’nun merkezi toprakları sığınmacılarla dolmaktadır. 2003 sonrası Irak’tan kaçan 
mülteciler 1948’den sonraki en vahim mülteci sorunuydu; şuanda Suriye’den kaçan mülteciler de, daha beter olmasa da, en az Irak mültecilerinin yarattığı sorun kadar vahimdir. 

Ermeniler ve Süryaniler müttefiklerin savaştaki mücadelelerine yardım etmekten dolayı hiçbir kazanç elde edemediler. 

Yapılan vaatler ya yerine getirilmedi ya da getirilemedi. Bolşeviklerin yardımıyla Ermeniler kendi özerk cumhuriyetlerini elde ettiler ama Süryaniler Irak veya onları almaya razı diğer ülkelerde mülteci konumuna düştüler.Araplar kandırıldılar ve ihanete uğradılar. Yerine getirilen tek vaat Siyonistlere yapılandı, ve 1918 sonrası olduğu gibi şimdi de aynı durum söz konusu: 
Irak’ın yok edilmesinden ve Suriye’nin şu anda yok edilişinden en çok kazançlı çıkan Orta Doğu’ya Batı stratejilerinin çıkarı doğrultusunda yerleştirilen sömürgeci yerleşimci devlet olmuştur. Bugün Suriye'de acı çeken Ermeniler bütün resmin yalnızca bir parçasıdır. 

   Orta Doğu'nun merkezi toprakları hayrete düşüren bir şekilde tahrip edilmektedir. Bölgenin insanları onlara karşı kurulan tuzaklara bilinçsiz bir şekilde düşmektedirler. Tanrının gerçek düşmanları olan, toplumun içine fitne sokan dini liderler ve onları destekleyen hükümetleri yüzünden bölge halkı, geri adım atıp esas manzarayı görememektedir. Bir yüzyıl öncesinde geçerli olduğu gibi, şimdi de, uzak ‘batı’ başkentlerinin belirlediği büyük stratejiler çerçevesinde ülkeler yok edilmektedir. 

Hükümetleri ve kurumları kendi ihanetleri, işbirlikçilikleri ve adi bir şekilde paraya ve güce teslim olmalarıyla kendilerini rezil etmektedirler. 

Kuşkusuz, bu kadar zûl bir noktaya Arap tarihinde ve İslami Orta Doğu’da çok az düşülmüş tür. 


***