Taner Akçam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Taner Akçam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2020 Perşembe

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 3

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 3





İngiliz istihbaratı da Kemal’in Pan-İslamist politikalarından haberdardır ve bölgeden düzenli raporlar gönderilmektedir. 28 Aralık 1919 tarihli bir rapora göre, 
M. Kemal her fırsattan yararlanarak Halep, Şam ve diğer şehirlerde bildiriler dağıttırmakta, Müslümanların aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırarak 
birleşmeleri ve silahlarını Fransızlara karşı çevirmeleri çağrısında bulunmaktadır. Türk savaşçılarının “yakında Arap kardeşlerinin ziyaretine geleceklerini, 
düşmanı [birlikte] defedeceklerini ve ... din kardeşi olarak yaşamak” gerektiğini söylemektedir.  17 Ocak 1921 tarihli bir başka rapor Kemal’in, “[Türk] 
ordusunun başarılarından... Halep ve Şam halkları ile birleşerek Suriye'nin güneyine doğru ilerlemekten” bahsettiğini aktarmaktadır.  Eklemek gereksizdir ki, 
tüm bu dönem boyunca Mustafa Kemal hakkında, onun İttihatçı olduğu ve Pan-İslamist politikalar yürüttüğü konusunda Batı Basınında bolca yayın da 
yapılmıştır. 
Görüldüğü gibi, Türkiye’nin gerek geçmişte gerekse bugün bölgede izlediği politikalar ve de Batı’nın geçmişte ve bugün gösterdiği tepkiler arasında büyük 
farklar yoktur. Ve bu siyaset, ‘silahın gücünün yettiği kadar sınırları genişletmek’ olarak formüle edilebilir. Ortadoğu’da şu anda yaşanan koşulların büyük 
ölçüde Birinci Cihan harbi sonrası dönemi andırıyor olması, bu benzerliğinin önemli bir nedenidir. Bilindiği gibi, bölge sınırları, bu harbin sonunda bir tarafını 
Türkler ve Bolşeviklerin diğer tarafını İngiliz ve Fransızların oluşturduğu iki blokun çatışması ile belirlenmişti. Sovyetlerin çökmesi, ABD’nin Irak’a müdahalesi 
ve Suriye iç savaşı ile birlikte bölgede sınırlar yeniden açık ve sorgulanır hale geldi. Ve bugün yine bir tarafta Türkiye ve Rusya ve diğer tarafta Batı Blokunun olması tesadüf değildir.

Erdoğan, kurmakta olduğu devletin sınırlarını, M. Kemal’in izinden giderek ve onun deyişiyle, “kuvvet ve kudretle tespit edilecek” kadar geniş tutmaya 
çalışarak çizmeye çalışmaktadır ama aralarında bir farktan da bahsetmek gerekirse, Türkiye bugün geçmişine göre çok daha kuvvetlidir ve 1920 Misakı 
Milli sınırlarına kısmen ulaşma şansına daha fazla sahiptir. Tayyip Erdoğan bu nedenle Misak-i Milli yeminini ve Lozan antlaşmasını bilerek tartışmaya açmıştır. 
2016 Ekim’inde söylediği şu sözler çok anlamlıdır: “Maalesef [Lozan’da] hem batı hem de güney sınırlarımızda Misak-ı Milli hedeflerimizi koruyamadık. 
Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir. Bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. 
Asıl vahimi, zorunluluklardan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. 

Bu anlayışı reddediyoruz.”  Erdoğan, Lozan’ın “zafer diye yutturulmaya” çalışılmasına karşı çıkar.  Ona göre, “Ülkemizin güney sınırında [Suriye sınırında] 
yaşanan güvenlik sorunlarının sebebi Misak-ı Milli'den taviz verilmesidir.”  İşin özeti şudur ki, “İslami-Muhafazakar” blok, “Batıcı, laik ve modern” blok’a, 
Misaki Milli konusunda “sizin yapamadığınızı biz yapacağız”, der gibidir.
Erdoğan’a yönelik, yüzünü Batı yerine doğuya çevirdiği eleştirilerini ayrıca ele almaya gerek yok. Türk yönetici elitlerinin Batı ve NATO tercihi esas olarak 
İkinci Dünya savaşı koşullarında verilmiş pragmatist bir karardı. Birinci Cumhuriyetin kuruluş koşullarında tercih açık olarak “Doğu’dan yana” yapılmıştı zaten. 
Mustafa Kemal’in, ‘güneşin doğu’dan yükseldiğine’ ilişkin onlarca sözünü bulmak mümkündür. “Doğu ihtilali artık bir masal değildir... Doğu ihtilali namını 
verdiğimiz Asya ve Doğu Avrupa milletlerinin Batı Emperyalistlerine karşı tasavvur ettikleri isyan çoktan beri bir tasavvur olmaktan çıkmış, faaliyet sahasına 
intikal etmiştir....”
Ayrıca, daha çok jeo-stratejik çıkarlara bağlı olarak Türkiye’nin uluslararası düzeyde kendisini hangi güçlerin yanında konumlandıracağına ilişkin bir tartışmayı, günümüzde çok anlamı olmayan “Doğu-Batı” gibi kültürel kategorilerle izah etmenin çok anlamlı olmadığını görmek gerekiyor. 

Esas olan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası oluşmuş uluslararası sistemin çökmüş olduğudur. Ve “Doğusu ve Batısı” ile tüm küresel güçler yeni 
müttefik arayışına girmişlerdir. Türkiye de bu arayıştan payını almaktadır.
Tarihle Yüzleşme Önce iki olay: HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan Paylan, 14 Ocak 2017 tarihinde Meclis’te yaptığı bir basın toplantısında “Ermeni halkı başına ne geldiğini çok iyi biliyor. Ben bunun adına soykırım diyorum”, sözlerini kullandı. Bu nedenle hakkında, Türk Ceza Kanununun 301’inci maddesi uyarınca, “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Alenen Aşağılama ve Cumhurbaşkanına Hakaret” suçlarından soruşturma açıldı. 
İlgili ceza maddesinden dava açabilmek için Adalet Bakanlığı izni gerekiyordu ve Bakanlık bu izni 7 Aralık 2017 tarihinde vermişti.
Yine Garo Paylan, 6-7 Eylül 1955 Rum, Ermeni ve Yahudilere yönelik İstanbul pogromunun yıldönümünde, “faillerin ortaya çıkarılması, yaşanan can ve 
mal kayıplarının tespit edilmesi, mağdur olan kişilerin maddi ve manevi kayıplarının tazmin edilmesi, bu sayede geçmişle yüzleşme adına bir adım atılması amacıyla” Meclis Araştırması açılması teklifinde bulundu.  4 Ekim 2018 tarihinde Meclis Başkanlığı önergeyi “kaba ve yaralayıcı sözler” bulunduğu gerekçesi ile işleme bile koymadı. 

Bu iki olayın gösterdiği gerçek çok basit. Türkiye’de tarihle yüzleşmeye çağrı yapmak hala bir suç telakki edilmekte ve konuyu gündeme getirenler hakkında 
soruşturma açılabilmektedır. 2007 yılında Hrant Dink hakkında “Türklüğe Hakaret” maddesinden soruşturma açıldığı, soruşturmanın büyük bir linç kampanyasına dönüştürüldüğü ve Dink’in 19 Ocak 2017’de öldürüldüğü hala hatırlardadır. 
Erdoğan döneminde gündeme gelen bu uygulamalar aslında tarihi bir geleneğin devamından ibarettir. 1920 ve 30’lu yıllarda, M. Kemal döneminde de, 
“Türklüğe hakaret” suçlamalarıyla Gayrimüslim vatandaşlar sindirilmeye çalışılıyordu. 1926 ile 1942 yılları arasında toplam 554 “Türklüğe hakaret” davası 
açılmıştı ve bunların %60’dan fazlası, nüfusun %2’sini oluşturan Gayrimüslimlere yönelikti.  Ortada, M. Kemal’den Tayyip Erdoğan’a uzanan bir süreklilik vardır.
Tarihle yüzleşmenin suç olarak telakki edilmesi meselesi bir tek fikir özgürlükleri ile sınırlı değildir. Yüzleşmeyi başaramamanın daha başka ciddi sonuçları var. 
Türkiye bugün eğer demokrasi, insan hakları ve özellikle de Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerine ilişkin ciddi sorunlar yaşıyorsa; komşuları ile barış istikrar ve 
güvenlik içinde yaşama gibi ciddi bir probleme sahipse bunun temel nedeni tarihiyle yüzleşemiyor olmasıdır.

Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi büyük katliamlar sürgünler ve bunların yarattığı acıların tarihidir. Cumhuriyet öncesi yaşananlardan bazıları şunlardır: 1894-7 ve 
1904 Abdulhamit dönemi Ermeni katliamları, 1909 Adana Ermeni katliamı, 1913-4 Rumlara yönelik etnik temizlikler, 1915-8 Ermeni ve Suryani soykırımı, 1921 Pontus-Rum soykırımı ve 1924 zorunlu nüfus değişimi. Bu imha ve sürgünlerle 19’uncu yüzyıl sonlarında Anadolu Osmanlı nüfusunun %30’unu oluşturan  Hristiyan nüfus %2 civarına indirilmiştir.  

Aynı uygulamalar, Cumhuriyet döneminde de bu sefer Kürtleri’de içererek biçimde devam etmiştir; 1927 sonrası Ermenilerin zorunlu Suriye veya İstanbul’a 
sürgünleri, 1934 Trakya Yahudi pogromu, 1938 Dersim Soykırımı, 1942 Varlık vergisi uygulaması ve 6-7 Eylül 1955 Ermeni Rum ve Yahudilere yönelik pogrom, 1964 Rum sürgünü, 1980 Askeri darbesi sonrası binlerce gencin idam ve işkence ile imha edilmeleri, 1990 yılı boyunca binlerce sivil kürt vatandaşının faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi sadece bazılarıdır. 

Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bugüne kadar, tüm bu katliam ve insan hakları ihlalleri üzerine hiçbir açık konuşma, yüzleşme yapılmadı. 
Olayların hemen hepsi yok sayıldı, inkar edildi. AK Parti’nin 2011’de sınırlı bir biçimde gündeme getirdiği 1938 Dersim soykırımını saymazsak ki buradaki 
amaç da yüzleşme değil, katliamın organizatörü CHP’ye karşı puan toplamaktı  
bu olaylar siyasetin hiçbir biçimde gündeminde yer almadı. 
Bilinçli bir hafıza boşluğu yaratıldı; ve bu hafıza uydurmalarla dolduruldu ve yalana dayalı bir tarih yaratıldı.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, siyasetin ana zeminini bu yalan ve yok saymalar oluşturdu. Oysa bilinen kural çok basittir: acılarla dolu bir tarih yok 
sayılır, bu acıları yaratan koşullar ve zihniyet üzerine konuşulmaz ise; üstü örtülen ve inkar edilen her kıyım/yok etme, yeni kıyımların tekrarının zeminini yaratır. 
İşlenmiş cinayetleri ve onun acılarını hatırlatmamak, üstünü örtmeye çalışmak veya bunları hatırlatanların üzerinde baskı uygulamak aynı suçların tekrar 
edilebileceği anlamına gelir. Bireyler ve topluluklar arası yaşanmışlar üzerine konuşmamak ve yok saymak güvensizlik duygusunun temelini oluşturur. 
Bu nedenle, bölge halk ve devletleri, Türkiye’ye karşı büyük bir güvensizlik duygusuna sahiptirler ve Türkiye’nin geçmişini inkar etmesini, aynı suçu tekrar 
işleyebileceği biçiminde yorumlamaktadırlar ki bunda da çok haksız sayılmazlar.
Osmanlı-Türk tarihinde yaşanan yıkım ve katliamların yok sayılması ve inkar edilmesi siyasetinin temelleri, Talat Paşa tarafından 1916 yılında İttihat ve 
Terakki Partisi Kongresinde, daha Ermenilerin imhaları devam ederken atılmıştır. Talat Paşa ilgili konuşmasında, başta Ermeniler, Hristiyanların yabancı 
devletlerin ülke içindeki uzantıları oldukları, onlar tarafından kışkırtıldıkları ve savaş sırasında Osmanlı Ordusunu arkadan vurduklarını iddia eder ve Ordunun 
cephe gerisi güvenliği için Ermenilerin bulundukları yerlerden başka bir yere göç ettirildiklerini söyler. Paşa’ya göre, göç sırasında “bazı taşkın hareketler” de 
olmuştur; ama olayları soruşturmak amacıyla bölgelere teftiş heyetleri gönderilmiş ve ayrıca Ermenilerin mal varlıkları, yağma tehlikesine karşı güvence 
altına alınmıştır. 
Talat Paşa aynı görüşleri İttihat ve Terakk’nin 1918 tarihindeki son Parti Kongresinde de tekrar etmiş ve ama “meydana gelen hadiselerin mesuliyeti(nin) her şeyden önce onlara sebebiyet veren” Hristiyanlara ait olduğunu söylemiştir.  
Talat Paşa’nın sözleri 1919-22 döneminde Mustafa Kemal tarafından da sıkça tekrar edilmiştir.  Örneğin 1919 Aralık’ında Ankara’nın ileri gelenlerine yaptığı bir konuşmada, “Memleketimizde yaşayan anasır-ı gayrimüslimenin başına ne gelmiş ise, kendilerinin ecnebi entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını suiistimal ederek vahşi şekilde takip ettikleri ayrılıkçı siyasetin neticesidir”, der. 

1922 Lozan Barış görüşmelerinin ilk gününde, Türk Delegasyonu başkanı İsmet İnönü, Talat Paşa ve M. Kemal tarafından çeşitli vesilelerle gündeme getirilen 
görüşleri geliştiren tarihi bir açış konuşması yapar. İsmet Paşa’nın ileri sürdüğü tezler, bugün de Hristiyanlara yönelik katliamlarının yok sayılması ve inkar 
edilmesinin temelini oluşturur. Cumhuriyet dönemi boyunca, konuya ilişkin yapılan tüm yayınlar, bu konuşmadaki ana fikirlerin tekrarından ibarettir. 

Cumhuriyet tarihi dönemi boyunca inkar edilen sadece katliam ve imhalar değildir. 1931 yılında Mustafa Kemal’in önderliğinde yazılan 611 sayfalık Türk Tarihinin Ana Hatları kitabı ve bunu esas alırak hazırlanan ve okullarda ders kitabı olarak kullanılan 4 ciltlik Türk Tarihinin Ana Hatları kitapları ile, bu toprakların kadim halklarının varlıkları tarih kitaplarından neredeyse çıkartılmakla kalmamış, Gayrimüslimler yaşanmış tüm felaketlerin de sorumlusu olarak gösterilmiş ve “iç düşman” olarak tanımlanmışlardır. Üstelik bu fikri kuvvetlendirme amacıyla, M. Kemal’in Nutuk’undan çok uzun alıntılar yapılmıştır. 

Özetle, tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca ders kitaplarında Gayrimüslimlerin ve kısmen Kürtlerin “iç düşman” olarak tanımlanması ilk defa 1930’lu yıllarda 
dile getirilmiştir. 

Bu zihniyete bağlı olarak, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, Hristiyanlar ve Yahudilerin özgür ve eşit vatandaşlar olarak yaşamaları önünde hukuki, siyasi ve 
kültürel engeller çıkartılarak, onlar için hayat yaşanmaz bir hale sokulmuştur. Hristiyan ve Yahudilerden istenen ülkeyi “gönüllü” olarak terk etmeleriydi. 
Zaman zaman zorunlu sürgün olarak da uygulana bu dışlama politikalarıyla, 1927’de nüfusun %2,8’ini oluşturan Hristiyan ve Yahudiler bugün yok denecek 
bir seviyeye indirilmişlerdir.

Bu politikanın temellerinin de Mustafa Kemal tarafından atıldığını söyleyebiliriz. 

   1923 yılında Mustafa Kemal’in Adana esnafına bir konuşma yapar ve  konuşmasında şunları söyler: “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşıyacaktır... Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.”   

Bu sözler ve bunu takip eden uygulamalar, Hristiyan ve Yahudi nüfusunun bugün niçin yok sayılma düzeyine indiğini bize anlatır. 
Eğer bugün, tarihle yüzleşmenin şart olduğuna, yüzleşme olmadan insan haklarına saygılı demokratik bir devlet ve toplum kurulamayacağına ve komşu 
halk ve devletlerle barış ve istikrar içinde yaşamanın mümkün olamayacağına inanıyorsak, Talat Paşa’dan Mustafa Kemal’e ve oradan Tayyip Erdoğan’a 
kadar devam eden bir inkar çizgisiyle hesaplaşmak gerektiği görülmek zorundadır. Erdoğan, sadece köşe taşları 1920 ve 30’larda döşenmiş bir siyaseti 
devam ettirmektedir, o kadar.

Son Söz Yerine

“Biz Bugün Reis’e Adam Diyoruz; Yarın Torunlarımız Atam Diyecek,” soysal medyada çok sıkça dolaşıma sokulan bir slogan bu. 

Türkiye nüfusunun önemli bir kesiminin, Tayyip Erdoğan’da Mustafa Kemal gördükleri ve belki ondan daha da çok sevdikleri bir gerçek.
Önümüzdeki dönem, M. Kemal ile Erdoğan kıyaslamaları gittikçe artan bir biçimde yapılmaya devam edilecek. Ve ülkedeki kültürel yarılmanın hangi bloğunda yer alıyorsak, buna bağlı olarak ya Erdoğan’ı, ya da M. Kemal’i ötekine tercih edeceğiz. Ve galiba Türkiye’nin temel problemi bu “ Tercih tartışması” nda 
yatıyor. Çünkü bu tercih tartışmasının demokratik bir gelecek kurma arzusu ile çok fazla bir ilgisi yok, hatta onun önündeki en önemli engellerden birisi. 

Konuya, Türk siyasal hayatının yetiştirdiği iki devlet adamı arasında kıyaslamaya indirgeyenler, sadece mevzut kültür bloklarının daha da derinleşmesine 
hizmet etmiyorlar, aynı zamanda tercih ettikleri tarafa karşı daha anlayışla ve hoş görü ile yaklaşıyorlar. Ve belki de en önemlisi, o dönemin mağdurlarını 
anlamayı merkezlerine koymuyorlar. 

Dahil olduğu kültür grubu ve onun önderine karşı anlayış ve hoş görülü bakışın en büyük kaybedenleri, her iki dönemin mağdurlarıdır. Tayyip Erdoğan’a 
muhalefet eden ve karşı çıkanlar, aslında mağdur oldukları için karşı çıkıyorlar. Onların bugün mağdur durumda olmaları, Erdoğan’a itirazlarının ana nedeni… 
Belki de bu mağduriyet onları oldukça öfkeli de kılıyor. Benzeri durum T. Erdoğan taraftarları için de geçerli. Onlar da, gerek M. Kemal gerekse CHP dönemine 
karşı çıkarken kendilerini o dönemin mağdurları olarak görüyorlar.
Fakat bu iki taraf da, kendi tercih ettikleri dönemin mağdurlarına aynı tarzda çok uzaklar. M. Kemal’i tercih edenler, o dönemi dönemin mağdurlarının gözüyle 
değerlendirmiyorlar. “O dönemin koşulları…”; “karşılaştıkları sorunlarla kıyaslayınca…”; “o zaman bu devrimci bir adımdı…”; “bazı şeyler katlanılması gereken zorunlu şeylerdi…” gibi tezlerle mağdurlara, “siz acı çektiniza ama bir nedeni vardı”, der gibiler. Döneme yöneticilerin gözüyle bakıp, yapılanlara daha anlayışla yaklaşıyorlar. Erdoğan’ı tercih edenler de, Erdoğan döneminin mağdurlarından uzaklar. Soruna Erdoğan’dan bakıp, yapılanları daha anlayışla karşılıyorlar. 

Onların da kendilerine göre “ama”ları var.

Oysa Türkiyenin ihtiyaç duyduğu şey, hangi dönem olursa olsun, mağdurları esas alan bir bakış açısıdır. Her dönemin mağdurların penceresinden her iki dönemi okumak şarttır. Bunu başaramazsak demokratik bir gelecek kuramayız. Buna tarih yazımında “mağdur perspektifi” diyoruz.

Özetle, M. Kemal’i Savunarak, tercih ederek Erdoğan Rejimine karşı çıkılamaz. 

   Demokratik bir Türkiye ancak ve ancak hem tarihindeki hem de bugünkü Tek Adam Rejimlerini eleştirerek kurulabilir.


***

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2



Talat Paşa,İsmet İnönü,Lozan Barış görüşmeleri,Taner Akçam,DEVLET AKLI,1915,Yeni Rejimin, Esas Ötekisi,


2011-2012 yıllarını bu yeni sisteme geçişin başlangıç yılları olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. AKP, ilk defa 30 Eylül 2012 Parti Kongresinde “Yeni Türkiye Vizyonu” sloganı ile birlikte, Başkanlık Sistemini bir siyasi bir program olarak formule etti.  16 Nisan 2017 referandumu ve “Allah’ın büyük bir lütfu” saydığı 15 Temmuz 2016 askeri darbesi ile Başkanlık Sistemini yani İkinci Cumhuriyeti pratik olarak inşa etmeye başladı. 

AK Parti ileri gelenleri, yeni devlet kurmakta olduklarını ve yeni devletin kurucu liderinin Tayyip Erdoğan olduğunu açık olarak dillendirdiler.  

M. Kemal’e ve dönemine, daha önce örneği görülmemiş biçimde övgüler düzülerek sahiplenilmeye başlanması da bu yeniden inşaanın başladığı 2016 sonrasına denk düşer.

Şu anda ortaya çıkan tabloyu, Birinci Cumhuriyeti birlikte kuran eski ortakların yeni koşul ve şartlarda yeniden bir araya gelmeleri olarak okumak mümkün. 
Bu sefer egemen konumda olan “İslami-Muhafazakar” blok. Getirilen Başkanlık sistemi ile “Batıcı, Seküler ve Modernist” kesim iktidara ortak edilmiş ama 
onların tek başına iktidara gelmelerinin önü kapatılmıştır. “İslami-Muhafazakar” blokun bir başka iddiası daha vardı: “biz daha iyisini yaparız”.

“Atatürk'ü sadece anmakla kalmamalı, anlamaya da çalışmalıyız,”  diyen Erdoğan, kendi yaptıklarını ve yapacaklarını M. Kemal dönemi ile kıyaslayarak anlatmayı tercih etmesi bu nedenledir. 
“İslami-Muhafazakar” blok, vaktiye kendilerini iktidardan uzaklaştıran yeni müttefiklerine sanki, “yaşananlar sizlerin  beceriksizlikleriyle oldu, şimdi biz daha iyisini yapacağız, yapacağınız tek şey bize destek olmaktır”, der gibidirler.

İşte bu eski ittifak güçlerinin yeniden buluşması nedeniyledir ki, Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Erdoğan rejimine karşı, “Batıcı, Seküler ve Modernist” 
Mustafa Kemal’e sahip çıkılarak çözülebileceğini zannetmek ciddi bir yanılsamadır. Bu iki ana blok, 1920’lerde olduğu gibi bugün yeniden buluşmuşlardır. 
M. Kemal’i ve onun Birinci Cumhuriyetini esas alarak, Erdoğan rejimine muhalefet etmenin imkanı yoktur.

Altı Nokta Etrafında İki Rejimin Benzerlikleri

Bugün Erdoğan rejimine yöneltebileceği temel siyasi eleştirileri, birbirleri ile bağlantılı altı ana noktada toplamak mümkündür. 
a) Demokratik hukuk sistemi: ya da kuvvetler (yasama yürütme ve yargının) ayrılığı ilkesi,
b) Temel hak ve özgürlükler: fikir özgürlükleri, özgür basın, toplantı ve yürüyüş hakkı, siyasi örgütlenme hakkı ve seçimlerin özgür koşullarda yapılması 
vb. gibi temel özgürlükler ve insan haklarını ilgilendiren hususlar,  
c) Birlikte Yaşama: ulus, din ve kültür gruplarına yönelik politikalar; başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere toplumu oluşturan Hristiyanlar ve Yahudiler 
gibi tüm farklı grup ve çevrelerin eşit ve eşdeğer koşullarda birlikte yaşamlarının nasıl sağlanacağı ya da bir başka deyişle, toplumsal hayata kimlerin dahil 
edilip kimlerin dışlanacağına ilişkin hususlar,
d) Cinsel ayrımcılık: kadınların sadece hukuk alanında değil, toplumun her boyutunda cinsel ayrımcılığa tabi tutulmayarak, eşit katılımlarının nasıl 
sağlanacağı hususu,
e) Uluslararası ilişkiler: “Doğu-Batı geriliminde” Türkiye’nin yeri ve Ortadoğu’ya yönelik politikaların ne olması gerektiği konusu,
f)  Tarihle yüzleşmeni zorunluluğu: ya da bilinçli yaratılan toplumsal hafızasızlığın uydurmalarla doldurulması ve tarihte yaşanmış kitlesel katliamlarla 
açık ve dürüst bir yüzleşme yerine bunların inkar edilmesi ile ilgili hususlar.
Elbette bu noktalar artırılabilir. Ama ana iddiam Erdoğan rejiminin ve geçmişteki Tek Parti döneminin (ve Mustafa Kemal’in) bu konulara verdikleri cevapların 
esas olarak aynı olduğu ve Erdoğan’ın bugünkü sorunları esas olarak Kemalist dönemin tepkilerini vererek çözmeye çalıştığıdır. 

Burada sadece Kuvvetler ayrılığı, Suriye politikaları ve tarihle yüzleşme itibarıyla rejimler arasındaki benzerlikleri göstereceğim.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi: 

Bugün Türkiye’nin en temel sorunu, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılmış olmasıdır. Özgür seçim mümkün değildir, özgür basın susturulmuştur ve temel 
hak ve özgürlükler sınırlanmıştır. Devlet kaynakları esas olarak iktidar partisine aktarılmaktadır. Bu nedenle Erdoğan’a yasama, yürütme ve yargının tüm 
yetkilerini elinde toplayarak bürokrasiyi yıktığı ve devlet geleneğini ortadan kaldırdığı, partisi ile devlet arasındaki sınırları yok ederek ve devlet kurumlarını 
partizanca partisinin şubeleri haline getirdiği eleştirileri yapılmaktadır.  

Oysa Erdoğan kuvvetler birliğini (yürütmenin kesin kontrol ve denetimini) hayata 
geçirirken aslında M. Kemal’in izinden gitmektedir. M. Kemal’e göre de kuvvetler birliği esastır ve bunun içinde yürütme kesin belirleyicidir. 

M. Kemal bu ilkeyi, sadece savaş yıllarına ilişkin zorunlu bir tercihi olarak değil, doğru hükümet modeli olarak ölümüne kadar savunmaya devam etmiştir.
Burada sadece birkaç örnek vermek gerekirse:
1921 yılında Mecliste yaptığı konuşmasında, “Efendiler! Tabiatta kuvvetler ayrılığı yoktur... Milli İrade, Milli hakimiyet denilen kuvvet taksim edilemez ve ayrılamaz”, diyerek açıktan kuvvetler birliğini savunmuştur.  
1923 İzmir iktisat kongresinde, Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyarak kuvvetler birliği ilkesini savunur. Konuşmasında, Batıda birçok hükümet şeklinin “dayandığı 
esas kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir”, dedikten sonra, “TBMM Hükümeti bu hükümet şekillerine benzemez... bizim hu¨ku¨metimiz kuvvetler birliği esasına 
göre kurulmuş bir hu¨ku¨mettir”, diye ekler.  Kuvvetler ayrılığını ise “irtica” olarak tanımlar. 

1927 yılında uzun Nutuk’unda ve aynı yıl Meclisin yasama yılını açış konuşmasında bu ilkeyi tekrar eder ve “hükümet teşekkülünde esas, kuvvetler birliği 
nazariyesidir”, der.  

1931 yılında üvey kızı Afet İnan’a yazdırdığı ilk ve orta okullarda okutulmak üzere yazdırdığı Medeni Bilgiler Kitabında, “kuvvetler ayrılığı nazariyesi bizim 
için esas değildir... Türk Milletinin idare şekli kuvvetler birliğidir”, ifadelerine yer verir.  

1934 yılında CHP üçüncü Kurultayında, parti programına “kuvvetler birliği” ilkesi eklenir.  Bu ilke 1935 Parti Kurultayında tekrar edilir. M. Kemal, kuvvetler 
birliği ilkesini bir adım daha ileri götürür ve 1935 Kurultayında parti ve devlet birlikteliğini ilan eder. 

18 Haziran 1936’da alınan bir kararla, İçişleri Bakanı aynı zamanda CHP genel başkanı, her ilin valisi de, CHP il başkanı olmuştur.  1 Kasım 1937’de, 
ölümünden bir yıl kadar önce, Meclisin yasama yılının açılış konuşmasında, “bizim devlet idaresinde ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır,” 
diyerek parti ile devletin birleştirilmesini, valilerin CHP il başkanı yapılmasını kuvvetler birliği ilkesinin gelişmesi olarak tanımlar. 

M. Kemal’in kurduğu bu ‘Parti-Devlet birlikteliği’ sistemi, “Şef sistemi” olarak tanımlandı ve 1938’den itibaren okullarda ders kitabı okutulmaya başlandı. 
Kitaba göre, “Şef sistemi Bu¨yu¨k Dâhi’nin bir buluşudur. Mussolini ve Hitler ondan öğrenmişler, fakat ölçu¨yu¨ kaçırmışlardır.”   Bu sisteme göre, “Şef ile ihtilafa du¨şen, Şefin kudretini sınırlayacak veya ona rakip olacak kuvvetler ortadan silinmelidir veya ona tâbi olmalıdır.” 

Özetle, gerek M. Kemal gerek Erdoğan (birincisi açıktan savunarak, diğeri açık söylemese bile pratikte gerçekleştirerek) kuvvetler birliği sağlayarak, devletin 
organları u¨zerinde kurdukları kontrol ile yeni bir toplum ve insan tipi yaratmak amacıyla otoriter bir rejim inşa etmişlerdir.

Bu bilginin bize gösterdiği gerçek, eğer kuvvetler ayrılığını esas alan, çoğulcu demokratik bir sistem savunulmak isteniyorsa, bu Kemalizmin eleştirisini de 
içermek zorundadır. M. Kemal’in siyasi felesefi, oturttuğu sistem eleştirilmeden, Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı çıkmanın imkanı yoktur. 

Bugün muhalefet kesimlerinin en büyük açmazı budur.

Mustafa Kemal ve Suriye Politikaları.,

Batıda son yıllarda özellikle Suriye politikaları nedeniyle Erdoğan çok yoğun bir eleştiriye tabii tutulmuş ve hala da tutulmaktadır. 
Buna göre, Erdoğan Mustafa Kemal’in Batı ile dostluk siyasetinde vazgeçmekte ve Batı’dan uzaklaşarak Doğu’ya (özellikle Rusya’ya) yakınlaşmaktadır. 
Ayrıca, Suriye’de başta ISIS olmak üzere İslami terör örgütlerini desteklemekte ve bölgedeki diğer fundemantalist İslami akımlarla birlikte şeriat devleti kurmayı amaçlamaktadır. 
Bu iddiların, Türkiye’nin ABD’nin bölge politikalarını desteklemediği için bilinçli olarak üretilen bir “savaş propagandası” olduğu ileri sürülebilse de, bir başka nedeni de bölgedeki gelişmelerin ve daha da önemlisi özellikle M. Kemal’in 1918-1924 döneminde izlediği Suriye politikalarının bilinmiyor olmasıdır, diyebiliriz. 

Buradaki ana iddiam, Erdoğan Hükümetinin izlediği Suriye politikası ile 1918-1923 döneminde izlenen politikaların benzerlikler gösterdiğidir. 

M. Kemal’in kendi koşullarını okuması, sorunları tanımlaması ve ileri sürdüğü çözüm önerileri ile Erdoğan yönetiminin koşulları okuma, sorun tanımlama 
ve çözüm önerileri de birbirine benzemektedir.

Her iki Cumhuriyet de esas olarak, yıkılan bir İmparatorluğun üzerinde, Türklerin neyi ve nasıl inşa etmeleri gerektiği sorusuyla uğraştı ve uğraşıyor. 
İkinci Cumhuriyet, Birincinin verdiği cevapları yetersiz ve eksik bulsa bile, gerek Erdoğan’ın gerekse M. Kemal’in verdiği cevaplar, bölgede büyük bir güç 
olma arzusu ve ama aynı zamanda bölünme ve parçalanma korkusu cenderesine sıkışmanın ürünüdür. Büyük, güçlü bir devlet olma ile dağılma korkusunun 
yarattığı bu gerilimi her iki liderin siyaset yapma tarzlarının her alanında gözlemek mümkündür.

Bilindiği gibi, Türk Kurtuluş Savaşının köşe taşları sayılan Temmuz ve Eylül 1919’da toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve daha sonra Ocak 1920’de 
İstanbul Meclis-i Mebusan’da, Osmanlı’dan kalan toprakların nasıl savunulacağına ilişkin olarak, Misak-i Milli adı verilen bir yemin kabul edilmişti. 
Bu yeminde olası devletin sınırlar açık ve net tanımlanmamıştı ve bugünkü Suriye ve Irak’ın önemli bir kısmını da içermekteydi. Bu sınırların nereden 
geçtiği konusunda yapılan Meclis tartışmaları sırasında Mustafa Kemal, “menfaatlerimize azami uygun çizdirebileceğimiz sınır hangisi ise, işte o milli 
sınırımız olacaktır... kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, sınır hattı olacaktır”, der.  Yani, M. Kemal’e göre, yeni Türk devletinin sınırları silahla 
ulaşılabileceği yere kadar gidilerek çizilecektir. Meclisteki çeşitli konuşmalarında Mustafa Kemal, bu sınırların Halep’i de kısmen içerecek şekilde, Deyri-Zor 
ve Musul’u kapsadığını dile getirir. 

M. Kemal bu sözleri, Fransızlarla 20 Ekim 1921’de imzalanan ilk sınır antlaşmasından, yani sözü edilen bölgeler Fransız mandasına bırakıldıktan sonra 
söylemektedir. Nitekim 1924 yılında TBMM, yayınladığı özel bir haritada Fransa – Türkiye antlaşması ile belirlenen sınırları dikkate almamış ve Türkiye’nin 
sınırları, “Halep'in güneyinden Rakka ve Deyr-i Zor’u içine alacak şekilde doğuya doğru uzanmakta ve Deyr-i Zor’un doğusundan güneye kıvrılarak Kerkük 
ve Musul’u” kapsayacak şekilde çizilmiştir. 

M. Kemal’in Suriye ve Irak’a yönelik politikaları, onlarla bir federasyon veya konfederasyon biçiminde birleşmek biçiminde idi.  20 Şubat 1920’de, Talat Paşa’ya gönderdiği bir mektupta, Mustafa Kemal bu politikayı şöyle açıklar: “Suriye ve Iraklılarla... münasebet tesis etmiş ve kendileri İngiliz ve Fransızlar aleyhine teşebbüslere geçirilmiştir. Daha ciddi esaslar dahilinde harekât birliği için nezdimize gelmiş olan salahiyettar Arap delegeleri ile kararlar alınmıştır. 
Araplara karşı başından beri ifade ettiğimiz siyasi formül şudur: Her millet kendi dahilinde bağımsızlığını kurduktan sonra konfederasyon halinde birleşmek. 
Bu esas Araplarca memnuniyetle kabul edilmiştir.”  

Benzeri görüşleri 24 Nisan 1920 tarihli Meclis’in gizli oturumunda tekrar eder ve oturum gizli olduğu için Suriye ve Irak başta, Pan-İslamist politikalar 
izlendiğini açık olarak itiraf eder. “Yabancıların en çok korktukları, fevkalade ürktükleri İslamiye siyasetinin” açıktan dillendirmediğini ama “bütün cihan ve 
Hristiyan aleminin... Haçlı muhaberesine karşı” elbette İslam alemi ile ilişkiye geçilmiş olduğunu söyler.  Nitekim, Suriye ve Irak’ta bir gizli örgütlenmeler 
yapılmış ve kurulan örgütler, Suriye Filistin Kuvayı Osmaniye Heyeti örgütünün genel yönetimi altında faaliyet göstermişlerdir. 



***

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 1

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 1


Talat Paşa,İsmet İnönü,Lozan Barış görüşmeleri,Taner Akçam,DEVLET AKLI,1915,Yeni Rejimin, Esas Ötekisi,


Taner Akçam


Erdoğan’ın İkinci Cumhuriyeti (2018) ve Atatürk’s Birinci Cumhuriyeti (1923): Kuvvetler Birliği Suriye Politikaları ve Tarihle Yüzleşme

Taner Akçam

Türkiye, 24 Haziran 2018 seçimleri ile birlikte “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen yeni bir sisteme geçti ve Parlamento’ya dayalı güçler ayrılığı 
sistemine son verdi. Bu yeni sistemde tüm yetkiler Cumhurbaşkanında. Bakanlar kurulu kaldırıldı. Cumhurbaşkanı sadece Bakanları değil, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyeleri, Hakimler ve Savcılar Kurulu, Valiler ve Merkez Bankası Başkanı gibi üst düzey kamu görevlilerinin neredeyse tamamını atama yetkisine sahip. Meclisin, Bakanlar Kurulunu onaylamak, gensoru, bakanlar hakkında güvensizlik oyu vermek gibi yetkileri yok. 

Yeni seçim kararı verebilmesi için bile 5’de 3 çoğunluk şart. Parlamento’nun ve partilerin tüm etkisini yitirdiği, yasama yürütme ve yargının tüm yetkilerinin 
tek elde toplandığı bu sistemi bazı siyaset bilimcileri “rekabetçi otoriter sistem” olarak adlandırıyor.  Düz deyişle kurulan bir Tek Adam rejimidir. 

Veya benim tanımımla İkinci Cumhuriyet.

Birinci Cumhuriyet Mustafa Kemal tarafından 1923’de kurulmuştu.Ve bu da Tek Adam rejimi idi. Bu sistemde de Yasama Yürütme ve Yargı birliği esas alınmış, tüm yetkiler Yürütmenin başı olan ve “Ebedi Şef” olarak adlandırılan Mustafa Kemal’in elinde toplanmıştı. Ana iddiam, Birinci ve İkinci Cumhuriyet arasındaki benzerliklerin tesadüfi olmadığıdır. Her iki lider de kendilerinden önce hem toplum hem de kurumlar düzeyinde kısmen mevcut çoğulculuğu yıkarak toplumsal homojenliği esas alan tek adama bağlı otoriter bir rejimi kurma iddiasındaydılar ve esas olarak bunu gerçekleştirdiler. 

Birinci Cumhuriyet kurulurken, zaten büyük bir bölümü ya imha edilmiş ya da sürülmüş olan Hristiyan vatandaşlar tamamıyla dışlandı; seçimlere katılmalarına 
bile izin verilmedi. Yeni rejime karşı oluşan yeni muhalefet, önce Birinci Meclis 1923’de dağıtılarak ve daha sonra Şubat 1925 Kürt isyanı vesilesiyle Mart 1925’te çıkartılan Takrir-i Sükun (huzurun sağlanması) kanunu ve İstiklal Mahkemeleriyle ortadan kaldırıldı. 1926’da İzmir’de M. Kemal’e başarısız suikast girişimi bu süreçte büyük bir fırsat olarak değerlendirildi, basını susturmak ve kalan muhalefeti tamamıyla yok etmek için bilinçli olarak kullanıldı.

Tayyip Erdoğan’ın özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra yaptıkları esas olarak öncülünün yaptıklarından farklı değildi. 17 Haziran 1926’da İzmir Suikast 
girişimi sonrası İnönü’nün, Mustafa Kemal’e çektiği ve ‘suikast meselesinin siyaseten iyi kullanılması gerektiğini’ bildiren telgrafı  ileTayyip Erdoğan’ın 
Temmuz darbesini “Allahın lütfu” olarak değerlendirmesi  arasındaki benzerlik çok önemlidir. Erdoğan’ın, ikinci cumhuriyeti kurarken Birinci Cumhuriyet 
dönemini çok iyi çalıştığını ve M. Kemal’in ayak izlerini, sadece muhalefeti ezme noktasında değil, daha birçok baska hususta da takip ettiğini iddia ediyorum.

Semboller Önemlidir

Anadolu ajansı 18 Nisan 1920 günü yaptığı bir açıklama ile yeni Meclisin Ankara’da 21 Nisan’da açılacağını duyurur. Ama 21 Nisan Çarşamba’ya geliyordu. 
M. Kemal bir emirle açılışı 23 Nisan’a alır ve Anadolu’nun her tarafındaki askerî ve mülkî erkâna bir emir göndererek, Meclis’in açılış gününün mübarek Cuma’ya 
alındığını bildirir. Açılıştan önce Hacı Bayram Camiinde Cuma namazı kılınacak “Kuran’ın nurlarından ve salâttan feyz” alınacak; “Buhârî-i Şerîf (Kuran’dan 
sonra gelen en önemli Hadis kitabının birinci cildi) okutularak” hatimler indirilecektir. M. Kemal, Anadolu’nun her köşesinde de aynı gün törenlerin yapılmasını, Namaz öncesi “hutbede halifemiz padişahımız efendimizin (Sultan Vahideddin’in) isminin zikredilerek padişahın ve teb’anın biran önce kurtulup saadete ermesi” için dua edilmesini ister.  Zaten 16 Nisan 1919 günü, İslam Halifesini kurtarmak amacıyla Şeriat savaşının başladığı bir fetva ile ilan edilmiş bulunuyordu. 

Tayyip Erdoğan 9 Temmuz 2018’de Meclisin ilk açılış gününde yemin ederek Cumhurbaşkanı oldu. 

Ama o gün bir Pazartesi idi, bu nedenle 13 Temmuz 2018 Cuma günü ayrı bir tören daha düzenlendi. Hacı Bayram Camiinde kılınan bir öğlen namazı sonrası 
eski Meclis binasına gidildi ve Erdoğan, İlk Meclisin açılışının Cuma gününe denk getirildiğini hatırlattıktan sonra, “kabinemizin bu ilk toplantısını... tıpkı bundan 
98 yıl önce olduğu gibi yapalım istedik. Duyguluyum; zira bu çatının altında böyle bir başlangıç yapmak çok şeyler hatırlatıyor bize... 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü... rahmetle yad ediyorum... Birinci Meclis başlangıçtı... Şimdi ise bizler de... devamını yapıyoruz... 

Tıpkı 98 yıl önce olduğu gibi bugün de milli iradenin üzerinde hiçbir fâni güç tanımadığımızı belirterek sözlerime başlıyorum. Türkiye'yi muasır medeniyetler 
seviyesinin üzerine çıkaracağız”, diyerek hem M. Kemal’e ve onun düstur olmuş sözlerine ve hem de dönemine doğrudan gönderme yapıyordu. 

 Herşey, tüm ayrıntılarıyla düşünülmüş bir gösteridir.

Oysa gerek Türkiye’de gerekse Batı ülkelerinde bugünkü Türkiye hakkında çizilen tablo çok farklıdır. 27 Ağustos 2018’de Fransa’nın yeni dış politika öncelikleri 
üzerine bir konuşma yapan Macron, “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiye'si, Cumhurbaşkanı Atatürk döneminin Türkiyesi değil,” diyerek, Kemal’i “seküler ve 
Avrupa yanlısı” olarak tanımlarken Erdoğan’ı ise “pan-İslamist” ve “Batı düşmanı” olarak tanımlıyordu.  Macron’un muhtemel Mustafa Kemal’in de 1920’li yılların başlarında, “İslam Halifesini kurtarmak amacıyla şeriat savaşını başlattığı nı” ilan ettiğinden ve Avrupa tarafından “Batı düşmanı” sayıldığından haberi olmadığını düşünsek bile, Batı’da, “İslamcı-gerici ve Batı Düşmanı Erdoğan ile seküler, modern ve Batı yanlısı M. Kemal” imajının çok kuvvetli olduğu tartışma götürmez. Özellikle Suriye iç savaşı boyunca, Batı basınında Erdoğan’ın Suriye’de ISIS’in bir numaralı destekçisi olduğu ve Ortadoğu’da Halifeliği yeniden ihya etmek istediği yolunda bolca propaganda yapıldığı hatırlardadır.

Benzeri anlayış Türkiye’de de çok yaygın ve kuvvetlidir. M. Kemal Batı’yı, sekülerizmi, aydınlanmayı ve modernleşmeyi temsil eder. Bunu karşısındaki kitle 
ise İslamcı, şeriatçı ve gericidir. Ve bu kesimler, ülkenin modernelşmesine karşı, İslam dini temelinde bir devlet ve toplum kurmayı amaçlamaktadırlar.
“Kultur Kampf” ve Osmanlı-Türk Tarihinin İki Ana Gövdesi Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Almanca’dan ödünç alacağım “Kultur Kampf”  (Kültür Kavgası) olarak ele alınması ve açıklanması aslında yanlış bir açıklama sayılmamalıdır. 19’uncu yüzyıldan bu yana, Osmanlı-Türk kültürel ve siyasi hareketi, bir tarafta “Batıcı, ilerici, aydınlanmacı ve moderleşmeciler,” diğer tarafta ise “İslamcı ve muhafazakarlar” olarak tanımlanabilecek iki büyük bloğun/gövdenin kavgası etrafında şekillenmiştir. Bu iki blok, 150 yılı aşan bir dönem boyunca, Türkiye’nin hangi “kültür dünyasına” dahil olması gerektiği üzerine yoğun bir kimlik kavgası vermişler, hala da vermektedirler. Ve hatta iddia edilebilir ki, özellikle “hayat tarzları” konusunda farklılık olarak yaşanan bu kültür çatışması bugün Türkiye’nin çok önemli kırılma noktalarından, önemli fay hatlarından bir tanesidir. 

Fakat kültür, kolektif kimlik ve yaşam tarzı konularında aralarındaki tüm ayrılıklara rağmen bu iki büyük blok, özellikle siyasi temsilcileri itibarıyla birbirlerine çok benzerler. Deyim yerindeyse bir diğerinin aynadaki görüntüsünden ibarettiler; otoriter rejim özlemcisidirler, demokratik hak ve özgürlükler ve insan haklarına saygı gibi kaygılardan son derece uzaktırlar. Ve aralarındaki bazı nüanslara rağmen tarihte yaşanmış büyük kitlesel katliamların üstünü örtmek konusunda da anlaşırlar. Yüzleşme gibi bir konu bu iki bloğa ve siyasi temsilcilerine çok uzaktır.
Osmanlı’nın çöküşü sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu iki ana gövdenin ortak eseridir. 1918-1923 Türk Kurtuluş Savaşının esas olarak İslami motiflerle 
ve İstanbul’da esir bulunan İslam Halifesini kurtarma amacıyla yürütüldüğü bilinen bir gerçektir. Fakat, “Batıcı, Seküler ve Modernist” kesimin radikal temsilcisi M. Kemal, 3 Mart 1924 yılıyla birlikte Halifeliği kaldırarak, “İslami-Muhafazakar” yol arkadaşlarından ayrılmış ve bu kesimleri baskı altına alarak kendi otoriter Tek Adam rejimini kurmuştu. 1938’de M. Kemal’in ölümü ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası bu rejim, ‘vesayetçi demokrasi’ (askerin, sivil siyaset üzerinde doğrudan veya dolaylı denetim kurduğu bir sistem) olarak yeniden düzenlenmiş, ve rejimin rayından çıkma tehlikesi görüldüğü her seferinde, düzenli askeri darbe yapılarak rejim yeniden rayına sokulmaya çalışılmıştır. 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbelerinin esas nedeni budur.

AKP’nin 2002 yılında iş başına gelmesi, tüm Cumhuriyet dönemi boyunca dışlandığı ve ezildiğine inanan İslami-Muhafazakar bloğun intikamı olarak da 
okunabilir. Ve AKP’nin ilk iş olarak ‘vesayet demokrasisini’ ortadan kaldıracak uygulamaları gündeme sokması şaşırtıcı olmadı. Bunun için, burada detayına 
giremeyeceğim, popular mobilizasyon (Kürt açılımı, Alevi açılımı vb.) ve cezai soruşturmalar gibi değişik mekanizmalar kullanıldı.  Bu dönem boyunca liberal 
demokrasi ile çoğulcu demokrasi arasında gidilip gelindi ve ama sonuçta, “rekabetçi otoriterlik”te karar kılındı. Benzeri sistem, erken cumhuriyet döneminde zaten kurulmuştu. Şimdi bunun tekrarını yaşıyor gibiyiz.

AKP niçin otoriter bir rejimde karar kıldı? İki önemli hususun belirleyici olduğunu düşünüyorum: birincisi, Ortadoğu’daki politik gelişmelerdir. Osmanlı-Türk siyasi tarihinin son 200 yılına baktığımızda, büyük iç altüst oluşların esas olarak uluslararası gelişmelere bağlı olduğu görülür. Gerek rejimin demokratikleşmesi doğrultusunda yapılan reform girişimleri gerekse otoriter seçeneklere yönelme ve/veya ulus-din gruplarına yönelik kitlesel katliamlar, Osmanlı-Türk yönetici elitlerinin dış gelişmeleri anlama ve yorumlama tarzları ile doğrudan bağlantılıdır.
 Bugün de farklı olmamaktadır. Türk yönetici elitleri Ortadoğu’da yaşananları, Birinci Dünya savaşı çıkışındaki koşullara benzetmekte ve “İkinci Kurtuluş Savaşı” 
vermekte olduklarına inanmaktadırlar. Burada, 2011’de başlayan ve en son tepe noktasını 15 Temmuz 2016 darbe teşebüssünün oluşturduğu bir dizi iç ve dış 
olayın, Türkiye’nin varlığına ve ulusal güvenliğine yönelik tehdit olarak algılanması önemli bir rol oynamıştır.

Türk yönetici elitleri, ABD’nin Ortadoğu stratejsinin, geçmişte İngiltere ve Fransa’nın izlediği stratejiye benzetmekte ve bu stratejinin bölge sınırlarını Türkiye 
aleyhine değiştirmek gibi opsiyona sahip olduğuna inanmaktadırlar. Mustafa Kemal’in, İngiliz ve Fransızlara karşı Lenin’in Rusya’sına yaklaşması ile Erdoğan’ın, Amerika’ya ve kısmen de Avrupa’ya karşı Putin’in Rusya’sına yaklaşması arasında yapısal benzerlikler vardır. Geçmişte olduğu gibi, bugün de ülkeyi kuşatan “iç ve dış düşmanlara” karşı bir var oluş (survial) savaşı verilmek zorunda olunduğuna inanılmaktadır. Bu savaş ise, ancak daha önce M. Kemal ve arkadaşlarının yaptığı gibi, yürütmenin gücü artırılarak ve “düşman” telakki edilen iç muhalefet susturularak yürütülebilir.

İkinci neden, 1945 sonrası kurulan çok partili demokratik sistemin zayıflığıdır. Oluşturulan sistem, zaten güçler ayrılığına dayalı gerçek bir hukuk devleti değildi. 
Sivil ve askeri bürokrasinin rejim üzerindeki vesayetini garanti altına almak ana hedefti. Bu nedenle, oluşturulan demokratik kurumlar, onları hayata geçiren 
kişilerce bile ciddiye alınmadı. Ve belki daha da önemlisi, bu sürecte toplumda bu kurumların içini dolduracak siyasi bir kültür oluşmamıştı.

Antik Yunan döneminden, Aristo ve Eflatun’dan bu yana, toplumları bir arada tutan ya da parçalanmalarına yol açan faktörlerin ne olduğuna kafa yoran bir 
geleneğin iddiasının doğru olduğunu kabul etmek gerekir. Bu geleneğe göre, toplumların istikrara sahip olabilmesi için, objektif olarak varolan kurumlar ile 
toplum üyelerinin bu kurumlara yönelik tutumları arasında bir uyum olması gerekir.  Eğer bu uyum yoksa, demokratik kurumlar ile topluma egemen normlar 
arasında bir uçurum ortaya çıkar, sistem kırılganlaşır ve yıkılması çok kolay olur. Belki buraya bir üçüncü faktör daha eklemek gerekir. Belirli koşullarda 
insanlar demokratik hukuk devleti ve özgürlükleri değil, bu kurumların yokluğu veya yıkılması pahasına güvenlik ve istikrarı tercih ederler.

Bu nedenlerden dolayı, AKP’nin, Birinci Cumhuriyet benzeri otoriter bir sisteme geçmesi, kısmi bir direniş ile karşılaşmış olsa bile, kolay oldu.  


***

5 Şubat 2016 Cuma

1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?



1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?



1915  TÜRK ESİRLERİNİN TREN İLE NAKLİ

BİLGESAM Araştırmacısı Dicle Sasaoğlu’nun Bilge Adamlar Kurulu Üyesi Büyükelçi Ümit Pamir ile Mülakatı
Bilge Strateji, Cilt 7, Sayı 12, Bahar 2015


SORU- Nisan 2015 Türkiye’nin aleyhine kullanılan “soykırım” suçlamasının 100. yılına denk gelmektedir. Günümüzde sadece siyasi boyutuyla ele alınan bu
sorunun geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu tarihi sorunu değerlendirmeden önce o dönemin genel tablosuna bakmamız uygun olur. Tarihte bütün imparatorlukların yıkılışı ki Roma, Habsburg, Britanya
ve Osmanlı imparatorlukları buna örnek olarak gösterilebilir, beraberinde sancılı, karmaşık, bazen felaketlerle dolu dönemlere sahne olmuştur.
Osmanlı, Trablusgarp ve Balkanlar’dan sonra Kafkaslar, Suriye ve Irak cephelerinde, Çanakkale’de savaş halindedir. Ermenilerin “soykırım”ın başladığı tarih
olarak algıladığı ve bazı Ermeni ileri gelenlerinin tutuklandıkları 24 Nisan 1915’te İngiliz donanması Çanakkale önündedir. Ertesi gün saldırıya geçeceklerdir.
Sırpların ve Bulgarların bağımsızlıklarını kazanmaları, çöküntü halindeki Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermeni devleti kurmayı hedefleyen
milliyetçilik cereyanlarını körüklemiş ve “Doğu Meselesi”nin Osmanlı’nın parçalanması suretiyle kesin bir çözüme kavuşturulmasının artık zamanı geldiğini
düşünen Rusya, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci Batı ülkeleri Ermenilerin bu hayallerini istismar ederek onları teşvik etmişler, kışkırtmışlar ve ellerinden gelen
yardımlarda bulunmuşlardır. Ermeniler de maalesef bu vaadlere kanmışlardır.

SORU- Türklerin ve Ermenilerin yüzyıllarca barış içinde birlikte yaşayan dost milletler oldukları bilinmektedir. Bu çerçevede 1915 yılında alınan tehcir kararını
nasıl yorumluyorsunuz?

Birden bire bu dostluğun bozulması için yani birisinin sabahleyin kalkıp da “ Hadi ben 800-900 yıldır Birlikte yaşadığım insanları tehcire tabii tutayım ” demesi için
birşeylerin olması gerekir. Birşeyler oluyor ki hükümet tehcire başvuruyor. 

Bunlar nedir? 

Çöküntü halinde bir imparatorluğa dönüşen Osmanlıyı bölmek isteyen büyük devletlerin himayesinde “ Doğu Hıristiyanlarını Koruma Cemiyetleri ” kuruluyor, bunlar ayrıca 
federasyonlar da kuruyorlar. Bu misyonerlerin kışkırtıcı bir takım faaliyetleri mevcut. Yine bu dönemde bir takım Ermeni çeteleri oluşuyor.

Bu çeteler isyanlar düzenlemeye başlıyor. Bazıları büyük kitleler halinde Rus ve Fransız ordularına gönüllü olarak katılıyorlar, özel taburlar kuruyorlar, onların
üniformalarını giyiyorlar, Doğu’da ilerleyen Rus orduları ile birlikte düşmanla işbirliği yapan bir konuma geçiyorlar. Aynı durum Güneydoğu’da Fransızlarla da
söz konusu.

Yaptıkları mezalime karşı yerel halkta tepkiler oluşuyor. Zaten kendileri de Milletler Cemiyeti’ndeki görüşmelerde “ 200 bin Ermeni’nin İtilaf devletlerine yardım
amacıyla” Yaşamlarını kaybettiklerini açıkça kabul ediyorlar. O tarihe kadar “ Sadık Tebaa ” olarak tanımladığı Ermenilerin savaş halinde olduğu ülkelerle işbirliğinde
bulunmasını ihanet olarak algılayan ve parçalanma süreci içindeki Osmanlı, çaresizlik içinde tek seçenek olan tehcir kararını alıyor. Ermeniler özellikle
Rusların ilerlediği bölgelerdeki lojistik ve destek yollarında etkin olmamaları için bölgeden uzaklaştırılıyorlar. Gönderdikleri topraklar Suriye gibi gene Osmanlı
toprağı. Hatırlanacağı gibi, Holocaust’ta Yahudiler Almanya’nın savaşta olduğu başka bir ülke ile işbirliği yapmadılar ve onların üniformalarını giymediler. Ona
rağmen onlar Polonya gibi Almanya’nın sınırları dışında bir ülkeye gönderildiler.

Osmanlı ise Suriye topraklarına gönderiyor. 1993 yılında Fransız Le Monde gazetesine verdiği beyanatta Bernard Lewis “ Osmanlı hükümetinin Ermeni ulusuna
karşı kitlesel imhayı öngören bir planının olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur ” derken bu hususa da ayrıca değinmiştir.

Bu çerçevede Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’in Taşnaksutyun Partisi’nin kongresinde yaptığı konuşmada “ortada bir emperyalist proje bulunduğunu”,
“ İngiliz işgalinin Ermeni umutlarını yeşillendirdiğini ”, “ Kayıtsız şartsız Batı’ya Bağımlılıklarını ”, “ Osmanlı ordularına karşı savaşmak üzere gönüllü birlikler
oluşturduklarını”, “ Türklerin savunma içgüdüsüyle hareket ettiklerini”, “ Tehcirin amaca uygun olduğunu” içeren ifadelerini hatırlamak ve hatırlatmak uygun olacaktır.
Tehcirin düzenli, kontrollü, kimsenin malına canına dokunulmayacak şekilde uygulanması yönündeki talimatlara rağmen, savaş halinde olan yerel halk Ermeni
çetelerinin saldırılarının yarattığı öfke ve kin ile bazı olaylara tevessül ediyor.

Bazı resmi görevlilerin de görevlerini büyük bir titizlikle yapmadıkları durumlar söz konusu. Devlet otoritesinin büyük ölçüde yıpranmasının yarattığı kargaşa
ve zaaflar (açlık, salgın hastalıklar, ulaşım zorlukları, elverişsiz iklim koşulları, iaşe konusundaki ciddi imkânsızlıklar, yağma ve soygun gibi üzücü durumlar)
nedeniyle Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı bu tehcir olayı bir trajedidir. Hiç şüphe yok ki bu felaket karşısında bir empati duymak, tehcirin yol
açtığı acıları paylaşmak, haksızlıklara uğramış olanlardan özür dilemek gerekmektedir.

Bu acıların yaşandığı ortamda Osmanlı Müslüman halklarının da büyük acılar yaşadığı görülmektedir. Balkanlarda, Kafkaslarda milyonlarca ölü ve yaralı
söz konusu. Bir o kadar insan da anayurtlarından sökülmüşler ve Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmışlardır. Sığındıkları topraklarda da savaş süregelmektedir.


Türk tarafında yaşanan bu trajediler için de üzüntü beyan etmek, empati duymak gerekmez mi? Aksi takdirde, bir tarafın uğradığı felaketi dile getirip öbür tarafın
felaketini görmezlikten gelmek “seçici unutkanlığa” (selective amnesia) sığınmak olur.

Bir yıkılış döneminin geri planındaki tablo bu.

SORU- Türkiye ve Ermenistan’ın farklı tarih anlatılarına sahip oldukları aşikâr. Bu noktada Türkiye’nin tarihçilerden oluşan bir tarih komisyonun kurulması önerisine
nasıl bakıyorsunuz?


Ermeni tarihçilerle Türk tarihçilerin bir araya gelmesi fikri ilk defa 1978 yılında Başbakan Sayın Ecevit tarafından ortaya atıldı. Daha sonra 1989’da Türk Tarih
Kurumu’nun düzenlediği bir sempozyum oldu. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi bir konferans düzenledi. 2009’da yine Tarih Kurumu bir toplantı yaptı. Bunlara
Ermeni tarihçiler katılacağız dediler. Bazen bir kişi geldi bazen hiç gelmediler. Tarihinizle yüzleşin diyorlar. Tarihinizle yüzleşirken “ Ben neyi neden yaptım ”
diye bakarsınız. Yüzleşmenin geniş ve kapsayıcı bir kavram olduğu unutulmamalı. Tarihle yüzleşirken o tarihteki bütün aktörlerle yüzleşmek, onlar ne yaptılar, ne
ettiler onu da bilmek istersiniz. Yoksa “sen tarihe tek başına bak, ben ‘ Soykırım ’ yaptım de, bu iş bitsin ” denemez. Yüzleşmedeki tüm tarafların ortaya çıkması
lazım, bütün tarafların elindeki belgeleri, bilgileri ortaya dökmesi lazım.

Ayrıca büyük kargaşa ve altüst olmaların söz konusu olduğu dönemlere, o tarihte cereyan eden olaylara bugünün gözlükleriyle, parametreleriyle, fikirleriyle ve değer
yargılarıyla bakmamak lazım. O günkü dünyaya bugünkü gözlükle baktığımız zaman, başka bir tablo görmüş oluruz ve haksız yargı ve sonuçlara varabiliriz. Biz
de bu olaylara, ne olup ne bittiğine o günün koşullarından hareketle bakalım diyoruz.

Ermenileri tehcir etme planı var, ama Ermenileri soykırıma uğratmak gibi bir plan yok. Bunu kanıtlayacak hiçbir belge de yok.
Bizim okullarımızda, üniversitelerimizde çocuklarımıza anlattığımız tarihle sizinki arasında büyük fark var. Bu anlatılar arasındaki farkı gidermemizin mümkün
olup olmadığını araştırmak amacıyla tarihçilerle bir çalışma yapalım diyoruz. Tarihçiler baksınlar eldeki belge ve bilgiler nedir, bunları nesnel biçimde tarasınlar,
varacakları sonucu kabul edelim diyoruz. Bundan çekiniyorlar.
Türk, Ermeni ve 3. ülkelerden de tarihçilerin katılacağı komisyon önerisine yanaşmayan Ermenilerin bu konudaki çekincelerine değinmek gerekmekte. Ermeniler
tarih komisyonunun kurulup çalışmasının, “soykırım” iddialarını sorgulanabilir hale getirmesinden ötürü çekiniyorlar. Bu özgüven eksikliğinden kaynaklanan bir
tutumu yansıtır. Ellerinde “soykırım” konusunda kesin, inandırıcı bilgi ve belge varsa korkmamaları lazım. Türkiye Osmanlı arşivini açmıştır. Rus arşivlerinde
çok önemli belgeler var, bir kısmını Mehmet Perinçek yayınladı. Boston’da Ermeni arşivleri var, bir türlü açmıyorlar. Açarlarsa orada kendilerinin de neler yaptıkları ve belki de bu üzücü olayın, bu trajedinin öyle sanıldığı gibi başlamadığı ortaya çıkabilir diye çekiniyor olabilirler. Komisyon çalışmaları sonunda “ Soykırım” yapıldığı saptanırsa onu kabul ederiz diyoruz. Ama siz baştan “ Soykırım ” olmuştur deyip işe başlayalım dediğiniz zaman bizim, bir soyun “ Soykırım ” gibi çok ciddi bir suçlamayla itibarının lekelenmesini kabul etmemiz söz konusu olamaz.

Ermenistan ile tarih konusundaki anlatılarımız farklı, ama tarihi yeni baştan yazamayız.

Ermeniler bize “ Tarihi bir tek benim versiyonuma uygun şekilde yazalım ” diyorlar. Bunu yapamayız, tarihi yazacaksak birlikte oturup bakmamız lazım. Tarihi yeniden yazamayacağımıza göre hiç değilse geleceği birlikte şekillendirebiliriz.
Tarihteki travmaların esiri olup geleceği de travmatik bir yaklaşımla ele almamamız gerekir. Hiçbir ulustan tarihini unutması istenemez, tabi ki tarihlerini
hatırlayacaklardır ama tarihteki travmalara günümüzdeki davranışlarımızı da etkileyecek şekilde bağlı kalır ve bugünkü ilişkilerimizi, yaklaşımlarımızı bu travmaların etkisinde şekillendirirsek sağlıklı bir konumda olmayız, bir takım hatalar yaparız ki bu hatalar bize pahalıya mal olabilir. Tarihi şekillendirmek lazımdır ama tek bir tarih anlatısını bir tarafa baştan empoze etmek de herhalde oldukça haksız bir durumdur.

SORU- 1915 yılında yaşanan olayları bugün “soykırım” olarak tanımlayan ve bu süreçte 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia eden görüşler mevcut. Bu
konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dışişleri Bakanlığı’na 1965’te girdiğimde hatta 1970’lere kadar sayı 500 bin civarındaydı. Rakamlar giderek arttı 800 bin, 900 bin şimdi 1,5 milyona kadar çıktı. Kaldı ki Türkler “soykırım” suçunu işlemişlerdir derken dikkat edilirse bunu belirli bir idareye değil bir ulusa yüklemeye kalkıyorlar. Srebrenitsa’da ve Ruanda’da idareler söz konusu fakat burada tüm bir ulus “ Soykırım ” la itham ediliyor.

Ermenilerin tezlerinde dayandıkları iddialar Birinci Dünya Savaşı sırasında yayınlanan makaleler, misyonerlerin notları, bir takım hatıratlar ki bunların hiçbiri orijinal nitelikte değil. Üstelik de bunları çarpıtarak kullanıyorlar. Mesela hatırattaki 5 cümleden 1’ini alıyor öbür cümleleri görmezlikten gelip o cümleyi de bazı eklemeler yaparak yayınlıyorlar. Saptırılmış versiyonlarla karşı karşıya kalınca her defasında bunları çürütme konumunda kalıyoruz.

1960’lardan sonra, özellikle Soğuk Savaş’ın da etkisiyle bir Ermeni aktivizmi ortaya çıktı, bu da Türklerin “soykırım” yaptığı tezine dayandı. Giderek bu Ermeni paradigması Ermeni kimliği ile eş anlama gelmeye başladı. Yani biz ancak Türk karşıtlığı üzerinden, Türklerin “soykırım” yaptığını iddia ettikçe Ermeni kimliğini canlı tutabiliriz algısı oluşmaya başladı. Böyle bir paradigma yaratıldığı zaman “ Irkçı Türk ”, “ Hitler’e ilham veren Türk ” gibi ifadelerle karşı karşıya kalınıyor. Bu yaklaşımın son derece siyasi bir yaklaşım olduğu aşikâr zira soykırım konusunda ortada hukuki ve bilimsel bakımdan bir oy daşma mevcut değil. “Soykırım” olmuştur diyenler de var, hayır olanlar “ Soykırım ” olarak tanımlanamaz diyenler de.

Bizde tarih eğitimi olmasa da tarih bilmese de “ Ermeni Soykırımı Olmuştur ” diyen Taner Akçam, Hasan Cemal gibi gazeteciler var. Buna mukabil 1 Mart 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Sir Eric Drummond “ Türkiye’deki Azınlıklar baskıya uğramış ve başıboş çeteler tarafından katliamlar işlenmiştir. Ancak bunlar merkezi hükümetin kontrolü dışında cereyan etmiştir.” demiştir.

(“Minorities were often oppressed and massacres carried out by irregular bands who were entirely outside the control of the central Turkish Government”). Ayrıca Doğu Perinçek davası var. Bu davada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Doğu Perinçek’in haklı olduğunu, 1915 olaylarına “ Soykırım ” diyenler olduğu gibi böyle tanımlamayanların da bulunduğunu belirtmiştir. Tarihe siyasal bir açıdan değil, tarihçi gibi bakmak lazım yani belgelere inmek lazım.

Hukuki bakımdan ortada “ Soykırımı ” belgeleyecek bir şey bulunmamaktadır. Bilindiği gibi, 1948 Sözleşmesi soykırım için örneğin Holocaust ve Nurnberg’de
olduğu gibi “yetkili bir mahkemenin”, “adil ve hukuka uygun” bir yargılama sonunda vereceği kararın, ayrıca “bir yok etme niyetinin” var olması gerektiğini ifade etmektedir. 1915 olaylarında “soykırım” ile ilgili bir mahkeme kararı ve imha niyeti söz konusu değildir. Zaten “soykırım” kavramı Almanya’da Holocaust’tan sonra ortaya çıkıyor. 1915’lerde “soykırım” kavramı diye bir kavram yok. Tabii bu kavramın o tarihlerde mevcut olup olmamasından çok, neyin yapıldığı önemlidir. Şimdiye kadar Ermeni “soykırımı” konusunda 20 civarında ülkede, parlamentolarda ya karar alındı ya da deklarasyon yayınlandı. Mesela İsveç’te 150’ye karşı 151 oyla, bir oy farkla kabul edildi. Bazılarında parlamentoda kararlar milletvekili sayısının %10’un oyuyla geçti. Kaldı ki siyasal bir konumda olan parlamentoların, kanun koyucunun tarihi olaylar hakkında kanun koyması sağlıklı bir yaklaşım olamaz.
Bu noktada sömürgecilik zihniyetinden kalma algıların hala devam ettiğini söyleyebiliriz.

Bu algı “ Biz Üstün Toplumuz, Sömürgecilik döneminde yaptıklarımız katliam sayılmaz çünkü biz uygarlık götürdük. Türkler ise Avrupa’ya yakışmayan
barbarlar ve katliam yaparlar ” üzerine kuruludur. Uygarlık götürdük deyip vicdanlarını rahatlatmak ve suçu kendilerinden geri olarak gördükleri toplumlara
mal etmek söz konusu. Bunun geri planda var olduğunu akılda tutmamız gerekir. “ Soykırım ” temasının, Lozan Barış Antlaşması’ndan 50 yıl sonra uluslararası gündeme taşınmasında,  ASALA gibi terör örgütlerinin işlediği cinayetlerin ki bu çerçevede 31’i Türk diplomatı ve yakınları olmak üzere 90 kişi yaşamını yitirmiştir yanı sıra Avrupa ve ABD’deki bu algının çok önemli rolü olmuştur. O kadar ki bu cinayetler karşısında bigâne kalmak veya olup bitenleri hoşgörüyle karşılamak, bazı Batılı ülkelerde failleri yakalamamak veya asgari cezalarla salıvermek ölçüsüne varabilmiştir.


SORU- Nisan 2014’te Türkiye, 1915 olaylarında ölenler için Ermenistan’a taziye dileklerini iletmiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi amacıyla bir sonraki adımın sınırın açılması konusunda olacağının sinyallerini vermişti. Alican Sınır Kapısı’nın açılması halinde bunun yaratacağı etkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?


Bilindiği gibi dünyada 8 milyon Ermeni var, bunun 3 milyonu Ermenistan’da, 2,5 milyonu Rusya’da -ki en büyük Ermeni diasporası Rusya’dadır,  1,3 milyon civarı ABD’de ve 500-600 bini de Fransa’da yaşıyor. 3 milyon nüfusu olan Ermenistan ’ın gayrisafi milli hasılası 10 milyar dolar civarında. Türkiye ile ihracatı Gürcistan üzerinden oluyor. Bizim oraya ihracatımız 250 milyon dolar civarında, onlardan da 1 milyon dolar civarında ithalatımız var. 250 milyon dolarlık bir ihracat Türkiye açısından çok önemli bir rakam değil.

Ancak sınırın açılması sayesinde Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye arasında bölgede kurulacak istikrarlı bir barış ortamı her bakımdan 3 ülkenin de yararına
olur. Buraya doğrudan yabancı sermaye akışı artar, ekonomik ve sosyal ilişkiler dokusu oluşur, tarihle barışma süreci de kolaylaşabilir.
Sınırın açılmasının taşımacılık konusunda da bir takım olumlu getirisi olur; Gürcistan üzerinden olan yol kısalır, maliyetler düşer, Türkiye’nin Orta Asya pazarına kuzeyden de gitme imkânı doğar. Sınır ticareti hem Ermenistan hem de Türkiye’deki sınır bölgeleri bakımından kârlı olur. Ancak tüm bunların gerçekleşebilmesi için Yukarı Karabağ sorununda Ermenistan’ın adım atması gerektiğini düşünüyorum.


SORU- Bu noktada Ekim 2009’da ilişkilerin normalleşme süreci bağlamında iki ülkenin dışişleri bakanları tarafından imzalanan Zürih Protokolleri’ni nasıl 
değerlendiriyorsunuz?

Protokollerde sınırın açılması öngörülüyordu. Yalnız Zürih Protokolü’nde bildiğim kadarıyla zımni, bazı kaynaklara göre ise daha kesin ABD vaatleri vardı. Bilindiği
gibi Yukarı Karabağ dışında reyon denilen 7 tane bölge var. Bunlar Ermeni işgali altında. Ermeniler bu protokolleri bizim meclise sevk etme sürecimize paralel
olarak bazı reyonlardan çekileceklerdi. Bunu yapmadılar. O müzakerelerde ABD tarafının “ Siz merak etmeyin protokolü imzalarsanız, meclise sevk ettiğiniz
aşamaya paralel olarak belli bir takvim çerçevesinde Ermeniler de bu reyonlar dan çekileceklerdir ” şeklinde bir vaadi olduğu görüşü doğruysa, bizim bu sözlü vaadler le yetinmeyip bu anlayışı kâğıda dökmemiz lazımdı. ABD gibi büyük bir devletle iş yaparken çok dikkatli olmanız lazım. Benim anladığım kadarıyla biz bir sözlü vaatle yetindik, Amerikalılar Ermenileri ikna edemeyip de Ermeniler hiçbir reyondan çekilmeyince, Türk hükümetinin bunu parlamentodan geçirmesinin imkânı olmadı. Biz özellikle Yukarı Karabağ sorununda Azerbaycan’ı hesaba katmayan bir tutuma giremezdik. 
Bence hata orada oldu. 
Amerika vaatlerini gerçekleştiremeyince biz de parlamentodaki süreci ileriye götüremedik.

SORU- Türkiye’nin iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için verdiği çabalar ortadadır. Peki, Ermenistan ne tür adım atabilir?

Zürih protokollerinin yürürlüğe girmesini sağlamak için Ermenistan’ın reyonların bazılarından çıkması olabilirdi, yapmadılar. Ortada enteresan bir durum da var. 
Ermeni diasporasıyla Ermenistan hep değişken rollere soyunuyorlar. Bazen Ermenistan yakınlaşmadan yana tutum sergiliyor ama diaspora karşı çıkıyor, bazen de diaspora “ Bu iş artık bitirilmeli ” diyor, bu sefer de Ermenistan hükümeti tutumunu sertleştiriyor. Günlük sıkıntıları çekenler Ermenistan’da yaşayanlar, diasporadakiler değil. Diaspora açısından bir de çıkar meselesi var. 

Diasporadaki Ermeni kuruluşları, özellikle Amerika ve Fransa’dakiler bu işten epey para kazanıyor. Yani bir de işin mali yönü var. “ Soykırım ” temasını işlemekten  nemalanıyorlar.
Ermenilerin meseleye Erivan’dan soğukkanlılıkla bakarak “ Evet Tarihte bir felaket oldu, Türkler bu felaketi kabul ediyorlar, ama bunun baştan ‘ Soykırım ’
olmasına karşılar, oturup konuşalım” demesi lazım. Bazı Ermeni aydınları, Ermeni halkı adına işlenen cinayetlerden ötürü Türklerden özür dilenmesi amacıyla bir metin hazırlamaya girişmişler fakat ASALA’nın kendilerini ölümle tehdit etmesi üzerine bu niyetlerini gerçekleştirememişlerdi. Örneğin bir diğer adım da bu projeyi canlandırmak olabilir. Bir de bildiğiniz gibi 2015 Şubat ayında Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın protokollerin parlamentodan geri çekilmesi yönünde almış olduğu karar var. Karşılıklı iyi niyet adımlarının atılması beklenirken böyle bir kararın alınması hayal kırıklığı yaratmıştır.

SORU- Sizce Nisan 2015’te neler olacak?

2015 Nisan’da neler olacak bilemiyoruz, ama parlamentolardan çıkacak kararlarla Türkiye’nin baştan “soykırımı” kabul etmesi bekleniyorsa bu olmayacaktır. Ermenilerin yaklaşımı “soykırım” kararını tanıyan 21 tane parlamentodan hareketle bu rakam büyür ve o zaman Türkler bu suçu kabul eder yönündeyse, bunun gerçekleşebileceği ni sanmıyorum. Ermeni ulusu eski bir ulustur, ama Türk ulusu da eski bir ulustur. Yani Ermeniler için tarih ne kadar kutsal ve önemliyse bizim için de kutsaldır. Türkler 1071’den itibaren yaklaşık 10 asra yakın birlikte yaşadıkları Ermenilerin elim trajedisini yadsımamaktadır. Ermeni trajedisini kabulleniyoruz, bunun için taziyelerimizi, empatimizi sunuyoruz ve acılarını paylaşıyoruz ama bizim de bir takım acılarımız var biraz da buna bakalım dendiği zaman da bize karşı cimri davranılmaması gerektiğini düşünüyoruz.

24 Nisan 2015’ten sonra 100. yıl da bittikten sonraki dönemde Ermenilerin tutumlarını yeni bir bakış açısıyla gözden geçirme imkânı bulmalarını, yeni dinamiklerin devreye sokulacağı yaklaşımların benimsenmesini diliyorum. Geleceği beraber şekillendirmemiz için bir 100 yıl daha beklemememiz lazım geldiğini düşünüyorum.



..