22 Ekim 2020 Perşembe

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2



Talat Paşa,İsmet İnönü,Lozan Barış görüşmeleri,Taner Akçam,DEVLET AKLI,1915,Yeni Rejimin, Esas Ötekisi,


2011-2012 yıllarını bu yeni sisteme geçişin başlangıç yılları olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. AKP, ilk defa 30 Eylül 2012 Parti Kongresinde “Yeni Türkiye Vizyonu” sloganı ile birlikte, Başkanlık Sistemini bir siyasi bir program olarak formule etti.  16 Nisan 2017 referandumu ve “Allah’ın büyük bir lütfu” saydığı 15 Temmuz 2016 askeri darbesi ile Başkanlık Sistemini yani İkinci Cumhuriyeti pratik olarak inşa etmeye başladı. 

AK Parti ileri gelenleri, yeni devlet kurmakta olduklarını ve yeni devletin kurucu liderinin Tayyip Erdoğan olduğunu açık olarak dillendirdiler.  

M. Kemal’e ve dönemine, daha önce örneği görülmemiş biçimde övgüler düzülerek sahiplenilmeye başlanması da bu yeniden inşaanın başladığı 2016 sonrasına denk düşer.

Şu anda ortaya çıkan tabloyu, Birinci Cumhuriyeti birlikte kuran eski ortakların yeni koşul ve şartlarda yeniden bir araya gelmeleri olarak okumak mümkün. 
Bu sefer egemen konumda olan “İslami-Muhafazakar” blok. Getirilen Başkanlık sistemi ile “Batıcı, Seküler ve Modernist” kesim iktidara ortak edilmiş ama 
onların tek başına iktidara gelmelerinin önü kapatılmıştır. “İslami-Muhafazakar” blokun bir başka iddiası daha vardı: “biz daha iyisini yaparız”.

“Atatürk'ü sadece anmakla kalmamalı, anlamaya da çalışmalıyız,”  diyen Erdoğan, kendi yaptıklarını ve yapacaklarını M. Kemal dönemi ile kıyaslayarak anlatmayı tercih etmesi bu nedenledir. 
“İslami-Muhafazakar” blok, vaktiye kendilerini iktidardan uzaklaştıran yeni müttefiklerine sanki, “yaşananlar sizlerin  beceriksizlikleriyle oldu, şimdi biz daha iyisini yapacağız, yapacağınız tek şey bize destek olmaktır”, der gibidirler.

İşte bu eski ittifak güçlerinin yeniden buluşması nedeniyledir ki, Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Erdoğan rejimine karşı, “Batıcı, Seküler ve Modernist” 
Mustafa Kemal’e sahip çıkılarak çözülebileceğini zannetmek ciddi bir yanılsamadır. Bu iki ana blok, 1920’lerde olduğu gibi bugün yeniden buluşmuşlardır. 
M. Kemal’i ve onun Birinci Cumhuriyetini esas alarak, Erdoğan rejimine muhalefet etmenin imkanı yoktur.

Altı Nokta Etrafında İki Rejimin Benzerlikleri

Bugün Erdoğan rejimine yöneltebileceği temel siyasi eleştirileri, birbirleri ile bağlantılı altı ana noktada toplamak mümkündür. 
a) Demokratik hukuk sistemi: ya da kuvvetler (yasama yürütme ve yargının) ayrılığı ilkesi,
b) Temel hak ve özgürlükler: fikir özgürlükleri, özgür basın, toplantı ve yürüyüş hakkı, siyasi örgütlenme hakkı ve seçimlerin özgür koşullarda yapılması 
vb. gibi temel özgürlükler ve insan haklarını ilgilendiren hususlar,  
c) Birlikte Yaşama: ulus, din ve kültür gruplarına yönelik politikalar; başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere toplumu oluşturan Hristiyanlar ve Yahudiler 
gibi tüm farklı grup ve çevrelerin eşit ve eşdeğer koşullarda birlikte yaşamlarının nasıl sağlanacağı ya da bir başka deyişle, toplumsal hayata kimlerin dahil 
edilip kimlerin dışlanacağına ilişkin hususlar,
d) Cinsel ayrımcılık: kadınların sadece hukuk alanında değil, toplumun her boyutunda cinsel ayrımcılığa tabi tutulmayarak, eşit katılımlarının nasıl 
sağlanacağı hususu,
e) Uluslararası ilişkiler: “Doğu-Batı geriliminde” Türkiye’nin yeri ve Ortadoğu’ya yönelik politikaların ne olması gerektiği konusu,
f)  Tarihle yüzleşmeni zorunluluğu: ya da bilinçli yaratılan toplumsal hafızasızlığın uydurmalarla doldurulması ve tarihte yaşanmış kitlesel katliamlarla 
açık ve dürüst bir yüzleşme yerine bunların inkar edilmesi ile ilgili hususlar.
Elbette bu noktalar artırılabilir. Ama ana iddiam Erdoğan rejiminin ve geçmişteki Tek Parti döneminin (ve Mustafa Kemal’in) bu konulara verdikleri cevapların 
esas olarak aynı olduğu ve Erdoğan’ın bugünkü sorunları esas olarak Kemalist dönemin tepkilerini vererek çözmeye çalıştığıdır. 

Burada sadece Kuvvetler ayrılığı, Suriye politikaları ve tarihle yüzleşme itibarıyla rejimler arasındaki benzerlikleri göstereceğim.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi: 

Bugün Türkiye’nin en temel sorunu, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılmış olmasıdır. Özgür seçim mümkün değildir, özgür basın susturulmuştur ve temel 
hak ve özgürlükler sınırlanmıştır. Devlet kaynakları esas olarak iktidar partisine aktarılmaktadır. Bu nedenle Erdoğan’a yasama, yürütme ve yargının tüm 
yetkilerini elinde toplayarak bürokrasiyi yıktığı ve devlet geleneğini ortadan kaldırdığı, partisi ile devlet arasındaki sınırları yok ederek ve devlet kurumlarını 
partizanca partisinin şubeleri haline getirdiği eleştirileri yapılmaktadır.  

Oysa Erdoğan kuvvetler birliğini (yürütmenin kesin kontrol ve denetimini) hayata 
geçirirken aslında M. Kemal’in izinden gitmektedir. M. Kemal’e göre de kuvvetler birliği esastır ve bunun içinde yürütme kesin belirleyicidir. 

M. Kemal bu ilkeyi, sadece savaş yıllarına ilişkin zorunlu bir tercihi olarak değil, doğru hükümet modeli olarak ölümüne kadar savunmaya devam etmiştir.
Burada sadece birkaç örnek vermek gerekirse:
1921 yılında Mecliste yaptığı konuşmasında, “Efendiler! Tabiatta kuvvetler ayrılığı yoktur... Milli İrade, Milli hakimiyet denilen kuvvet taksim edilemez ve ayrılamaz”, diyerek açıktan kuvvetler birliğini savunmuştur.  
1923 İzmir iktisat kongresinde, Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyarak kuvvetler birliği ilkesini savunur. Konuşmasında, Batıda birçok hükümet şeklinin “dayandığı 
esas kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir”, dedikten sonra, “TBMM Hükümeti bu hükümet şekillerine benzemez... bizim hu¨ku¨metimiz kuvvetler birliği esasına 
göre kurulmuş bir hu¨ku¨mettir”, diye ekler.  Kuvvetler ayrılığını ise “irtica” olarak tanımlar. 

1927 yılında uzun Nutuk’unda ve aynı yıl Meclisin yasama yılını açış konuşmasında bu ilkeyi tekrar eder ve “hükümet teşekkülünde esas, kuvvetler birliği 
nazariyesidir”, der.  

1931 yılında üvey kızı Afet İnan’a yazdırdığı ilk ve orta okullarda okutulmak üzere yazdırdığı Medeni Bilgiler Kitabında, “kuvvetler ayrılığı nazariyesi bizim 
için esas değildir... Türk Milletinin idare şekli kuvvetler birliğidir”, ifadelerine yer verir.  

1934 yılında CHP üçüncü Kurultayında, parti programına “kuvvetler birliği” ilkesi eklenir.  Bu ilke 1935 Parti Kurultayında tekrar edilir. M. Kemal, kuvvetler 
birliği ilkesini bir adım daha ileri götürür ve 1935 Kurultayında parti ve devlet birlikteliğini ilan eder. 

18 Haziran 1936’da alınan bir kararla, İçişleri Bakanı aynı zamanda CHP genel başkanı, her ilin valisi de, CHP il başkanı olmuştur.  1 Kasım 1937’de, 
ölümünden bir yıl kadar önce, Meclisin yasama yılının açılış konuşmasında, “bizim devlet idaresinde ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır,” 
diyerek parti ile devletin birleştirilmesini, valilerin CHP il başkanı yapılmasını kuvvetler birliği ilkesinin gelişmesi olarak tanımlar. 

M. Kemal’in kurduğu bu ‘Parti-Devlet birlikteliği’ sistemi, “Şef sistemi” olarak tanımlandı ve 1938’den itibaren okullarda ders kitabı okutulmaya başlandı. 
Kitaba göre, “Şef sistemi Bu¨yu¨k Dâhi’nin bir buluşudur. Mussolini ve Hitler ondan öğrenmişler, fakat ölçu¨yu¨ kaçırmışlardır.”   Bu sisteme göre, “Şef ile ihtilafa du¨şen, Şefin kudretini sınırlayacak veya ona rakip olacak kuvvetler ortadan silinmelidir veya ona tâbi olmalıdır.” 

Özetle, gerek M. Kemal gerek Erdoğan (birincisi açıktan savunarak, diğeri açık söylemese bile pratikte gerçekleştirerek) kuvvetler birliği sağlayarak, devletin 
organları u¨zerinde kurdukları kontrol ile yeni bir toplum ve insan tipi yaratmak amacıyla otoriter bir rejim inşa etmişlerdir.

Bu bilginin bize gösterdiği gerçek, eğer kuvvetler ayrılığını esas alan, çoğulcu demokratik bir sistem savunulmak isteniyorsa, bu Kemalizmin eleştirisini de 
içermek zorundadır. M. Kemal’in siyasi felesefi, oturttuğu sistem eleştirilmeden, Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı çıkmanın imkanı yoktur. 

Bugün muhalefet kesimlerinin en büyük açmazı budur.

Mustafa Kemal ve Suriye Politikaları.,

Batıda son yıllarda özellikle Suriye politikaları nedeniyle Erdoğan çok yoğun bir eleştiriye tabii tutulmuş ve hala da tutulmaktadır. 
Buna göre, Erdoğan Mustafa Kemal’in Batı ile dostluk siyasetinde vazgeçmekte ve Batı’dan uzaklaşarak Doğu’ya (özellikle Rusya’ya) yakınlaşmaktadır. 
Ayrıca, Suriye’de başta ISIS olmak üzere İslami terör örgütlerini desteklemekte ve bölgedeki diğer fundemantalist İslami akımlarla birlikte şeriat devleti kurmayı amaçlamaktadır. 
Bu iddiların, Türkiye’nin ABD’nin bölge politikalarını desteklemediği için bilinçli olarak üretilen bir “savaş propagandası” olduğu ileri sürülebilse de, bir başka nedeni de bölgedeki gelişmelerin ve daha da önemlisi özellikle M. Kemal’in 1918-1924 döneminde izlediği Suriye politikalarının bilinmiyor olmasıdır, diyebiliriz. 

Buradaki ana iddiam, Erdoğan Hükümetinin izlediği Suriye politikası ile 1918-1923 döneminde izlenen politikaların benzerlikler gösterdiğidir. 

M. Kemal’in kendi koşullarını okuması, sorunları tanımlaması ve ileri sürdüğü çözüm önerileri ile Erdoğan yönetiminin koşulları okuma, sorun tanımlama 
ve çözüm önerileri de birbirine benzemektedir.

Her iki Cumhuriyet de esas olarak, yıkılan bir İmparatorluğun üzerinde, Türklerin neyi ve nasıl inşa etmeleri gerektiği sorusuyla uğraştı ve uğraşıyor. 
İkinci Cumhuriyet, Birincinin verdiği cevapları yetersiz ve eksik bulsa bile, gerek Erdoğan’ın gerekse M. Kemal’in verdiği cevaplar, bölgede büyük bir güç 
olma arzusu ve ama aynı zamanda bölünme ve parçalanma korkusu cenderesine sıkışmanın ürünüdür. Büyük, güçlü bir devlet olma ile dağılma korkusunun 
yarattığı bu gerilimi her iki liderin siyaset yapma tarzlarının her alanında gözlemek mümkündür.

Bilindiği gibi, Türk Kurtuluş Savaşının köşe taşları sayılan Temmuz ve Eylül 1919’da toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve daha sonra Ocak 1920’de 
İstanbul Meclis-i Mebusan’da, Osmanlı’dan kalan toprakların nasıl savunulacağına ilişkin olarak, Misak-i Milli adı verilen bir yemin kabul edilmişti. 
Bu yeminde olası devletin sınırlar açık ve net tanımlanmamıştı ve bugünkü Suriye ve Irak’ın önemli bir kısmını da içermekteydi. Bu sınırların nereden 
geçtiği konusunda yapılan Meclis tartışmaları sırasında Mustafa Kemal, “menfaatlerimize azami uygun çizdirebileceğimiz sınır hangisi ise, işte o milli 
sınırımız olacaktır... kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, sınır hattı olacaktır”, der.  Yani, M. Kemal’e göre, yeni Türk devletinin sınırları silahla 
ulaşılabileceği yere kadar gidilerek çizilecektir. Meclisteki çeşitli konuşmalarında Mustafa Kemal, bu sınırların Halep’i de kısmen içerecek şekilde, Deyri-Zor 
ve Musul’u kapsadığını dile getirir. 

M. Kemal bu sözleri, Fransızlarla 20 Ekim 1921’de imzalanan ilk sınır antlaşmasından, yani sözü edilen bölgeler Fransız mandasına bırakıldıktan sonra 
söylemektedir. Nitekim 1924 yılında TBMM, yayınladığı özel bir haritada Fransa – Türkiye antlaşması ile belirlenen sınırları dikkate almamış ve Türkiye’nin 
sınırları, “Halep'in güneyinden Rakka ve Deyr-i Zor’u içine alacak şekilde doğuya doğru uzanmakta ve Deyr-i Zor’un doğusundan güneye kıvrılarak Kerkük 
ve Musul’u” kapsayacak şekilde çizilmiştir. 

M. Kemal’in Suriye ve Irak’a yönelik politikaları, onlarla bir federasyon veya konfederasyon biçiminde birleşmek biçiminde idi.  20 Şubat 1920’de, Talat Paşa’ya gönderdiği bir mektupta, Mustafa Kemal bu politikayı şöyle açıklar: “Suriye ve Iraklılarla... münasebet tesis etmiş ve kendileri İngiliz ve Fransızlar aleyhine teşebbüslere geçirilmiştir. Daha ciddi esaslar dahilinde harekât birliği için nezdimize gelmiş olan salahiyettar Arap delegeleri ile kararlar alınmıştır. 
Araplara karşı başından beri ifade ettiğimiz siyasi formül şudur: Her millet kendi dahilinde bağımsızlığını kurduktan sonra konfederasyon halinde birleşmek. 
Bu esas Araplarca memnuniyetle kabul edilmiştir.”  

Benzeri görüşleri 24 Nisan 1920 tarihli Meclis’in gizli oturumunda tekrar eder ve oturum gizli olduğu için Suriye ve Irak başta, Pan-İslamist politikalar 
izlendiğini açık olarak itiraf eder. “Yabancıların en çok korktukları, fevkalade ürktükleri İslamiye siyasetinin” açıktan dillendirmediğini ama “bütün cihan ve 
Hristiyan aleminin... Haçlı muhaberesine karşı” elbette İslam alemi ile ilişkiye geçilmiş olduğunu söyler.  Nitekim, Suriye ve Irak’ta bir gizli örgütlenmeler 
yapılmış ve kurulan örgütler, Suriye Filistin Kuvayı Osmaniye Heyeti örgütünün genel yönetimi altında faaliyet göstermişlerdir. 



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder