İSMET İNÖNÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSMET İNÖNÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2020 Perşembe

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 3

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 3





İngiliz istihbaratı da Kemal’in Pan-İslamist politikalarından haberdardır ve bölgeden düzenli raporlar gönderilmektedir. 28 Aralık 1919 tarihli bir rapora göre, 
M. Kemal her fırsattan yararlanarak Halep, Şam ve diğer şehirlerde bildiriler dağıttırmakta, Müslümanların aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırarak 
birleşmeleri ve silahlarını Fransızlara karşı çevirmeleri çağrısında bulunmaktadır. Türk savaşçılarının “yakında Arap kardeşlerinin ziyaretine geleceklerini, 
düşmanı [birlikte] defedeceklerini ve ... din kardeşi olarak yaşamak” gerektiğini söylemektedir.  17 Ocak 1921 tarihli bir başka rapor Kemal’in, “[Türk] 
ordusunun başarılarından... Halep ve Şam halkları ile birleşerek Suriye'nin güneyine doğru ilerlemekten” bahsettiğini aktarmaktadır.  Eklemek gereksizdir ki, 
tüm bu dönem boyunca Mustafa Kemal hakkında, onun İttihatçı olduğu ve Pan-İslamist politikalar yürüttüğü konusunda Batı Basınında bolca yayın da 
yapılmıştır. 
Görüldüğü gibi, Türkiye’nin gerek geçmişte gerekse bugün bölgede izlediği politikalar ve de Batı’nın geçmişte ve bugün gösterdiği tepkiler arasında büyük 
farklar yoktur. Ve bu siyaset, ‘silahın gücünün yettiği kadar sınırları genişletmek’ olarak formüle edilebilir. Ortadoğu’da şu anda yaşanan koşulların büyük 
ölçüde Birinci Cihan harbi sonrası dönemi andırıyor olması, bu benzerliğinin önemli bir nedenidir. Bilindiği gibi, bölge sınırları, bu harbin sonunda bir tarafını 
Türkler ve Bolşeviklerin diğer tarafını İngiliz ve Fransızların oluşturduğu iki blokun çatışması ile belirlenmişti. Sovyetlerin çökmesi, ABD’nin Irak’a müdahalesi 
ve Suriye iç savaşı ile birlikte bölgede sınırlar yeniden açık ve sorgulanır hale geldi. Ve bugün yine bir tarafta Türkiye ve Rusya ve diğer tarafta Batı Blokunun olması tesadüf değildir.

Erdoğan, kurmakta olduğu devletin sınırlarını, M. Kemal’in izinden giderek ve onun deyişiyle, “kuvvet ve kudretle tespit edilecek” kadar geniş tutmaya 
çalışarak çizmeye çalışmaktadır ama aralarında bir farktan da bahsetmek gerekirse, Türkiye bugün geçmişine göre çok daha kuvvetlidir ve 1920 Misakı 
Milli sınırlarına kısmen ulaşma şansına daha fazla sahiptir. Tayyip Erdoğan bu nedenle Misak-i Milli yeminini ve Lozan antlaşmasını bilerek tartışmaya açmıştır. 
2016 Ekim’inde söylediği şu sözler çok anlamlıdır: “Maalesef [Lozan’da] hem batı hem de güney sınırlarımızda Misak-ı Milli hedeflerimizi koruyamadık. 
Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir. Bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. 
Asıl vahimi, zorunluluklardan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. 

Bu anlayışı reddediyoruz.”  Erdoğan, Lozan’ın “zafer diye yutturulmaya” çalışılmasına karşı çıkar.  Ona göre, “Ülkemizin güney sınırında [Suriye sınırında] 
yaşanan güvenlik sorunlarının sebebi Misak-ı Milli'den taviz verilmesidir.”  İşin özeti şudur ki, “İslami-Muhafazakar” blok, “Batıcı, laik ve modern” blok’a, 
Misaki Milli konusunda “sizin yapamadığınızı biz yapacağız”, der gibidir.
Erdoğan’a yönelik, yüzünü Batı yerine doğuya çevirdiği eleştirilerini ayrıca ele almaya gerek yok. Türk yönetici elitlerinin Batı ve NATO tercihi esas olarak 
İkinci Dünya savaşı koşullarında verilmiş pragmatist bir karardı. Birinci Cumhuriyetin kuruluş koşullarında tercih açık olarak “Doğu’dan yana” yapılmıştı zaten. 
Mustafa Kemal’in, ‘güneşin doğu’dan yükseldiğine’ ilişkin onlarca sözünü bulmak mümkündür. “Doğu ihtilali artık bir masal değildir... Doğu ihtilali namını 
verdiğimiz Asya ve Doğu Avrupa milletlerinin Batı Emperyalistlerine karşı tasavvur ettikleri isyan çoktan beri bir tasavvur olmaktan çıkmış, faaliyet sahasına 
intikal etmiştir....”
Ayrıca, daha çok jeo-stratejik çıkarlara bağlı olarak Türkiye’nin uluslararası düzeyde kendisini hangi güçlerin yanında konumlandıracağına ilişkin bir tartışmayı, günümüzde çok anlamı olmayan “Doğu-Batı” gibi kültürel kategorilerle izah etmenin çok anlamlı olmadığını görmek gerekiyor. 

Esas olan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası oluşmuş uluslararası sistemin çökmüş olduğudur. Ve “Doğusu ve Batısı” ile tüm küresel güçler yeni 
müttefik arayışına girmişlerdir. Türkiye de bu arayıştan payını almaktadır.
Tarihle Yüzleşme Önce iki olay: HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan Paylan, 14 Ocak 2017 tarihinde Meclis’te yaptığı bir basın toplantısında “Ermeni halkı başına ne geldiğini çok iyi biliyor. Ben bunun adına soykırım diyorum”, sözlerini kullandı. Bu nedenle hakkında, Türk Ceza Kanununun 301’inci maddesi uyarınca, “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Alenen Aşağılama ve Cumhurbaşkanına Hakaret” suçlarından soruşturma açıldı. 
İlgili ceza maddesinden dava açabilmek için Adalet Bakanlığı izni gerekiyordu ve Bakanlık bu izni 7 Aralık 2017 tarihinde vermişti.
Yine Garo Paylan, 6-7 Eylül 1955 Rum, Ermeni ve Yahudilere yönelik İstanbul pogromunun yıldönümünde, “faillerin ortaya çıkarılması, yaşanan can ve 
mal kayıplarının tespit edilmesi, mağdur olan kişilerin maddi ve manevi kayıplarının tazmin edilmesi, bu sayede geçmişle yüzleşme adına bir adım atılması amacıyla” Meclis Araştırması açılması teklifinde bulundu.  4 Ekim 2018 tarihinde Meclis Başkanlığı önergeyi “kaba ve yaralayıcı sözler” bulunduğu gerekçesi ile işleme bile koymadı. 

Bu iki olayın gösterdiği gerçek çok basit. Türkiye’de tarihle yüzleşmeye çağrı yapmak hala bir suç telakki edilmekte ve konuyu gündeme getirenler hakkında 
soruşturma açılabilmektedır. 2007 yılında Hrant Dink hakkında “Türklüğe Hakaret” maddesinden soruşturma açıldığı, soruşturmanın büyük bir linç kampanyasına dönüştürüldüğü ve Dink’in 19 Ocak 2017’de öldürüldüğü hala hatırlardadır. 
Erdoğan döneminde gündeme gelen bu uygulamalar aslında tarihi bir geleneğin devamından ibarettir. 1920 ve 30’lu yıllarda, M. Kemal döneminde de, 
“Türklüğe hakaret” suçlamalarıyla Gayrimüslim vatandaşlar sindirilmeye çalışılıyordu. 1926 ile 1942 yılları arasında toplam 554 “Türklüğe hakaret” davası 
açılmıştı ve bunların %60’dan fazlası, nüfusun %2’sini oluşturan Gayrimüslimlere yönelikti.  Ortada, M. Kemal’den Tayyip Erdoğan’a uzanan bir süreklilik vardır.
Tarihle yüzleşmenin suç olarak telakki edilmesi meselesi bir tek fikir özgürlükleri ile sınırlı değildir. Yüzleşmeyi başaramamanın daha başka ciddi sonuçları var. 
Türkiye bugün eğer demokrasi, insan hakları ve özellikle de Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerine ilişkin ciddi sorunlar yaşıyorsa; komşuları ile barış istikrar ve 
güvenlik içinde yaşama gibi ciddi bir probleme sahipse bunun temel nedeni tarihiyle yüzleşemiyor olmasıdır.

Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi büyük katliamlar sürgünler ve bunların yarattığı acıların tarihidir. Cumhuriyet öncesi yaşananlardan bazıları şunlardır: 1894-7 ve 
1904 Abdulhamit dönemi Ermeni katliamları, 1909 Adana Ermeni katliamı, 1913-4 Rumlara yönelik etnik temizlikler, 1915-8 Ermeni ve Suryani soykırımı, 1921 Pontus-Rum soykırımı ve 1924 zorunlu nüfus değişimi. Bu imha ve sürgünlerle 19’uncu yüzyıl sonlarında Anadolu Osmanlı nüfusunun %30’unu oluşturan  Hristiyan nüfus %2 civarına indirilmiştir.  

Aynı uygulamalar, Cumhuriyet döneminde de bu sefer Kürtleri’de içererek biçimde devam etmiştir; 1927 sonrası Ermenilerin zorunlu Suriye veya İstanbul’a 
sürgünleri, 1934 Trakya Yahudi pogromu, 1938 Dersim Soykırımı, 1942 Varlık vergisi uygulaması ve 6-7 Eylül 1955 Ermeni Rum ve Yahudilere yönelik pogrom, 1964 Rum sürgünü, 1980 Askeri darbesi sonrası binlerce gencin idam ve işkence ile imha edilmeleri, 1990 yılı boyunca binlerce sivil kürt vatandaşının faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi sadece bazılarıdır. 

Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bugüne kadar, tüm bu katliam ve insan hakları ihlalleri üzerine hiçbir açık konuşma, yüzleşme yapılmadı. 
Olayların hemen hepsi yok sayıldı, inkar edildi. AK Parti’nin 2011’de sınırlı bir biçimde gündeme getirdiği 1938 Dersim soykırımını saymazsak ki buradaki 
amaç da yüzleşme değil, katliamın organizatörü CHP’ye karşı puan toplamaktı  
bu olaylar siyasetin hiçbir biçimde gündeminde yer almadı. 
Bilinçli bir hafıza boşluğu yaratıldı; ve bu hafıza uydurmalarla dolduruldu ve yalana dayalı bir tarih yaratıldı.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, siyasetin ana zeminini bu yalan ve yok saymalar oluşturdu. Oysa bilinen kural çok basittir: acılarla dolu bir tarih yok 
sayılır, bu acıları yaratan koşullar ve zihniyet üzerine konuşulmaz ise; üstü örtülen ve inkar edilen her kıyım/yok etme, yeni kıyımların tekrarının zeminini yaratır. 
İşlenmiş cinayetleri ve onun acılarını hatırlatmamak, üstünü örtmeye çalışmak veya bunları hatırlatanların üzerinde baskı uygulamak aynı suçların tekrar 
edilebileceği anlamına gelir. Bireyler ve topluluklar arası yaşanmışlar üzerine konuşmamak ve yok saymak güvensizlik duygusunun temelini oluşturur. 
Bu nedenle, bölge halk ve devletleri, Türkiye’ye karşı büyük bir güvensizlik duygusuna sahiptirler ve Türkiye’nin geçmişini inkar etmesini, aynı suçu tekrar 
işleyebileceği biçiminde yorumlamaktadırlar ki bunda da çok haksız sayılmazlar.
Osmanlı-Türk tarihinde yaşanan yıkım ve katliamların yok sayılması ve inkar edilmesi siyasetinin temelleri, Talat Paşa tarafından 1916 yılında İttihat ve 
Terakki Partisi Kongresinde, daha Ermenilerin imhaları devam ederken atılmıştır. Talat Paşa ilgili konuşmasında, başta Ermeniler, Hristiyanların yabancı 
devletlerin ülke içindeki uzantıları oldukları, onlar tarafından kışkırtıldıkları ve savaş sırasında Osmanlı Ordusunu arkadan vurduklarını iddia eder ve Ordunun 
cephe gerisi güvenliği için Ermenilerin bulundukları yerlerden başka bir yere göç ettirildiklerini söyler. Paşa’ya göre, göç sırasında “bazı taşkın hareketler” de 
olmuştur; ama olayları soruşturmak amacıyla bölgelere teftiş heyetleri gönderilmiş ve ayrıca Ermenilerin mal varlıkları, yağma tehlikesine karşı güvence 
altına alınmıştır. 
Talat Paşa aynı görüşleri İttihat ve Terakk’nin 1918 tarihindeki son Parti Kongresinde de tekrar etmiş ve ama “meydana gelen hadiselerin mesuliyeti(nin) her şeyden önce onlara sebebiyet veren” Hristiyanlara ait olduğunu söylemiştir.  
Talat Paşa’nın sözleri 1919-22 döneminde Mustafa Kemal tarafından da sıkça tekrar edilmiştir.  Örneğin 1919 Aralık’ında Ankara’nın ileri gelenlerine yaptığı bir konuşmada, “Memleketimizde yaşayan anasır-ı gayrimüslimenin başına ne gelmiş ise, kendilerinin ecnebi entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını suiistimal ederek vahşi şekilde takip ettikleri ayrılıkçı siyasetin neticesidir”, der. 

1922 Lozan Barış görüşmelerinin ilk gününde, Türk Delegasyonu başkanı İsmet İnönü, Talat Paşa ve M. Kemal tarafından çeşitli vesilelerle gündeme getirilen 
görüşleri geliştiren tarihi bir açış konuşması yapar. İsmet Paşa’nın ileri sürdüğü tezler, bugün de Hristiyanlara yönelik katliamlarının yok sayılması ve inkar 
edilmesinin temelini oluşturur. Cumhuriyet dönemi boyunca, konuya ilişkin yapılan tüm yayınlar, bu konuşmadaki ana fikirlerin tekrarından ibarettir. 

Cumhuriyet tarihi dönemi boyunca inkar edilen sadece katliam ve imhalar değildir. 1931 yılında Mustafa Kemal’in önderliğinde yazılan 611 sayfalık Türk Tarihinin Ana Hatları kitabı ve bunu esas alırak hazırlanan ve okullarda ders kitabı olarak kullanılan 4 ciltlik Türk Tarihinin Ana Hatları kitapları ile, bu toprakların kadim halklarının varlıkları tarih kitaplarından neredeyse çıkartılmakla kalmamış, Gayrimüslimler yaşanmış tüm felaketlerin de sorumlusu olarak gösterilmiş ve “iç düşman” olarak tanımlanmışlardır. Üstelik bu fikri kuvvetlendirme amacıyla, M. Kemal’in Nutuk’undan çok uzun alıntılar yapılmıştır. 

Özetle, tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca ders kitaplarında Gayrimüslimlerin ve kısmen Kürtlerin “iç düşman” olarak tanımlanması ilk defa 1930’lu yıllarda 
dile getirilmiştir. 

Bu zihniyete bağlı olarak, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, Hristiyanlar ve Yahudilerin özgür ve eşit vatandaşlar olarak yaşamaları önünde hukuki, siyasi ve 
kültürel engeller çıkartılarak, onlar için hayat yaşanmaz bir hale sokulmuştur. Hristiyan ve Yahudilerden istenen ülkeyi “gönüllü” olarak terk etmeleriydi. 
Zaman zaman zorunlu sürgün olarak da uygulana bu dışlama politikalarıyla, 1927’de nüfusun %2,8’ini oluşturan Hristiyan ve Yahudiler bugün yok denecek 
bir seviyeye indirilmişlerdir.

Bu politikanın temellerinin de Mustafa Kemal tarafından atıldığını söyleyebiliriz. 

   1923 yılında Mustafa Kemal’in Adana esnafına bir konuşma yapar ve  konuşmasında şunları söyler: “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşıyacaktır... Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.”   

Bu sözler ve bunu takip eden uygulamalar, Hristiyan ve Yahudi nüfusunun bugün niçin yok sayılma düzeyine indiğini bize anlatır. 
Eğer bugün, tarihle yüzleşmenin şart olduğuna, yüzleşme olmadan insan haklarına saygılı demokratik bir devlet ve toplum kurulamayacağına ve komşu 
halk ve devletlerle barış ve istikrar içinde yaşamanın mümkün olamayacağına inanıyorsak, Talat Paşa’dan Mustafa Kemal’e ve oradan Tayyip Erdoğan’a 
kadar devam eden bir inkar çizgisiyle hesaplaşmak gerektiği görülmek zorundadır. Erdoğan, sadece köşe taşları 1920 ve 30’larda döşenmiş bir siyaseti 
devam ettirmektedir, o kadar.

Son Söz Yerine

“Biz Bugün Reis’e Adam Diyoruz; Yarın Torunlarımız Atam Diyecek,” soysal medyada çok sıkça dolaşıma sokulan bir slogan bu. 

Türkiye nüfusunun önemli bir kesiminin, Tayyip Erdoğan’da Mustafa Kemal gördükleri ve belki ondan daha da çok sevdikleri bir gerçek.
Önümüzdeki dönem, M. Kemal ile Erdoğan kıyaslamaları gittikçe artan bir biçimde yapılmaya devam edilecek. Ve ülkedeki kültürel yarılmanın hangi bloğunda yer alıyorsak, buna bağlı olarak ya Erdoğan’ı, ya da M. Kemal’i ötekine tercih edeceğiz. Ve galiba Türkiye’nin temel problemi bu “ Tercih tartışması” nda 
yatıyor. Çünkü bu tercih tartışmasının demokratik bir gelecek kurma arzusu ile çok fazla bir ilgisi yok, hatta onun önündeki en önemli engellerden birisi. 

Konuya, Türk siyasal hayatının yetiştirdiği iki devlet adamı arasında kıyaslamaya indirgeyenler, sadece mevzut kültür bloklarının daha da derinleşmesine 
hizmet etmiyorlar, aynı zamanda tercih ettikleri tarafa karşı daha anlayışla ve hoş görü ile yaklaşıyorlar. Ve belki de en önemlisi, o dönemin mağdurlarını 
anlamayı merkezlerine koymuyorlar. 

Dahil olduğu kültür grubu ve onun önderine karşı anlayış ve hoş görülü bakışın en büyük kaybedenleri, her iki dönemin mağdurlarıdır. Tayyip Erdoğan’a 
muhalefet eden ve karşı çıkanlar, aslında mağdur oldukları için karşı çıkıyorlar. Onların bugün mağdur durumda olmaları, Erdoğan’a itirazlarının ana nedeni… 
Belki de bu mağduriyet onları oldukça öfkeli de kılıyor. Benzeri durum T. Erdoğan taraftarları için de geçerli. Onlar da, gerek M. Kemal gerekse CHP dönemine 
karşı çıkarken kendilerini o dönemin mağdurları olarak görüyorlar.
Fakat bu iki taraf da, kendi tercih ettikleri dönemin mağdurlarına aynı tarzda çok uzaklar. M. Kemal’i tercih edenler, o dönemi dönemin mağdurlarının gözüyle 
değerlendirmiyorlar. “O dönemin koşulları…”; “karşılaştıkları sorunlarla kıyaslayınca…”; “o zaman bu devrimci bir adımdı…”; “bazı şeyler katlanılması gereken zorunlu şeylerdi…” gibi tezlerle mağdurlara, “siz acı çektiniza ama bir nedeni vardı”, der gibiler. Döneme yöneticilerin gözüyle bakıp, yapılanlara daha anlayışla yaklaşıyorlar. Erdoğan’ı tercih edenler de, Erdoğan döneminin mağdurlarından uzaklar. Soruna Erdoğan’dan bakıp, yapılanları daha anlayışla karşılıyorlar. 

Onların da kendilerine göre “ama”ları var.

Oysa Türkiyenin ihtiyaç duyduğu şey, hangi dönem olursa olsun, mağdurları esas alan bir bakış açısıdır. Her dönemin mağdurların penceresinden her iki dönemi okumak şarttır. Bunu başaramazsak demokratik bir gelecek kuramayız. Buna tarih yazımında “mağdur perspektifi” diyoruz.

Özetle, M. Kemal’i Savunarak, tercih ederek Erdoğan Rejimine karşı çıkılamaz. 

   Demokratik bir Türkiye ancak ve ancak hem tarihindeki hem de bugünkü Tek Adam Rejimlerini eleştirerek kurulabilir.


***

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2



Talat Paşa,İsmet İnönü,Lozan Barış görüşmeleri,Taner Akçam,DEVLET AKLI,1915,Yeni Rejimin, Esas Ötekisi,


2011-2012 yıllarını bu yeni sisteme geçişin başlangıç yılları olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. AKP, ilk defa 30 Eylül 2012 Parti Kongresinde “Yeni Türkiye Vizyonu” sloganı ile birlikte, Başkanlık Sistemini bir siyasi bir program olarak formule etti.  16 Nisan 2017 referandumu ve “Allah’ın büyük bir lütfu” saydığı 15 Temmuz 2016 askeri darbesi ile Başkanlık Sistemini yani İkinci Cumhuriyeti pratik olarak inşa etmeye başladı. 

AK Parti ileri gelenleri, yeni devlet kurmakta olduklarını ve yeni devletin kurucu liderinin Tayyip Erdoğan olduğunu açık olarak dillendirdiler.  

M. Kemal’e ve dönemine, daha önce örneği görülmemiş biçimde övgüler düzülerek sahiplenilmeye başlanması da bu yeniden inşaanın başladığı 2016 sonrasına denk düşer.

Şu anda ortaya çıkan tabloyu, Birinci Cumhuriyeti birlikte kuran eski ortakların yeni koşul ve şartlarda yeniden bir araya gelmeleri olarak okumak mümkün. 
Bu sefer egemen konumda olan “İslami-Muhafazakar” blok. Getirilen Başkanlık sistemi ile “Batıcı, Seküler ve Modernist” kesim iktidara ortak edilmiş ama 
onların tek başına iktidara gelmelerinin önü kapatılmıştır. “İslami-Muhafazakar” blokun bir başka iddiası daha vardı: “biz daha iyisini yaparız”.

“Atatürk'ü sadece anmakla kalmamalı, anlamaya da çalışmalıyız,”  diyen Erdoğan, kendi yaptıklarını ve yapacaklarını M. Kemal dönemi ile kıyaslayarak anlatmayı tercih etmesi bu nedenledir. 
“İslami-Muhafazakar” blok, vaktiye kendilerini iktidardan uzaklaştıran yeni müttefiklerine sanki, “yaşananlar sizlerin  beceriksizlikleriyle oldu, şimdi biz daha iyisini yapacağız, yapacağınız tek şey bize destek olmaktır”, der gibidirler.

İşte bu eski ittifak güçlerinin yeniden buluşması nedeniyledir ki, Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Erdoğan rejimine karşı, “Batıcı, Seküler ve Modernist” 
Mustafa Kemal’e sahip çıkılarak çözülebileceğini zannetmek ciddi bir yanılsamadır. Bu iki ana blok, 1920’lerde olduğu gibi bugün yeniden buluşmuşlardır. 
M. Kemal’i ve onun Birinci Cumhuriyetini esas alarak, Erdoğan rejimine muhalefet etmenin imkanı yoktur.

Altı Nokta Etrafında İki Rejimin Benzerlikleri

Bugün Erdoğan rejimine yöneltebileceği temel siyasi eleştirileri, birbirleri ile bağlantılı altı ana noktada toplamak mümkündür. 
a) Demokratik hukuk sistemi: ya da kuvvetler (yasama yürütme ve yargının) ayrılığı ilkesi,
b) Temel hak ve özgürlükler: fikir özgürlükleri, özgür basın, toplantı ve yürüyüş hakkı, siyasi örgütlenme hakkı ve seçimlerin özgür koşullarda yapılması 
vb. gibi temel özgürlükler ve insan haklarını ilgilendiren hususlar,  
c) Birlikte Yaşama: ulus, din ve kültür gruplarına yönelik politikalar; başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere toplumu oluşturan Hristiyanlar ve Yahudiler 
gibi tüm farklı grup ve çevrelerin eşit ve eşdeğer koşullarda birlikte yaşamlarının nasıl sağlanacağı ya da bir başka deyişle, toplumsal hayata kimlerin dahil 
edilip kimlerin dışlanacağına ilişkin hususlar,
d) Cinsel ayrımcılık: kadınların sadece hukuk alanında değil, toplumun her boyutunda cinsel ayrımcılığa tabi tutulmayarak, eşit katılımlarının nasıl 
sağlanacağı hususu,
e) Uluslararası ilişkiler: “Doğu-Batı geriliminde” Türkiye’nin yeri ve Ortadoğu’ya yönelik politikaların ne olması gerektiği konusu,
f)  Tarihle yüzleşmeni zorunluluğu: ya da bilinçli yaratılan toplumsal hafızasızlığın uydurmalarla doldurulması ve tarihte yaşanmış kitlesel katliamlarla 
açık ve dürüst bir yüzleşme yerine bunların inkar edilmesi ile ilgili hususlar.
Elbette bu noktalar artırılabilir. Ama ana iddiam Erdoğan rejiminin ve geçmişteki Tek Parti döneminin (ve Mustafa Kemal’in) bu konulara verdikleri cevapların 
esas olarak aynı olduğu ve Erdoğan’ın bugünkü sorunları esas olarak Kemalist dönemin tepkilerini vererek çözmeye çalıştığıdır. 

Burada sadece Kuvvetler ayrılığı, Suriye politikaları ve tarihle yüzleşme itibarıyla rejimler arasındaki benzerlikleri göstereceğim.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi: 

Bugün Türkiye’nin en temel sorunu, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılmış olmasıdır. Özgür seçim mümkün değildir, özgür basın susturulmuştur ve temel 
hak ve özgürlükler sınırlanmıştır. Devlet kaynakları esas olarak iktidar partisine aktarılmaktadır. Bu nedenle Erdoğan’a yasama, yürütme ve yargının tüm 
yetkilerini elinde toplayarak bürokrasiyi yıktığı ve devlet geleneğini ortadan kaldırdığı, partisi ile devlet arasındaki sınırları yok ederek ve devlet kurumlarını 
partizanca partisinin şubeleri haline getirdiği eleştirileri yapılmaktadır.  

Oysa Erdoğan kuvvetler birliğini (yürütmenin kesin kontrol ve denetimini) hayata 
geçirirken aslında M. Kemal’in izinden gitmektedir. M. Kemal’e göre de kuvvetler birliği esastır ve bunun içinde yürütme kesin belirleyicidir. 

M. Kemal bu ilkeyi, sadece savaş yıllarına ilişkin zorunlu bir tercihi olarak değil, doğru hükümet modeli olarak ölümüne kadar savunmaya devam etmiştir.
Burada sadece birkaç örnek vermek gerekirse:
1921 yılında Mecliste yaptığı konuşmasında, “Efendiler! Tabiatta kuvvetler ayrılığı yoktur... Milli İrade, Milli hakimiyet denilen kuvvet taksim edilemez ve ayrılamaz”, diyerek açıktan kuvvetler birliğini savunmuştur.  
1923 İzmir iktisat kongresinde, Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyarak kuvvetler birliği ilkesini savunur. Konuşmasında, Batıda birçok hükümet şeklinin “dayandığı 
esas kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir”, dedikten sonra, “TBMM Hükümeti bu hükümet şekillerine benzemez... bizim hu¨ku¨metimiz kuvvetler birliği esasına 
göre kurulmuş bir hu¨ku¨mettir”, diye ekler.  Kuvvetler ayrılığını ise “irtica” olarak tanımlar. 

1927 yılında uzun Nutuk’unda ve aynı yıl Meclisin yasama yılını açış konuşmasında bu ilkeyi tekrar eder ve “hükümet teşekkülünde esas, kuvvetler birliği 
nazariyesidir”, der.  

1931 yılında üvey kızı Afet İnan’a yazdırdığı ilk ve orta okullarda okutulmak üzere yazdırdığı Medeni Bilgiler Kitabında, “kuvvetler ayrılığı nazariyesi bizim 
için esas değildir... Türk Milletinin idare şekli kuvvetler birliğidir”, ifadelerine yer verir.  

1934 yılında CHP üçüncü Kurultayında, parti programına “kuvvetler birliği” ilkesi eklenir.  Bu ilke 1935 Parti Kurultayında tekrar edilir. M. Kemal, kuvvetler 
birliği ilkesini bir adım daha ileri götürür ve 1935 Kurultayında parti ve devlet birlikteliğini ilan eder. 

18 Haziran 1936’da alınan bir kararla, İçişleri Bakanı aynı zamanda CHP genel başkanı, her ilin valisi de, CHP il başkanı olmuştur.  1 Kasım 1937’de, 
ölümünden bir yıl kadar önce, Meclisin yasama yılının açılış konuşmasında, “bizim devlet idaresinde ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır,” 
diyerek parti ile devletin birleştirilmesini, valilerin CHP il başkanı yapılmasını kuvvetler birliği ilkesinin gelişmesi olarak tanımlar. 

M. Kemal’in kurduğu bu ‘Parti-Devlet birlikteliği’ sistemi, “Şef sistemi” olarak tanımlandı ve 1938’den itibaren okullarda ders kitabı okutulmaya başlandı. 
Kitaba göre, “Şef sistemi Bu¨yu¨k Dâhi’nin bir buluşudur. Mussolini ve Hitler ondan öğrenmişler, fakat ölçu¨yu¨ kaçırmışlardır.”   Bu sisteme göre, “Şef ile ihtilafa du¨şen, Şefin kudretini sınırlayacak veya ona rakip olacak kuvvetler ortadan silinmelidir veya ona tâbi olmalıdır.” 

Özetle, gerek M. Kemal gerek Erdoğan (birincisi açıktan savunarak, diğeri açık söylemese bile pratikte gerçekleştirerek) kuvvetler birliği sağlayarak, devletin 
organları u¨zerinde kurdukları kontrol ile yeni bir toplum ve insan tipi yaratmak amacıyla otoriter bir rejim inşa etmişlerdir.

Bu bilginin bize gösterdiği gerçek, eğer kuvvetler ayrılığını esas alan, çoğulcu demokratik bir sistem savunulmak isteniyorsa, bu Kemalizmin eleştirisini de 
içermek zorundadır. M. Kemal’in siyasi felesefi, oturttuğu sistem eleştirilmeden, Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı çıkmanın imkanı yoktur. 

Bugün muhalefet kesimlerinin en büyük açmazı budur.

Mustafa Kemal ve Suriye Politikaları.,

Batıda son yıllarda özellikle Suriye politikaları nedeniyle Erdoğan çok yoğun bir eleştiriye tabii tutulmuş ve hala da tutulmaktadır. 
Buna göre, Erdoğan Mustafa Kemal’in Batı ile dostluk siyasetinde vazgeçmekte ve Batı’dan uzaklaşarak Doğu’ya (özellikle Rusya’ya) yakınlaşmaktadır. 
Ayrıca, Suriye’de başta ISIS olmak üzere İslami terör örgütlerini desteklemekte ve bölgedeki diğer fundemantalist İslami akımlarla birlikte şeriat devleti kurmayı amaçlamaktadır. 
Bu iddiların, Türkiye’nin ABD’nin bölge politikalarını desteklemediği için bilinçli olarak üretilen bir “savaş propagandası” olduğu ileri sürülebilse de, bir başka nedeni de bölgedeki gelişmelerin ve daha da önemlisi özellikle M. Kemal’in 1918-1924 döneminde izlediği Suriye politikalarının bilinmiyor olmasıdır, diyebiliriz. 

Buradaki ana iddiam, Erdoğan Hükümetinin izlediği Suriye politikası ile 1918-1923 döneminde izlenen politikaların benzerlikler gösterdiğidir. 

M. Kemal’in kendi koşullarını okuması, sorunları tanımlaması ve ileri sürdüğü çözüm önerileri ile Erdoğan yönetiminin koşulları okuma, sorun tanımlama 
ve çözüm önerileri de birbirine benzemektedir.

Her iki Cumhuriyet de esas olarak, yıkılan bir İmparatorluğun üzerinde, Türklerin neyi ve nasıl inşa etmeleri gerektiği sorusuyla uğraştı ve uğraşıyor. 
İkinci Cumhuriyet, Birincinin verdiği cevapları yetersiz ve eksik bulsa bile, gerek Erdoğan’ın gerekse M. Kemal’in verdiği cevaplar, bölgede büyük bir güç 
olma arzusu ve ama aynı zamanda bölünme ve parçalanma korkusu cenderesine sıkışmanın ürünüdür. Büyük, güçlü bir devlet olma ile dağılma korkusunun 
yarattığı bu gerilimi her iki liderin siyaset yapma tarzlarının her alanında gözlemek mümkündür.

Bilindiği gibi, Türk Kurtuluş Savaşının köşe taşları sayılan Temmuz ve Eylül 1919’da toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve daha sonra Ocak 1920’de 
İstanbul Meclis-i Mebusan’da, Osmanlı’dan kalan toprakların nasıl savunulacağına ilişkin olarak, Misak-i Milli adı verilen bir yemin kabul edilmişti. 
Bu yeminde olası devletin sınırlar açık ve net tanımlanmamıştı ve bugünkü Suriye ve Irak’ın önemli bir kısmını da içermekteydi. Bu sınırların nereden 
geçtiği konusunda yapılan Meclis tartışmaları sırasında Mustafa Kemal, “menfaatlerimize azami uygun çizdirebileceğimiz sınır hangisi ise, işte o milli 
sınırımız olacaktır... kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, sınır hattı olacaktır”, der.  Yani, M. Kemal’e göre, yeni Türk devletinin sınırları silahla 
ulaşılabileceği yere kadar gidilerek çizilecektir. Meclisteki çeşitli konuşmalarında Mustafa Kemal, bu sınırların Halep’i de kısmen içerecek şekilde, Deyri-Zor 
ve Musul’u kapsadığını dile getirir. 

M. Kemal bu sözleri, Fransızlarla 20 Ekim 1921’de imzalanan ilk sınır antlaşmasından, yani sözü edilen bölgeler Fransız mandasına bırakıldıktan sonra 
söylemektedir. Nitekim 1924 yılında TBMM, yayınladığı özel bir haritada Fransa – Türkiye antlaşması ile belirlenen sınırları dikkate almamış ve Türkiye’nin 
sınırları, “Halep'in güneyinden Rakka ve Deyr-i Zor’u içine alacak şekilde doğuya doğru uzanmakta ve Deyr-i Zor’un doğusundan güneye kıvrılarak Kerkük 
ve Musul’u” kapsayacak şekilde çizilmiştir. 

M. Kemal’in Suriye ve Irak’a yönelik politikaları, onlarla bir federasyon veya konfederasyon biçiminde birleşmek biçiminde idi.  20 Şubat 1920’de, Talat Paşa’ya gönderdiği bir mektupta, Mustafa Kemal bu politikayı şöyle açıklar: “Suriye ve Iraklılarla... münasebet tesis etmiş ve kendileri İngiliz ve Fransızlar aleyhine teşebbüslere geçirilmiştir. Daha ciddi esaslar dahilinde harekât birliği için nezdimize gelmiş olan salahiyettar Arap delegeleri ile kararlar alınmıştır. 
Araplara karşı başından beri ifade ettiğimiz siyasi formül şudur: Her millet kendi dahilinde bağımsızlığını kurduktan sonra konfederasyon halinde birleşmek. 
Bu esas Araplarca memnuniyetle kabul edilmiştir.”  

Benzeri görüşleri 24 Nisan 1920 tarihli Meclis’in gizli oturumunda tekrar eder ve oturum gizli olduğu için Suriye ve Irak başta, Pan-İslamist politikalar 
izlendiğini açık olarak itiraf eder. “Yabancıların en çok korktukları, fevkalade ürktükleri İslamiye siyasetinin” açıktan dillendirmediğini ama “bütün cihan ve 
Hristiyan aleminin... Haçlı muhaberesine karşı” elbette İslam alemi ile ilişkiye geçilmiş olduğunu söyler.  Nitekim, Suriye ve Irak’ta bir gizli örgütlenmeler 
yapılmış ve kurulan örgütler, Suriye Filistin Kuvayı Osmaniye Heyeti örgütünün genel yönetimi altında faaliyet göstermişlerdir. 



***

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 1

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 1


Talat Paşa,İsmet İnönü,Lozan Barış görüşmeleri,Taner Akçam,DEVLET AKLI,1915,Yeni Rejimin, Esas Ötekisi,


Taner Akçam


Erdoğan’ın İkinci Cumhuriyeti (2018) ve Atatürk’s Birinci Cumhuriyeti (1923): Kuvvetler Birliği Suriye Politikaları ve Tarihle Yüzleşme

Taner Akçam

Türkiye, 24 Haziran 2018 seçimleri ile birlikte “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen yeni bir sisteme geçti ve Parlamento’ya dayalı güçler ayrılığı 
sistemine son verdi. Bu yeni sistemde tüm yetkiler Cumhurbaşkanında. Bakanlar kurulu kaldırıldı. Cumhurbaşkanı sadece Bakanları değil, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyeleri, Hakimler ve Savcılar Kurulu, Valiler ve Merkez Bankası Başkanı gibi üst düzey kamu görevlilerinin neredeyse tamamını atama yetkisine sahip. Meclisin, Bakanlar Kurulunu onaylamak, gensoru, bakanlar hakkında güvensizlik oyu vermek gibi yetkileri yok. 

Yeni seçim kararı verebilmesi için bile 5’de 3 çoğunluk şart. Parlamento’nun ve partilerin tüm etkisini yitirdiği, yasama yürütme ve yargının tüm yetkilerinin 
tek elde toplandığı bu sistemi bazı siyaset bilimcileri “rekabetçi otoriter sistem” olarak adlandırıyor.  Düz deyişle kurulan bir Tek Adam rejimidir. 

Veya benim tanımımla İkinci Cumhuriyet.

Birinci Cumhuriyet Mustafa Kemal tarafından 1923’de kurulmuştu.Ve bu da Tek Adam rejimi idi. Bu sistemde de Yasama Yürütme ve Yargı birliği esas alınmış, tüm yetkiler Yürütmenin başı olan ve “Ebedi Şef” olarak adlandırılan Mustafa Kemal’in elinde toplanmıştı. Ana iddiam, Birinci ve İkinci Cumhuriyet arasındaki benzerliklerin tesadüfi olmadığıdır. Her iki lider de kendilerinden önce hem toplum hem de kurumlar düzeyinde kısmen mevcut çoğulculuğu yıkarak toplumsal homojenliği esas alan tek adama bağlı otoriter bir rejimi kurma iddiasındaydılar ve esas olarak bunu gerçekleştirdiler. 

Birinci Cumhuriyet kurulurken, zaten büyük bir bölümü ya imha edilmiş ya da sürülmüş olan Hristiyan vatandaşlar tamamıyla dışlandı; seçimlere katılmalarına 
bile izin verilmedi. Yeni rejime karşı oluşan yeni muhalefet, önce Birinci Meclis 1923’de dağıtılarak ve daha sonra Şubat 1925 Kürt isyanı vesilesiyle Mart 1925’te çıkartılan Takrir-i Sükun (huzurun sağlanması) kanunu ve İstiklal Mahkemeleriyle ortadan kaldırıldı. 1926’da İzmir’de M. Kemal’e başarısız suikast girişimi bu süreçte büyük bir fırsat olarak değerlendirildi, basını susturmak ve kalan muhalefeti tamamıyla yok etmek için bilinçli olarak kullanıldı.

Tayyip Erdoğan’ın özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra yaptıkları esas olarak öncülünün yaptıklarından farklı değildi. 17 Haziran 1926’da İzmir Suikast 
girişimi sonrası İnönü’nün, Mustafa Kemal’e çektiği ve ‘suikast meselesinin siyaseten iyi kullanılması gerektiğini’ bildiren telgrafı  ileTayyip Erdoğan’ın 
Temmuz darbesini “Allahın lütfu” olarak değerlendirmesi  arasındaki benzerlik çok önemlidir. Erdoğan’ın, ikinci cumhuriyeti kurarken Birinci Cumhuriyet 
dönemini çok iyi çalıştığını ve M. Kemal’in ayak izlerini, sadece muhalefeti ezme noktasında değil, daha birçok baska hususta da takip ettiğini iddia ediyorum.

Semboller Önemlidir

Anadolu ajansı 18 Nisan 1920 günü yaptığı bir açıklama ile yeni Meclisin Ankara’da 21 Nisan’da açılacağını duyurur. Ama 21 Nisan Çarşamba’ya geliyordu. 
M. Kemal bir emirle açılışı 23 Nisan’a alır ve Anadolu’nun her tarafındaki askerî ve mülkî erkâna bir emir göndererek, Meclis’in açılış gününün mübarek Cuma’ya 
alındığını bildirir. Açılıştan önce Hacı Bayram Camiinde Cuma namazı kılınacak “Kuran’ın nurlarından ve salâttan feyz” alınacak; “Buhârî-i Şerîf (Kuran’dan 
sonra gelen en önemli Hadis kitabının birinci cildi) okutularak” hatimler indirilecektir. M. Kemal, Anadolu’nun her köşesinde de aynı gün törenlerin yapılmasını, Namaz öncesi “hutbede halifemiz padişahımız efendimizin (Sultan Vahideddin’in) isminin zikredilerek padişahın ve teb’anın biran önce kurtulup saadete ermesi” için dua edilmesini ister.  Zaten 16 Nisan 1919 günü, İslam Halifesini kurtarmak amacıyla Şeriat savaşının başladığı bir fetva ile ilan edilmiş bulunuyordu. 

Tayyip Erdoğan 9 Temmuz 2018’de Meclisin ilk açılış gününde yemin ederek Cumhurbaşkanı oldu. 

Ama o gün bir Pazartesi idi, bu nedenle 13 Temmuz 2018 Cuma günü ayrı bir tören daha düzenlendi. Hacı Bayram Camiinde kılınan bir öğlen namazı sonrası 
eski Meclis binasına gidildi ve Erdoğan, İlk Meclisin açılışının Cuma gününe denk getirildiğini hatırlattıktan sonra, “kabinemizin bu ilk toplantısını... tıpkı bundan 
98 yıl önce olduğu gibi yapalım istedik. Duyguluyum; zira bu çatının altında böyle bir başlangıç yapmak çok şeyler hatırlatıyor bize... 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü... rahmetle yad ediyorum... Birinci Meclis başlangıçtı... Şimdi ise bizler de... devamını yapıyoruz... 

Tıpkı 98 yıl önce olduğu gibi bugün de milli iradenin üzerinde hiçbir fâni güç tanımadığımızı belirterek sözlerime başlıyorum. Türkiye'yi muasır medeniyetler 
seviyesinin üzerine çıkaracağız”, diyerek hem M. Kemal’e ve onun düstur olmuş sözlerine ve hem de dönemine doğrudan gönderme yapıyordu. 

 Herşey, tüm ayrıntılarıyla düşünülmüş bir gösteridir.

Oysa gerek Türkiye’de gerekse Batı ülkelerinde bugünkü Türkiye hakkında çizilen tablo çok farklıdır. 27 Ağustos 2018’de Fransa’nın yeni dış politika öncelikleri 
üzerine bir konuşma yapan Macron, “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiye'si, Cumhurbaşkanı Atatürk döneminin Türkiyesi değil,” diyerek, Kemal’i “seküler ve 
Avrupa yanlısı” olarak tanımlarken Erdoğan’ı ise “pan-İslamist” ve “Batı düşmanı” olarak tanımlıyordu.  Macron’un muhtemel Mustafa Kemal’in de 1920’li yılların başlarında, “İslam Halifesini kurtarmak amacıyla şeriat savaşını başlattığı nı” ilan ettiğinden ve Avrupa tarafından “Batı düşmanı” sayıldığından haberi olmadığını düşünsek bile, Batı’da, “İslamcı-gerici ve Batı Düşmanı Erdoğan ile seküler, modern ve Batı yanlısı M. Kemal” imajının çok kuvvetli olduğu tartışma götürmez. Özellikle Suriye iç savaşı boyunca, Batı basınında Erdoğan’ın Suriye’de ISIS’in bir numaralı destekçisi olduğu ve Ortadoğu’da Halifeliği yeniden ihya etmek istediği yolunda bolca propaganda yapıldığı hatırlardadır.

Benzeri anlayış Türkiye’de de çok yaygın ve kuvvetlidir. M. Kemal Batı’yı, sekülerizmi, aydınlanmayı ve modernleşmeyi temsil eder. Bunu karşısındaki kitle 
ise İslamcı, şeriatçı ve gericidir. Ve bu kesimler, ülkenin modernelşmesine karşı, İslam dini temelinde bir devlet ve toplum kurmayı amaçlamaktadırlar.
“Kultur Kampf” ve Osmanlı-Türk Tarihinin İki Ana Gövdesi Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Almanca’dan ödünç alacağım “Kultur Kampf”  (Kültür Kavgası) olarak ele alınması ve açıklanması aslında yanlış bir açıklama sayılmamalıdır. 19’uncu yüzyıldan bu yana, Osmanlı-Türk kültürel ve siyasi hareketi, bir tarafta “Batıcı, ilerici, aydınlanmacı ve moderleşmeciler,” diğer tarafta ise “İslamcı ve muhafazakarlar” olarak tanımlanabilecek iki büyük bloğun/gövdenin kavgası etrafında şekillenmiştir. Bu iki blok, 150 yılı aşan bir dönem boyunca, Türkiye’nin hangi “kültür dünyasına” dahil olması gerektiği üzerine yoğun bir kimlik kavgası vermişler, hala da vermektedirler. Ve hatta iddia edilebilir ki, özellikle “hayat tarzları” konusunda farklılık olarak yaşanan bu kültür çatışması bugün Türkiye’nin çok önemli kırılma noktalarından, önemli fay hatlarından bir tanesidir. 

Fakat kültür, kolektif kimlik ve yaşam tarzı konularında aralarındaki tüm ayrılıklara rağmen bu iki büyük blok, özellikle siyasi temsilcileri itibarıyla birbirlerine çok benzerler. Deyim yerindeyse bir diğerinin aynadaki görüntüsünden ibarettiler; otoriter rejim özlemcisidirler, demokratik hak ve özgürlükler ve insan haklarına saygı gibi kaygılardan son derece uzaktırlar. Ve aralarındaki bazı nüanslara rağmen tarihte yaşanmış büyük kitlesel katliamların üstünü örtmek konusunda da anlaşırlar. Yüzleşme gibi bir konu bu iki bloğa ve siyasi temsilcilerine çok uzaktır.
Osmanlı’nın çöküşü sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu iki ana gövdenin ortak eseridir. 1918-1923 Türk Kurtuluş Savaşının esas olarak İslami motiflerle 
ve İstanbul’da esir bulunan İslam Halifesini kurtarma amacıyla yürütüldüğü bilinen bir gerçektir. Fakat, “Batıcı, Seküler ve Modernist” kesimin radikal temsilcisi M. Kemal, 3 Mart 1924 yılıyla birlikte Halifeliği kaldırarak, “İslami-Muhafazakar” yol arkadaşlarından ayrılmış ve bu kesimleri baskı altına alarak kendi otoriter Tek Adam rejimini kurmuştu. 1938’de M. Kemal’in ölümü ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası bu rejim, ‘vesayetçi demokrasi’ (askerin, sivil siyaset üzerinde doğrudan veya dolaylı denetim kurduğu bir sistem) olarak yeniden düzenlenmiş, ve rejimin rayından çıkma tehlikesi görüldüğü her seferinde, düzenli askeri darbe yapılarak rejim yeniden rayına sokulmaya çalışılmıştır. 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbelerinin esas nedeni budur.

AKP’nin 2002 yılında iş başına gelmesi, tüm Cumhuriyet dönemi boyunca dışlandığı ve ezildiğine inanan İslami-Muhafazakar bloğun intikamı olarak da 
okunabilir. Ve AKP’nin ilk iş olarak ‘vesayet demokrasisini’ ortadan kaldıracak uygulamaları gündeme sokması şaşırtıcı olmadı. Bunun için, burada detayına 
giremeyeceğim, popular mobilizasyon (Kürt açılımı, Alevi açılımı vb.) ve cezai soruşturmalar gibi değişik mekanizmalar kullanıldı.  Bu dönem boyunca liberal 
demokrasi ile çoğulcu demokrasi arasında gidilip gelindi ve ama sonuçta, “rekabetçi otoriterlik”te karar kılındı. Benzeri sistem, erken cumhuriyet döneminde zaten kurulmuştu. Şimdi bunun tekrarını yaşıyor gibiyiz.

AKP niçin otoriter bir rejimde karar kıldı? İki önemli hususun belirleyici olduğunu düşünüyorum: birincisi, Ortadoğu’daki politik gelişmelerdir. Osmanlı-Türk siyasi tarihinin son 200 yılına baktığımızda, büyük iç altüst oluşların esas olarak uluslararası gelişmelere bağlı olduğu görülür. Gerek rejimin demokratikleşmesi doğrultusunda yapılan reform girişimleri gerekse otoriter seçeneklere yönelme ve/veya ulus-din gruplarına yönelik kitlesel katliamlar, Osmanlı-Türk yönetici elitlerinin dış gelişmeleri anlama ve yorumlama tarzları ile doğrudan bağlantılıdır.
 Bugün de farklı olmamaktadır. Türk yönetici elitleri Ortadoğu’da yaşananları, Birinci Dünya savaşı çıkışındaki koşullara benzetmekte ve “İkinci Kurtuluş Savaşı” 
vermekte olduklarına inanmaktadırlar. Burada, 2011’de başlayan ve en son tepe noktasını 15 Temmuz 2016 darbe teşebüssünün oluşturduğu bir dizi iç ve dış 
olayın, Türkiye’nin varlığına ve ulusal güvenliğine yönelik tehdit olarak algılanması önemli bir rol oynamıştır.

Türk yönetici elitleri, ABD’nin Ortadoğu stratejsinin, geçmişte İngiltere ve Fransa’nın izlediği stratejiye benzetmekte ve bu stratejinin bölge sınırlarını Türkiye 
aleyhine değiştirmek gibi opsiyona sahip olduğuna inanmaktadırlar. Mustafa Kemal’in, İngiliz ve Fransızlara karşı Lenin’in Rusya’sına yaklaşması ile Erdoğan’ın, Amerika’ya ve kısmen de Avrupa’ya karşı Putin’in Rusya’sına yaklaşması arasında yapısal benzerlikler vardır. Geçmişte olduğu gibi, bugün de ülkeyi kuşatan “iç ve dış düşmanlara” karşı bir var oluş (survial) savaşı verilmek zorunda olunduğuna inanılmaktadır. Bu savaş ise, ancak daha önce M. Kemal ve arkadaşlarının yaptığı gibi, yürütmenin gücü artırılarak ve “düşman” telakki edilen iç muhalefet susturularak yürütülebilir.

İkinci neden, 1945 sonrası kurulan çok partili demokratik sistemin zayıflığıdır. Oluşturulan sistem, zaten güçler ayrılığına dayalı gerçek bir hukuk devleti değildi. 
Sivil ve askeri bürokrasinin rejim üzerindeki vesayetini garanti altına almak ana hedefti. Bu nedenle, oluşturulan demokratik kurumlar, onları hayata geçiren 
kişilerce bile ciddiye alınmadı. Ve belki daha da önemlisi, bu sürecte toplumda bu kurumların içini dolduracak siyasi bir kültür oluşmamıştı.

Antik Yunan döneminden, Aristo ve Eflatun’dan bu yana, toplumları bir arada tutan ya da parçalanmalarına yol açan faktörlerin ne olduğuna kafa yoran bir 
geleneğin iddiasının doğru olduğunu kabul etmek gerekir. Bu geleneğe göre, toplumların istikrara sahip olabilmesi için, objektif olarak varolan kurumlar ile 
toplum üyelerinin bu kurumlara yönelik tutumları arasında bir uyum olması gerekir.  Eğer bu uyum yoksa, demokratik kurumlar ile topluma egemen normlar 
arasında bir uçurum ortaya çıkar, sistem kırılganlaşır ve yıkılması çok kolay olur. Belki buraya bir üçüncü faktör daha eklemek gerekir. Belirli koşullarda 
insanlar demokratik hukuk devleti ve özgürlükleri değil, bu kurumların yokluğu veya yıkılması pahasına güvenlik ve istikrarı tercih ederler.

Bu nedenlerden dolayı, AKP’nin, Birinci Cumhuriyet benzeri otoriter bir sisteme geçmesi, kısmi bir direniş ile karşılaşmış olsa bile, kolay oldu.  


***

5 Kasım 2014 Çarşamba

LOZAN KONFERANSI'NDA ERMENİ SORUNU BÖLÜM 2


LOZAN KONFERANSI'NDA ERMENİ SORUNU  BÖLÜM 2


Lord Curzon’un bu sözleri, hâlâ karşılarında ezik Osmanlı diplomasinin temsilcilerinin yerine, yeni bir devletin temsilcilerinin ve yeni bir anlayışının bulunduğunun kabul edilmek istenmediğinin tipik bir kanıtıdır. Aynı gün Amerikalılar da İsmet Paşa’yı ziyaret etmişler ve onlar da Ermeni yurdu isteklerini dile getirmişlerdir. Bu istek de İsmet Paşa tarafından kesin olarak reddedilmiştir (Şimşir 1990: 216).

İsmet Paşa, Lord Curzon’un bu tehdit kokan konuşmasına ertesi gün, 14 Aralık 1922’de cevap verme gereğini duymuş ve öncelikle Lord Curzon’un kullandığı uslûbun kendisini üzdüğünü ifade etmiştir. Türkiye’deki Ermenilerin bütün kitaplarda 1.290.000 – 1.500.000 arasında gösterildiğini ve Kilikya’yı terk edenlerin, Ermeni komiteler tarafından zorla çıkarıldıklarını ağlayarak anlattıklarını dile getirmiştir (Bilsel 1933: 279). Lord Curzon’un “Türkiye kadar büyük bir memlekette Ermenilere bir köşe bulunamaz mı?” şeklindeki sorusuna İsmet Paşa “Memleketleri Türkiye’den çok büyük devletler vardır, hem de bizden yeni ayrılan yerlerde çok geniş yerler vardır. Türk kalan ülke, hiç parçalanma kabul etmez bir küldür. Şark vilâyetlerinde ve Kilikya’da Türk ahali yurtlarını ecnebî istilâsına karşı, hesapsız fedakârlıklarla müdafaa etmişlerdir. Yerlerini hiç kimseye vermezler” şeklindeki sözlerle cevaplandırmıştır (Bilsel 1933: 279-280; Karacan 1943: 135-136).

İsmet Paşa, Lord Curzon’un kendi ellerinin temiz olduğu ve bu yüzden de Milletler Cemiyetinden korkularının olmadığına dair sarf ettiği sözlere karşılık olarak, Türkiye’nin Milletler Cemiyetinden korkusunun olmadığını, asıl olarak hiçbir memlekete saldırmayan ve tahrip etmeyen Türklerin ellerinin temiz olduğunu sert bir uslûpla dile getirmiş ve Milletler Cemiyetine barışın imzalanmasından sonra girileceğini ifade etmiştir (İnönü 1987: 85; Bilsel 1933: 280). İsmet Paşa’nın şiddetle karşı çıkması ve kararlı tutum karşısında Lord Curzon yumuşamış ve bunu diğer devletlerin temsilcileri takip etmiştir. İsmet Paşa’nın yapmış olduğu açıklamalardan tatmin olduklarını beyan eden İtilâf Devletleri temsilcileri konunun tali komisyona gönderilmesini kabul etmişlerdir (Karacan 1943: 137).

Daha önce de değinildiği gibi, Ermenilerle ilgili olarak resmî oturumların dışında da yoğun bir faaliyet söz konusuydu. Bunlardan biri Fransızların, İsmet Paşa’nın kaldığı otele Ermeni yurdu ile ilgili bir propaganda bildirisi asmalarıdır. “Ermenistan İçin Konferansa Çağrı” başlığını taşıyan bu bildiride İtilâf Devletlerinin Türk Ermenistan’ını (!) kurtarmak için savaş ilân ettiklerini, 1.200.000 Ermeni’nin öldüğünü, 600.000’den fazla Ermeni’nin göçmen olarak evsiz barksız, dağınık bir biçimde yaşadığı öne sürülmekte ve vakit geçirilmeksizin bir Ermeni millî yurdu kurulması istenmekteydi (9).

Gayriresmî çabaların bir başkası ise İsviçreli bir profesöre aittir. İsviçreli profesörün başkanlığında İsmet Paşa’yı ziyaret eden heyet, sözü yine Ermeni konusuna getirmiş ve İsmet Paşa’nın açıklamalarından pek tatmin olmamıştır. Profesörün “Ermeni yurdu istiyoruz. Ermenilere bir yer ayıracaksınız, içeride ve dışarıda bulunan orada yerleşecekler, böylece memleketiniz içinde bir Ermeni yurdu husule gelecek” şeklindeki konuşması karşısında İsmet Paşa, bu kez sertleşmiş ve “Haksız bir şey istiyorsunuz. Sizin istediğiniz Türkiye’nin insanları arasında ahengin kurulması değil, bunun bozulmasıdır. Zihniyetiniz vatandaşlar arasında ahenk olmamasını isteyen bir istikamettedir. Fena yoldasınız. Muvaffak olamazsınız. Bana memleketin bölünmesini teklif ediyorsunuz. Biz memleketimizi parçalanmaktan kurtarmak için bütün Cihan Harbi boyunca uğraştıktan sonra, dört sene daha uğraşmışızdır. Sizin cemiyetinizin yapacağı mücadele, bizim yendiğimiz devletler ve güçlükler yanında çok ehemmiyetsiz kalır. Çok az gelirsiniz.” diyerek İsviçreli profesörü kovmuştur (İnönü 1987: 82).

Bu arada "Ermeni yurdu" sorununun tali komisyonda ele alınması yoluna gidilmiştir. 23 Aralık 1922’de tali komisyonda gündeme gelen Ermeni yurduyla ilgili olarak Ermenilerin konuşturulması isteğine Türk temsilci Dr. Rıza Nur şiddetle karşı çıkmış ve Türk heyetinin buna hazır olmadığını bildirmiştir. Rıza Nur, Müttefiklerin Ermenileri dinleyebileceğini, ancak bunun konferans zabıtlarında yer alamayacağını söyleyerek oturumu terk etmiştir (Bilsel 1933: 287).

Noradunkyan Hadisyan, Paşalıyan ve Aharonyan Efendilerinden oluşan Ermeni heyeti, Türk tarafının bulunmadığı tali komisyonda 26 Aralıkta söz alabilmiştir. Ermenilerin yurt isteklerini bir kez dile getirdikleri bu konuşmalarda, Ermeni yurdunda asker toplamanın serbest olması ve Patrikhanenin bağımsız kalması yönünde yeni görüşler de ortaya koymuşlardır (Uras 1976: 731-737).

Bu arada İngiliz basınında Ermeni sorunu dâhil, hemen hiçbir konuda ilerleme kaydedilmemesi, Türklerin aşırı şekilde kibirli, fanatik ve hatta küstahlığı ile Sovyet tahriklerine bağlanmıştır. Ayrıca Batılı devletlerle anlaşmaya yanaşmayan II. Mahmut dönemindeki Navarin Baskını hatırlatılarak, örtülü bir tehdit gündeme getirilmiştir. Tehdit ve bir anlamda hakaret dolu yazı, şu ilginç cümleyle sona ermiştir: “Bu günkü koşullar, 1827 yılıyla aynı değildir, fakat o yılda verilen ders bugün Ankara, İstanbul ve Lozan’da da dikkate alınmalıdır” (The Times: 28. December 1922).

Tali komisyonun 30 Aralık 1922 tarihli toplantısında Amerikalı temsilci, Fransız temsilci Montagna ve İngiliz temsilci Rumbold yapmış oldukları konuşmalarda Ermeni yurdu isteklerini bir kez daha tekrarlamışlarsa da, Türk tarafını yumuşatamamışlardır (Meray 1969: 242). Tali komisyon Ermeni sorunuyla ilgili olan azınlıklar son toplantısını 6 ocak 1923 tarihinde yapmıştır. Fransız temsilci Montagna ve İngiliz temsilci Sir Horace Rumbold’un Ermeni yurdu kurulması yönündeki isteklerini tekrar ettikleri konuşmalar sonrasında söz alan Dr. Rıza Nur “İtilâf Devletleri Ermenileri kendilerine siyasî âlet yapmışlar, ateşe saldırmışlardır. Kendi devletleri aleyhine isyan ettirmişlerdir. Bunun neticesi onların te’dibi olmuştur. Tedip ile sari hastalık, açlık ve hicret ile kırılmışlardır. Bunun bütün mes’uliyeti bize değil, İtilâf Devletlerine aittir. Ermenilere mükâfat lazımsa siz verin!.. El malı ile dost kazanılmaz. Ermeniler mazlum imiş, onlara yurt, istiklâl verilmeliymiş. Biz bunlara kaniiz. Ancak dünyada mazlum millet bir tane değildir. Mısır hürriyeti için birkaç defadır ve daha dün kan içinde çalkalandı. Hindistan, Tunus, Cezayir, Fas hürriyetini, yurdunu istiyor. Hatta İrlandalılar yurtları, istiklâlleri için kaç asırdır, ne kadar kan döktüler? Siz bunlara istiklâllerini, yurtlarını verin, biz de derhâl verelim” şeklindeki konuşması sonrasında oturumu terk etmiştir (Nur 1968: 1063).

Rıza Nur’un bu tavrı İngiltere’de “Türklerin huysuzluk gösterisi” olarak değerlendirilmiştir. Sir Horace Rumbold’un, Türkiye’nin nüfusu içinde çok az bir çoğunluğa sahip azınlık toplumuna (Ermeniler) çok az bir arazinin yurt olarak bırakılmasının zor olmayacağı ve bunun içinde Ermenilere Kilikya’da deniz ile Fırat arasında 200.000 – 300.000 kişiyi barındırabilecek bir arazinin verilmesini önermesi son derece masum bir istek olarak ele alınmıştır. Dr. Rıza Nur’un bu istekleri protesto ederek oturumu terk etmesi ise, bir huysuzluk ve nezaketsizlik olarak değerlendirilmiştir (The Times: 8 January 1923. a).

Türk temsilcilerin zaman zaman diplomatik kuralları da hiçe sayarak "Ermeni yurdu" konusunda göstermiş oldukları kararlılık, Batılılar tarafından genelde bir inatçılık ve kendilerine hakaret olarak görülmüş, hatta bu nedenle İtalyan ve Fransız temsilcilerin Türklere karşı kesin bir cephe oluşturdukları yorumları yapılmıştır (The Times: 8. January 1923. b).

Fransız ve İtalyanların Türklere karşı oluşturmuş oldukları cephe de Türk heyetinin görüşünü değiştirmemiştir. Özellikle İngilizlerin Boğazlar konusunda, kendi lehlerinde ilerlemeler görmelerinin de etkisiyle, Türk tarafının kesin tavrı karşısında Batılı devletlerin temsilcileri de, zaten kendileri için hayatî bir önem taşımayan Ermeni Sorununda yumuşamışlar ve ısrarlarından vazgeçmişlerdir. Bu konuda İsmet Paşa’nın konuştuğu bir İngiliz yetkilinin “İsmet Paşa! Senelerce çok şeyler söyledik, çok şeyler vaat ettik. Bütün dünyada çok taahhüt altına girdik. Şimdi bunlara son verirken, bu kadar merasim yapılmasını neden yadırgıyorsun?” (İnönü 1987: 85) şeklindeki sözleri Batılıların Ermeni sorununa bakışlarını ve bu sorunu ne kadar gündemde tutabileceklerini göstermesi açısından önemlidir.

Ermeni Sorunu tali komisyonda son olarak 9 Ocak 1923’te hazırlanan bir raporla gündeme getirilmiştir. Bu raporda İtilâf Devletleri iki önemli taviz verdikleri görülmüştür. Buna göre Batılılar, Gayrimüslimlerin korunmasıyla ilgili isteklerinden vazgeçmişler ve Milletler Cemiyetinin İstanbul’da temsil edilmesi fikrini terk etmişlerdir. Yine Türk tarafının geniş kapsamlı bir genel af ilânını ve azınlıkları askerlik görevinden muaf tutmayı reddetmesine de itiraz edilmemiştir (Sonyel 1986: 317). Tali komisyonun raporunun İsmet Paşa ve Lord Curzon tarafından kabul edilmesinden sonra Lozan’da Ermeni konusu bir daha resmî görüşmelerde gündeme gelmemiş ve doğal olarak da antlaşmaya bu konuyla ilgili herhangi bir hüküm girmemiştir (Gürün 1983: 304).

Ermeni konusundaki uzlaşma konferansın tıkanmasını önleyememiştir. Musul Sorunu, kapitülasyonlar, borçlar, savaş tamiratı bedeli ve Karaağaç gibi sorunların çözümlenmemesi sonucu konferans 4 Şubat 1923’te kesintiye uğramıştır.

Diplomatik çabalar sonucunda 23 Nisan 1923’te başlayan ikinci dönem görüşmelerine, İngiltere’nin -Boğazlar ve Musul Sorunlarında istediklerini almış olmanın rahatlığıyla- eskisi kadar önem vermemesi Türk tarafını rahatlatmıştır. İngiltere’nin zorluk çıkarmadığı bir konferansın Türkiye için daha kolay geçeceği bir gerçektir.

İkinci dönem görüşmelerinde Ermeni sorunu resmî ya da gayriresmî yollardan hemen hemen hiç gündeme gelmemiştir. Bu Batılı devletlerin Ermeni sorunu yüzünden konferansın kesilmesini göze alamadıklarını göstermesi açısından önemlidir. Bir başka deyişli Batılılar yıllardır savundukları ve gündemde tuttukları bir konu için ilk dönem görüşmelerinde son bir merasim düzenlemişler ve konuyu şimdilik kendi çıkarları açısından kapatmışlardır.

Bununla birlikte, Lozan Konferansının ikinci döneminde taraflar arasındaki çekişmelerden başka, Sovyet temsilcisi Vorovski’nin öldürülmesi ve İsmet Paşa ile ilgili suikast söylentileri konuşulmuştur. Birinci dönem görüşmelerinden hayal kırıklığı ile ayrılan Ermeniler, faaliyetlerini daha önce de olduğu gibi bir kez daha yasal yolların dışına çıkararak, İsmet Paşa ve diğer Türk temsilcilere suikast çabalarına yönelmişlerdir.

Ermenilerle ilgili suikast söylentileri, Sovyet Vorovski’nin Lozan’da öldürülmesinden sonra daha ciddiye alınmaya başlanmıştır. Bu konuda Heyet-i Vekili Reisi Rauf Bey Ankara’dan çektiği telgrafla İsmet Paşa’yı uyarmıştır. Rauf Bey 14 Mayıs 1923 tarihli telgrafında Taşnak ve Hınçak üyesi olan iki Ermeni grubunun Lozan’a geçtiklerini bildirmiş ve dikkatli olunmasını tavsiye etmiştir (Şimşir 1994: 307). Rauf Bey aynı yöndeki bir başka telgrafı Paris temsilciliğine de çekmiştir. Bu telgraflarda Çerkes Ethem’in de Lozan’a geçtiğinin bildirilmiş olması oldukça ilginçtir (Şimşir 1994: 309).

Konuyla ilgili olarak Türkiye’deki gazetelerde de haberler çıkmış ve uyarıcı yazılar yayınlanmıştır (Kutay 1956: 44-52). Türk basınının yanı sıra dünyadaki diğer basın-yayın kuruluşlarında da benzer haberlerin alınması üzerine İsviçreli yetkililer İsmet Paşa ve Türk heyetiyle ilgili koruma tedbirlerini artırmışlardır (Kutay 1956: 52-53). Daha önceki yıllarda Talat Paşa’nın Berlin’de, Cemal Paşa’nın da Tiflis’te Ermeniler tarafından öldürülmüş olması ve Sovyet temsilci Vorovski’nin bir rejim muhalifi tarafından öldürülmesi suikast iddialarına ciddiyet kazandırmıştır.

Bu arada İsviçreli yetkililerin İsmet Paşa’ya tahsis edilen otomobildeki Türk bayrağının indirilmesi yönündeki teklif, İsmet Paşa tarafından hemen reddedilmiştir (Karacan 1943: 316). Alınan tedbirler sonucu ikinci bir Vorovski olayı yaşanmamış ve Ermeni komitacılar ortalıkta görünmemişlerdir.

Lozan Barış Konferansında diğer konularda da uzlaşma sağlanmasıyla birlikte antlaşma 24 Temmuz 1923’te imzalanmıştır. Antlaşma metninde Ermenilerle doğrudan ilgili herhangi bir hükme yer verilmemiştir. Türkiye’de yaşayan veya yaşamak isteyen Ermenilerin durumuna genel bir ifadeyle uyruklukla ilgili bölümde değinilmiştir. Lozan Antlaşmasının Türkiye’nin dışında kalan ve ülkeye dönmek isteyen Ermenileri de ilgilendiren 31. maddesi şu şekildedir: “18 yaşını geçmiş olup da 30. Madde hükümleri (10) uyarınca Türk uyrukluğunu yitiren ve kendiliğinden yeni bir uyrukluk kazanan kişiler, işbu antlaşmanın yürürlüğe konulduğu günden başlayarak, iki yıllık süre içinde Türk uyrukluğunu seçmek hakkına sahip olacaklardır” (Soysal 1983: 94-95).

Antlaşmanın dolaylı da olsa Ermenileri ilgilendiren 32. maddesi ise aynen şöyledir: “İşbu antlaşma gereğince Türkiye’den ayrılan topraklarda yerleşmiş ve bu topraklardaki halkın çoğunluğundan soy bakımından ayrı olan 18 yaşını geçmiş kişiler, bu antlaşmanın yürürlüğe konulması gününden başlayarak iki yıllık süre içinde, halkın çoğunluğu kendi soyundan olan devletlerden birinin uyrukluğunu, o devletin izni koşuluyla seçebileceklerdir” (Soysal 1983: 94).

Antlaşmada azınlıklarla ilgili hükümler de Türkiye’deki Ermenileri ilgilendirmektedir. Bunlardan biri 39. Maddedir. Buna göre Müslüman olmayanlar Müslüman olanlarla özdeş, medenî ve siyasal haklardan yararlanabileceklerdi. Yine Türkiye’nin tüm halkı, din ayırt edilmeksizin, yasa önünde eşit olacaktı (Soysal 1983: 95).

Lozan Konferansı sırasındaki görüşmelerden ve daha sonra imzalanan antlaşmada yer alan hükümlerden de anlaşıldığı gibi, Türkiye açısından Ermeni Sorunu gerek ulusal plânda, gerekse uluslar arası alanda kapanmıştır.

Sonuç

20 Kasım 1922 - 24 Temmuz 1923 tarihleri arasında iki dönemde cereyan eden Lozan Konferansı, yüzyıllardır devam eden bazı sorunları çözüme kavuştururken, günümüze değin devam eden bazı sorunlara da kaynaklık teşkil etmiştir. Bazı sorunlar ise çözümlenmiş olmakla ya da çözümlendiği sanılmakla birlikte, sonraki dönemlerde yeniden güncelleşmiş ve nitelik değiştirerek uluslar arası diplomaside yerini almıştır. Ermeni sorunu da Lozan’da çözümlenen ya da çözümlendiği varsayılan sorunlardan biridir.

Ermeni sorunu ağırlıklı olarak Lozan Konferansının birinci döneminde gündeme gelmiş ve sert tartışmalara neden olmuştur. Sorun konferans boyunca üç farklı boyutta ele alınmıştır. Öncelikle Türkiye’deki Ermenilerle Ermenistan’daki Türklerin mübadelesi ele alınmıştır. Anadolu’daki Rumlar gibi Ermenilerin de mübadele kapsamına alınması durumunda yeniden göçmen sorunu yaşanabileceğini düşünen İsmet Paşa, bu konuda TBMM Hükûmetini razı etmiş ve mübadele fazla tartışmaya yol açmadan gündemden kalkmıştır. Ermenilerle gündeme getirilen iki konu soykırım iddialarıdır. Batılı devletlerin temsilcileri bu konuda Türk tarafını köşeye sıkıştırarak, diğer konularda taviz koparmak istemişlerse de, Türk Heyeti belgelere dayanarak iddiaları reddetmiş ve Batılıların elindeki rakamların gerçek dışı olduğunu ileri sürmüştür. Üçüncü ve belki de en ağırlık olarak gündeme getirilen konu ise, Anadolu’da Ermenilere bir yurt verilmesidir. Misak-ı Millî konusunda kararlılık, bu isteğin de gerçekleşme imkânını ortadan kaldırmıştır.

Tüm bu konular, konferans boyunca farklı mekânlarda ve değişik taraflarca gündeme getirilmiştir. Türk Heyeti, Ermeni sorunuyla ilgili olarak bir yandan İtilâf Devletlerinin temsilcileriyle resmî oturumlarda mücadele ederken, resmî oturumlar dışında da Ermeniler, Amerikalılar ve hatta İsviçrelilerle karşı karşıya kalmıştır.

Görüşmeler esnasında, mübadele konusunda yukarıda da bahsedildiği gibi hemen ilk günlerde bir uzlaşma sağlanırken, soykırım iddiaları ve Ermeni yurdu konularında ciddî gerginlikler ortaya çıkmıştır. İtilâf Devletlerinin temsilcileri resmî ve gayriresmî yollardan soykırım ve yurt konularındaki ısrarlarını sürdürmüşlerdir.

Taraflar arasındaki değişik yaklaşımlar doğal olarak farklı rakamların, değişik tarihsel yaklaşımlar da farklı beklentilerin doğmasına yol açmıştır. Batılı devletlerin temsilcilerine göre soykırım (!) esnasında 1.500.000 civarında Ermeni öldürülmüştü ve bu ancak oldukça geniş olan Anadolu’da Ermenilere bir yurt verilmesiyle telâfi edilebilirdi. Türk tarafı ise sevk ve iskân kanununun uygulanması sırasında ve daha önceki yıllarda 300.000 civarında Ermeninin öldüğünü, herhangi bir sistemli soykırım uygulanmadığını ve doğal olarak da Anadolu’nun hiçbir yerinde çoğunluğu oluşturmamış olan Ermenilere yurt verilemeyeceğini dile getirmiştir.

Ermeni konusundaki farklı bakış açısı, aslında konferansın tümüne de yansıyan bir durumdur. Batılı devletlerin kendilerini galip kabul ederek Mondros ve Sevr’e göre düzenleme yapmak istemelerine karşın, Türk tarafı tam zıddı bir anlayışla Misak-ı Millî ve Mudanya’ya göre bir barışın imzalanması için çaba sarf etmekteydi. Lozan’dan günümüze yansıyan belki de en ilginç nokta, 1923’ler ile 2000’ler arasında tarafların yaklaşımları, tezleri ve iddialarında ciddî benzerliklerin bulunmasıdır. Batılı devletler 1923 yılında, Lozan’da Ermenilerle ilgili olarak Türkleri sıkıştırmak için ne yapmışlar ve söylemişlerse, bugün de aynı iddialarda bulunmaktadırlar. Buna karşılık Batılıların iddialarına Türklerin verdikleri cevaplarda da dün ile bugün arasında ciddî benzerlikler vardır. İsmet Paşa ve Dr. Rıza Nur’un Lozan’da öne sürdükleri görüşlerle günümüzde zaman zaman gündeme gelen Ermeni soykırımı iddialarına verilen cevaplar hemen hemen aynıdır. Bu bir anlamda Batılıların hâlâ Sevr’e, Türklerin ise Misak-ı Millî’ye dayandıklarını kanıtlamaktadır. Bütün bunlardan hareketle, Ermeni sorununun tarihsel ve akademik bir sorun olmaktan çok, siyasal ve ekonomik çıkarlar açıdan ele alınana bir sorun olduğu söylenebilir.

Aslında Lozan Konferansı görüşülen tüm konular ve gündeme gelen sorunlar açısından bir bütündür. Batılı devletler bu bütün içinde yer alan kendileri için hayatî önem taşıyan konularda başarı sağlayabilmek ve Türk tarafını tavize zorlamak için Ermeni sorunu gibi kendileri için tali önem taşıyan bir konuyu zaman zaman gündeme getirmişlerdir. Ermeni sorununda yumuşamaları da bu çerçevede ele alınabilir. Bu yumuşamaya, Türklerden karşı bir iyi tavır beklentisi içine girdikleri bir gerçektir. Böylesi bir politikada İngiltere’nin başarılı olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Ermeni yurdu konusu konferansın gündeminden kalkmış, ancak Boğazlar ve Musul konuları İngiltere’nin istediği biçimde sonuçlanmıştır. Bu bir tesadüf olmasa gerek.

Lozan’daki Ermeni sorunu, Batılı devletlerin yeni Türk devleti üzerinde uluslar arası bir baskı oluşturmaları yolunda bir başlangıç teşkil ederken, Türk devleti için de Misak-ı Millî konusunda tavizsizlik ve kararlılık geleneğinin doğmasına yol açmıştır. Ermeni yurdu isteklerine karşı Türk tarafının geliştirdiği tutum, Misak-ı Millî’nin uluslar arası bir konferansta sınanmasına ve uygulanabilirliğinin ölçülmesine olanak sağlamıştır.

Savaştan yeni çıkmış ve yorgun bir ulusun temsilcilerinin toprak bütünlüğü konusunda Lozan’da göstermiş olduğu direniş, antlaşma metnine de yansımış ve Ermenilerle ilgili hiçbir hükme yer verilmemiştir. Böylece Ermeni sorununun sona ermiş olduğu Batılı devletlere de teyit ettirilmiştir.

Notlar

(1) Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları sonunda Osmanlı toprakları üzerinde Romanya, Sırbistan ve Karadağ gibi devletler oluşturulmuştur. Ayrıca Ayastefanos Antlaşmasında büyük bir Bulgaristan devletinin kurulması öngörülürken, Berlin Antlaşmasında bundan vazgeçilmiş, yerine Osmanlı’ya bağlı özerk küçük bir Bulgar prensliği kurulmuştur. Bunların yanı sıra Bosna-Hersek’in de Osmanlı toprağı olduğu kabul edilmekle birlikte, yönetimi Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna bırakılmıştır. Teselya ise Yunanistan’a verilmiştir (Karal 1983: 64-66, 76-77).

(2) Osmanlı sınırları içindeki Ermeni cemiyetlerinin ilki 1860’da İstanbul’da kurulan “Hayırsever Cemiyeti”dir. 1860-1878 yılları arasında kurulan Ermeni Cemiyetleri genelde toplumsal nitelik taşımaktadırlar. İhtilâlci nitelik taşıyan ilk cemiyet 1878’de Van’da kurulan “Kara Haç” cemiyeti olduğu söylenebilir (Gürün 1983: 128-129).

(3) Örneğin 1892 yılında toplanan Taşnak kongresinden sonra belirlenen metotlar özetle şunlardır: Çeteler teşkil etmek ve onları faaliyete hazırlamak, her yola başvurarak halkın maneviyatını ve ihtilâlci faaliyetlerini artırmak, halkı silâhlandırmak için her yola başvurmak, ihtilâl komiteleri teşkil ederek aralarında irtibat sağlamak, kavgayı teşvik etmek ve hükûmet yetkililerini, muhbirleri, hainleri ve soyguncuları yıldırmak, insan ve insan nakliyatı için ulaştırmayı sağlamak, hükûmet müesseselerini yağmalamak ve harap etmek (Gürün 1983: 133-134).

(4)  Agop Kazazyan (Maliye), Garabet Artin Davut (PTT ve Bayındırlık), Andon Tıngır (PTT), Oskan Mardikyan (PTT), Berdos Hallacyan (Bayındırlık), Krikor Sinapyan (Bayındırlık), Krikor Agaton (Bayındırlık), Gabril Noradunkyan (Bayındırlık ve Dış işleri) gibi şahıslar bakanlık yapmışlardır. Yine Ohannes Kuyumcuyan, Abraham Eramyan, Manuk Azaryan, Gabriel Noradunkyan ise Ayan Meclisi üyeliği yapmışlardır (Koçaş 1967: 94-95).

(5) Ermeniler Paris Barış Konferansına iki delegasyonla katılmışlardır. Burada verdikleri muhtırada Kafkas Ermeni Cumhuriyeti arazisi ile beraber Kilikya ve yedi ilden oluşan bir bağımsız Ermenistan kurulmasını, bunun devletlerden birinin manda yönetimine verilmesini, ayrıca katliama(!) katılmış olanların cezalandırılmalarını istemişlerdir (Gürün 1983: 249).

(6) İttihatçıların yargılanmalarıyla ilgili olarak geniş bilgi için bkz. Akşin (1976: 197-205).

(7) Sevr Antlaşmasının 88. Maddesi: “Türkiye öteki müttefik devletlerin yapmış oldukları gibi Ermenistan’ı özgür ve bağımsız bir devlet olarak tanındığının bildirir”; 89. Maddesi:”Öteki bağıtlı yüksek taraflar gibi, Türkiye ile Ermenistan da, Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilayetlerinde, Türkiye ile Ermenistan arasında sınırın saptanması işini ABD Başkanının hakemliğine sunmayı ve bu konudaki kararını olduğu kadar, Ermenistan’ın denize çıkışı ile sözü geçen sınıra bitişik bütün Osmanlı topraklarının askersizleştirilmesine ilişkin ileri sürülebileceği bütün hükümleri kabul etmeyi kararlaştırılmışlardır”. 230. madde ise “Osmanlı Hükûmeti 1 Ağustos 1914 tarihinde Osmanlı İmparatorluğunun parçası bulunan herhangi bir toprak üzerinde, savaş durumu sırasında işlenen topluca öldürmelerden sorumlu olan ve müttefik devletlerce istenen kişileri kendilerine teslim etmeyi yükümlenir” şeklindedir (Meray-Olcay 1977: 784 vd.)

(8)   Hadisyan’dan alınan bu muhtıranın tam metni için bkz. Uras (1950: 723 vd.)

(9) Bu bildirinin tam metni 19. 12. 1922 tarihli Journal de Geneve’de yayınlanmıştır (Şimşir 1990: 229-230)

(10) Lozan Antlaşmasının 30. Maddesine göre Türkiye’den ayrılan topraklara yerleşmiş Türk uyruklular kendiliğinden ve yerel yasaların koşulları içinde bu toprakların geçtiği devletin uyruğu olacaklardı. (Soysal 1983: 93).



Kaynaklar

AKŞİN, Sina, (1976), İstanbul Hükûmetleri ve Millî Mücadele, I. Cilt, İstanbul, Cem Yayınevi.
ARMAOĞU, Fahir,(2000) "Atatürk Döneminde Türk-Amerikan İlişkileri",Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası-Makaleler-, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 281-297.
ATATÜRK, Mustafa Kemal. (1960), Nutuk, II. Cilt, İstanbul: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları.
BİLSEL, Cemil, (1933), Lozan, II. Cilt, İstanbul: Ahmet İhsan Matbaası.
GÜRÜN, Kamuran, (1983), Ermeni Dosyası, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları
İNÖNÜ, İsmet, (1987), Hatıralar, 2. Kitap, Ankara: Bilgi Yayınevi.
KARACAN, Ali Naci, (1943), Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, İstanbul: Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları.
KARAL, Enver Ziya, (1983), Osmanlı Tarihi, VIII. Cilt, Ankara,Türk Tarih Kurumu Yayınları
KOÇAŞ, Sadi, (1967), Tarih Boyunca Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri, Ankara: Altınok Matbaası.
KUTAY, Cemal, (1956), Lozan’da İsmet Paşa’yı Kim Öldürecekti?, Tarih Konuşuyor: 7, İstanbul: Ercan Matbaası.
MERAY, Seha,(1969), Lozan Barış Konferansı. Tutanaklar. Belgeler, I. Cilt, 2. Kitap, Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
MERAY, Seha- OKYAR, Osman (1977), Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri, Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
NUR, Rıza, (1968), Hayat ve Hatıratım, 3. Cilt, İstanbul: Altıdağ Yayınevi.
SONYEL, Salahi R., (1986), Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, II. Cilt, Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları.
SOYSAL, İsmail, (1983), Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, I. Cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
SÜSLÜ, Azmi, (1995), Türk Tarihinde Ermeniler, Ankara: Kars Kafkas Üniversitesi Yayınları.
ŞİMŞİR, Bilal, (1990), Lozan Telgrafları, I. Cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
ŞİMŞİR, Bilal, (1994), Lozan Telgrafları, II.Cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Talat Paşa’nın Anıları, (1986), Haz. Mehmet Kasım, İstanbul: Say Yayınları.
The Times, “Turkey in Europe”, 13 December 1922.
---, “Clouds at Lausanne”, 28 December 1922.
---, “Turkish Display of Temper an Incident at Lausanne, 8 January 1923.a.
---, “Angora and Lausanne”, 8 January 1923.b.
Türk İstiklal Harbi, (1995), II. Cilt, 6. Kısım, 4. Kitap, Ankara: Genelkurmay Başkanlığı Yayınları.
URAS, Esat, (1950), Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Ankara: Yeni Matbaası.

Kaynak: KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt II, Sayı 2, (Güz 2000), ss. 209-225

 ..