VAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
VAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2020 Pazartesi

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013.

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013




Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) 2009 yılı başında Ankara’da Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı tarafından kurulmuştur. 

Merkez’in görevi, Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Avrupa, Asya ( Özellikle Rusya, Türk Cumhuriyetleri, Irak başta olmak üzere Türkiye’nin diğer komşuları ve Asya kıtasının büyük ülkeleri) bölgelerinde ve Avrupa Birliği Teşkilatı ve ülkelerinde Türkiye’yi ilgilendiren konularda araştırmalar yapmak, bunları yazılı ve dijital ortamlarda yayımlamak, bu konularda toplantılar düzenlemek, toplantılara katılmak ve eğitim vermektir. 

Bunlar haricinde AVİM, Ankara’da 1999-2009 yılları arasında faaliyet göstermiş olan Avrasya Stratejik Araştırmaları Merkezi’nin (ASAM) Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün faaliyetlerini de üslenmiştir. AVİM bu Enstitüce çıkartılmış olup halen Terazi Yayıncılık tarafından yayımlanan üç derginin hazırlanmasına yardımcı olmaktadır. Söz konusu dergiler şunlardır: 

Ermeni Araştırmaları (İlk yayın 2001) 
Review of Armenian Studies (İlk yayın 2002) 
Uluslararası Suçlar ve Tarih (İlk Yayın 2005) 

AVİM her İş günü Kafkasya ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Irak ve Asya ve 
Avrupa’yı (AB) ilgilendiren haber ve yorumlardan oluşan, e-posta ile yaklaşık 

7.000 aboneye gönderilen bir bülten çıkarmaktadır. 
AVİM ayrıca bir ana sayfa ve dört ayrı dosyadan (Kafkaslar ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Asya ve Avrupa) oluşan bir Web Sitesine sahiptir. 

E. Büyükelçi Alev KILIÇ AVİM’in başkanlığını yapmaktadır. 

AVİM Rapor No: 1 
Şubat 2014 
JEREMY SALT 
ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013 

Jeremy SALT 

Özet; 

Bu kısa makale İngiliz gazeteci Robert Fisk trafından Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında ve günümüzde Suriye’de çektikleri acı arasında kurduğu paralelliği konu almaktadır. Yazar başka paralellikler de kurmaktadır: örneğin 1914-1918 arasında Ermeniler ve diğer etnik-dini grupların itilaf devletlerinin 
çıkarları doğrultusunda manipüle edilmesi ile günümüzde Suriye’ye batılı hükümetler ve bölgedeki müttefikleri tarafından yapılan müdahalelerin insani sonuçları arasında. Gerçekten de Orta Doğu’nun ve Kuzey Afrika’nın tamamı 19ncu yüzyılın başından bu yana batılı güçler için bir müdahale alanı olmuştur. 
Yazar “Ermeni sorununun” gözler önüne serilmesinden zafer kazanmış savaş dönemi büyük devletlerinin himayesinde yürütülmüş ve hem Anadolu Türkleri hem de Yunanlılar için felaketle sonuçlanmış olan Anadolu’nun 1919’da Yunan işgaline uğramasına kadar birçok anahtar tarihsel olaya göz atıyor. Makale 
dünya tarihinin en yıkıcı savaşının gerçekleştiği dönemin şartlarında tüm dinsel-etnik grupları arasında şiddeti uygulayanlar ile bu şiddetin mağdurları arasında çizilen ayrımı sorgulamaktadır. Yazar bu gerçeğin kabul edilmesinin bugün hala derin bir şekilde kutuplaşmış bulunan tarihsel anlatılara tutunan gruplar 
arasında hakiki bir uzlaşının sağlanabilmesi açısından en temel dayanak olduğu nu ifade etmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Fisk, Ermeniler, Osmanlı hükümeti, tehcir, Justin McCarthy, Avustralya, Rusya, Osmanlı vilayetleri, ayaklanma, Van, Üçüncü Ordu, Andonian belgeleri, lobiciler, Fransa, Kürdistan, savaş dönemi mezalimleri ve yargılama ları, Asuriler, Balkan Müslümanları, 1919 Yunan İşgali, Suriye Hristiyanları ve Müslümanları, 1915 ve 2013 arasında paralellikler. 

Yakın zamanda yayınlanan bir makalede.
1 Robert Fisk, “Nearly a century after the Armenian genocide, these people are still being slaughtered in Syria”, (Ermeni soykırımından yaklaşık yüzyıl sonra bu insanlar hala Suriye’de katlediliyor). The Independent, December 1, 2013. 


Robert Fisk 1915’te Ermenilerin katledilmesi ile 2013’te Suriye’de çektikleri acılar arasında bir paralellik kurmuştur. Gelişen olaylara verilen bu yanıtın dayanağı Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda başlarına gelenler, şu an Suriye’de olanlar ve tarihte bu iki olay arasındaki diğer paralelliklerdir. 

Uzun bir süre boyunca Fisk’in Osmanlı hükümetine karşı yönelttiği suçlamalar, Osmanlı hükümetinin yerel görevlilere Ermenileri yok etme emri verildiğini “gösteren”, ancak aslında sahte olan ve kötü üne sahip Andonian “belgelerine” dayanmaktaydı. Yazarın kendine ait iddialarının birçoğu da Birinci Dünya Savaşı propagandası veya kendi hayali varsayımlarına dayanıyordu. 

  1915 katliamlarından hayatta kalan yaşlı Ermenilerin ona anlattığı hikâyeler ancak Ermeniler tarafından yapılan katliamlardan hayatta kalan yaşlı Müslümanlarca anlatılanlarla ölçülebilirdi, tabi Fisk bunlardan haberdar olsa, ya da bu insanlarla ölmeden önce konuşmak için Doğu Anadolu’ya gitme zahmetine girseydi. 

2015’in yaklaşmasıyla beraber kültürel anaakım Türk hükümetini 1915’te olan olayların bir soykırım olduğunu, yani Ermenilerin sırf Ermeni 
oldukları için yok edildiklerini “itiraf etmesine” yönelik propaganda dalgasına maruz bırakacak. 
Bu konuda herhangi bir tartışma bulunmamaktadır; ama bu yokluğun sebebi, bu konuda karşı anlatıların bulunmaması değil bu karşı anlatıların dikkate alınmamasıdır. 

Görünüşe bakılacak olursa son dönem Osmanlı tarihi hakkında Ermeni propagandacılarının önlerine koyulanlar dışında hiçbir şey bilmemelerine rağmen veya derin bir şekilde önyargılı, sıklıkla dürüst olmayan veya bilgiden yoksun kaynakları okuyanlar için hakikat çok açık bir şekilde ortadadır. 2010 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin bu konuda geçirdiği karar bu tarzda çarpık bir zihniyetin ürünüdür. Komite kararında yer alan iki milyon Ermeni’nin “sınır dışı” (deport) edildiği iddiası saçmalıktan ibarettir. 

Ermeniler sınır dışı edilmemiş, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yerleri değiştirilmiştir. Sınır dışı edildiği iddia edilen Ermeni sayısı ise imparatorluğun toplam Ermeni nüfusundan yarım milyon daha fazladır. Bu iki çarpıtmanın yanında bu kararın yalanlarını ortaya çıkaran birçok farklı hakikat vardır. 

Bu mesele söz konusu olduğunda tarih teolojiye dönüşmüştür. Tanrı’nın olmadığını söylemek onun varlığını “inkâr” etmektir. Yıldız Mahkeme’sinin2 özünde bu zihniyet vardı, ve Ermeni lobicileri ve propagandacıları dünya çapında bu taktiği kullanmaktadırlar. “Soykırım araştırmacıları” aynı ahlaksız taktiği kendi tarih anlatılarına katılmayanları karalamak ve ötekileştirmek için “inkârcı” terimini kullanarak uygulamaktadırlar. Bu ahlaksız taktiği kullanmalarının sebebi Ermeni sorununun doğru bir şekilde çerçevesine oturtulması karşısında kendi çarpık tarih anlatılarının gözler önüne serilmesidir. İşte bu sebepten dolayı Ermeni sorunu hakkındaki tartışmalar daha başlamadan bitirilmelidir. 

Bu bağlamda Amerikalı araştırmacı Justin McCarthy’nin Avusturalya’yı ziyareti sırasında gördüğü kötü muamele, gerçek olduğunu düşündüğü şeyleri dillendirmeyi cüret eden ve bu uğurda mücadele edenlere yine önemli bir ders olmuştur. Profesör McCarthy tanınmış bir araştırmacıdır ve son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun demografik yapısı konusunun ileri gelen uzmanlarındandır. Bu konuda pek çok yayınlanmış kitabı ve makalesi bulunmaktadır. 

Ancak tüm bunların Avusturalya’da hiçbir önemi olmamıştır. Avusturalya medyası McCarthy’i bir “holokost inkârcısı” olarak tanıtan Ermeni, Yunan 
ve Musevi lobilerine uymuştur. Bu muamelenin öncüleri arasında ise Avusturalya Yayın Komisyonu yer almıştır; bu kuruluşun muhabiri Michael Brissenden Profesör McCarthy’i “dünyanın en azılı soykırım inkârcılarından biri” olarak tanıtmıştır. Lobicilerin çabaları istenilen sonucu vermiştir. Profesör McCarthy Melbourne Üniversitesi’nde ve Güney Galler Sanat Galerisi’nde halka açık konuşmalar yapacaktı, ancak iki mekân da “inkârcı” görüşlerini öğrendikten sonra ona konuşması için olanak sağlamayı reddetti. Amerika’dan Avusturalya ’ya bu konuşmaları yapmak üzere gelen Profesör McCarthy’nin yapabildiği tek konuşma Avusturalya İşçi Partisi senatörü Laurie Ferguson’un Canberra Parlamento binasının bir komite odasında ayarladığı küçük özel bir etkinlikte gerçekleşti. Profesör McCarthy’nin maruz kaldığı bu kötü muamele azimli lobiler ile karşılaşan basının korkaklığının ve cehaletinin örnek bir göstergesiydi. Böylece basın ve lobiciler bir araya gelerek dürüst tartışmaların önünü kesmiş ve Avustralyalıların ilgilenebileceği konuları duymalarını engellemişlerdir. 

Böyle bir manzara karşısında bir kâfirin bazı kilit meseleler üzerine görüşleri şöyledir: 

1. Rakamlar. Ermeni ve Ermeni yanlısı kaynakların ölen Ermenilerle ilgili verdikleri rakamlar kimi okuduğunuza bağlı olarak değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir. Savaşın sonunda müttefiklerin tahminleri 600.000-800.000 
ölü sayısına işaret etmektedir. Ermeni kaynaklarının genel olarak verdiği rakamlar artık bir milyon ile bir buçuk milyon arasında değişmektedir. 

Türk “tarafında” ise tahminler 300.000 ile 600.000 arasındadır. 

İngiltere’de 15. ve 16. yüzyıllarda faaliyet göstermiş; siyasi çıkarlar doğrultusunda katı, keyfi hüküm veren ve gizli kapaklı yargılama yapan mahkeme. 

Yaklaşık olarak 1,6 milyon Osmanlı Ermenisi vardı ve yüz binlercesi savaşta hayatta kaldığına göre Fisk ve diğerlerinin verdiği rakamlar doğru değildir ve olamaz. Ermeniler çok büyük acılar çekmiştir, ancak tarihsel gerçek adına 1,5 milyon Ermeni’nin 1915’te ve hatta savaşın tüm gidişatı sırasında “katledildiği” söylemi reddedilmelidir. Osmanlı Ermeni nüfusundaki ölümlerin sebepleri çatışma, kötü savaş koşulları, yetersiz beslenme ve hastalıktı. 
Bu sebeplerden ölen Ermeni sayısı gerçekten katledilen Ermenilerin sayısının çok üstündeydi. Standart tarih anlatısında hiçbir zaman bahsedilmeyen ise aynı sebeplerden dolayı muhtemelen iki ila iki buçuk milyon sivil Müslümanın ölmesiydi. Onlar haklarında hiç bahsedilmeyen hayaletlerdir; çünkü haber muhabirleri, konsoloslar ve misyonerler sadece Hristiyanların çektiği acı ile ilgileniyorlardı. Ölen Müslümanlar sanki hiç var olmamışçasına tarihten yok olup gittiler. 

2. Askeri Gereklilik. 

   “Soykırım network”ü içindeki Ermeni propagandacılar ve “araştırmacılar”ı tarafından tümüyle gözardı edilen askeri gereklilik Türk “tarafı”nın tarih anlatısının en önemli kısmını oluşturan öğedir. 

Buradaki iki önemli soru: 

a) Bir hükümet savaş döneminde isyankâr bir grup insanı yerlerinden etme hakkına sahip midir? ve 

b) Savaş hatları arkasında Ermeni silahlı isyan gruplarının yaptığı sabotaj Ermenilerin “tehcirini” haklı kılacak kadar savaş faaliyetlerini tehdit ediyor muydu? 

Burada en önemli meseleler arasında Ermenileri bir savaş aracı olarak kullanan Rusya’nın rolü bulunmaktadır. Rus ordusunda savaşan Ermeniler dışında, Rus Çarı nüfusunun yüzde sekseninden fazlasının Müslüman olduğu (çoğunlukla Kürt ya da Türk) Doğu Anadolu Osmanlı vilayetlerini “kurtarmak” ile görevlendirilmiş özel Ermeni birlikleri kurdu. Ermeniler fethedilmiş Osmanlı topraklarının bulunduğu bir bölgede özerklik vaatleriyle ikna edilmişlerdi. Bu Rus Ermenileri nin vuruş gücü Osmanlı İmparatorluğu içindeki on binlerce Osmanlı Ermesi ile arttırılmıştı. Bu Ermeni gruplar erzak ve iletişim hatlarını koparmış, askeri konvoylara saldırmış ve sivil Müslümanları katletmişlerdir. Sergiledikleri vahşet 1916 - 18 arası kuzeydoğu Anadolu’nun Rus-Ermeni işgali sırasında en vahim boyutlarına ulaşmıştır. 

Köyler, kasabalar ve şehirler resmen ölü mahzenleri haline gelmiş ve Ruslar dahi çırakları olan Ermenilerin sergiledikleri vahşet ve gaddarlık karşında şok olmuşlardır. 

Ermeni isyanları-ayaklanmaları, askeri konvoylara ve Müslüman köylerine yapılan saldırılar, telgraf hatlarının kesilmesi ve hükümet binalarının sabotajı gibi faaliyetler doğu şehri olan Van’daki ayaklanma ile doruğa çıktı. Ayaklanmaya binlerce Ermeni karıştı. İyi bir şekilde silahlanmış ve hazırlanmışlardı; hatta siperler kazmışlar, kendileri için üniforma dikmişlerdi. Askerlerin bulunmadığı bu durumda hükümet mevkilerinin savunulması işi jandarmalara ve gönüllülere kalmıştı. 

İsyan Nisan ortasında muhtemelen İngiltere ve Rusya ile koordine edilmiş olarak başlatılmıştır; ki böylece tam İngilizlerin Gelibolu’ya çıkarma yapmaya hazırlanmalarına ve Rusların kuzeybatı İran’daki Dilman’a büyük bir taarruz yapmalarına yakın bir zamana denk getririlmiştir. 

İsyanın zamanlaması İngilizlerin Basra’daki tutunma noktalarından kuzey istikametinde yaptıkları manevralarının çıkardığı Mezopotamya’daki 
çatışmalarla da bağlantılı olabilir. Van’ı ele geçiren Ermeniler şehri Ruslara devretmişlerdir. 

Van ayaklanmasının başlatılmasından bir hafta sonra 24 Nisan’da Osmanlı hükümeti İstanbul’daki Ermeni komitelerini kapattı, tutukladığı yüzlerce insanı imparatorluğun iç kısımlarına doğru Ankara çevresinde, çoğunlukla Çankırı ve Ayaş’a aktardı. Ermeniler Van’da gerçekleştirdikleri isyanın bir hafta sonrasında o kritik an olan 24 Nisan’ı “soykırım” tarihi olarak belirlemişlerdir. Ordudan Ermeni firarları, savaş hatların arkasında Ermeni çetelerinin yaptıkları ve Ermeni ihtilalci komitelerinin düşman ile işbirliği yapmaları göz önünde bulundurul duğunda 24 Nisan’da alınan kararın tek şaşırtıcı yanı bu kararın nasıl 
daha önceden alınmamış olduğudur. 

Mayıs ayının sonlarına doğru Osmanlı ordu yönetimi, savaş alanında bulunan Ermeni nüfusun Suriye’nin güney bölgelerine “tehcir”ini tavsiye etti. Van isyanıyla güvenlik sorununun had safhaya ulaşmış olduğu kesindir. 

1915 başlarında Sarıkamış'taki tahrip edici yenilgi dolayısıyla, Osmanlı Üçüncü Ordu'nun kuzeydoğu Anadolu'yu Rus istilası ve saldırısına karşı savunabilecek durumu kalmamıştı. 1914 sonlarında iyi başlayan Sarıkamış seferi dağlardaki kar fırtınası çıkmasıyla bir felakete dönüşmüş, on binlerce Osmanlı askeri çetin kış şartlarına hazırlıksız yakalanmış ve bir gecede donarak hayatını kaybetmiştir. Üçüncü Ordu’nun büyük bir kısmı hayatını kaybetti ve üç yıl boyunca saldırı stratejisi belirleyemedi. Tüm bölgedeki sivil halk resmen tek başına kaldı. Askeri yönetim bazı Ermenileri çoktan taşımıştı, fakat daha sonra yönetim ayaklanmalara ve hat arkasındaki savaş sabotajlarına karşı direnç gösterememiştir. Askeri yönetim sonuç olarak Ermeni nüfusun çoğunluğunun "tehcir" edilmesini önerdi. 

Bu gerçekler askeri gereksinimlerin özünü oluşturmaktadır. Vahakn Dadrian ve onun Türk çırağı Taner Akçam'ın, Osmanlı hükümetinin Van ayaklanması ile daha önce karşı karşıya kaldığını ve Ermenileri yok etmeye karar verdiklerini göstermeye dair girişimlerinin hiç bir temeli yoktur. 
Bu iki isim de savlarını "Andonian belgeleri" ve sözde "on emir" adlı sahte dokümanlarla  desteklemektedirler. Bir Osmanlı görevlisi tarafından İngiliz yetkililerine savaştan sonra teslim edilen bu ikinci kâğıt parçası, iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi yetkililerini İstanbul'da bir masa etrafında otururlarken ve tüm Ermeni erkeklerini yok etme, kadın ve çocukları ise İslam dinine döndürme kararı alırlarken göstermektedir. 

İngilizler, önde gelen Osmanlı hükümeti yetkilerine karşı kullanılacak tüm deliller için herkesi inceden inceye araştırmışlardır. Osmanlı arşivlerini didik didik aramışlar, kendi arşivlerini taramışlar ve Amerikalılara ellerinde bir tane bile suçlayıcı belge olup olmadığını sormuşlardır. 
Bu “on emir” olarak nitelendirilen sahte belgelerin dünyaya gerçek olduklarını kanıtlamanın bir yolu olsaydı İngilizler bu fırsatı kaçırmazlardı, ancak belgeler o kadar bariz bir şekilde sahteydi ki İngilizler bu belgeleri hemen bir kenara atmak zorunda kaldılar. 
Fakat Yale Üniversitesi Soykırım Çalışmaları Programı Başkanı, Ben Kiernan, Kan ve Toprak: Sparta'dan Darfur'a Bir Soykırımın Tarihçesi adlı kitabında, bu düzmece "belge"yi savaş dönemi Osmanlı hükümetine yönelik soykırım suçlamasına temel olarak kullanmıştır. 

Bu sahtecilikler istisnai de değildir, çünkü Ermenilerin "Türkler" aleyhindeki davası, sayısız uydurma yazılı ve görsel örnekle desteklenmektedir. 

3. Birleştirme. 

Ölü sayısının artırılmasının son zamanlarına doğru, Ermeni lobici ve propagandacılar "soykırım"ın zaman aralığını 1922 hatta 1923'e, yani Birinci 
Dünya Savaşı, 1919'da batı Anadolu'daki Yunan istilası, ve Kafkaslar ve Türkiye'nin güneydoğusunda devam eden mücadelelerin vuku bulduğu 
dönemi de içine alacak şekilde uzatmışlardır. Aslında, tarihin bu dönemlerinin her biri ayrı ayrı incelenmelidir. Kafkaslarda toprak ve kaynak (Hazar Denizi petrolü) üzerine yaşanan savaş, İngilizler ve Batılı müttefiklerini, Beyaz Rusları, Bolşevikleri, Azerileri, Gürcüleri, Ermenileri ve diğer başka etnik-dini grupları Kafkas mozaiğine dâhil etmiştir. İnsanlar birbirinin canına kıymış ve hastalık, kötü beslenme çeşitli sebeplerle hayatlarını kaybetmişlerdir. 

Aynı zamanda Fransa, yanında bir Ermeni lejyonu ile birleşmiş ve Fransız koruması altında otonom veya yarı-bağımsız bir Ermeni "devleti" kurmaya niyetli olarak bugünkü Türkiye'nin güneydoğusunu işgal etmiştir. İngiltere ile imzalanan bölgeden çekilmeye ilişkin anlaşma ile - "etki alanı" 

- Van Gölü'nün kuzeyinde uygulamaya konulmuştur. Fransa için Türkiye'nin güneydoğusu la Syrie integrale - büyük Suriye - ki bölgenin çekim merkezleri Çukurova'nın pamuk tarlaları ve doğu Akdeniz'in köşesinde saklanıp kalmış, 
Cezayir ile oluşturulabilecek bir trans-Akdeniz deniz anlaşması geliştirilebilecek olan İskenderun limanıdır. Fransız işgali yeni bir Müslüman katliamı dalgasını tetiklemiştir ve Müslüman mallarının imhası, Fransız ve Ermeni lejyonları Türk 
milliyetçileri tarafından geri püskürtülene kadar devam etmiştir. 

4. Kayıp Müslümanlar. 

   Birinci Dünya Savaşı sırasında kimsenin elinde Osmanlı'da ne kadar Müslüman sivilin öldürüldüğüne dair kesin bir bilgi yoktur, fakat mücadele sırasında ve sonrasında hayatını kaybedenlerden bahsetmek önemlidir. 

Müslüman nüfusun yüzde 80'den fazlası okuma yazma bilmemekteydi ve sonuç olarak katlandıkları sıkıntıları kaleme alıp anlatmaktan yoksundurlar. 
Yuvarlanmış rakamlarla iki ila iki buçuk milyon Müslüman sivilin öldüğünden bahsetmek, rakamlar üzerinden tartışma başlamaktan başka bir şey değildir. Birçok Müslüman sivil - Osmanlı belgelerinden edinilen rakamlara göre yarım milyon - savaşın seyri boyunca katledilmiştir. 
19 ncu yüzyılda “Ermeni sorununu” devraldıklarında, Ermenilerin küçük birer azınlık oluşturduğu ve “Ermenistan” olarak adlandırdıkları Osmanlı vilayetleri toprakları üzerinde İngilizlerce başlatılan Ermeni-Kürt mücadelesinin devamı olduğunu gösterir şekilde katledilenlerin çoğu Kürt ve katledenlerin çoğu da Ermeni’ydi. Kürtler ve hatta sultan ve Osmanlı hükümeti tarafından kullanılan sözcük "Kürdistan"dır. 

Kendi yurtları içerisinde İngilizlerin Ermenilere özerklik verme çabalarından dolayı tehdit altına giren Kürtler kendilerini savunmak için hazırlığa girişmişlerdir. 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler tarafından işlenmiş suçların çoğu Osmanlı ordu komutanları ve vilayet yetkilileri tarafından doğu Anadolu'ya dönecekleri sıralarda yani 1918'de belgelerle arşivlenmiştir. Bu açıklamalar, 1915-16 yıllarında, James Bryce ve Arnold Toynbee tarafından "Türklere" karşı yürütülen kan dondurucu iddialar gibi propaganda amacıyla da yazılmamıştır. 

Bu bilgiler sadece hükümetin bilgilendirilmesi için kayda geçmiştir. Bu diğer hakikat fail ile mağdur arasındaki ayrımı bulanıklaştırır ve Ermeni milliyetçiliğinin kalbinde yatan Manişeist anlatıyı da tehdit eder. Eğer Ermeni gençleri atalarının kurban oldukları kadar katleden de oldukları sonucuna varırlarsa, milli anlatıları patlak verecektir. Bu sebeple karşı anlatı ortadan kapatılmalıdır. 

Daha dengeli bir tarihsel değerlendirme, ancak tüm atalarının işledikleri suçların ve Müslüman da Hristiyan da olsa masum sivillerin acılarının karşılıklı olarak tanınması temelinde Türkler ve Kürtlerle gerçek bir uzlaşmaya imkan verecektir. Bu noktaya bir gün ulaşılabilir ama hali hazırda psikolojik, kültürel ve siyasi açıdan Ermeniler için ataları tarafından gerçekleştirilen mezalimlerin (her ne kadar az sayıda kabul edenler olsa da) kabul edilmesi imkânsız görünüyor. Doğal olarak, onlarca yıldır "Türkler"in soykırımdan sorumlu tutulmalarında ısrar ettikleri gibi, kendileri de Ermenilerin Müslümanlara yaptıklarının aynı şekilde soykırım olarak anılması gerekliliğini düşünmeye zorlanmalıdırlar. 

Ermeni mezalimlerinin raporları Doğu Anadolu’dan gelmiştir. Bu katliamlar geniş çaplı ve büyük ölçüde insanlık dışıdır. Ekmek fırınlarına atılan bebekler; canlı canlı derisi yüzülen insanlar veya atların altında ezilerek öldürülenler; ahırlara veya evlere kilitlenerek canlı canlı yakılan insanlar; toplu olarak alınıp götürülen ve Ruslara görünmeyecek şekilde katledilenler. Osmanlı kuvvetleri cesetler ve ceset parçaları ile kaplanmış şehirlere girmişlerdir. Raporlarda bazı Rus yetkililer 
himayeleri altındaki Ermenilerin davranışları karşısında iğrendiklerini ifade etmişler ve Ermenileri Müslümanları yok etmek istedikleri için suçlamışlardır. 

Bu katliamlar Ermeni vahşetini had safhaya çıkarsa da, Kürtlerin ve diğer 
Müslümanların daha evvel katledilmesi, intikam fikrini 1915’te güneyde Suriye’ye gönderilen Ermenilere yönelik toplu saldırılar için bir motivasyon haline getirmiştir. 

5. Duruşmalar. 

Taner Akçam yazılarında duruşmaların İngiliz yetkililerinin işgali altında İstanbul'da görüldüğüne oldukça fazla dikkat çekmiştir. 

Bunlardan bir kaçı Ermenilere karşı suç işlemekten mahkûmiyetle sonuçlanmış tır. Her halükarda, çok daha güvenilir mahkemeler Osmanlı hükümeti tarafından 1915'te Ermeni kafilelerine yapılan saldırılardan hemen sonra kurulmuştur. Soruşturma komisyonları 1915 yılının sonlarına doğru kurulmuş ve 1600 kadar kişi askeri mahkemede yargılanmıştır. 

Suçlu bulunanlardan bazıları idam edilmiş ve aralarında ihmal ve suç ortaklığından hüküm giymiş Osmanlı yetkililerinin de bulunduğu bazıları hapis cezasına çaptırılmıştır. Kafilelere saldırıldığı haberleri gelirken, İstanbul'daki hükümet, vilayet yönetimlerine Ermeniler için daha fazla korunmalarını talep eden şifreli mesajlar göndermiştir. 

Bunun gibi pek çok belge arşivlerde mevcuttur ve açıkça belirtilmiştir ki Ermeni "tehcir"i öldürme niyeti barındırmamaktadır. "Tehcir" düzenlemesinde sorumluluk alan pek çok vilayet yetkilisinin yetersiz olduğu, aktif bir şekilde Ermenilere kötü davrananlarla suç ortağı olduğu ve diğerlerinin de kasıtlı olarak ihmalkâr davrandığı açıktır. Aynı zamanda, ordunun hareket kabiliyetini kısıtlayan ciddi problemleri varken, bütün hayati ihtiyaçların karşılanması ve böyle büyük bir toplu yer değiştirmenin organize edilmesi son derece zordur. Yiyecek, sağlık imkânları, ulaşım ve kafileyi koruyabilecek silahlı birlikler yoktur. Sivil halk gerçekten çaresiz bir durumdadır ve hatta cepheye dahi ulaşamadan gelemeden hastalıktan veya kötü beslenmeden pek çok asker de hayatını kaybetmiştir. Osmanlı hükümeti nasıl sonuçlanacağını bilmese dahi, "tehcir" 
kararının felaket sonuçlarından sorumlu tutulmak zorundadır. Yine de, ordu yönetiminin öngördüğü şekilde hareket eden hükümetin nasıl bu kadar kötü sonuçlanacağı konusunda bir fikri var mıydı? Ordu yönetimi bu durumun 
meydana gelmesi gerektiği sonucuna varsa bile, herhangi bir konumdaki herhangi bir yetkili kalkıp da "bu olamaz" demedi mi? 

Hemen hemen bir asır sonra, muhtemelen bu sorulara yine net cevaplar verilemeyecektir. 

6. Yunanlılar ve Süryaniler. 

Her iki toplum da Türkler tarafından soykırıma uğradığını iddia ettiği için, burada genel literatürde yer almayan bazı kavramlardan bahsedeceğiz. 

1897’de Yunan ordusu Osmanlı İmparatorluğu’na saldırdı ve onlara yenildi. Yunanistan, 1912’de şansını Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ yanında tekrar denedi. Osmanlılar, sayıca üstün olmadıklarından tüm cephelerde kısa bir 
sürede yenildiler. İmparatorluk, Avrupa kıtasındaki topraklarının neredeyse tümünü kaybetti. Balkan müttefikleri 1913’de dağılmamış ve adeta Müslüman düşmanına saldırır gibi birbirlerine saldırmamış olsalardı, Osmanlılar bu toprakların muhtemelen tümünü kaybedebilirdi. Balkan ordularının işgaline uğrayan topraklarda yaşayan Müslüman halk, 1870’lerden beri ikinci defa –bugünün tabiriyle- etnik temizliğe uğramış oldu. Balkan devletlerinin niyeti güneydoğu Avrupa’daki Osmanlı varlığını sona erdirmek ve mümkün olduğu kadar çok Müslüman öldürmek ve onları dışarı sürmekti. 1904 - 1907 
arasında, Almanlar, şuan Namibiya olarak bilinen bölgede, Herero halkından neredeyse 100,000 kişinin katledilerek veya başka türlü ölümlerine yol açtı. Eğer bu 20. Yüzyılın ilk soykırımıysa, Balkan Müslümanlarının uğradığı katliamlar ve 
tahliyeler - Kiernan ve soykırım konusunda çalışan diğer ‘bilim adamlarınca’ tamamen göz ardı edilse dahi- 20. yüzyılın ikinci soykırımı olarak değerlendirilmelidir. Justin McCarthy’nin tahminlerine göre, Balkan Savaşları, 632,000 Müslümanın, ya da Osmanlı İmparatorluğunca fethedilmiş Avrupa topraklarında yaşayan Müslümanların yüzde 27’sinin, ölümüyle sonuçlanmıştır. 

   Katliamlardan ve köylerinin askerler ve hunhar çeteler tarafından yağma edilmesinden kurtulanlar Ege’ye veya İstanbul’a kaçtılar. Geri çekilen askerlerle birlikte, onlar da, kitleler halinde hastalıktan, yetersiz beslenmeden ve 
tehlikeli hava şartlarından öldüler. İstanbul’a ulaşmayı becerebilenlere kalacak yer verilmiş, camilerde ve hükümet binalarından dönme binalarda tıbbi tedavi olanağı sağlanmıştı. Şehre çıkan yolların etrafındaki alanlar, ölülerin ve ölmekte 
olanların cesetleriyle dolmuştu. Bugün bile, 1877-78’de ve yine 1912-13’de Müslümanların köklerinin kurutulması, Balkanlar’ın ‘batı’ tarihinde yer edinmemektedir. 

Yunanlılar, 1919’da Osmanlı topraklarını yeniden istila etmişlerdir. İmparatorluk, Libya’nın 1911’de İtalyanlar tarafından istila edilmesinden beri savaştaydı. Libya savaşını, Balkan savaşları (1912-1913), ardından Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve daha sonra Kafkasları ve bugünün Türkiye’sinin güneydoğusu olan bölgeyi sarsan mücadele takip etmişti. Harap olmuş bu topraklarda başka bir savaş başlatmak neredeyse sadistçe bir acımasızlıktı, ama bu tam da, İngiliz Başbakanı David Lloyd George’un –Yunanlılara olan sevgisi kadar, “Türklere” karşı yoğun bir ırkçı nefret duygusu besliyordu- ve onun can dostu, Yunanlı Başbakanı Eleftherios Venizelos’un yaptığıydı. Yunan ordusu, Mayıs 1919’da, müttefik bir filonun koruması altında, Ege kıyılarından İzmir’e ulaştı. Katliamlar gecikmeden başladı. Ölüler arasında, fes giymiş oldukları için Müslüman sanılan 
Hristiyanlar da vardı. 

Teoride, Yunanlı ordusu, İzmir’i çevreleyen kısıtlı bir alanda kalacaktı; ama kısa bir sürede hudutlarından çıktı ve İstanbul yönünde kuzeye doğru ve Ankara yönünde doğuya doğru ilerlemeye başladı. Bunu takip eden süreci Yunanlıların köylerde ve kasabalarda yapmış oldukları katliamlar; kundaklamalar; yağmalamalar ve yıkımlar izledi. Aynı zamanlarda bölgede bulunmuş olan Arnold Toynbee, Yunanlıların mücadelesini Türkleri yok etmek olarak tarif ediyordu. Müttefikler arası tahkikat komisyonu ve Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün temsilcisi de aynı fikirdeydi. Nihai olarak, 1922’de Türkler tarafından 
tutulan ve yenilen Yunanlıların Ege kıyılarına çekilmeleri de aynı vahşet ve yıkıma işaret ediyordu. İşgalci orduyu destekleyen Ermeni ve Yunanlı siviller de Müslümanlara ait mal ve mülklerin yağmalanmasına ve yıkımına katıldı. Bu 
macera, 1,5 milyon Yunanlıyı Anadolu’dan ve 1 milyon Türk’ün Yunanistan’dan koparan, 1922’de gerçekleşen mübadeleyle sonuçlandı. Lloyd George’un ve Venizelos’un bu trajediden direkt olarak sorumlu tutulmaları gerekmektedir. 

Güçlenen Türk milliyetçileri ile karşı karşıya kalan İngiliz bölüklerinin yanında, Lloyd George, kendi bölükleri yerine başkaları savaştığı sürece bir başka savaşa daha atılmaya hazırdı, ama Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya, Kanada’ya ve Güney Afrika’ya yaptığı asker talebine kulak verilmemişti. 

Soykırım ithamı yapan üçüncü etnik-dini grup Süryanilerdi. Türkiye’nin güneydoğusu ve İran’ın kuzeybatısında bulunan ve küçük bir topluluk olan Süryaniler, İngilizler ve Ruslar tarafından verilen sözlerle savaşa itilmişlerdi; ama Osmanlı ordusuna, Türk ordusuna veya Kürtlere başkaldıracak halleri yoktu. Osmanlı topraklarından, yurtlarından ayrılan Süryaniler, Irak’a doğru, binlerce kişinin öldüğü yola çıkmadan önce, kuzeybatı İran’daki dindaşlarına katıldılar. Sağ kalanların çoğu kendini Bağdat’ın kuzeyindeki Bakuba sığınmacı kampında buldu. Onlar, cesur askerler olarak biliniyorlardı; ama yine de, disiplinsizlik ve vahşi davranışlara yatkınlardı. 1924’te, İngiliz kuvvetlerine bağlı bir grup Süryani asker, Kerkük’ün merkezinde bulunan bir pazar yerine makinalı tüfeklerle ateş açarak yüzlerce kişiyi öldürdü. 

Yine 1933’te, bir grup silahlı Süryani, Dicle nehri yakınlarında bulunan Iraklı kuvvetlere saldırarak büyük bir krize yol açtılar. 

Bu kriz sonucunda, 34 kişi ölmüş, 100’e yakın kişi yaralanmış, ölülerin vücutları tahrip edilmişti ve karşı saldırıda bulunan ordu, Simel’in Musul bölgesinde yüzlerce masum insanı katletmişti. İngiliz valisi Arnold Wilson’a göre de, Kürtler, Süryanilerin Bakuba’da ki sığınmacı kampına saldırınca yakalanmış ve kafaları kesilerek öldürülmüşlerdi. 

7. Yani, Kim tüm bunlardan alnı ak bir şekilde çıkabilirdi? 

Görünüşe bakılırsa hiç kimse. Bir tarafta, suçluların ve diğer tarafta, mağdurların olduğu söylenemez. 

Tüm taraflarda da suçlular ve mağdurlar vardı. ‘Yer değiştirme’ sırasında bile, birçok Müslüman Ermenilere yardım etmeye çalışıyordu. İhmalkâr Osmanlı memurları yanında da, yanlarında çalışan Ermenilere göz kulak olmak için, son derece zor koşullarda, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışanlar vardı. Anaakım ‘batı’ tarihinde, hala, savaşın Osmanlı halkı için ne kadar yıkıcı olduğu konusunda bir anlayışa yer vermemektedir. Savaş bittiğinde, insanlar at gübresinden arpa çıkarıyor ve hayatta kalabilmek için ot yiyordu. Savaş sırasında bile, 19151916’da, insanlar, Beyrut sokaklarında ve Suriye’nin diğer kasaba ve şehirlerinde, açlıktan ve hastalıklardan ölüyorlardı. 

   Ailelerini besleyemeyen Lübnanlı erkekler, dağlarda utanç içinde ölmeyi bekliyorlardı. Bazı köyler tamamen boş kalmıştı. Savaşın zorlu koşulları, cephedeki askerler için gıdanın ve ilaçların tükenmesi, ulaşımın oldukça zor olması ve askerler ve halk arasındaki kolera ve tifüs gibi hastalıkların neden olduğu büyük sayılarda ölüme ek olarak müttefiklerin Akdeniz kıyısını deniz 
ablukasına alması durumu iyice kötüleştirmiş, para ekonomisinin sonunu getirmiş ve çiftçileri mahsullerini yetiştirmek için gerekli olan malzemelerden yoksun bırakmıştır. 1915’de yaşanan çekirge istilası, devam eden sefalete ve 
yoksulluğa ek olarak, mahsulleri ve ağaçları çıplak bırakmıştı. Arap tarihçi George Antonius’un hesaplamalarına göre, sadece Suriye’deki ölü sayısı 400,000 civarındaydı. 

Doğu Anadolu’daki durum da en az Suriye’deki kadar kötüydü; bazı vilayetlerin nüfusu yüzde 40 ila 60 arasında azalmıştı. 
Yüz binlerce insan savaş bölgesini terk etmiş; sağ kalanlar, sadece Osmanlı topraklarında değil, ama aynı zamanda Kafkaslarda ve kuzeybatı İran’da yerlerinden edilmiş ve açlıktan ölmeye terk edilmişti. Bu, kılıçtan geçirilen, hayatta kalabilmek için mücadele veren bir imparatorluğun ve müttefik güçlerin hile ve asılsız vaatlerinin girdabında kalmış azınlıklarının bir imha etme savaşıydı. 

8. Son olarak, 1915 olayları ve 2013’de Suriye arasındaki diğer paralelliklere değineceğiz. 

Şu anda Suriye’de katledilenler ve ülkeden atılanlar sadece Ermeni Hristiyanları değil, tüm Hristiyanlardır. 

   İki Ortodoks piskopos hala kayıp, eğer hayattalarsa Çeçenler tarafından Halep’te tutuldukları düşünülüyor; papazlar katledildi, eski Ma’lula şehrine saldırıldı ve şehirdeki kiliseler kötü amaçlara alet edildi; yakın zamanda Ma’lula şehrine yapılan bir saldırıda, 12 rahibe, silahlı adamlar tarafından rehin alındı; kısa bir süre önce, Sadad köyünde, 40 Hristiyan- erkek, kadın ve çocuk- katledildi. El Kaide’nin kara bayrakları, batılı devletler ve bölgesel müttefiklerinin Suriye’ye yaydığı karanlık güçler tarafından kiliseler üzerine çekildi. 

El Kaide, 60’dan fazla kiliseyi ve manastırı yok etti ve on binlerce Hristiyan’ı evlerinden etti. 

Sadece Vatikan, Hristiyanlığın, doğduğu bu topraklarda maruz kaldığı bu katliam lar ve yıkıma karşı açıkça sesini çıkarıyor. İşlerine gelince Hristiyan geçinen batılı liderlerin, kendilerini garip bir şekilde ‘Suriye Halkının Dostlar Grubu’ olarak adlandıran işbirlikçi devletlerin Suriye’ye müdahalesinin direkt bir sonucu olarak hayatlarını kaybeden Hristiyanlar veya on binlerce Müslüman ve hatta yer değiştirmek zorunda kalan milyonlarca insan hakkında diyecek hiçbir şeyi yok. Eğer şuan geri çekiliyorlarsa, bunu sebebi, onları, kendi sınırları dâhilinde ve kendi çıkarları karşısında tüm dünyada tehdit edebilecek bir canavar yarattıklarının farkına varmalarıdır. 

“Batı” ve onun bölgesel müttefikleri, iki yüzyıldır, Orta Doğu insanının hayatını mahvetmekte. Azınlık, mezhep, iç savaş, istila ve işgal, suikast, sabotaj, rüşvet, yaptırım, ekonomik boykot ve yıkma kartlarını kullanmışlardır. Bu kartları 
ihtiyaca göre değerlendirmişler ve şimdiye kadar, hiçbir şeyin, onlaraistediklerini almak konusunda engel olamayacağını göstermişlerdir. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’nda olanlara tamamen paraleldir. 1918’de büyük güçlerin çıkarları 
doğrultusunda ortaya çıkan dünya bugün yine büyük güçlerin çıkarları için parçalanmaktadır. Irak kaybedilmiştir ve Suriye yıkılmaktadır. Orta Doğu’nun merkezi toprakları sığınmacılarla dolmaktadır. 2003 sonrası Irak’tan kaçan 
mülteciler 1948’den sonraki en vahim mülteci sorunuydu; şuanda Suriye’den kaçan mülteciler de, daha beter olmasa da, en az Irak mültecilerinin yarattığı sorun kadar vahimdir. 

Ermeniler ve Süryaniler müttefiklerin savaştaki mücadelelerine yardım etmekten dolayı hiçbir kazanç elde edemediler. 

Yapılan vaatler ya yerine getirilmedi ya da getirilemedi. Bolşeviklerin yardımıyla Ermeniler kendi özerk cumhuriyetlerini elde ettiler ama Süryaniler Irak veya onları almaya razı diğer ülkelerde mülteci konumuna düştüler.Araplar kandırıldılar ve ihanete uğradılar. Yerine getirilen tek vaat Siyonistlere yapılandı, ve 1918 sonrası olduğu gibi şimdi de aynı durum söz konusu: 
Irak’ın yok edilmesinden ve Suriye’nin şu anda yok edilişinden en çok kazançlı çıkan Orta Doğu’ya Batı stratejilerinin çıkarı doğrultusunda yerleştirilen sömürgeci yerleşimci devlet olmuştur. Bugün Suriye'de acı çeken Ermeniler bütün resmin yalnızca bir parçasıdır. 

   Orta Doğu'nun merkezi toprakları hayrete düşüren bir şekilde tahrip edilmektedir. Bölgenin insanları onlara karşı kurulan tuzaklara bilinçsiz bir şekilde düşmektedirler. Tanrının gerçek düşmanları olan, toplumun içine fitne sokan dini liderler ve onları destekleyen hükümetleri yüzünden bölge halkı, geri adım atıp esas manzarayı görememektedir. Bir yüzyıl öncesinde geçerli olduğu gibi, şimdi de, uzak ‘batı’ başkentlerinin belirlediği büyük stratejiler çerçevesinde ülkeler yok edilmektedir. 

Hükümetleri ve kurumları kendi ihanetleri, işbirlikçilikleri ve adi bir şekilde paraya ve güce teslim olmalarıyla kendilerini rezil etmektedirler. 

Kuşkusuz, bu kadar zûl bir noktaya Arap tarihinde ve İslami Orta Doğu’da çok az düşülmüş tür. 


***

28 Şubat 2018 Çarşamba

FAHREDDİN PAŞA VE ERMENİ MESELESİ, BÖLÜM 2

FAHREDDİN PAŞA VE ERMENİ MESELESİ, 
BÖLÜM 2



Musa Dağ Vakası ve Fahreddin Paşa’nın Raporu


Samandağ’ın Çıralı sahilleri ve arka planda Musa Dağ

Musa Dağ, Hatay’a bağlı Samandağ (Süveydiye) İlçesi’nden geçen Asi Nehri’nin 
Akdeniz’e karıştığı Amanos Dağları eteklerinde bin metre yüksekliğinde büyük 
sivri kayalık ve çalılarla kaplı bir dağdır. Bu dağın dünya çapında meşhur 
olması, Ermenilerin burada yaptıkları isyanı anlatan ve daha sonra sinemaya da 
aktarılan, Franz Werfel’in “Musa Dağ’da Kırk Gün” adlı romanı ile olmuştur. 
Yanlış olarak bir tarih kitabı veya belgesel olarak algılanan roman ve film, 
Batı’da Türk aleyhtarı bir kamuoyunun oluşmasında hayli tesirli olmuştur. Bu 
roman ve film projesi daha o yıllarda Almanya, Türkiye ve ABD açısından bazı 
siyasî ve diplomatik gelişmelere sebep olmuştur. Biz burada 1933’te 
yayınlanmasından itibaren dünya kamuoyunu Türkler aleyhine etkileyen romanın dayandığı Musa Dağ Ermeni hâdiselerine kısaca temas edeceğiz.Birinci Dünya Savaşının başlamasından sonra İskenderun ve Halep bölgesini işgal imkânı arayan başta Fransa olmak üzere itilâf Devletleri İskenderun şehrini altı defa denizden bombalamakla kalmayarak Doğu Akdeniz’i de denizden abluka altına almışlardı. 

Yapmak istedikleri çıkarmayı kolaylaştırmak için bölgenin Hıristiyan halkını 
ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Yine bir Ermeni araştırmacı tarafından yapılan 
çalışmaya göre 14 Eylül 1915 tarihine kadar Fransız savaş gemileri tarafından 
Port Said’e getirilen Musa Dağlılar 4.088 kişidir. Bu bilgilere rağmen hâlâ Musa 
Dağ Ermenilerinin devlet tarafından planlı yok edildiği propagandasını yapmanın 
ne kadar büyük bir yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Aynı gazetenin iddiasına 
göre Musa Dağ’da Osmanlı güvenlik kuvvetlerine direnen 5.000 kişiden 951’i 
ölmüştü. Bu rakamın da gerçeği yansıtmadığı rakamların tutarsızlığından 
anlaşılmaktadır. Mavi Kitap’ta ise Musa Dağı Ermenilerinin sayısı hakkında 4.058 ilâ 4.200 arasında çelişkili rakamlar verilmektedir. 21 Ekim 1915 tarihinde Egyptian Gazetesi bu haberi direnişçilerden aldığı bilgiye dayanarak şöyle vermektedir: “Tepe eteğindeki köylerimizi savunmanın imkânsız olduğunu düşünerek alabildiğimiz kadar yiyecek ve malzeme ile üç saat mesafedeki Musa Dağ’m Damlacık denilen tepelerine çekildik. Altı Ermeni köyü olarak toplam 5.000 kişi idik. Hayatta kalanlar, 4 yaşının altındaki bebek ve çoeuklar 413, 4-14 yaş arası kızlar 505,4-14 yaş arası oğlanlar 606,14 yaş üstü kadınlar 1.449, 14 yaş ve üzeri erkekler 1.076 olmak üzere toplam 4.049 kişidir”.

Amerika’da çıkan Outlook gazetesinin 1 Aralık 1915 tarihli sayısında Zeytun ve 
Musa Dağ isyanları اbilgi veren ?apaz Dikran Andreasyan ise Musa Dağ isyanımn 
1915 yılı baharında OsmanlI Devleti’nin 6.000 kadar askerini kasabanın yakının daki kışlalara yerleştirmesi ve Ermeni manastırının boşaltılmasını istemeyen Ermenilerin asker- lere direnmesiyle başladığım iddia etmektedir. Bu  ifadeler, Ermenilerin isyan çıkarmak için suni sebepler aradıklarını göstermektedir.

Papaz Dikran ın daha sonra anlattıkları da bu tespiti doğrulamaktadır. Çünkü 
İskenderun gibi düşman askerle- rinin çıkarma yapması ihtimali bulunan bir 
yerdeki kışlaya hükümetin asker yerleştirmesi çok normal bir harekettir. Bölgede Osmanlı vatandaşı olarak yaşayan Ermenilerin kendi güvenliklerini sağlamaya da yönelik bu teşebbüsten aslında memnunluk duymaları gerekirdi. Papaz Dikran, bu direnişten sonra hükümetin 13 Temmuz 1915 tarihinde


Bazı Ermeni ve Halep Amerikan konsolosluk kaynakları şehirde Ermenilerle 
Müslümanlar arasında çatışmaların olmamasını Fahreddin Paşanın dirayet ve 
gayretine bağlamıştı Askeri Yargıtay Divanı Üyeleri toplu halde (1933). 

Ön sıra, soldan sağa: 

1- Korgeneral Mustafa Muğlalı, 
2- Korgeneral Ali Fuat Erden, 
4- Orgeneral Fahrettin Altay, 
5- Mareşal Fevzi Çakmak, 
7- Orgeneral Ali Sait Akbaytugan, 
8- Korgeneral Fahrettin Türkkan, 
9- Korgeneral Salih Omurtak, 
10- Korgeneral Öner Halis Bıyıktay. 

Orta sıra, soldan sağa: 

3- Yüzbaşı Tevab Tarzi, 
5- Tümgeneral Şükrü Kanatlı, 
6- Korgeneral Cemil Cahit Toydemir, 
9- Korgeneral izzettin Çalışlar, 
10- Korgeneral Sabit Noyan, 
11- Albay Fehmi Türesel, 
12- Yüzbaşı Talat. 

Arka sıra, Soldan Sağa: 

1- Yüzbaşı Ali Uras, 
6- Yüzbaşı Cemal Tural, 
7- Yarbay Feyzullah Barshan, 
8- Binbaşı Arif… (Mareşal’in emir subayı), 
10- Binbaşı Şefik Erensu, 
13- Tümgeneral Zeki Doğan, 
15- Albay Şefik Çakmak.

İtilâf Devletlerinin İskenderun kıyılarına bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa 
yayılınca Samandağ bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı hükümete olan vergi 
borçlarını ödememişler, Osmanlı Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyacı için gereken 
yardımı yapmamışlar ve isyan etmişlerdir tehcir kararı aldığını ve bu karara uymak istemeyen altı Ermeni köyünün direnmek üzere Musa Dağ’a çıktıklarım belirtmektedir. Samandağ Ermenilerinin isyanlarında, itilâf Devletleri’nin Çanakkale’de başarılı olacağı ümidi de etkili olmuştur.




Antep’te Ermeni mülteciler, yardım komitesince hazırlanan çadırlarda, 1909

 İsyan eden Ermeniler yanlarına uzun süre yetecek yiyecek, içecek ve hayvan sürülerini de almışlardı. Musa Dağ’ın Damlacık mevkiine çıkan 5.000 kadar Ermeni siperler kazarak ve dağa çıkan önemli geçitleri tutarak muhkem bir savunma hattı kurmuşlardı. Ermenilerin ellerinde 120 adet son model tüfek, av tüfekleri, filinta tüfekler ve süvari tüfekleri bulunuyordu. 21 Temmuz’da Ermeniler ile Türk kuvvetleri arasında çatışmalar başladı. Bu çatışmalarda sayıca güvenlik kuvvetlerinden çok olan Ermeniler 200‘den fazla askeri şehit ettiler. Kırk gün kadar devam eden direnişlerinden sonra Ermeniler, yiyecek ve cephanelerinin azalması üzerine Halep’teki Amerikan Konsolosu Mr. Jakson’a ve İskenderun kıyılarında bulunan Ingiliz, Fransız, Rus ve Italyan savaş gemilerine haber göndererek onlardan Hıristiyanlık adına kendilerini 
Kıbrıs a götürmelerini, bu mümkün olmazsa yeterli silah ve cephane 
göndermelerini istediler.


Hasankale’de Ermeniler tarafından yaralanan Türkler

Alacakları silahlarla Türklerle savaşmaya devam ederek itilâf Devletleri’ne 
yardımcı olacaklarını da Eylemekten geri kalmadılar (2 Eylül .)واوا 
Papaz Dikran Andreasyan, dirençlerinin elli üçüncü günü Türk güvenlik kuvvetlerinin çatışmayı keserek Ermenilere teslim çağrısı yaptıkları bir sırada Guicheıı (Go$ın) adlı bir Fransız savaş gemisinin yardımıyla Jeanne D’arc (Jandark), Desaix kruvazörü, dört Fransız ve bir de İngiliz kruvazö- rü ile 14 Eylül 1915 tarihinde Port Said Limanı’na rahat bir şekilde nakledildiklerini anlatmaktadır. Bu kadar çok Ermeni’nin Kıbrıs’a gönderilmesi kabul edilmeyince Fransız muhripleriyle İskenderiye’ye nakline karar verildi. Musa Dağ Ermenileri $üveyş Kanalı’nın Asya tarafında fazaret toplama kampına yerleştirildiler. 4. Ordu Kuman- dam ve Bahriye n؛n’n،zaN Kudüs’ten Başkumandanlık Vekâleti’ne gönderdiği 14 Eylül 1915 tarihli şifreli yazıda bu hâdise şöyle anlatılmaktadır: “Musa Dag’da direnen Süveydiye Ermenileri büyük ihti- maile aldıkları davet üzerine Viktor Hugo, Hanri Fastersin, Lui ve isimleri anlaşılamayan diğer üç Fransız harp gemisin- de toplanmışlar. Asilere karşı 41. Fırka’nın 1.ci alayı ile bir cebel takımı sevk edilmiştir. Viktor Hugo ve Dördüncü Hanri,


Fransızarın Osmanlı’ya karşı silahlandırdığı Doğu Lejyonu

Fahreddin Paşa, devlete isyan ederek asayişi bozan ve masum insanları katleden Ermenilerin isyanlarını bastırması sebebiyle haksız yere Ermeni düşmanı olarak suçlanmakla kalmamış, Ermeni Komita Merkezi tarafından kara listeye alınarak öldürülmesine karar verilmişti

Fransızlar. Musa Dağından götürdükleri ve silahlandırdıkları 4000 kadar 
Ermeni’yi Türklere karşı kullanmak amacıyla 15 Kasım 1916‘da Doğu Lejyonunu (bu birliğin adı 1918’de Ermeni Lejyonu oldu) kurma kararı aldı. Bu lejyonun 
kurulmasında büyük payı olan Fransız Albav Bremond kendi Dışişleri Bakanlıgı’na verdiği raporda; “Musa Dağı’ndan getirdiğimiz Ermeniler için size daha önce de yazmıştım. Bunların kamp masraflarını -ayda 30.000 Frank’ın üzerinde- savaş sonunda nasıl olsa Ingiltere’ye ödemek zorundayız. Hiçbir teşebbüste bulunmazsak, üstelik parasını cebimizden ödeyerek, bu Ermenilerin 
İngilizleşmelerine, Amerikanlaşmalarına veya Ermenileşmelerine imkân vermiş 
olacağız. Bunun için de, şimdiye kadar olan davranışlarımızdan derhal vazgeçip 
tam bir geriye dönüş yapmamız lâzımdır. Bugün süratle davranırsak bu Ermeniler her istediğimizi yapacaklardır. Bunun gemileri Kabaklı (Mevaklı) civarındaki kıtaların ordugâhını da bombardıman ederek asker ve ahaliden 8 şehîd, 2 yaralı ve 20 hayvanın telef olmasına sebep olmuştur. 30 Ağustos 1331 (12 Eylül 1915) gecesi âsilerin saklandıkları Damlat’a gelen müfreze hiçbir âsiye 
rastlayamamıştır. Bunların gece yarısı düşman gemilerine gittikleri 
anlaşılmıştır.”

“Fransız filosuna karşı ordugâhın gizlenmesine ehemmiyet vermeyerek boş yere 
kayıp verdirenlerle, Ermenilerin kaçmasına sebep olanları şiddetli cezalandırmak 
için Fahreddin Paşa, Bahriye Nâzırı’nın emri üzerine derhal oraya gitti. Bundan 
sonra İskenderun ve Antakya’daki Ermenilerin tehciri hızlandırıldı.”

Fahreddin Paşa, Birinci Dünya Savası sırasında ortaya çıkan bu hadiseleri ve 
kendi ilgisini, yukarıda adı geçen romanın yayınlanmasından sonra şöyle 
anlatmaktadır: “Birinci Dünya Harbi sırasında İtilâf Devletleri’nin İskenderun 
kıyılarına bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yayılınca Samandağ bucağına bağlı 
yedi Ermeni köyü halkı hükümete olan vergi borçlarını ödememişler, Osmanlı 
Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyacı için gereken yardımı yapmamışlar ve isyan etmişler dir. Bu isyanın hemen bastırılması için askeri kuvvetlere ihtiyaç duyulmuş, bunun üzerine bir jandarma alayı bölgeye gönderilmiştir. Daha sonra da 
4. Ordu Kumandanlığı tarafından bu bölgelerde yaşayan Ermenilerin başka yerlere göç ettirilmesi Başkumandanlığa tavsiye edilmiştir. Başkumandanlıktan alınan yetkiye göre âsilere göç için yedi günlük bir süre verilmiş, fakat âsiler bu 
sürenin sonunda göç etmeyerek Musa Dağ’a çıkmışlardır. Bunun üzerine hükümet, emirlere uymaları için âsilere memurlar göndermişse de Ermeniler bunları dinlememiş ve silahla karşı koymuşlardır. Başka bir çıkar yol bulamayan bölge kumandanı Albay Galip jandarma alayıyla Musa Dag’a inen yollan kontrol altına aldırmış ve bizzat kendisi Musa Dagı’na çıkarak son bir defa daha isyancılarla konuşmak istemişse de, dağ üzerinde hiç bir kimsenin kalmadığını görmüştür. Yapılan incelemede, Ermenilerin denize doğru inen bir yamaçtan Akdeniz’e indikleri anlaşılmıştır, izleri takip ederek deniz kıyısına kadar inen Albay Galip, burada 20-30 kadar hayvan ölüsüyle karşılaşmıştır. Yapılan araştırmada İskenderun kıyılarını gözetleyen bir Fransız harp gemisinin Musa Dağı’ndan verilen işaret üzerine kıyıya bir sandal göndererek buradaki Ermeni çete başlarını ve diğer isyancıları gemiye taşıdıkları anlaşılmıştır. 
Bu konu Fransız hükümetinden sorularak, doğruluğu öğrenilebilir. 
Daha temini için de başlarına bir Fransız subayını kumandan tayin etmemiz ve bu subayı da doğruca Paris’e bağlamamız gereklidir. Böyleee elimizin altında 
güvenebileceğimiz bir güç bulunacaktır. Unutmayalım ki aksi bir davranış ile bu 
؛relinemrEkaybedeceğiz ve üstelik bunlardan faydalanacak olan Ingiltere’ye de 
para ödeyeceğiz.” (Erdal Ilter, Türkiye’de Sosyalist Ermeniler ve Silahlanma 
Faaliyetleri (1890-1923), İstanbul 1995, .100-101).



Ermeni Lejyonu, her biri 200 kişi olan altı bölükten kurul- du. 160 Suriyeli 
gönüllüden de bir bölük teşkil edildi. Bu bir- liklerin en iyileri OsmanlI 
ordusunda asker olan Ermeniler ve Musa Dağı ؛relinemrEidi. Bu lejyondaki 
Ermeniler Kıbrıs’ta Magosa’nın Bogaztepe Ermeni Lejyoner askerî kampında 
eğitildiler. Ermenilerden oluşturulan üç taburluk bu lejyon kuvveti 1919 ve 
sonrası Fransa adına Antep, Maraş, Adana ve Urfa bölgesinde Türk istiklâl 
Mücadelesine karşı savaşmıştır.sonra Musa Dağı’nda yapılan araştırmalarda, 
hiçbir insan cesedine rastlanmadığı gibi, yaralı veya hasta bir kimse de 
bulunamamıştır. Bu bakımdan Yahudi asıllı Werfel tarafından yazılan ve bütün 
dillere çevrilerek dağıtılan bu kitabın konusunun tamamen hayalî ve uydurma 
olduğu, Türkler aleyhinde kamuoyunu yanıltmak için bir propaganda niteliği 
taşıdığı sonucuna varılmıştır.” Görüldüğü gibi, bir Türk askeri olarak Fahreddin 
Paşa, bölgesi Suriye’de, Adana, Urfa, Zeytun (Süleymanlı) ve Haçin (Saimbeyli) Ermeni isyanlarının bastırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Yaptığı başarılı çalışmalardan dolayı Fahreddin Paşa Başkumandanlık Vekâleti tarafından 27 Eylül 1915’de muharebe gümüş madalyası ile taltif edilmiştir. Devlete isyan ederek asayişi bozan ve masum insanları katleden Ermenilerin isyanlarını bastırmış olması dolayısıyla İngiliz casusu Lawrence ve Fransız subayı Bremond tarafından haksız yere Ermeni düşmanı olarak suçlanmıştır. Ermeniler hakkında sadece vatanperver ve vazifeşinas bir Osmanlı subayı olarak hizmet eden Fahreddin Paşa yalnız suçlanmakla kalmamış, Ermeni Komita Merkezi tarafından kara listeye alınarak öldürülmesine karar verilmiştir. Ancak Ermeniler bu kararlarını uygulama imkânı bulamamışlardır.


Çarpıtılan Tarihî Gerçekler

Fahreddirı Paşanın sorumluluk sahasında meydana gelen Ermeni isyanlarında İtilaf Devletleri ve misyonerlerin önemli rolü olmuştur. Ermeniler hem bölgedeki 
misyonerler, hem de İtilaf Devletleri tarafından kışkırtılmış ve silahlandırılmıştı

VESİKA 1 Ermenilerin başka bölgelere yerleştirme yaşaya nedenleri hakkında 
Hariciye Hukuk Müşaviri Mehmed Münir Bey’in 1335 (1917) tarihli raporu. BOA. HR. HU, Kr.173/5 

VESİKA 2- Tehcir sırasında Ermenilere fenalıkta bulunanlar hakkında 
tahkikat (Tehcir sırasında Ermenilere fenalıkta bulunduğu bildirilen kişi ve 
memurlar hakkında tahkikat yapılması ve yapılan tahkikatın neticesinin 
bildirilmesi yolunda Dahiliye Nezareti’nden Kayseri Mutasarrıflığıma şifre 
telgraf.) 16 Ca. 1337 (17 Şubat 1919) BOA. DH. ŞFR, nr 96/214 

VESİKA 3- Zeytun, Demirkapu ve Pllümür köylerinde Ermeni askerleri tarafından yapılan yağma ve mezâlim. 

VESİKA 4- Erzurum köylerinde Ermenilerce katledilen Islâm nüfusu ile yakılan köy ve haneleri gösteren cetvel

Fahreddin Paşanın içinde bulunduğu hâdiseler incelendiğinde, tehcir uygulaması 
dışında bulunan Güneydoğu ve Çukurova Ermenilerinin Osmanlı Devletine isyan 
etmek amacıyla uzun bir süredir hazırlık içinde oldukları anlaşılmaktadır. 
Devlet görevlileri Ermeni isyanlarım yatıştırmak için elinden geleni yapmıştır. 
Fakat bütün bu iyi niyetlere Ermeni direnişçiler tarafından ateşle karşılık 
verilmiştir. Bununla da kalınmayarak isyanların bastırılması, Türklerin 
Ermenileri katli seklinde duyurulmuştur. Fahreddin Paşa’nın sorumluluk sahasında meydana gelen Ermeni isyanlarında itilaf Devletleri ve misyonerlerin önemli rolü olmuştur. Ermeniler hem bölgedeki misyonerler, hem de İtilaf Devletleri tarafından kışkırtılmış ve silahlandırılmıştır. Ermenilerin direnme imkânı kalmadığında ise Musa Dağ’da olduğu gibi Hıristiyan kardeşlik ve menfaatleri adına direnişçiler itilaf Devletleri tarafından kurtarılmışlardır. Musa Dağ’da Ermeniler çok az kayıp vermelerine rağmen isyan eden herkesin öldürüldüğünü öne sürecek kadar gerçek dışı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu hadiselerin ortak özelliği, mecburî göç sahası dışında olmalarına rağmen Ermenilerin isyan etmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu isyanların tehcir edilme korkusuyla meydana geldiği iddia edilemez. 

Hatta bu bölge diğer yerlerden tehcir edilen Ermenilerin iskân mıntıkası olarak seçilmişti. 

Bu isyanlar hakkında batılı konsolos, görevli ve misyonerlerin verdiği bilgilerin çoğu taraflı, çelişkili ve yanlıştır. 

Urfa isyanında Alman Misyoner Kunzler, Fahreddin Paşa’yı sebepsiz yere Ermenileri öldürtmekle suçlarken, bazı Ermeni ve Halep Amerikan konsolosluk kaynaklarının Antep’te barış ve huzurun onun sayesinde sağlandığını belirtmesi bu tezada güzel bir örnektir. Bu çalışmada tekrar görülmüştür ki tarih; onu yaşayanın veya gerçeğin değil, yazanın, hatırlayanın, anlatanın, yansıtanın, canlı tutanın ve sahip çıkanın arzu ettiği tarzda şekillenmektedir. Türk-Ermeni ilişkilerindeki kırılmada yaşananların sonuçlarından çok sebeplerini anlamaya yönelik çabalar öğretici ve yararlı olacaktır. Bütün bu vakalar olduğu şekliyle ve tarafların hepsinin ifadesiyle incelendiğinde gerçeğe yakın bir resmin ortaya çıkması; düşmanlık ve nefreti sürdürme yerine birbirini anlama, analiz ve sentez etme gibi yararlı bir yola dönüştürülebilir. Son söz olarak görevini titizlikle 
yapmaktan başka bir maksadı olmayan Fahreddin Paşa’yı Ermeni kasabı ve vatanım korumaktan başka bir gaye gütmeyen milletimizi soykırımla suçlamak büyük bir haksızlık, yanlışlık ve gerçeği saptırmadır.


Osmanlı’ya İsyan eden Ermeni çetelerinin elebaşlarından biri

Kaynaklar: 

BOA, Dâhiliye ؛terâzeN Şifre Kalemi, nr. 54-A/220; İrâde, Taltifat 21 
Zilkade 1333/36; Naci Kâşif Kıcıman, Medine Müdafaası, İstanbul 1971;  

Feridun Kandemir  Peygamberimiz Gölgesinde Son Türkler Medine Müdafaası, İstanbul 1974; 
Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, 111, İstanbul 1972; 

İsmet Görgülü, On ¥ıllık Harbin Kadrosu, Ankara ؛3991 
Cemal Paşa. Hatıralar, Haz. Behçet Cemal, İstanbul 1977; 
Birinci Dünya H arbi’nde Türk Harbi IV.Cilt 1. Kısım: Sina-Filistin Cephesi, Genel Kurmay Basımevi, Ankara 1979; 
Mekki Şebike, El-Arab ve’s-Siyasetü’l-Britaniyye Fi’l-HarbiT-Alemiyye El-ûlâ, Beyrut (Lübnan) 1971; 
Ihsan Sabis, Harb H atıralarım , 1, Ankara 1943, s. 171; 
Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, A nkara 1950; 
Mehmet Hocaoğlu, Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, İstanbul 1976; Kâmurân Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara 1983; Cevdet Küçük, ıl ؟a mr O Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı, (1878-1897), İstanbul 1984; Ermeni Komitelerinin Amâl ve Harekât-1 Ihtilâliyesi, Haz. Cengiz Erdoğan Ankara 1984; Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, A nkara 1990; Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü (1915-1917), A nkara 2005; Talat Paşa’nın Anıları, Haz. Alpay K abalalı. İstanbul 1994; Arnold ]. Toynbee, James Bryee, OsmanlI im paratorluğum da Ermeni- lere Yönelik Muamele 1915-1916,11, Çev. Atilla Tuygan-Jülidereli؟nemriğeD İstanbul 2006; Ergünöz Akçora, “Talat Paşanın 1915 Urfa isyanı Hakkmdaki R aporu”, ^ !. Türk Tarih Kongresi (Eylüll990), Ankara 1994, s. 1785; Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faali- yetleri (1914-1918), I, Ankara 2005; Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, sayı 81 (Aralık 1982), nr. 1820, nr. 1823, ٨٢. 1824, nr. 1836, ٨٢. 1837, nr. 1840, nr. 1841, 1842 ,٢١؛. nr. 1843, nr. 2020; sayı 83 (Mart 1983), nr. 1922; sayı 85 (Ekim 1985), nr. 2017, nr. 2020; sayı 86 (Nisan 1987 ), nr. 2048, nr. 2053, nr. 2057, nr. 2058; H ansT ukas Keiser, şımnalak Barış Doğu ؟dnirelteyaliy Misyonerlik Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938, Çev. Atilla Dirim, İstanbul 2005; a.g.mlf., “Bir Misyoner Hastanesinin Çevresindeki Küçük Dünya: Urfa, 1897- 1922”, Falih Rıfkı (Atay), “Hicaz’daki Son Türk”, Büyük Mecmua, Sayı 1 (6 M art 1919), s. 4; Yenigün, 30 Teşrin-i Sani 1918; Halil Aytekin Kıbrıs’ta M onarga (Boğaztepe) Ermeni Lejyoner Kampı, Ankara 2000; 
Edmond ,dnom؛؛rB ! e Hedjaz Dans Ea Guerre Mondiale, Paris 1931; Thomas E،lwards Lawrence, Seven Pillarş of The Wisdom, London 1983, Türkçe tere.: Bilgeliğin Yedi Direği: Bir Casusun Anıları, Çev. Yusuf Kaplan, İstanbul 1991; Kâz™ Karabekir, ¡stiklal Harbimiz, İstanbul 1988; Erich Feigle, “Franz Werfel And The Forty Days Of M usa Dagh: A Bestseller Serves As A Fake Bıble”, Ermeni A raştırm aları Dergisi, Sayı 4 (Şubat 2001), s. 155- 156, 243-254; Guenter Lewy, TheA rm enian Massacres in Ottoman Turkey, Salt !ake City 2005; Sedat Laçiner-Şenol Kantarcı, A rarat Sanatsal Ermem Propagandası, Ankara 2002.


2016-07-07 
Kursistemin Başkanı

https://haber.kursistem.com/fahreddin-pasa-ve-ermeni-meselesi.html


***



14 Şubat 2016 Pazar

ERMENİLERİN OSMANLIDAN TALEP ETTİĞİ TOPRAKLAR




ERMENİLERİN  OSMANLIDAN TALEP ETTİĞİ TOPRAKLAR


Osmanlı İmparatorluğu’ndan istenilen Topraklar..,


    Osmanlı İmparatorluğu’ndan istenen topraklar konusunda Ermenistan Cumhuriyeti ile Bogos Nubar Paşa arasında fark bulunduğunu belirtmemiz gerekmektedir.
Aharonyan Erivan’dan ayrılmadan önce, o sıralarda parlamento görevini üstlenmiş olan Ermeni “Horhunt”u kendisine Barış Konferansı’nda altı vilayet ile Karadeniz’e bir çıkış istemesi talimatını verilmişti. Ancak adıgeçen Paris’te Ermenistan için istenilecek topraklar konusunda Bogos Nubar Paşa’nın görüşlerini benimsemiş ve böylelikle Konferansta iki Ermeni delegasyonunun aynı talepleri ileri sürmesi mümkün olmuştur.



HARİTA 1

Aharonyan’ın konuşmasındaki “Kafkas Ermenileri, Cumhuriyetin (Ermenistan’ın) Türkiye’nin Ermeni Vilayetleriyle birleşmesini... hararetle istemektedirler” sözleriyle esas
toprak taleplerinin Altı Vilayet olduğunu açıkça belirtmiştir. Buna karşın konuşmasında Bogos Nubar Paşa’nın ısrarla istediği Kilikya hakkında bir belirsizlik vardır. Adıgeçen bu
konuda “Ermenistan’ın iki kısmı, Kuzeyde Gori ve Borcalı’dan aşağıya Akdeniz’e ve güney’de Ermeni Toroslarına uzanan tek bir coğrafya ve ekonomik bütünlüğü temsil
etmektedir” sözleri Altı Vilayet dışında da bazı toprakların istendiğini düşündürmekte ve bu toprakların hem Akdeniz’e hem de Toroslara kadar uzanan yerler olduğu anlamı çıkmaktadır.
Ancak Akdeniz Torosların güneyinde olduğundan bu fiilen mümkün değildir. 

Bir yandan Erivan’dan aldığı talimata uymak diğer yandan Müttefiklerin karşısına tek cephe olarak çıkmak için Bogos Nubar Paşa’yı desteklemek durumunda kalan Aharonyan’ın, kasten
belirsiz beyanlarda bulunduğu, Akdeniz sözcüğünü telaffuz ederek Bogos Nubar Paşa’yı tatmin ettiği, toprak talebinin Toroslara kadar (Torosların ötesindeki Akdeniz’e kadar değil)
olduğunu ifadeyle de Erivan’ın talimatına sadık kalmaya çalıştığı izlenimi edinilmektedir. 

Aharonyan’ın Kilikya sözcüğünü hiç kullanmamış olması bu düşünceyi desteklemektedir. Bogos Nubar Paşa ise taleplerine Kilikya ile başlamaktadır. Kilikya Romalılardan kalma bir coğrafya terimidir. Genel olarak Toros Dağları ile Akdeniz arasında, Batıda yaklaşık Anamur, Doğuda ise İskenderun arasında kalan bölgedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Kilikya adında bir idari bilim yoktur.


HARİTA 2

Bogos Nubar Paşa Kilikya’ya ek olarak Maraş Sancağını talep etmektedir. Böylelikle Kilikya ile Altı Vilayet arasında bir köprü kurulmakta ve tek parça halinde bir Ermenistan vücuda getirilmeye çalışılmaktadır.

Bogos Nubar Paşa’nın diğer bir talebi Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır, Harput (Mamüret-ül Aziz) ve Sivas vilayetleri, diğer bir deyimle Altı Vilayet’tir. Son talep olarak da, Karadeniz’e bir çıkış sağlamak üzere, Trabzon Vilayeti’nin bir bölümü istemiştir. Bogos Nubar Paşa daha sonra bu taleplerinden bazılarından kısmen vazgeçerek Hakkâri’nin ve Diyarbakır’ın güneyinin Kürt, Sivas’ın batısının da Türk bölgesi olduğunu ifadeyle buraları istemediklerini bildirmiştir. 
Bu “ Çömertçe ” hareket, herhalde, istenilen diğer tüm yerlerin Ermeni toprağı olduğuna dinleyenleri ikna etmek amacıyla yapılmış olsa gerektir. Bogos Nubar Paşa’nın talep ettiği yerler 387.424 km2 kadardır. Bu yerler günümüz

Türkiyesinin yaklaşık yarısına (% 49,6) tekabül etmektedir. 


Türk Tarih Kurumu  
Sayfa 24,

DİĞERBİR  BAKIŞ  AÇISIYLA  KONU  ŞÖYLE  DEĞERLENDİRİLİYOR..
( ERMENİ ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ YAZISI )


Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir uluslararası düzen  kurmak üzere Paris’te toplanan Barış Konferansı, taleplerini öğrenebilmek için bazı ülke veya toplumların temsilcilerini dinlemişti.

Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerini temsilen Bogos Nubar Paşa, Kafkasya’daki Ermenistan Cumhuriyeti’ni temsilen de Avetis Aharonyan 26 Şubat 1919 tarihinde Barış Konferansı’nın Onlar Konseyi’nde birer konuşma yapmışlardır. Bu konuşmaların İngilizcesi ve tarafımızdan yapılan Türkçe çevirisi Derginin Arşiv Belgeleri bölümündedir.   

Bogos Nubar Mısırlı bir paşadır. Babası Mısır’da bakanlık yapmış, kendisi de bir süre Mısır Demiryolları Müdürlüğü’nde bulunmuştur. Zengin ve kozmopolit bir kişi olan Bogos Nubar Paşa 1912 yılında, Balkan Savaşlarından sonra, Eçmiyazin’deki Katolikos (Baş Patrik) Beşinci Kevork tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “Ermeni Vilayetleri”nde[1] reform yapılmasını konularını görüşmek üzere, Avrupa ülkelerine özel temsilci olarak atamıştır. Bogos Nubar Paşa bundan sonra Osmanlı Ermenilerinin daimi temsilcisi gibi hareket etmeye başlamıştır. Ayrıca 1916 yılında büyük çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu Fransız “Legion d’Orient’ının kurulmasına yardımcı olmuştur. Bilindiği gibi bu birlik Filistin ve Suriye’de çarpışmalara katılmış, savaştan sonra da Fransız bayrağı altında Güney Anadolu’nun bir kısmını işgal etmiştir.

Avetis Aharonyan bir yazardır. Taşnak Partisi üyesidir. 1918 yılında bir süre Tiflis’teki Ermeni Mili Konseyi’nin başkanlığını yapmış ve sıfatla İstanbul’da ateşkes müzakerelerini yürütmüştür. Ermenistan Hükümeti tarafından Paris Barış Konferansı’na temsilci olarak atanan Aharonyan’ın Erivan’dan Paris’e gelmesi yaklaşık iki ay sürmüştür. Bunun başlıca nedeni İngiliz makamlarının kendisine ve beraberindekilere Ermeni Devleti’nin temsilcisi olarak vize vermekte tereddüt etmeleridir. İngilizler, Komünist idareye karşı Beyaz Rusların isyan ettiği bir dönemde Rusya’nın bölünmesi anlamına gelebileceği için Ermenistan’ın bağımsızlığını tanımaktan ve resmi temasta bulunmaktan bir süre kaçındıkları anlaşılmaktadır.

Onlar Konseyi’nde ilk konuşmayı Aharonyan yapmıştır. Ermenilerin savaş sırasında Müttefiklerin yanında yer aldığını uzun uzun anlatarak, Ermenistan Cumhuriyeti’nin usulüne uygun bir tarzda kurulduğunu vurguladıktan sonra, Konferanstan başlıca iki talepte bulunmuştur. Bunlardan birincisi Ermenistan Devleti’nin tanınmasıdır. Aharonyan bu talebini Paris Barış Konferansı’nda yer almalarına izin verilmesi olarak ifade etmiştir. İkinci talep ise Ermenistan Cumhuriyeti’nin Türkiye’nin “Ermeni vilayetleriyle” birleşmesidir.

Bogos Nubar Paşa’nın konuşmasıysa çok daha uzundur. O da Ermenilerin savaşta Müttefiklerin yanında yer aldığını, Légion d’Orient’a da atıf yaparak söylemiş, Ermenilerin ayrıca Fransız Légion Etrangère içinde de çarpıştığını belirtmiş, İtilaf Devletlerinin Müttefiklerin davasına bağlılığının Ermenilerin “maruz kaldıkları katliam ve sürgünlerin saiklerinden biri” olduğunu iddia etmiş, Ermenilerin “savaşan taraf” olduğunu vurgulamış ve savaşta Ermenilerin yaşam olarak ödediği bedelin diğer ülkelerinkinden daha ağır olduğunu ileri sürmüştür. Bogos Nubar Paşa konuşmasında yeni kurulacak Ermenistan’ın sınırları konusuna uzun uzun değinmiş, Ermenistan’a verilmesini istediği yerlerdeki nüfustan da örnekler vererek bahsetmiştir. 

Bogos Nubar’ın taleplerine gelince bunlar Osmanlı İmparatorluğu’ndan bazı toprakların Ermenistan’a katılması ve Ermenistan Devleti’nin “mandat” idaresine verilmesi olarak özetlenebilir.

Her iki Ermeni temsilcinin konuşmalarında en önemli konu şüphesiz Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ermenistan’a verilmesini istedikleri topraklardır. Bu taleplerini desteklemek üzere de Ermeni nüfusu hakkında bazı bilgiler vermişlerdir. Bu iki konuyu aşağıda ayrıca inceliyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan istenilen topraklar

Osmanlı İmparatorluğu’ndan istenen topraklar konusunda Ermenistan Cumhuriyeti ile Bogos Nubar Paşa arasında fark bulunduğunu belirtmemiz gerekmektedir.

Aharonyan Erivan’dan ayrılmadan önce, o sıralarda parlamento görevini üstlenmiş olan Ermeni “Horhunt”u kendisine Barış Konferansı’nda altı vilayet ile Karadeniz’e bir çıkış istemesi talimatını verilmişti. Ancak adıgeçen Paris’te Ermenistan için istenilecek topraklar konusunda Bogos Nubar Paşa’nın görüşlerini benimsemiş[2] ve böylelikle Konferansta iki Ermeni delegasyonunun aynı talepleri ileri sürmesi mümkün olmuştur. 

Aharonyan’ın konuşmasındaki “Kafkas Ermenileri, Cumhuriyetin (Ermenistan’ın) Türkiye’nin Ermeni Vilayetleriyle birleşmesini... hararetle istemektedirler” sözleriyle esas toprak taleplerinin Altı Vilayet olduğunu açıkça belirtmiştir. Buna karşın konuşmasında Bogos Nubar Paşa’nın ısrarla istediği Kilikya hakkında bir belirsizlik vardır. Adıgeçen bu konuda “Ermenistan’ın iki kısmı, Kuzeyde Gori ve Borcalı’dan aşağıya Akdeniz’e ve güney’de Ermeni Toros’larına uzanan tek bir coğrafya ve ekonomik bütünlüğü temsil etmektedir” sözleri Altı Vilayet dışında da bazı toprakların istendiğini düşündürmekte ve bu toprakların hem Akdeniz’e hem de Toros’lara kadar uzanan yerler olduğu anlamı çıkmaktadır. Ancak Akdeniz Toros’ların güneyinde olduğundan bu fiilen mümkün değildir.

Bir yandan Erivan’dan aldığı talimata uymak diğer yandan Müttefiklerin karşısına tek cephe olarak çıkmak için Bogos Nubar Paşa’yı desteklemek durumunda kalan Aharonyan’ın, kasten belirsiz beyanlarda bulunduğu, Akdeniz sözcüğünü telaffuz ederek Bogos Nubar Paşa’yı tatmin ettiği, toprak talebinin Toros’lara kadar (Toros’ların ötesindeki Akdeniz’e kadar değil) olduğunu ifadeyle de Erivan’ın talimatına sadık kalmaya çalıştığı izlenimi edinilmektedir. Aharonyan’ın Kilikya sözcüğünü hiç kullanmamış olması bu düşünceyi desteklemektedir.

Bogos Nubar Paşa ise taleplerine Kilikya ile başlamaktadır. Kilikya Romalılardan kalma bir coğrafya terimidir. Genel olarak Toros Dağları ile Akdeniz arasında, Batıda yaklaşık Anamur,  Doğuda ise İskenderun arasında kalan bölgedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Kilikya adında bir idari bilim yoktur.

Bogos Nubar Paşa Kilikya’ya ek olarak Maraş Sancağını talep etmektedir. Böylelikle Kilikya ile Altı Vilayet arasında bir köprü kurulmakta ve tek parça halinde bir Ermenistan vücuda getirilmeye çalışılmaktadır.

Bogos Nubar Paşa’nın diğer bir talebi Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır, Harput (Mamüret-ül Aziz) ve Sivas vilayetleri, diğer bir deyimle Altı Vilayet’tir.

Son talep olarak da, Karadeniz’e bir çıkış sağlamak üzere, Trabzon Vilayeti’nin bir bölümü istemiştir[3].

Bogos Nubar Paşa daha sonra bu taleplerinden bazılarından kısmen vazgeçerek Hakkâri’nin ve Diyarbakır’ın güneyinin Kürt, Sivas’ın batısının da Türk bölgesi olduğunu ifadeyle buraları istemediklerini bildirmiştir. Bu “cömertçe” hareket, herhalde, istenilen diğer tüm yerlerin Ermeni toprağı olduğuna dinleyenleri ikna etmek amacıyla yapılmış olsa gerektir.

Bogos Nubar Paşa’ın taleplerini gösteren bir harita (HARİTA I)[4] eklidir. Talep edilen yerlerin 387.424 km2 kadar olduğu tarafımızdan hesaplanmıştır[5]. Bu yerler günümüz Türkiyesinin yaklaşık yarısına (% 49,6) tekabül etmektedir.

I. Dünya Savaşı sırasında Müttefikler arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına ilişkin anlaşmalarda[6] bağımsız bir Ermenistan kurulmasından ve bu ülkeye Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak verilmesinden bahis yoktur. Çarlık Rusyası devrilince bu anlaşmalarla Rusya’ya ilhak edilmesi öngörülen toprakların Ermenistan’a verilmesi gündeme gelmiştir. Bu hususta hem A.B.D. hem de İngiltere’de, savaşın bitiminden önce, hazırlık çalışmaları yapılmıştır.

A.B.D.’de kamuoyu ve Hükümet,  Ermenilere Osmanlı İmparatorluğu’nda eziyet yapıldığına ve katliama uğradıklarına, o itibarla Ermenilerin Osmanlılardan kurtarılması gerektiğine öteden beri inanmıştı. Bu kanının yerleşmesinde özellikle Anadolu’daki Amerikan misyoneri neden olmuştur. Başkanın talimatıyla,  savaş sonrası toprak düzenlemeleri ve diğer hususlarda tavsiyelerde bulunmak üzere kurulan ve Unites States Inquiry (Birleşik Devletler Araştırması) adını taşıyan bir uzmanlar örgütü, yukarıda değindiğimiz kanının etkisiyle, savaştan sonra Ermenilere en azından özerklik verilmesi ilkesini benimsemiş ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ermenistan’a hangi toprakların verileceği üzerinde çalışmaya başlamıştı. 21 Ocak 1919 tarihinde Başkan Wilson’a sunulan tavsiyeler arasında Ermenistan adını taşıyacak yeni bir ülke kurulması ve Milletler Cemiyeti adına hareket edecek bir büyük devletin “mandat”sına verilmesi hususu yer almıştır. Tavsiyeler Ermenistan’a verilecek toprakları da belirlemektedir. Bu topraklar Bogos Nubar Paşa’nın istediği toprakların hemen hemen aynıdır. Ancak Kayseri ile Kafkasya’daki Ahaltsih bölgesini de Ermenistan’a vermekle Bogos Nubar Paşa’nın taleplerinin bile ötesine geçmiştir[7]. ABD’nin Ermenistan’a vermeyi öngördüğü toprakları yaklaşık 390.318 km2 olarak hesapladık.

İngiltere’de de Ermeniler lehine Osmanlılar aleyhine bir hava mevcut bulunuyordu. Osmanlılar I. Dünya Savaşı’na Almanların yanında yer alınca bu hava daha da ağırlaşmıştı.

İngiltere Başbakanı David Lloyd George anılarında, savaşın başında bu insanlık dışı İmparatorluğu  (Osmanlı İmparatorluğu’nu kastediyor) yenmeyi başardıkları takdirde barışın koşullarından birinin, Türklerin alçakça hareketleriyle lekelenmiş olan Ermeni vadilerini onların kanlı ve kötü idaresinden kurtarmayı düşünmüş olduklarını yazmıştır [8]

İngiltere’de uzun çalışmalar sonunda hazırlanan, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına ilişkin 7 Şubat 1919 tarihli bir muhtırada büyük bir devletin “mandat” idaresine verilecek olan Ermenistan’ın sınırları şöyle belirleniyordu: Güneyde İskenderun-Diyarbakır hattından sonra Fırat Nehrini izlenerek oradan da İran sınırına ulaşan bir hat; kuzeyde Trabzon Sürmene arasında bir noktadan, Batum’a kadar Karadeniz kıyıları; batıda Mersin-Sivas hattı.

Bu plan Akdeniz’den Karadeniz’e kadar uzanan bir Ermenistan kurmakla beraber Bogos Nubar Paşa’nın talepleri ve Amerikan planına nazaran daha az toprak içermektedir. Hesaplarımıza göre İngilizlerin Ermenistan’a verilmesini uygun gördükleri yerler 226.644 km2 tutmaktadır. Diğer yandan İngiliz planında Karabağ Ermenistan’a verilmemiş, Rusya’nın Erivan Guberniia’sının (vilayetinin) Müslüman halkıyla Karabağ’ın Ermeni halkının mübadele edilmesi öngörülmüştür[9].

Amerikan ve İngiliz planlarında Ermenilere verilmesi öngörülen topraklarla Bogos Nubar Paşa’nın talepleri ekteki Harita II’ de gösterilmektedir[10].

Fransa’ya gelince bu ülkenin bağımsız bir Ermenistan kurulmasına itirazı yoktur. Ancak 1916 Skyes-Picot Anlaşması’yla Fransa’ya verilen Osmanlı topraklarıyla Bogos Nubar Paşa’nın toprak talepleri, Adana, Sivas, Mamuret-ül Aziz veDiyarbakır vilayetlerinde büyük ölçüde örtüşmektedir. Diğer bir deyimle bu bölgelerde Fransızlar ve Ermeniler aynı toprakları talep etmektedirler. Skyes-Picot Anlaşması’yla Fransa’ya bırakılması planlanan topraklar ile Bogos Nubar Paşa’nın talepleri Harita III’ de gösterilmiştir.

Fransız-Ermeni anlaşmazlığı zamanla Kilikya üzerinde yoğunlaşmıştır.  Fransa Kilikya’yı “mandat”sını alacağı Suriye’ye dâhil etmek istemiştir. Fransa’nın güdümünde olup, Suriye’nin çıkarlarını savunmak üzere kurulmuş Suriye Komisyonu Baş Temsilcisi Şükrü Ganem 13 Şubat 1919 tarihinde Onlar Konseyi’nde yaptığı konuşmada Suriye’nin iyi belirlenmiş sınırları bulunduğunu söylemiş ve bu sınırların Toros Dağları, Sina Çölü ve Akdeniz olduğunu söylemiştir [11]. Toros Dağlarını sınır olunca Kilikya’yı Suriye içinde kalmaktadır. O nedenle Bogos Nubar Paşa konuşmasında, Suriyelilerin Kilikya’nın büyük bir kısmını ülkelerine dahil etmek için, son derecede yersiz taleplerde bulunduklarını söylemiş ve ayrıca Suriye’nin kuzey sınırının Toros Dağları değil Amanos Dağları olduğunu ifade etmiştir.  

Ermeni Nüfusu

Gerek Aharonyan gerek Bogos Nubar Paşa konuşmalarında Ermeni nüfusu hakkında bilgiler vermiştir. Bogos Nubar Paşa ayrıca savaş sırasında Ermeni kayıplarından da bahsetmiştir.

Aharonyan’a göre Kafkasya’da 2 milyon Ermeni vardır. Bunlara, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaçan, 400 ila 500 bin kişi dâhildir.

Bogos Nubar Paşa ise savaştan önce dünyada 4,5 milyon Ermeni olduğunu, bunun 2 milyonun Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşadığını ve savaşta Ermenilerin kaybının 1 milyonu aştığını söylemiştir; bunun dışında rakam vermemiştir. Ancak talep ettiği muazzam topraklar için, gerekçe olmak üzere, bazı iddialar ileri sürmüştür. Bu konudaki hayli uzun ve karışık ifadelerinin ana noktaları şöyle özetlenebilir:

- Türk (Osmanlı) Hükümeti istatistikleri Ermenileri az göstermek için tahrif etmiştir.
- Ermeniler Savaştan önce Türklerden fazlaydı.
- Savaş içinde katliam ve sürgünlerden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni kalmadığı veya az sayıda Ermeni kaldığı doğru değildir.
- Savaşta ölenler de yaşayanlar gibi sayılmalıdır.
- Türkler savaşta 2,5 milyon kayıp vermiştir. Bunun yarısı Ermeni vilayetlerindendir. Bu nedenle Ermeniler halen de çoğunluktadır.
- Savaştan sonra Ermeniler Türklerden, hatta Türk ve Kürtlerden daha fazla olacaklardır.
- Kafkasya’daki Ermenilerle birleşilirse bu çoğunluk daha da artacaktır.

Osmanlı İstatistikleri devleti oluşturan tüm halkları kapsamaktadır. O itibarla bu istatistiklerin sadece Ermeniler için tahrif edilmiş olması anlamsız bir ifadedir. Ayrıca

Bugos Nubar Paşa’nın bu sözde tahrif için verilmiş olan üç örnek de tutarsızdır[12].

Savaştan sonra Ermenilerin bu bölgede Türklerden fazla olduğuna gösteren hiçbir kaynak yoktur. Mevcut kaynaklar arasında Ermenilerin sayısın en fazla gösteren ancak doğruluğu kanıtlanamayan, Ermeni Patrikhanesine atfedilen istatistiklerinde bile Altı Vilayette Ermeni nüfusu bu vilayetlerdeki toplam nüfusun  % 39’u olarak gösterilmektedir[13]. Diğer bir deyimle Bogos Nubar Paşa’nın savaştan önce Ermenilerin çoğunlukta olduğu iddiası, Patrikhane istatistikleri tarafından bile desteklenmemektedir.

Bogos Nubar Paşa’nin istediği topraklarda, savaştan önce, 1912 yılında yaşayan Ermeni nüfusu şu şekilde hesaplanmaktadır[14].

Vilayet Ermeni nüfusu Toplam Nüfusun %

 Bitlis     191.156                 31.3
 Mamuret-ül Aziz 111.043 16,3
 Diyarbakır 89.131 11,8
 Van 130,500 15,6
 Sivas 182, 912 12,4

 Altı Vilayetin Toplamı 867.960 17,3

 Adana Vilayeti 74.930 11,2
 Trabzon Vilayeti 63.326 4,5

Toplam 1.006.216 14,02

Görüldüğü gibi o dönemde, Ermeni vilayetleri olarak da adlandırılan Altı Vilayetteki Ermeni nüfusunun oranı % 17,3’dür. Bu vilayetlere Adana ve Trabzonvilayetlerinin eklenmesiyle, yaklaşık olarak, Bogos Nubar’ın istediği topraklara ulaşılmaktadır. Buradaki Ermeni nüfusu daha da düşük olup toplam nüfusun %14,02 kadardır.

Bu vesileyle artık ciddi Ermeni yazarlarının, Altı vilayette veya Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir yerinde Ermenilerin çoğunluğu oluşturmadıklarınıkabul ettiklerini belirtelim[15].

Bogos Nubar Paşa’nın tüm gayretinin savaştan sonra Anadolu’da bir Ermeni çoğunluğu bulunduğuna veya olacağına Onlar Meclisi’ni inandırmak olduğu görülmektedir. Bunun için savaşta çok sayıda Türk öldüğünü, buna karşın, sürgün ve katliamlara rağmen, Anadolu’da az olmayan bir sayıda (ne kadar olduğunu söylememektedir) Ermeni kaldığını belirtmekte ve ayrıca ölen Ermenilerin de yaşayanlar gibi sayılması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu düşünceye göre ölen Ermeniler ölmemiş sayılacak, böylece Ermeniler, savaştan önce Türklerden fazla oldukları varsayımına göre savaştan sonra da fazla olacaklardır. Ölenleri de saymak mantığın garabetini ayrıca açıklamaya gerek görmüyoruz. Ne var ki, yukarıda belirttiğimiz gibi, Ermeniler, Bogos Nubar Paşa’nın istediği topraklarda, savaştan önce %14,02 oranında olduğundan savaştan sonra ölüleri de saymak bir çoğunluk yaratmamaktadır.

Ermeni Delegelerinin Barış Konferansı’nda yaptığı konuşmalarda, savaş sırasında Ermeni kayıpları hakkında bazı bilgiler bulunduğu görülmektedir.

Bu konuyu incelemeye başlamadan önce kayıp kavramına açıklık getirmek gerekmektedir. Ermeni Diasporası kayıpları sevk ve iskân sırasında öldürülen Ermeniler olarak kabul etmektedir. Oysa kayıp kavramı, bir ülke veya bölge nüfusunda belirli bir dönemdeki azalmayı ifade etmektedir. Bu azalmanın başlıca nedenleri yaşlılık, iyi beslenmeme, salgın hastalıklar, sağlık hizmetleri yetersizliği, kazalar ve son olarak da şiddet hareketlerinin neden olduğu ölümlerdir.

Aharonyan, Ermenilerin savaş sırasındaki fedakârlıklarından uzun uzun bahsetmesine rağmen, kayıplar hakkında doğrudan bir bilgi vermemektedir. Ancak verdiği rakamlardan Kafkas Ermenilerinin kayıplarının hesaplanması mümkündür. Ahoranyan’a göre Kafkasya’daki Ermenilerin nüfusu Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de 2 milyon, savaştan sonra da 2 milyondur. Bu son rakama savaş içinde Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaçan 400 ilâ 500 bin Ermeni dâhildir. Ermenistan’a sığınan bu kişilere rağmen nüfus aynı kaldığına göre Kafkasya Ermenilerinin savaş içinde 400 ilâ 500 bin kayıp vermiş oldukları sonucuna varılmaktadır.

Bogos Nubar ise kayıplar hakkında birbiriyle çelişen ifadelerde bulunmaktadır. Konuşmasının başında Ermeni sevk ve iskânına değinerek, katliam ve sürgün kurbanlarının bir milyondan fazla olduğunu söylerken, daha sonra Ermenilerin savaşta verdiği 1 milyon kaybın en aşağı yarısının (Osmanlı İmparatorluğu’ndaki) Ermeni vilayetlerinden verildiğini ifade etmektedir. Böylelikle Osmanlı Ermenilerinin kayıpları için biri 500 bin diğeri 1 milyondan fazla olmak üzere iki rakam vermekte ancak ifadesindeki bu çelişkinin nereden ileri geldiğini açıklamamaktadır.

Bogos Nubar Paşa’nın birbirini tutmayan ifadaleri, ayrıca 4,5 milyonluk küçük bir Ermeni nüfusu için milyon ve yarım milyon gibi çok fazla yuvarlatılmış rakamlar vermesi aslında Ermenilerin sayısı hakkında sarih bir bilgisi olmadığını ve mümkün olduğu kadar fazla toprak koparabilmek için abartılı rakamlar öne sürdüğünü düşündürmektedir.

Diğer yandan Müttefiklerin de Ermenilere toprak verilmesini savunmak için bazı alışılmadık formüller icat ettiklerini ve Wilson ilkelerinden sapmaya çalıştıkları görülmektedir. Ermeniler için “ölenlerin yaşayanlar gibi sayılması” fikri bu çerçevededir.  Bu fikrin esasında Ermenilere değil İngilizlere ait olduğu saptanmıştır. 1918 yılı sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun akıbeti hakkında İngiliz Dışişlerinde hazırlanan bir belgede,  bu bölgede tarafların taleplerin orantılı olarak saptanması çalışmalarında, Ermenistan için ölenlerin ve sürgüne gönderilenlerin de dikkate alınması gerekeceği belirtilmiştir. Ayrıca, Yahudi göçmenlere Filistin’de bir yurt kurmak için sağlanacak kolaylıkların yabancı ülkelerdeki Ermenilere tanınması, diğer bir deyimle bunların kurulacak Ermenistan’a göç etmelerine izin verilmesi öngörülmüştür [16]. Bu formülün ileri sürülmesi nedeninin, serf determinasyon ilkesinin uygulanması halinde, Osmanlı topraklarında bir Ermenistan kurulmasının (Filistin’de de bir Yahudi Yurdu yaratılmasının)  imkânsız olmasıdır.  Nitekim yukarıda değindiğimiz 7 Şubat 1919 tarihli İngiliz muhtırasında bu husus “Ermeniler ve Yahudilerin tarihi gerekçelere dayanan talepleri için, sayılarıyla orantılı olmayacak şekilde, self-determinasyon ilkesinin uygulanması“ olarak ifade edilmiştir[17]. Bu sözler, dolaylı bir şekilde, aslında bu bölgelerde self-determinasyon ilkesinin uygulanmayacağını belirtmektedir.

Bu düşünce tarzının adaletsiz olduğunda şüphe yoktur; “tarihi gerekçelere” dayanılarak bir halka toprak verildiği takdirde o topraklarda yaşamakta olan yerli halkın hakkı yenmektedir. Bu da yerli halkın tepkisini neden olmakta ve Arap-İsrail anlaşmazlığında olduğu gibi, çok uzun süren ve ne zaman sona ereceği belli olmayan kanlı bir mücadele başlamaktadır.

Bu vesileyle Anadolu’nun paylaşılmasında Müteffik Devletlerin bu bölgede Türklerin ve diğer Müslümanların büyük çoğunluğunu oluşturduğuna ve self determinasyon ilkesine göre bu bölgenin söz konusu çoğunluk tarafından idare edilmesini gerektiğine hiç önem verilmediklerini belirtelim. Bu davranışın altında mağlup tarafın cezalandırılması isteğinin yatmaktadır. O kadar ki Barış Konferansın başlarında bağımsız bir Türk devleti kurulması düşünülmezken sonraları, özellikle Hindistan Müslümanların halifeliğin ilgasına tepki göstereceği endişesiyle, Sevr Antlaşması’nda, küçük de olsa, bir Türk devletine müsaade edilmiştir.

Diğer yandan Müttefiklerin, Türklerin ülkelerinin paylaştırılmasına direniş göstermeleri olasılığını da dikkate almadıkları görülmektedir. Gerek İngiltere gerek Fransa’nın, fazla sorun yaşamadan idare ettikleri sömürgelerindeki Müslüman halkları örnek alarak, Türklerin de onlar gibi davranacaklarını zannetmiş oldukları anlaşılmaktadır. O dönemde sözünü ettiğimiz Müslüman halklar için önemli olan dini inanç ve geleneklerine karışılmamasıydı. Bu halklar, genellikle aşiret şeklindeki sosyal örgütlenmeleri korunduğu takdirde, yabancıların hâkimiyetini fazla zorlanmadan kabul ediyorlardı. Oysa Osmanlıların son yıllarında yetişmiş olan aydın kuşaklar büyük ve şanlı bir İmparatorluğun mensubu olmanın verdiği gurur ve güvenle kendilerini kimseden aşağı görmüyorlardı. Onların ne büyük devletler ne de düne kadar idare ettikleri haklar (Ermeniler, Yunanlılar) tarafından idare edilmeyi kabul etmeleri söz konusu değildi. Nitekim kısa sayılacak bir zamanda Anadolu’da, Müttefiklerin hayal dahi edemediği bir boyutta, direniş hareketleri başladı. Bir Meclis, bir hükümet ve bir nizami ordu kurularak yeni Türk devletinin temelleri atıldı. Müttefiklerin düşlediği büyük Ermenistan ancak Türklerin karşı çıkmaması halinde kurulabilirdi. Direniş başlayınca Müttefiklerin Ermenistan hakkındaki tutumları da değişti. Nitekim Sevr’in öngördüğü Ermenistan, Bogos Nubar’ın talep ettiği ve başlangıçta İngiliz ve Amerikalarılar tarafından da onaylanan Ermenistan’ın üçte biri kadardır. O dahi gerçekleşmedikten başka Kafkasya’daki Ermenistan Cumhuriyeti de Sevr’den dört ay sonra ortadan kalktı.

Paris Barış Konferansı’nda Ermeni taleplerinin nasıl geliştiği konusuna bir diğer yazınızla devam edeceğiz.


[1] O dönemde ABD ve Avrupa’da bazı basın ve çevreler tarafından kullanılan “Ermeni Vilayetleri” deyimi, Ermenilerin çoğunlukta olduğu iddia edilen, gerçekte azınlıkta oldukları altı vilayeti ifade etmektedir. Bu vilayetler Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Mamuret-ül Aziz (Malatya) ve Diyarbakır’dır.
[2] Anahide Ter Minassian, La République d’Arménie, Bruxelles:Editions Complexe, 1989, ss.158,159 ; Richard G. Hovannisian, The Republic Of , Cilt 1, Berkeley and Los Angeles: 1974, ss. 259-260; Claire Mouradian, L’Arménie, Paris: Que saia-je, 1995, s. 71.
[3] Bogos Nubar Paşa konuşmasında Trabzon ahalisinin çoğunluğunun Rum olduğunu kabul ettiğini ancak bu limanın kuzeyde Ermenistan’ın Karadeniz’e tek çıkış yeri olduğunu, Yunan Başbakanı Venizelos’un  (bu yerleri Ermenistan’a bırakmakla) konuyu büyük bir adalet duygusuyla ele aldığını söylemiştir. Venizelos Barış Konferansı Onlar Konseyi’nde 3 ve 4 Şubat 1919 tarihlerinde konuşmuştur. Amerikan Başkanı W. Wilson’un kendisine yönettiği bir soruya cevaben, 360.000 kişiyi barındıran Trabzon’da bir cumhuriyet kurulması istendiğini,  kendisinin bunu desteklemediğini zira fazla sayıda küçük devlet kurmanın gereksiz olduğunu, ayrıca Trabzon şehri cıvarının çok sayıda Türk tarafından çevrilmiş bulunduğunu ve Trabzon’un Ermeni Devletinin bir parçası olması gerektiği kanısını taşıdığını söylemiştir. (Papers Relating to the Foreign Relations of the . Paris Peace Conference 1919, Cilt IV, United States Government Printing Office,1948, ss. 872,873)
[4] Bu yazıdaki tüm haritalar çeşitlil kaynaklara dayanılarak  Pınar Güven tarafından çizilmiş   ve yüzölçümleri hesaplanmıştır.
[5] Boğos Nubar Paşa’nın ilk talepleri Kayseri ve civarını içermiyordu ve yaklaşık 369.955 km2
kadardı.  Bir yıl sonra, 1920’de, Ermeni Heyetinin konferansa sunduğu bir haritad Kayseri Ermenistan taleplerine dahil edilmiştir. Böylelikle istenen toprakların yüzölçümü 387.424 km2’ye çıkmıştır. 1920 yılı haritası şu kitapta bulunmaktadır: Anita L.P. Burdett, Der.,   Political and Ethnic Bounderies 1878-194,Chipenham, Wilts: Archive Editions, 1998. Map depicting proposed limits of c. 1920. Délégation Nationale Arménienne
[6] Söz konusu anlaşmalar şunlardır: İstanbul ve Boğazlara ilişkin 18 Mart 1915 tarihli Anlaşma, 26 Nisan 1915 tarihli Londra Anlaşması, 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması ve 17 Nisan 1917 tarihli St. Jean de Maurienne Anlaşması
[7] Richard G. Hovannisian, The Republic..., ss. 263–265.
[8] David Lloyd George, Memoirs of the Peace Conference, Cilt 2, London: Victor Gollancz Ltd., 1983, s.496.
[9] Richard G. Hovannisian, The Republic…, ss. 265-272.
[10] Richard G. Hovannisian, The Republic of Armenia..., s. 274’de yer alan harita esas alınmıştır.
[11] Papers Relating to the Foreign Relations..., s. 1025
[12] Bogos Nubar Paşa Türk Hükümeti’nin Van Vilayeti için 80.000 Ermeni gösterdiğini söylemektedir. McCarthy’nin verdiği rakam 130.500’dür; bkz.: Justin McCarthy,  The Population of Ottoman Armenians, The Armenians in the Late Ottoman Period, Ankara: TTK, 2001, s. 70. Maraş Sancaği ve Zeytun Köyü ise küçük yerlerdir. Buralardı Ermeni nüfusu toplam nüfus için bir örnek olamayacak kadar azdır.
[13] Justin McCarthy, The Population of..., s.67. 
[14] Bkz.: Justin McCarthy, The Population of..., s.70’deki tablo.
[15] Ronalds Grigor Suny, Looking Towards Ararat, in Modern History, Indianapolis: Indiana UniversityPress,1993, ss. 128, 129
Richard G. Hovannisian, The Republic of Armenia..., s.265
Anahide Ter Minassian, La République d’Arménie..., s.160
[16] Richard G. Hovannisian, The Republic of Armenia…, s. 267.
[17] Richard G. Hovannisian, The Republic of Armenia…, s. 270
  ----------------------
* Avrasya İncelemeleri Merkezi Başkanı - oelutem@avim.org.tr
- ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 22, Yaz 2006

http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=416

..