Ermeniler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ermeniler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2020 Pazartesi

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013.

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013




Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) 2009 yılı başında Ankara’da Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı tarafından kurulmuştur. 

Merkez’in görevi, Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Avrupa, Asya ( Özellikle Rusya, Türk Cumhuriyetleri, Irak başta olmak üzere Türkiye’nin diğer komşuları ve Asya kıtasının büyük ülkeleri) bölgelerinde ve Avrupa Birliği Teşkilatı ve ülkelerinde Türkiye’yi ilgilendiren konularda araştırmalar yapmak, bunları yazılı ve dijital ortamlarda yayımlamak, bu konularda toplantılar düzenlemek, toplantılara katılmak ve eğitim vermektir. 

Bunlar haricinde AVİM, Ankara’da 1999-2009 yılları arasında faaliyet göstermiş olan Avrasya Stratejik Araştırmaları Merkezi’nin (ASAM) Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün faaliyetlerini de üslenmiştir. AVİM bu Enstitüce çıkartılmış olup halen Terazi Yayıncılık tarafından yayımlanan üç derginin hazırlanmasına yardımcı olmaktadır. Söz konusu dergiler şunlardır: 

Ermeni Araştırmaları (İlk yayın 2001) 
Review of Armenian Studies (İlk yayın 2002) 
Uluslararası Suçlar ve Tarih (İlk Yayın 2005) 

AVİM her İş günü Kafkasya ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Irak ve Asya ve 
Avrupa’yı (AB) ilgilendiren haber ve yorumlardan oluşan, e-posta ile yaklaşık 

7.000 aboneye gönderilen bir bülten çıkarmaktadır. 
AVİM ayrıca bir ana sayfa ve dört ayrı dosyadan (Kafkaslar ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Asya ve Avrupa) oluşan bir Web Sitesine sahiptir. 

E. Büyükelçi Alev KILIÇ AVİM’in başkanlığını yapmaktadır. 

AVİM Rapor No: 1 
Şubat 2014 
JEREMY SALT 
ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013 

Jeremy SALT 

Özet; 

Bu kısa makale İngiliz gazeteci Robert Fisk trafından Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında ve günümüzde Suriye’de çektikleri acı arasında kurduğu paralelliği konu almaktadır. Yazar başka paralellikler de kurmaktadır: örneğin 1914-1918 arasında Ermeniler ve diğer etnik-dini grupların itilaf devletlerinin 
çıkarları doğrultusunda manipüle edilmesi ile günümüzde Suriye’ye batılı hükümetler ve bölgedeki müttefikleri tarafından yapılan müdahalelerin insani sonuçları arasında. Gerçekten de Orta Doğu’nun ve Kuzey Afrika’nın tamamı 19ncu yüzyılın başından bu yana batılı güçler için bir müdahale alanı olmuştur. 
Yazar “Ermeni sorununun” gözler önüne serilmesinden zafer kazanmış savaş dönemi büyük devletlerinin himayesinde yürütülmüş ve hem Anadolu Türkleri hem de Yunanlılar için felaketle sonuçlanmış olan Anadolu’nun 1919’da Yunan işgaline uğramasına kadar birçok anahtar tarihsel olaya göz atıyor. Makale 
dünya tarihinin en yıkıcı savaşının gerçekleştiği dönemin şartlarında tüm dinsel-etnik grupları arasında şiddeti uygulayanlar ile bu şiddetin mağdurları arasında çizilen ayrımı sorgulamaktadır. Yazar bu gerçeğin kabul edilmesinin bugün hala derin bir şekilde kutuplaşmış bulunan tarihsel anlatılara tutunan gruplar 
arasında hakiki bir uzlaşının sağlanabilmesi açısından en temel dayanak olduğu nu ifade etmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Fisk, Ermeniler, Osmanlı hükümeti, tehcir, Justin McCarthy, Avustralya, Rusya, Osmanlı vilayetleri, ayaklanma, Van, Üçüncü Ordu, Andonian belgeleri, lobiciler, Fransa, Kürdistan, savaş dönemi mezalimleri ve yargılama ları, Asuriler, Balkan Müslümanları, 1919 Yunan İşgali, Suriye Hristiyanları ve Müslümanları, 1915 ve 2013 arasında paralellikler. 

Yakın zamanda yayınlanan bir makalede.
1 Robert Fisk, “Nearly a century after the Armenian genocide, these people are still being slaughtered in Syria”, (Ermeni soykırımından yaklaşık yüzyıl sonra bu insanlar hala Suriye’de katlediliyor). The Independent, December 1, 2013. 


Robert Fisk 1915’te Ermenilerin katledilmesi ile 2013’te Suriye’de çektikleri acılar arasında bir paralellik kurmuştur. Gelişen olaylara verilen bu yanıtın dayanağı Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda başlarına gelenler, şu an Suriye’de olanlar ve tarihte bu iki olay arasındaki diğer paralelliklerdir. 

Uzun bir süre boyunca Fisk’in Osmanlı hükümetine karşı yönelttiği suçlamalar, Osmanlı hükümetinin yerel görevlilere Ermenileri yok etme emri verildiğini “gösteren”, ancak aslında sahte olan ve kötü üne sahip Andonian “belgelerine” dayanmaktaydı. Yazarın kendine ait iddialarının birçoğu da Birinci Dünya Savaşı propagandası veya kendi hayali varsayımlarına dayanıyordu. 

  1915 katliamlarından hayatta kalan yaşlı Ermenilerin ona anlattığı hikâyeler ancak Ermeniler tarafından yapılan katliamlardan hayatta kalan yaşlı Müslümanlarca anlatılanlarla ölçülebilirdi, tabi Fisk bunlardan haberdar olsa, ya da bu insanlarla ölmeden önce konuşmak için Doğu Anadolu’ya gitme zahmetine girseydi. 

2015’in yaklaşmasıyla beraber kültürel anaakım Türk hükümetini 1915’te olan olayların bir soykırım olduğunu, yani Ermenilerin sırf Ermeni 
oldukları için yok edildiklerini “itiraf etmesine” yönelik propaganda dalgasına maruz bırakacak. 
Bu konuda herhangi bir tartışma bulunmamaktadır; ama bu yokluğun sebebi, bu konuda karşı anlatıların bulunmaması değil bu karşı anlatıların dikkate alınmamasıdır. 

Görünüşe bakılacak olursa son dönem Osmanlı tarihi hakkında Ermeni propagandacılarının önlerine koyulanlar dışında hiçbir şey bilmemelerine rağmen veya derin bir şekilde önyargılı, sıklıkla dürüst olmayan veya bilgiden yoksun kaynakları okuyanlar için hakikat çok açık bir şekilde ortadadır. 2010 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin bu konuda geçirdiği karar bu tarzda çarpık bir zihniyetin ürünüdür. Komite kararında yer alan iki milyon Ermeni’nin “sınır dışı” (deport) edildiği iddiası saçmalıktan ibarettir. 

Ermeniler sınır dışı edilmemiş, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yerleri değiştirilmiştir. Sınır dışı edildiği iddia edilen Ermeni sayısı ise imparatorluğun toplam Ermeni nüfusundan yarım milyon daha fazladır. Bu iki çarpıtmanın yanında bu kararın yalanlarını ortaya çıkaran birçok farklı hakikat vardır. 

Bu mesele söz konusu olduğunda tarih teolojiye dönüşmüştür. Tanrı’nın olmadığını söylemek onun varlığını “inkâr” etmektir. Yıldız Mahkeme’sinin2 özünde bu zihniyet vardı, ve Ermeni lobicileri ve propagandacıları dünya çapında bu taktiği kullanmaktadırlar. “Soykırım araştırmacıları” aynı ahlaksız taktiği kendi tarih anlatılarına katılmayanları karalamak ve ötekileştirmek için “inkârcı” terimini kullanarak uygulamaktadırlar. Bu ahlaksız taktiği kullanmalarının sebebi Ermeni sorununun doğru bir şekilde çerçevesine oturtulması karşısında kendi çarpık tarih anlatılarının gözler önüne serilmesidir. İşte bu sebepten dolayı Ermeni sorunu hakkındaki tartışmalar daha başlamadan bitirilmelidir. 

Bu bağlamda Amerikalı araştırmacı Justin McCarthy’nin Avusturalya’yı ziyareti sırasında gördüğü kötü muamele, gerçek olduğunu düşündüğü şeyleri dillendirmeyi cüret eden ve bu uğurda mücadele edenlere yine önemli bir ders olmuştur. Profesör McCarthy tanınmış bir araştırmacıdır ve son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun demografik yapısı konusunun ileri gelen uzmanlarındandır. Bu konuda pek çok yayınlanmış kitabı ve makalesi bulunmaktadır. 

Ancak tüm bunların Avusturalya’da hiçbir önemi olmamıştır. Avusturalya medyası McCarthy’i bir “holokost inkârcısı” olarak tanıtan Ermeni, Yunan 
ve Musevi lobilerine uymuştur. Bu muamelenin öncüleri arasında ise Avusturalya Yayın Komisyonu yer almıştır; bu kuruluşun muhabiri Michael Brissenden Profesör McCarthy’i “dünyanın en azılı soykırım inkârcılarından biri” olarak tanıtmıştır. Lobicilerin çabaları istenilen sonucu vermiştir. Profesör McCarthy Melbourne Üniversitesi’nde ve Güney Galler Sanat Galerisi’nde halka açık konuşmalar yapacaktı, ancak iki mekân da “inkârcı” görüşlerini öğrendikten sonra ona konuşması için olanak sağlamayı reddetti. Amerika’dan Avusturalya ’ya bu konuşmaları yapmak üzere gelen Profesör McCarthy’nin yapabildiği tek konuşma Avusturalya İşçi Partisi senatörü Laurie Ferguson’un Canberra Parlamento binasının bir komite odasında ayarladığı küçük özel bir etkinlikte gerçekleşti. Profesör McCarthy’nin maruz kaldığı bu kötü muamele azimli lobiler ile karşılaşan basının korkaklığının ve cehaletinin örnek bir göstergesiydi. Böylece basın ve lobiciler bir araya gelerek dürüst tartışmaların önünü kesmiş ve Avustralyalıların ilgilenebileceği konuları duymalarını engellemişlerdir. 

Böyle bir manzara karşısında bir kâfirin bazı kilit meseleler üzerine görüşleri şöyledir: 

1. Rakamlar. Ermeni ve Ermeni yanlısı kaynakların ölen Ermenilerle ilgili verdikleri rakamlar kimi okuduğunuza bağlı olarak değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir. Savaşın sonunda müttefiklerin tahminleri 600.000-800.000 
ölü sayısına işaret etmektedir. Ermeni kaynaklarının genel olarak verdiği rakamlar artık bir milyon ile bir buçuk milyon arasında değişmektedir. 

Türk “tarafında” ise tahminler 300.000 ile 600.000 arasındadır. 

İngiltere’de 15. ve 16. yüzyıllarda faaliyet göstermiş; siyasi çıkarlar doğrultusunda katı, keyfi hüküm veren ve gizli kapaklı yargılama yapan mahkeme. 

Yaklaşık olarak 1,6 milyon Osmanlı Ermenisi vardı ve yüz binlercesi savaşta hayatta kaldığına göre Fisk ve diğerlerinin verdiği rakamlar doğru değildir ve olamaz. Ermeniler çok büyük acılar çekmiştir, ancak tarihsel gerçek adına 1,5 milyon Ermeni’nin 1915’te ve hatta savaşın tüm gidişatı sırasında “katledildiği” söylemi reddedilmelidir. Osmanlı Ermeni nüfusundaki ölümlerin sebepleri çatışma, kötü savaş koşulları, yetersiz beslenme ve hastalıktı. 
Bu sebeplerden ölen Ermeni sayısı gerçekten katledilen Ermenilerin sayısının çok üstündeydi. Standart tarih anlatısında hiçbir zaman bahsedilmeyen ise aynı sebeplerden dolayı muhtemelen iki ila iki buçuk milyon sivil Müslümanın ölmesiydi. Onlar haklarında hiç bahsedilmeyen hayaletlerdir; çünkü haber muhabirleri, konsoloslar ve misyonerler sadece Hristiyanların çektiği acı ile ilgileniyorlardı. Ölen Müslümanlar sanki hiç var olmamışçasına tarihten yok olup gittiler. 

2. Askeri Gereklilik. 

   “Soykırım network”ü içindeki Ermeni propagandacılar ve “araştırmacılar”ı tarafından tümüyle gözardı edilen askeri gereklilik Türk “tarafı”nın tarih anlatısının en önemli kısmını oluşturan öğedir. 

Buradaki iki önemli soru: 

a) Bir hükümet savaş döneminde isyankâr bir grup insanı yerlerinden etme hakkına sahip midir? ve 

b) Savaş hatları arkasında Ermeni silahlı isyan gruplarının yaptığı sabotaj Ermenilerin “tehcirini” haklı kılacak kadar savaş faaliyetlerini tehdit ediyor muydu? 

Burada en önemli meseleler arasında Ermenileri bir savaş aracı olarak kullanan Rusya’nın rolü bulunmaktadır. Rus ordusunda savaşan Ermeniler dışında, Rus Çarı nüfusunun yüzde sekseninden fazlasının Müslüman olduğu (çoğunlukla Kürt ya da Türk) Doğu Anadolu Osmanlı vilayetlerini “kurtarmak” ile görevlendirilmiş özel Ermeni birlikleri kurdu. Ermeniler fethedilmiş Osmanlı topraklarının bulunduğu bir bölgede özerklik vaatleriyle ikna edilmişlerdi. Bu Rus Ermenileri nin vuruş gücü Osmanlı İmparatorluğu içindeki on binlerce Osmanlı Ermesi ile arttırılmıştı. Bu Ermeni gruplar erzak ve iletişim hatlarını koparmış, askeri konvoylara saldırmış ve sivil Müslümanları katletmişlerdir. Sergiledikleri vahşet 1916 - 18 arası kuzeydoğu Anadolu’nun Rus-Ermeni işgali sırasında en vahim boyutlarına ulaşmıştır. 

Köyler, kasabalar ve şehirler resmen ölü mahzenleri haline gelmiş ve Ruslar dahi çırakları olan Ermenilerin sergiledikleri vahşet ve gaddarlık karşında şok olmuşlardır. 

Ermeni isyanları-ayaklanmaları, askeri konvoylara ve Müslüman köylerine yapılan saldırılar, telgraf hatlarının kesilmesi ve hükümet binalarının sabotajı gibi faaliyetler doğu şehri olan Van’daki ayaklanma ile doruğa çıktı. Ayaklanmaya binlerce Ermeni karıştı. İyi bir şekilde silahlanmış ve hazırlanmışlardı; hatta siperler kazmışlar, kendileri için üniforma dikmişlerdi. Askerlerin bulunmadığı bu durumda hükümet mevkilerinin savunulması işi jandarmalara ve gönüllülere kalmıştı. 

İsyan Nisan ortasında muhtemelen İngiltere ve Rusya ile koordine edilmiş olarak başlatılmıştır; ki böylece tam İngilizlerin Gelibolu’ya çıkarma yapmaya hazırlanmalarına ve Rusların kuzeybatı İran’daki Dilman’a büyük bir taarruz yapmalarına yakın bir zamana denk getririlmiştir. 

İsyanın zamanlaması İngilizlerin Basra’daki tutunma noktalarından kuzey istikametinde yaptıkları manevralarının çıkardığı Mezopotamya’daki 
çatışmalarla da bağlantılı olabilir. Van’ı ele geçiren Ermeniler şehri Ruslara devretmişlerdir. 

Van ayaklanmasının başlatılmasından bir hafta sonra 24 Nisan’da Osmanlı hükümeti İstanbul’daki Ermeni komitelerini kapattı, tutukladığı yüzlerce insanı imparatorluğun iç kısımlarına doğru Ankara çevresinde, çoğunlukla Çankırı ve Ayaş’a aktardı. Ermeniler Van’da gerçekleştirdikleri isyanın bir hafta sonrasında o kritik an olan 24 Nisan’ı “soykırım” tarihi olarak belirlemişlerdir. Ordudan Ermeni firarları, savaş hatların arkasında Ermeni çetelerinin yaptıkları ve Ermeni ihtilalci komitelerinin düşman ile işbirliği yapmaları göz önünde bulundurul duğunda 24 Nisan’da alınan kararın tek şaşırtıcı yanı bu kararın nasıl 
daha önceden alınmamış olduğudur. 

Mayıs ayının sonlarına doğru Osmanlı ordu yönetimi, savaş alanında bulunan Ermeni nüfusun Suriye’nin güney bölgelerine “tehcir”ini tavsiye etti. Van isyanıyla güvenlik sorununun had safhaya ulaşmış olduğu kesindir. 

1915 başlarında Sarıkamış'taki tahrip edici yenilgi dolayısıyla, Osmanlı Üçüncü Ordu'nun kuzeydoğu Anadolu'yu Rus istilası ve saldırısına karşı savunabilecek durumu kalmamıştı. 1914 sonlarında iyi başlayan Sarıkamış seferi dağlardaki kar fırtınası çıkmasıyla bir felakete dönüşmüş, on binlerce Osmanlı askeri çetin kış şartlarına hazırlıksız yakalanmış ve bir gecede donarak hayatını kaybetmiştir. Üçüncü Ordu’nun büyük bir kısmı hayatını kaybetti ve üç yıl boyunca saldırı stratejisi belirleyemedi. Tüm bölgedeki sivil halk resmen tek başına kaldı. Askeri yönetim bazı Ermenileri çoktan taşımıştı, fakat daha sonra yönetim ayaklanmalara ve hat arkasındaki savaş sabotajlarına karşı direnç gösterememiştir. Askeri yönetim sonuç olarak Ermeni nüfusun çoğunluğunun "tehcir" edilmesini önerdi. 

Bu gerçekler askeri gereksinimlerin özünü oluşturmaktadır. Vahakn Dadrian ve onun Türk çırağı Taner Akçam'ın, Osmanlı hükümetinin Van ayaklanması ile daha önce karşı karşıya kaldığını ve Ermenileri yok etmeye karar verdiklerini göstermeye dair girişimlerinin hiç bir temeli yoktur. 
Bu iki isim de savlarını "Andonian belgeleri" ve sözde "on emir" adlı sahte dokümanlarla  desteklemektedirler. Bir Osmanlı görevlisi tarafından İngiliz yetkililerine savaştan sonra teslim edilen bu ikinci kâğıt parçası, iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi yetkililerini İstanbul'da bir masa etrafında otururlarken ve tüm Ermeni erkeklerini yok etme, kadın ve çocukları ise İslam dinine döndürme kararı alırlarken göstermektedir. 

İngilizler, önde gelen Osmanlı hükümeti yetkilerine karşı kullanılacak tüm deliller için herkesi inceden inceye araştırmışlardır. Osmanlı arşivlerini didik didik aramışlar, kendi arşivlerini taramışlar ve Amerikalılara ellerinde bir tane bile suçlayıcı belge olup olmadığını sormuşlardır. 
Bu “on emir” olarak nitelendirilen sahte belgelerin dünyaya gerçek olduklarını kanıtlamanın bir yolu olsaydı İngilizler bu fırsatı kaçırmazlardı, ancak belgeler o kadar bariz bir şekilde sahteydi ki İngilizler bu belgeleri hemen bir kenara atmak zorunda kaldılar. 
Fakat Yale Üniversitesi Soykırım Çalışmaları Programı Başkanı, Ben Kiernan, Kan ve Toprak: Sparta'dan Darfur'a Bir Soykırımın Tarihçesi adlı kitabında, bu düzmece "belge"yi savaş dönemi Osmanlı hükümetine yönelik soykırım suçlamasına temel olarak kullanmıştır. 

Bu sahtecilikler istisnai de değildir, çünkü Ermenilerin "Türkler" aleyhindeki davası, sayısız uydurma yazılı ve görsel örnekle desteklenmektedir. 

3. Birleştirme. 

Ölü sayısının artırılmasının son zamanlarına doğru, Ermeni lobici ve propagandacılar "soykırım"ın zaman aralığını 1922 hatta 1923'e, yani Birinci 
Dünya Savaşı, 1919'da batı Anadolu'daki Yunan istilası, ve Kafkaslar ve Türkiye'nin güneydoğusunda devam eden mücadelelerin vuku bulduğu 
dönemi de içine alacak şekilde uzatmışlardır. Aslında, tarihin bu dönemlerinin her biri ayrı ayrı incelenmelidir. Kafkaslarda toprak ve kaynak (Hazar Denizi petrolü) üzerine yaşanan savaş, İngilizler ve Batılı müttefiklerini, Beyaz Rusları, Bolşevikleri, Azerileri, Gürcüleri, Ermenileri ve diğer başka etnik-dini grupları Kafkas mozaiğine dâhil etmiştir. İnsanlar birbirinin canına kıymış ve hastalık, kötü beslenme çeşitli sebeplerle hayatlarını kaybetmişlerdir. 

Aynı zamanda Fransa, yanında bir Ermeni lejyonu ile birleşmiş ve Fransız koruması altında otonom veya yarı-bağımsız bir Ermeni "devleti" kurmaya niyetli olarak bugünkü Türkiye'nin güneydoğusunu işgal etmiştir. İngiltere ile imzalanan bölgeden çekilmeye ilişkin anlaşma ile - "etki alanı" 

- Van Gölü'nün kuzeyinde uygulamaya konulmuştur. Fransa için Türkiye'nin güneydoğusu la Syrie integrale - büyük Suriye - ki bölgenin çekim merkezleri Çukurova'nın pamuk tarlaları ve doğu Akdeniz'in köşesinde saklanıp kalmış, 
Cezayir ile oluşturulabilecek bir trans-Akdeniz deniz anlaşması geliştirilebilecek olan İskenderun limanıdır. Fransız işgali yeni bir Müslüman katliamı dalgasını tetiklemiştir ve Müslüman mallarının imhası, Fransız ve Ermeni lejyonları Türk 
milliyetçileri tarafından geri püskürtülene kadar devam etmiştir. 

4. Kayıp Müslümanlar. 

   Birinci Dünya Savaşı sırasında kimsenin elinde Osmanlı'da ne kadar Müslüman sivilin öldürüldüğüne dair kesin bir bilgi yoktur, fakat mücadele sırasında ve sonrasında hayatını kaybedenlerden bahsetmek önemlidir. 

Müslüman nüfusun yüzde 80'den fazlası okuma yazma bilmemekteydi ve sonuç olarak katlandıkları sıkıntıları kaleme alıp anlatmaktan yoksundurlar. 
Yuvarlanmış rakamlarla iki ila iki buçuk milyon Müslüman sivilin öldüğünden bahsetmek, rakamlar üzerinden tartışma başlamaktan başka bir şey değildir. Birçok Müslüman sivil - Osmanlı belgelerinden edinilen rakamlara göre yarım milyon - savaşın seyri boyunca katledilmiştir. 
19 ncu yüzyılda “Ermeni sorununu” devraldıklarında, Ermenilerin küçük birer azınlık oluşturduğu ve “Ermenistan” olarak adlandırdıkları Osmanlı vilayetleri toprakları üzerinde İngilizlerce başlatılan Ermeni-Kürt mücadelesinin devamı olduğunu gösterir şekilde katledilenlerin çoğu Kürt ve katledenlerin çoğu da Ermeni’ydi. Kürtler ve hatta sultan ve Osmanlı hükümeti tarafından kullanılan sözcük "Kürdistan"dır. 

Kendi yurtları içerisinde İngilizlerin Ermenilere özerklik verme çabalarından dolayı tehdit altına giren Kürtler kendilerini savunmak için hazırlığa girişmişlerdir. 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler tarafından işlenmiş suçların çoğu Osmanlı ordu komutanları ve vilayet yetkilileri tarafından doğu Anadolu'ya dönecekleri sıralarda yani 1918'de belgelerle arşivlenmiştir. Bu açıklamalar, 1915-16 yıllarında, James Bryce ve Arnold Toynbee tarafından "Türklere" karşı yürütülen kan dondurucu iddialar gibi propaganda amacıyla da yazılmamıştır. 

Bu bilgiler sadece hükümetin bilgilendirilmesi için kayda geçmiştir. Bu diğer hakikat fail ile mağdur arasındaki ayrımı bulanıklaştırır ve Ermeni milliyetçiliğinin kalbinde yatan Manişeist anlatıyı da tehdit eder. Eğer Ermeni gençleri atalarının kurban oldukları kadar katleden de oldukları sonucuna varırlarsa, milli anlatıları patlak verecektir. Bu sebeple karşı anlatı ortadan kapatılmalıdır. 

Daha dengeli bir tarihsel değerlendirme, ancak tüm atalarının işledikleri suçların ve Müslüman da Hristiyan da olsa masum sivillerin acılarının karşılıklı olarak tanınması temelinde Türkler ve Kürtlerle gerçek bir uzlaşmaya imkan verecektir. Bu noktaya bir gün ulaşılabilir ama hali hazırda psikolojik, kültürel ve siyasi açıdan Ermeniler için ataları tarafından gerçekleştirilen mezalimlerin (her ne kadar az sayıda kabul edenler olsa da) kabul edilmesi imkânsız görünüyor. Doğal olarak, onlarca yıldır "Türkler"in soykırımdan sorumlu tutulmalarında ısrar ettikleri gibi, kendileri de Ermenilerin Müslümanlara yaptıklarının aynı şekilde soykırım olarak anılması gerekliliğini düşünmeye zorlanmalıdırlar. 

Ermeni mezalimlerinin raporları Doğu Anadolu’dan gelmiştir. Bu katliamlar geniş çaplı ve büyük ölçüde insanlık dışıdır. Ekmek fırınlarına atılan bebekler; canlı canlı derisi yüzülen insanlar veya atların altında ezilerek öldürülenler; ahırlara veya evlere kilitlenerek canlı canlı yakılan insanlar; toplu olarak alınıp götürülen ve Ruslara görünmeyecek şekilde katledilenler. Osmanlı kuvvetleri cesetler ve ceset parçaları ile kaplanmış şehirlere girmişlerdir. Raporlarda bazı Rus yetkililer 
himayeleri altındaki Ermenilerin davranışları karşısında iğrendiklerini ifade etmişler ve Ermenileri Müslümanları yok etmek istedikleri için suçlamışlardır. 

Bu katliamlar Ermeni vahşetini had safhaya çıkarsa da, Kürtlerin ve diğer 
Müslümanların daha evvel katledilmesi, intikam fikrini 1915’te güneyde Suriye’ye gönderilen Ermenilere yönelik toplu saldırılar için bir motivasyon haline getirmiştir. 

5. Duruşmalar. 

Taner Akçam yazılarında duruşmaların İngiliz yetkililerinin işgali altında İstanbul'da görüldüğüne oldukça fazla dikkat çekmiştir. 

Bunlardan bir kaçı Ermenilere karşı suç işlemekten mahkûmiyetle sonuçlanmış tır. Her halükarda, çok daha güvenilir mahkemeler Osmanlı hükümeti tarafından 1915'te Ermeni kafilelerine yapılan saldırılardan hemen sonra kurulmuştur. Soruşturma komisyonları 1915 yılının sonlarına doğru kurulmuş ve 1600 kadar kişi askeri mahkemede yargılanmıştır. 

Suçlu bulunanlardan bazıları idam edilmiş ve aralarında ihmal ve suç ortaklığından hüküm giymiş Osmanlı yetkililerinin de bulunduğu bazıları hapis cezasına çaptırılmıştır. Kafilelere saldırıldığı haberleri gelirken, İstanbul'daki hükümet, vilayet yönetimlerine Ermeniler için daha fazla korunmalarını talep eden şifreli mesajlar göndermiştir. 

Bunun gibi pek çok belge arşivlerde mevcuttur ve açıkça belirtilmiştir ki Ermeni "tehcir"i öldürme niyeti barındırmamaktadır. "Tehcir" düzenlemesinde sorumluluk alan pek çok vilayet yetkilisinin yetersiz olduğu, aktif bir şekilde Ermenilere kötü davrananlarla suç ortağı olduğu ve diğerlerinin de kasıtlı olarak ihmalkâr davrandığı açıktır. Aynı zamanda, ordunun hareket kabiliyetini kısıtlayan ciddi problemleri varken, bütün hayati ihtiyaçların karşılanması ve böyle büyük bir toplu yer değiştirmenin organize edilmesi son derece zordur. Yiyecek, sağlık imkânları, ulaşım ve kafileyi koruyabilecek silahlı birlikler yoktur. Sivil halk gerçekten çaresiz bir durumdadır ve hatta cepheye dahi ulaşamadan gelemeden hastalıktan veya kötü beslenmeden pek çok asker de hayatını kaybetmiştir. Osmanlı hükümeti nasıl sonuçlanacağını bilmese dahi, "tehcir" 
kararının felaket sonuçlarından sorumlu tutulmak zorundadır. Yine de, ordu yönetiminin öngördüğü şekilde hareket eden hükümetin nasıl bu kadar kötü sonuçlanacağı konusunda bir fikri var mıydı? Ordu yönetimi bu durumun 
meydana gelmesi gerektiği sonucuna varsa bile, herhangi bir konumdaki herhangi bir yetkili kalkıp da "bu olamaz" demedi mi? 

Hemen hemen bir asır sonra, muhtemelen bu sorulara yine net cevaplar verilemeyecektir. 

6. Yunanlılar ve Süryaniler. 

Her iki toplum da Türkler tarafından soykırıma uğradığını iddia ettiği için, burada genel literatürde yer almayan bazı kavramlardan bahsedeceğiz. 

1897’de Yunan ordusu Osmanlı İmparatorluğu’na saldırdı ve onlara yenildi. Yunanistan, 1912’de şansını Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ yanında tekrar denedi. Osmanlılar, sayıca üstün olmadıklarından tüm cephelerde kısa bir 
sürede yenildiler. İmparatorluk, Avrupa kıtasındaki topraklarının neredeyse tümünü kaybetti. Balkan müttefikleri 1913’de dağılmamış ve adeta Müslüman düşmanına saldırır gibi birbirlerine saldırmamış olsalardı, Osmanlılar bu toprakların muhtemelen tümünü kaybedebilirdi. Balkan ordularının işgaline uğrayan topraklarda yaşayan Müslüman halk, 1870’lerden beri ikinci defa –bugünün tabiriyle- etnik temizliğe uğramış oldu. Balkan devletlerinin niyeti güneydoğu Avrupa’daki Osmanlı varlığını sona erdirmek ve mümkün olduğu kadar çok Müslüman öldürmek ve onları dışarı sürmekti. 1904 - 1907 
arasında, Almanlar, şuan Namibiya olarak bilinen bölgede, Herero halkından neredeyse 100,000 kişinin katledilerek veya başka türlü ölümlerine yol açtı. Eğer bu 20. Yüzyılın ilk soykırımıysa, Balkan Müslümanlarının uğradığı katliamlar ve 
tahliyeler - Kiernan ve soykırım konusunda çalışan diğer ‘bilim adamlarınca’ tamamen göz ardı edilse dahi- 20. yüzyılın ikinci soykırımı olarak değerlendirilmelidir. Justin McCarthy’nin tahminlerine göre, Balkan Savaşları, 632,000 Müslümanın, ya da Osmanlı İmparatorluğunca fethedilmiş Avrupa topraklarında yaşayan Müslümanların yüzde 27’sinin, ölümüyle sonuçlanmıştır. 

   Katliamlardan ve köylerinin askerler ve hunhar çeteler tarafından yağma edilmesinden kurtulanlar Ege’ye veya İstanbul’a kaçtılar. Geri çekilen askerlerle birlikte, onlar da, kitleler halinde hastalıktan, yetersiz beslenmeden ve 
tehlikeli hava şartlarından öldüler. İstanbul’a ulaşmayı becerebilenlere kalacak yer verilmiş, camilerde ve hükümet binalarından dönme binalarda tıbbi tedavi olanağı sağlanmıştı. Şehre çıkan yolların etrafındaki alanlar, ölülerin ve ölmekte 
olanların cesetleriyle dolmuştu. Bugün bile, 1877-78’de ve yine 1912-13’de Müslümanların köklerinin kurutulması, Balkanlar’ın ‘batı’ tarihinde yer edinmemektedir. 

Yunanlılar, 1919’da Osmanlı topraklarını yeniden istila etmişlerdir. İmparatorluk, Libya’nın 1911’de İtalyanlar tarafından istila edilmesinden beri savaştaydı. Libya savaşını, Balkan savaşları (1912-1913), ardından Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve daha sonra Kafkasları ve bugünün Türkiye’sinin güneydoğusu olan bölgeyi sarsan mücadele takip etmişti. Harap olmuş bu topraklarda başka bir savaş başlatmak neredeyse sadistçe bir acımasızlıktı, ama bu tam da, İngiliz Başbakanı David Lloyd George’un –Yunanlılara olan sevgisi kadar, “Türklere” karşı yoğun bir ırkçı nefret duygusu besliyordu- ve onun can dostu, Yunanlı Başbakanı Eleftherios Venizelos’un yaptığıydı. Yunan ordusu, Mayıs 1919’da, müttefik bir filonun koruması altında, Ege kıyılarından İzmir’e ulaştı. Katliamlar gecikmeden başladı. Ölüler arasında, fes giymiş oldukları için Müslüman sanılan 
Hristiyanlar da vardı. 

Teoride, Yunanlı ordusu, İzmir’i çevreleyen kısıtlı bir alanda kalacaktı; ama kısa bir sürede hudutlarından çıktı ve İstanbul yönünde kuzeye doğru ve Ankara yönünde doğuya doğru ilerlemeye başladı. Bunu takip eden süreci Yunanlıların köylerde ve kasabalarda yapmış oldukları katliamlar; kundaklamalar; yağmalamalar ve yıkımlar izledi. Aynı zamanlarda bölgede bulunmuş olan Arnold Toynbee, Yunanlıların mücadelesini Türkleri yok etmek olarak tarif ediyordu. Müttefikler arası tahkikat komisyonu ve Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün temsilcisi de aynı fikirdeydi. Nihai olarak, 1922’de Türkler tarafından 
tutulan ve yenilen Yunanlıların Ege kıyılarına çekilmeleri de aynı vahşet ve yıkıma işaret ediyordu. İşgalci orduyu destekleyen Ermeni ve Yunanlı siviller de Müslümanlara ait mal ve mülklerin yağmalanmasına ve yıkımına katıldı. Bu 
macera, 1,5 milyon Yunanlıyı Anadolu’dan ve 1 milyon Türk’ün Yunanistan’dan koparan, 1922’de gerçekleşen mübadeleyle sonuçlandı. Lloyd George’un ve Venizelos’un bu trajediden direkt olarak sorumlu tutulmaları gerekmektedir. 

Güçlenen Türk milliyetçileri ile karşı karşıya kalan İngiliz bölüklerinin yanında, Lloyd George, kendi bölükleri yerine başkaları savaştığı sürece bir başka savaşa daha atılmaya hazırdı, ama Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya, Kanada’ya ve Güney Afrika’ya yaptığı asker talebine kulak verilmemişti. 

Soykırım ithamı yapan üçüncü etnik-dini grup Süryanilerdi. Türkiye’nin güneydoğusu ve İran’ın kuzeybatısında bulunan ve küçük bir topluluk olan Süryaniler, İngilizler ve Ruslar tarafından verilen sözlerle savaşa itilmişlerdi; ama Osmanlı ordusuna, Türk ordusuna veya Kürtlere başkaldıracak halleri yoktu. Osmanlı topraklarından, yurtlarından ayrılan Süryaniler, Irak’a doğru, binlerce kişinin öldüğü yola çıkmadan önce, kuzeybatı İran’daki dindaşlarına katıldılar. Sağ kalanların çoğu kendini Bağdat’ın kuzeyindeki Bakuba sığınmacı kampında buldu. Onlar, cesur askerler olarak biliniyorlardı; ama yine de, disiplinsizlik ve vahşi davranışlara yatkınlardı. 1924’te, İngiliz kuvvetlerine bağlı bir grup Süryani asker, Kerkük’ün merkezinde bulunan bir pazar yerine makinalı tüfeklerle ateş açarak yüzlerce kişiyi öldürdü. 

Yine 1933’te, bir grup silahlı Süryani, Dicle nehri yakınlarında bulunan Iraklı kuvvetlere saldırarak büyük bir krize yol açtılar. 

Bu kriz sonucunda, 34 kişi ölmüş, 100’e yakın kişi yaralanmış, ölülerin vücutları tahrip edilmişti ve karşı saldırıda bulunan ordu, Simel’in Musul bölgesinde yüzlerce masum insanı katletmişti. İngiliz valisi Arnold Wilson’a göre de, Kürtler, Süryanilerin Bakuba’da ki sığınmacı kampına saldırınca yakalanmış ve kafaları kesilerek öldürülmüşlerdi. 

7. Yani, Kim tüm bunlardan alnı ak bir şekilde çıkabilirdi? 

Görünüşe bakılırsa hiç kimse. Bir tarafta, suçluların ve diğer tarafta, mağdurların olduğu söylenemez. 

Tüm taraflarda da suçlular ve mağdurlar vardı. ‘Yer değiştirme’ sırasında bile, birçok Müslüman Ermenilere yardım etmeye çalışıyordu. İhmalkâr Osmanlı memurları yanında da, yanlarında çalışan Ermenilere göz kulak olmak için, son derece zor koşullarda, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışanlar vardı. Anaakım ‘batı’ tarihinde, hala, savaşın Osmanlı halkı için ne kadar yıkıcı olduğu konusunda bir anlayışa yer vermemektedir. Savaş bittiğinde, insanlar at gübresinden arpa çıkarıyor ve hayatta kalabilmek için ot yiyordu. Savaş sırasında bile, 19151916’da, insanlar, Beyrut sokaklarında ve Suriye’nin diğer kasaba ve şehirlerinde, açlıktan ve hastalıklardan ölüyorlardı. 

   Ailelerini besleyemeyen Lübnanlı erkekler, dağlarda utanç içinde ölmeyi bekliyorlardı. Bazı köyler tamamen boş kalmıştı. Savaşın zorlu koşulları, cephedeki askerler için gıdanın ve ilaçların tükenmesi, ulaşımın oldukça zor olması ve askerler ve halk arasındaki kolera ve tifüs gibi hastalıkların neden olduğu büyük sayılarda ölüme ek olarak müttefiklerin Akdeniz kıyısını deniz 
ablukasına alması durumu iyice kötüleştirmiş, para ekonomisinin sonunu getirmiş ve çiftçileri mahsullerini yetiştirmek için gerekli olan malzemelerden yoksun bırakmıştır. 1915’de yaşanan çekirge istilası, devam eden sefalete ve 
yoksulluğa ek olarak, mahsulleri ve ağaçları çıplak bırakmıştı. Arap tarihçi George Antonius’un hesaplamalarına göre, sadece Suriye’deki ölü sayısı 400,000 civarındaydı. 

Doğu Anadolu’daki durum da en az Suriye’deki kadar kötüydü; bazı vilayetlerin nüfusu yüzde 40 ila 60 arasında azalmıştı. 
Yüz binlerce insan savaş bölgesini terk etmiş; sağ kalanlar, sadece Osmanlı topraklarında değil, ama aynı zamanda Kafkaslarda ve kuzeybatı İran’da yerlerinden edilmiş ve açlıktan ölmeye terk edilmişti. Bu, kılıçtan geçirilen, hayatta kalabilmek için mücadele veren bir imparatorluğun ve müttefik güçlerin hile ve asılsız vaatlerinin girdabında kalmış azınlıklarının bir imha etme savaşıydı. 

8. Son olarak, 1915 olayları ve 2013’de Suriye arasındaki diğer paralelliklere değineceğiz. 

Şu anda Suriye’de katledilenler ve ülkeden atılanlar sadece Ermeni Hristiyanları değil, tüm Hristiyanlardır. 

   İki Ortodoks piskopos hala kayıp, eğer hayattalarsa Çeçenler tarafından Halep’te tutuldukları düşünülüyor; papazlar katledildi, eski Ma’lula şehrine saldırıldı ve şehirdeki kiliseler kötü amaçlara alet edildi; yakın zamanda Ma’lula şehrine yapılan bir saldırıda, 12 rahibe, silahlı adamlar tarafından rehin alındı; kısa bir süre önce, Sadad köyünde, 40 Hristiyan- erkek, kadın ve çocuk- katledildi. El Kaide’nin kara bayrakları, batılı devletler ve bölgesel müttefiklerinin Suriye’ye yaydığı karanlık güçler tarafından kiliseler üzerine çekildi. 

El Kaide, 60’dan fazla kiliseyi ve manastırı yok etti ve on binlerce Hristiyan’ı evlerinden etti. 

Sadece Vatikan, Hristiyanlığın, doğduğu bu topraklarda maruz kaldığı bu katliam lar ve yıkıma karşı açıkça sesini çıkarıyor. İşlerine gelince Hristiyan geçinen batılı liderlerin, kendilerini garip bir şekilde ‘Suriye Halkının Dostlar Grubu’ olarak adlandıran işbirlikçi devletlerin Suriye’ye müdahalesinin direkt bir sonucu olarak hayatlarını kaybeden Hristiyanlar veya on binlerce Müslüman ve hatta yer değiştirmek zorunda kalan milyonlarca insan hakkında diyecek hiçbir şeyi yok. Eğer şuan geri çekiliyorlarsa, bunu sebebi, onları, kendi sınırları dâhilinde ve kendi çıkarları karşısında tüm dünyada tehdit edebilecek bir canavar yarattıklarının farkına varmalarıdır. 

“Batı” ve onun bölgesel müttefikleri, iki yüzyıldır, Orta Doğu insanının hayatını mahvetmekte. Azınlık, mezhep, iç savaş, istila ve işgal, suikast, sabotaj, rüşvet, yaptırım, ekonomik boykot ve yıkma kartlarını kullanmışlardır. Bu kartları 
ihtiyaca göre değerlendirmişler ve şimdiye kadar, hiçbir şeyin, onlaraistediklerini almak konusunda engel olamayacağını göstermişlerdir. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’nda olanlara tamamen paraleldir. 1918’de büyük güçlerin çıkarları 
doğrultusunda ortaya çıkan dünya bugün yine büyük güçlerin çıkarları için parçalanmaktadır. Irak kaybedilmiştir ve Suriye yıkılmaktadır. Orta Doğu’nun merkezi toprakları sığınmacılarla dolmaktadır. 2003 sonrası Irak’tan kaçan 
mülteciler 1948’den sonraki en vahim mülteci sorunuydu; şuanda Suriye’den kaçan mülteciler de, daha beter olmasa da, en az Irak mültecilerinin yarattığı sorun kadar vahimdir. 

Ermeniler ve Süryaniler müttefiklerin savaştaki mücadelelerine yardım etmekten dolayı hiçbir kazanç elde edemediler. 

Yapılan vaatler ya yerine getirilmedi ya da getirilemedi. Bolşeviklerin yardımıyla Ermeniler kendi özerk cumhuriyetlerini elde ettiler ama Süryaniler Irak veya onları almaya razı diğer ülkelerde mülteci konumuna düştüler.Araplar kandırıldılar ve ihanete uğradılar. Yerine getirilen tek vaat Siyonistlere yapılandı, ve 1918 sonrası olduğu gibi şimdi de aynı durum söz konusu: 
Irak’ın yok edilmesinden ve Suriye’nin şu anda yok edilişinden en çok kazançlı çıkan Orta Doğu’ya Batı stratejilerinin çıkarı doğrultusunda yerleştirilen sömürgeci yerleşimci devlet olmuştur. Bugün Suriye'de acı çeken Ermeniler bütün resmin yalnızca bir parçasıdır. 

   Orta Doğu'nun merkezi toprakları hayrete düşüren bir şekilde tahrip edilmektedir. Bölgenin insanları onlara karşı kurulan tuzaklara bilinçsiz bir şekilde düşmektedirler. Tanrının gerçek düşmanları olan, toplumun içine fitne sokan dini liderler ve onları destekleyen hükümetleri yüzünden bölge halkı, geri adım atıp esas manzarayı görememektedir. Bir yüzyıl öncesinde geçerli olduğu gibi, şimdi de, uzak ‘batı’ başkentlerinin belirlediği büyük stratejiler çerçevesinde ülkeler yok edilmektedir. 

Hükümetleri ve kurumları kendi ihanetleri, işbirlikçilikleri ve adi bir şekilde paraya ve güce teslim olmalarıyla kendilerini rezil etmektedirler. 

Kuşkusuz, bu kadar zûl bir noktaya Arap tarihinde ve İslami Orta Doğu’da çok az düşülmüş tür. 


***

28 Şubat 2018 Çarşamba

Doğu Anadolu'daki Ermeniler'in ve Diğer Gayr-ı Müslimler'in Devlet Himayesine Alınmaları,

Doğu Anadolu'daki Ermeniler'in ve Diğer Gayr-ı Müslimler'in Devlet Himayesine Alınmaları,

Erdal İLTER*
ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 18, Yaz 2005   
* Tarihçi-Yazar

       
Özet: 
Bu makalede Türklerin ilk defa hangi tarihte Doğu v Güneydoğu Anadolu’ya yerleştiklerinden, Türkiye ve Türkmen ülkesi terimlerinin hangi dönemde kullanılmaya başlandığından ve Doğu ve güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı yönetimine geçiş döneminden bahsedilmekmektedir. Oğuz Türkleri’nin Ermenilerden çok önce yani 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi öncesi Anadolu’da oldukları ve Ermeni iddialarının böylece çürütüldüğü, ayrıca Osmanlı İmparatorluğu döneminde Doğu Anadolu’daki Ermenilere ve diğer Gayr-i Müslimler’e tanınan haklar ve bu dönemde Osmanlı topraklarında yaşayan 
Gayr-i Müslimlerin Türklerle olan iyi ilişkilerine değinilmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Ermenileri, Türkler, Gayr-i Müslimler, Hristiyanlar, Osmanlı İmparatorluğu, Yavuz Sultan Selim,

1. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türkler’in Eskiliği

Bilindiği gibi, Anadolu toprakları üzerinde en mühim rolü Türkler oynamışlardır. “Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilmesi ve Türkiye adı ile bir vatan haline gelmesi, Avrupalılar’a her zaman kavranamayacak, kabul edilemeyecek ve biraz da hazmedilemeyecek bir durum olarak gözükmüştür.”[1]. Selçuklular’dan önceki devirlerde Anadolu’da Türk unsuru var mı idi? Yapılan ilmî araştırmalar, Oğuzlar’dan çok önceleri esaslı Türk unsurları olan Kimmerler[2]’in, Sakalar (İskitler)[3]’ın, İdil (Volga) Bulgarları[4]’nın, Hunlar[5]’ın, Sabirler[6]’in ve Hazarlar[7]’ın Doğu Anadolu’yu iskân ettiklerini, yine Kars ve Van taraflarında görülen Bulgar kütleleri ile Peçenek[8] kıt’alarının bu topraklara gelerek bölgeyi bir Türk yurdu haline getirdiklerini göstermektedir.

Özellikle, Ermeni iddialarının aksine, Türkler Anadolu’ya 1071 tarihinden çok önce, İslâmiyeti kabul etmeden yerleşmeye başlamışlardı. Türkler’in Anadolu’yu 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra kesif göçlerle gelerek yurt olarak tutmaları hususu, Müslüman Türkler’e Selçuklular (Oğuzlar)’a münhasırdır. Prof. Dr. Afif Erzen’in “Eastern Anatolia and Urartians” adlı eseriyle ilgili olarak “Armenia” dergisinin 46 sayılı (Temmuz-Ağustos) nüshasında çıkan “Eski Tarih Konusundaki Türk Bilimsel Araştırmaları” başlıklı eleştiri yazısında, “Çok şükür ki, tarihte Ermeniler’in, Türkler’den çok önce bu topraklar üzerinde olduklarını biliyoruz.” (s. 30) denmektedir. Bu ifade, Ermeniler’in tarihlerini iyi bilmediklerini göstermesi bakımından dikkate değer. Burada açıklanması gereken mühim bir mesele de, Oğuz kelimesinin tarihte Uz, Uzi, Guz, Guzi, Guti, Gız, Gas, Kut, Kutu, Kos, Kas şekillerinde ortaya çıkmış olmasının gösterilmiş olmasıdır. İtalyan Türkologu Ettore Rossi, 1957’de yayınlanan bir yazısında[9], Gut, Guz, Uzi’nin Oğuz olduğunu ortaya koymuştur. Vecihe Hatiboğlu da, Gut’un Oğuz olduğunu ifade etmektedir. Diğer taraftan, 1911 yılında II. Baskısı çıkan Encyclopedia Britannica’nın 950. sayfasında, Sir Ch. William Wilson ve Sir H. C. Rawlinson, Oğuz Türkleri’nin Ermeniler’den çok önce Anadolu’da olduklarını ifade etmektedir. Fakat asıl önemlisi, bu son ifadenin, Lozan Antlaşması’na esas olarak alınması ve Ermenistan’ın reddedilmesidir[10].

Böylece, Oğuzlar’ın daha M. Ö. 3000-2000 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gelerek yerleştikleri sonucu çıkmaktadır. Bu konuda, Hâmit Zübeyir Koşay ile Afif Erzen’in eserlerinde geniş malûmat bulunmaktadır[11].

2. “Türkiye” ve “Türkmen Ülkesi” Adının Doğuşu

Oğuzlar’ın İslâmiyeti kabul etmeleri çok mühim iki sonuç doğurmuştur. Bunlardan birisi Oğuzlar’ın batıya doğru akmaları, ikincisi ise İslâm’ın yükünü bin sene omuzlarında taşımalarıdır. Selçuklular Tuğrul Bey’in müsaadesiyle, kardeşi Çağrı (Çakır) Bey idaresinde, 1018 yılında, Anadolu kapılarına, Azerbaycan’a geldiklerinde orada, kendilerinden önce gelmiş bazı Türkmen gruplarına rastlamışlar, onlarla birlikte Anadolu hudutlarını aşarak Van gölü havzasına girmişlerdi[12]. X. Yüzyılda müdafaaya geçmiş ve iç buhranlarla sarsılmış bulunan İslâm dünyası, Selçuklular sayesinde yeni bir kuvvet kazanarak taze bir iman ve kan ile güçlenerek taarruza geçmiş, İslâmın ezelî düşmanı ve rakibi olan Bizans ile hesaplaşma zamanı da gelmişti. İşte Anadolu’nun fethi bu zaruretler ile ve ilk Büyük Selçuklu Sultanları Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşah’ın takip ettikleri devlet siyaseti ile İslâm halifelerinden kendilerine miras kalan Anadolu’nun fethi gibi an’anevî bir İslâm siyasetinin tecellisi olarak gerçekleşecekti[13]. Böylece, Ön Asya’da başlayan Selçuklu akınları ve Türk göçleri Doğu Anadolu’da ayrı bir önem kazanmış, buraları, İslâmlar tarafından “Müslüman Türk” anlamında Türkmen denilen Oğuzlar’la dolmuştu[14]. İşte bu sebeple, XII. yüzyıl ortalarından itibaren Hıristiyan müellifler Selçuklu Anadolusu’na “Türkiye” adını vermişlerdi[15]. Bu da, 1071 tarihinden sonra Anadolu’nun Türkler’le meskûn hale gelmiş olduğunu göstermektedir.

Anadolu toprakları hakkında “Türkiye” adı ilk defa 1190 tarihli Barbarossa Haçlı Seferi Vekayi-nâmesi’nde görülür. XIII. yüzyılda “Türkiye” adı batılı müellifler arasında artık yaygın bir şekilde kullanılmakta idi. Bunun en açık misâline, XIII. yüzyılda İstanbul Lâtin İmparatorluğu tarihini yazan IV. Haçlı Seferi kumandanlarından Geoffroi de Ville-Hardouin’in “Conquête de Constantinople” adındaki eserinde rastlıyoruz. Ville-Hardouin şöyle söylüyor: “Boğaziçinin öte yakasında Türkiye istikametindeki araziye hâkim olan (Teodor Laskaris) o sırada İmparator (Hanri) ile mütareke halindeydi.”[16]

“Türkiye” adı kaynaklarda Turkia, Turchia ve Turkomania olarak geçmektedir[17]. Doğu Anadolu’ya “Turkomania = Türkmen Ülkesi” denilmesine ise, İtalyalı seyyâh Marco Polo’dan itibaren (1271) başlanılmıştır. O, Küçük Ermenistan[18]’dan sonra “Turkomania”ya girdiğini ifade etmektedir[19]. Arap seyyâhı İbn Batûta gibi İspanyol seyyâhı Klaviyo da Doğu Anadolu’yu “Türkmenler’in Ülkesi” olarak tarif etmektedir. İslâm müelliflerinin de XV. yüzyıldan itibaren Doğu Anadolu’yu “Türkmâniyye” olarak adlandırdıkları bilinmektedir[20]. Meselâ, Timur’un tarihçisi Şerefeddin Yezdî, Anadolu’yu “Türkmen Ülkesi” olarak vasıflandırır[21]. Dede Korkut Oğuznâmeleri’nde de Doğu Anadolu “Oğuz-Eli/Elleri” adıyla geçmektedir[22]. XV. yüzyılda Anadolu ’dan geçen Fransız seyyâhı Bertrandon de la Brocquière’nin burasını “Turquemanie/Türkmen Ülkesi”[23] diye tarif etmesi gibi, Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman ile birlikte Doğu Anadolu’ya gelen ve divânda bulunan Nasûh-i Matrakî de “Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleymân” adlı yazma eserinde (y. 4 b), bölgenin bir Türkmen yurdu olduğuna işaret etmekte idi.

“Turkomania” adı sonraki yüzyıllarda Avrupa ilim eserlerine, özellikle coğrafya kitaplarına da geçmiş ve böylece Doğu Anadolu, Avrupalılar için “Türkmen Ülkesi” addedilmiştir. XVIII. yüzyıl Avrupa coğrafya kitaplarında Doğu Anadolu’dan, Turkomania/Türkmen Ülkesi adıyla bahsedilmekte ve aynı yüzyılda basılan bir coğrafya sözlüğünde Anadolu beş kısma ayrılmaktadır: Natoloe (Anadolu), Sourie (Suriye), Turcomanie (Türkmen Ülkesi), Diarbeck (Diyarbakır), Géorgie (Gürcistan)[24]. Yine aynı yüzyıla ait başka bir eserde de Erzurum ve Van bölgesi “Turkomania/Türkmen Ülkesi” olarak gösterilmektedir[25].

3. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı Yönetimine Geçmesi (XVI. Yüzyıl)

XVI. yüzyılda Osmanlılar, cihanşumûl dünya imparatorluğu kurma yolunda mühim ilerlemeler kaydederek topraklarını genişletmişler, idareleri altına aldıkları toplumlara da çağın çok ilerisinde denilebilecek bir yönetim tarzı uygulamışlardır. Bu cümleden olarak, Osmanlı Devleti aynı çağda Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarını da fethederek, buradaki mahallî aşiretler ile Hıristiyan unsurlara âdil yönetimini götürmüştür. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin önemli bir kısmının imparatorluk yönetimine geçmesi, Yavuz Sultan Selim (1512-1520)’in İran Şahı İsmail’e karşı kazandığı 23 Ağustos 1514 Çaldıran Zaferi’nden sonra gerçekleşecektir.

Fevkalâde şartlar içinde tahta çıkan Sultan Selim, imparatorluğu demir pençe ile tutmuş bir otokrattı[26]. Bütün gücünü doğu işleri üzerinde toplamak için Avrupa’daki komşuları ile bilhassa Macaristan ile uzayıp giden barış müzakerelerine girişti. Osmanlılar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarının kendilerine bağlanmasını, imparatorluğun güvenliği, İran’ın batı ve kuzey kesimlerinin baskı altında tutulması ve müteakip İran seferlerinin güçlüklerini ortadan kaldırması bakımından lüzumlu görüyorlardı. Çaldıran Zaferi’nden sonra Tebriz’in 6 Eylül 1514 tarihinde fethi ile sona eren İran seferini müteakip Sultan Selim, Doğu Anadolu’nun nüfuzları güçlü mahallî beylerine, beyliklerine ait olan topraklar üzerindeki haklarını tanıyan beratlar göndermişti. Bu topraklar onlara ocaklık ve yurtluk olarak verilmişti. Başka bir ifadeyle, Yavuz Selim, Doğu Anadolu’da bulunan mahallî beylere karşı düşmanca tavır takınan Şah İsmail’in yanlış siyasetinden faydalanmasını bilmişti.

Doğu Anadolu’nun arazi durumu ile halkının durumunu dikkate alan Osmanlılar, ilk idarî taksimatı yaptılar. 1515’de teşkil edilen Diyarbakır eyaletinin on iki sancağı bulunmakta idi[27]. Bunlar merkez Diyarbakır, Mardin, Sincar, Birecik, Urfa, Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapgir, Kiğı ve Çemişkezek.

1518’de teşekkül eden Erzincan vilâyetinde ise, merkez Erzincan, Kemah, Tercan ve Bayburt sancakları bulunuyordu[28].

Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümünün fethiyle, Osmanlılar Tebriz-Halep ve Tebriz-Bursa ipek yolunun kontrolünü de ele geçirmiş oluyorlardı[29]. Diyarbakır gibi büyük bir ticaret merkezinin fethiyle, Osmanlı hazinesine büyük bir gelir kaynağı sağlanmış idi. Böylece, Yıldırım Bayezit (1389-1402) ve Fatih Sultan Mehmed (1444-1446, 1451-1481)’in kurmaya çalıştıkları “Anadolu’nun Osmanlı idaresinde birleşmesi” yani Anadolu’da Türk birliğinin kurulması işi, Yavuz Selim’in bu Doğu seferi ile tahakkuk etmiş oluyordu. Bilâhare Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında Erzurum’un doğu tarafları ve Kars çevresinin fethiyle bu birlik iyice tamamlanacaktır.

6 Ekim 1535 tarihinde kurulan Erzurum eyâletinin 1538/1539 tarihlerindeki eyâlet defterine göre sancakları arasında, Pasinler, Livana, Trabzon, Şarkî Karahisar, İspir, Erzurum, Kiğı sancakları yer alıyordu[30].

Kanunî zamanında Van gölü havzası Osmanlı-İran nüfuz çatışmalarının mühim bir odak noktası idi. 1534 ve 1548 yıllarında iki defa fethedilen Van kalesi Osmanlı Devleti’ne dahil oldu. 1534’de Veziriâzam İbrahim Paşa’nın aldığı Van’da bir eyâlet teşkil edilmişti. Eyâlet olarak idarî düzenlemesi yapılan Van Eyâleti’nin 1556 yılında, Van, Adilcevaz, Bitlis, Şirevî, Hizan, Espayırt, Müküs, Gevaş, Hakkâri, Alpak, Uşunu, Salmas, Dünbüllü, Ağakıs sancaklarını ihtiva ettiği bilinmektedir[31].

4. Osmanlı Devleti’nin Doğu Eyâletlerinde Uyguladığı Özel Yönetim ve Nüfus

Osmanlı Devleti, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ayrı bir yönetim tarzı uygulamıştır. Osmanlılar’ın Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki mahallî beylikler ile ittifak politikalarının temeli, yukarıda bahsedildiği gibi Yavuz Sultan Selim döneminde atılmıştır. Osmanlılar kendi idare tarzlarını buradaki şartlara uydurdular. Normal sancak teşkilâtı kurmakla beraber mahallî beyler ve aşiretler özel bir idareye tâbi tutuldular. Yavuz Selim, Çaldıran Zaferi’nden sonra İdris-i Bitlisî’yi gönderip sınır üzerinde bulunan mahallî emirleri Osmanlı Devleti’ne bağlatmış olduğundan, bu emirlerin oturdukları yerler, kendilerine yurtluk ve ocaklık adıyla verilmiştir. Böylece İdris-i Bitlisî, mahallî Doğu Anadolu beyliklerinin Osmanlılar ile birlikte, İranlılar’a karşı savaşmalarını sağlamıştır. Bölgedeki mahallî beylerin büyük bölümünün Sünnî olması da bu birleşmeyi sağlayan etkenler arasında sayılabilir.

Yurtluk ve ocaklık olan toprakların öşrü ve örfî gelirleri ve yönetimi bu araziyi tasarruf edenlere ait ve hizmetleri de, sınırları korumak ve oralara ordu yollandığında başkomutanın emrinde bulunmak maddesinden ibaret olup, hal vukuunda (ölüm, azil vb. nedenleri ile sahibinin bu topraktan ayrılması hali) dirlikleri oğullarına, çocuksuz ise onun soyundan uygun birine verilmek konusu da anlaşma şartlarından idi. Bu statüye giren aşiret beyleri, Diyarbakır valisinin emri altında muayyen miktarda bir asker ile seferlere iştirak mecburiyetinde idiler[32].

Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu eyâletlerindeki özel imtiyazlı yönetim kurmalarının sebebini Kanunî Sultan Süleyman’ın şu Hükm-i Şerif’inden anlamak mümkün olmaktadır[33]: “-Kanunî Sultan Süleyman-Babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara karşı cephe alarak müsbet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşlar’ın yenilmesinde yararlıklar gösteren mahallî beylere, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilâverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önünü alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyâlet ve kaleler geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri ve kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyâletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle, oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir...Devletime sadık kaldıkları müddetçe ferman-ı şerifime riayet etmelidirler…Şeriat ve kanun dairesinden ayrılmayıp emirlerindeki Reaya’ya (Müslüman ve Hıristiyan halka) zulüm ve her türlü fenalıklardan kesinlikle sakınmalıdırlar.”

Bu belgede geçen ifadeler, Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu politikasını göstermesi bakımından önemlidir.

Osmanlılar, Doğu Anadolu’daki yerleşik çiftçi halk üzerinde önce Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan zamanındaki tedvin edilmiş olan yerli vergi kanunlarını da ibka ettiler. Fakat 1517-1540 yılları arasında bölgede halk, ödenmesi daha kolay ve basit olan Osmanlı vergi sisteminin, kanun-i Osmanî’nin tatbikini istediler. Devlet halkın bu arzusunu yerine getirmiştir[34].

XVI. yüzyıldan kalan Tapu-Tahrir Defterleri’nden faydalanarak Anadolu’nun etnik gruplarının gerçek nüfuslarını kesin rakamlarla tâyin etmenin zor olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bununla beraber, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya ait bazı XVI. yüzyıl Tapu-Tahrir Defteri’nin incelenmesinden, bölgenin nüfus bakımından, hâkim çoğunluğunun Türk olduğu anlaşılmıştır[35]. Bahaeddin Yediyıldız da, “Azınlık Meselesi Açısından Tahrir Defterleri Nasıl Değerlendirilmelidir?” başlıklı yazısında Tahrir Defterleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Hıristiyanlar’ın durumlarını açıklığa kavuşturması bakımından son derece önemli olduğuna dikkati çekmekte, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde hak iddia eden veya onların haklılığına inanan yabancıların iddialarını çürütecek tarihî delilleri ihtiva ettiğini ifade etmektedir. Onun, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-i Kadîme Arşivi’nde 155 No’da kayıtlı “Defter-i Mufassal-ı Diyarbekir nâm-ı diğer Amid” adlı defterde yaptığı incelemede, bölgenin Türklüğü açısından önemli neticeler ortaya çıkmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz[36]:

a. Batı Amid’de Türk-İslâm kültürü hâkimdir. Yer isimlerinin % 80’i Türkçe’dir,

b. Bölgedeki toprakların mülkiyet açısından sahibi devlettir (mîrî arazi),

c. Bölgede yaşayan insanların adlarının % 90’ı Türkçe’dir,

d. Bazı Hıristiyan köylerinden ispençe alınmamaktadır[37]. Bu köylerde Haçik’in ya-nında Tanrıvermiş, Vartan’ın yanında Murad gibi adların geçmesi bu köylerde yaşayanların Hıristiyan Türkler olduğunu akla getirmektedir,

e. Vergilerin % 97’sini Müslüman-Türkler’in, sâdece % 3’ünü ise gayr-i Müslimler’in ödedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu durum bölgede hem Türk-İslâm kültürünün köklülüğünü ve yaygınlığını, hem de Hıristiyanlar’dan az vergi alındığını göstermektedir,

f. Nihayet, anılan Tahrir Defteri’nin Nâhiye-i Garbî-i Amid ile ilgili olan ve değerlendirilen bölümünden çıkan veriler, bölgede Türk kültürünün tarihî temellerini meydana getirmektedir.

1560’da Malatya şehrinin nüfusu yaklaşık olarak 8.700’den fazla idi ve bunun ancak 1.300 kadarını gayr-i Müslim Ermeniler teşkil ediyordu[38]. 1518 tarihindeki bir tahrire göre, Diyarbakır’ın nüfusunun 12.000’i aştığı, bunun % 52.8’ini Müslüman halkın teşkil ettiği, geriye kalanının ise Erâmine (Ermeni) ve Yahudiyân olarak belirtilen gayr-i Müslim halk olduğu anlaşılmıştır[39]. Harput Sancağında 1566’da 57.404 Müslüman, 44.214 gayr-i Müslim bulunuyordu[40]. Gaziantep (Ayıntab)’de 1536’da 1802 İslâm hanesi, 28 Ermeni hanesi olmak üzere 1830 hane bulunmaktadır[41]. 1592’de Erzurum’da 295 Müslüman ve 249 Hıristiyan vergi nüfusu bulunuyordu. Burada, o tarihte Müslümanlar’dan büyük bir kısmının vergiden muaf olduğu dikkate alınmalıdır[42].

Böylece, XVI. yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki belli başlı şehirlerde Türk (Müslüman) nüfusuna göre, Hıristiyan nüfus oranının çok düşük olduğu görülmektedir.

5. Doğu Anadolu’daki Ermeniler’e ve Diğer Gayr-i Müslimler’e Tanınan Haklar

Osmanlı İmparatorluğu’nda, bütün imparatorluğa şâmil bir tek kanunnâmenin bulunmadığı bilinmektedir. Çünkü imparatorluktaki kanunlar bölgelere ve zümrelere göre değişmekte idi. Hemen hemen her vilâyet, hatta birçok sancak için ayrı ayrı kanunlar yapılmıştı. Bu sebeple devlet, muayyen bir konuya ait nizamların tespiti ve uygulanmasının emrini, bir padişah hükmü şeklinde ve kanunnâme adı altında formüllendirmekte idi[43]. Kanunnâmeler, bir işe ait kanun ve nizamları bildirmek ve bunların uygulanmasını sağlamak üzere verilmektedir. Mahallî âmir ve hâkim, yani sancak beyi, subaşı ve kadı, bu kanun ve nizamların uygulanmasına yardım etmekle görevlendirilmişlerdi.

Osmanlı Eyâlet Kanunnâmeleri, o bölge halkının örfî (âdet) ve şer’î (dinî) hukuk kurallarının göz önüne alınması sonucu ortaya çıkan mahallî kanunları kapsamaktadır. Ancak XVI. yüzyıla ait kanunlardaki örf, dinî hukuk dışında Sultan’ın iradesinden doğmuş kanunları ifade etmektedir[44]. Aslında örf-i Sultanî ile örf-ü âdet arasında münasebet bulunmaktadır. Şöyle ki; Osmanlı padişahları vilâyet tahriri sırasında muayyen bir bölgedeki örf-ü âdeti tespit ettirirler, sonra bunu tâdilen veya aynen tasdik ederek, kanunlaştırırlardı. Bu kanunlar birer kanunnâme halinde Mufassal Tahrir Defterleri’nin başına konur, neşir ve ilân edilirdi. Bu örfî kanunnâmelerin uygulanması kadılara bırakılmıştır[45].

XVI. yüzyılda Müslüman-Hıristiyan bütün Osmanlı reayası, vergilerin hemen her çeşidini birbirine eşit şekilde ve resim-vergi adı altında ödüyorlardı. Osmanlı vergi sistemi, Kanunî Süleyman devrinde Doğu Anadolu’ya da yayıldı. Müslüman olmayan reayadan alınan ispençe resmi, çift resmi’nin karşılığı idi[46]. Doğu ve Güneydoğu illerinde Hıristiyanların (Ermeniler, Süryaniler vb.) vermeleri gereken haraç ve cizye vergilerini toplama işi, devletin tâyin ettiği memurlar vasıtasıyla gerçekleştirilmekte idi. Böylece bu tür uygulama ile mahallî mültezim ve emîrlerin Hıristiyanlardan tahsilinde baskı unsuru olmalarını önlemek için, Hıristiyan reaya devlet güvencesi altına alınmış oluyordu. Ayrıca reayayı bir bütün olarak koruyan Osmanlı sultanlarının taşra yöneticilerine gönderdikleri adaletnâmelerde de, yöneticilerin halka iyi davranmaları ve haksız vergilerle ezmemeleri öneriliyordu[47]. Meselâ, tarihsiz Divrik Livası Kanunnâmesinde, “Ve sancak beyleri ve sipahiler raiyetlerin birkaç gün ot biçmeğe deyu alup gidüb işlerin battal iderlermiş. Bid’at olduğu sebepten ref olundı akçalar ile rençber dutup biçdüreler raiyeti incitmeyeler…”[48] denilmektedir.

Hıristiyanları Türk hâkimiyetini benimsemeye sevkeden âmillerin başında, ilgili sosyal ortamlar, kültür seviyeleri, maddî menfaatler gelmektedir. Anadolu Hıristiyanlarının Selçuklular zamanında benimsemiş oldukları davranış çizgisi, Osmanlı fethiyle karşılaşanlara da örnek teşkil etmiştir[49]. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, İslâm hukukunun genel mahiyetteki prensipleri, aşağı yukarı aynen uygulanmıştır. Tanzimata kadar Ermeni, Rum, Yahudi ve diğer gayr-i Müslim zümreler, İslâm hukukunun kendilerine tanıdığı haklardan yararlan mışlar, bir kısım hukukî meselelerini kendi cemaat mahkemeleri aracılığı ile halletmişler, devlete karşı olan vecibelerini de yerine getirmişlerdir. Gayr-i Müslimlere, kamu düzenini ilgilendiren konularda İslâm hukuk kuralları uygulanmış, aile, miras ve bir kısım ticaret hukuku konularında ise, onlara kendi inançlarından kaynaklanan özel hukuk kuralları tanınmıştır[50]. 

Osmanlı idaresinde bütün gayr-i Müslimler gibi Ermeniler de zımmî olarak kabul edilirler. Yani devletin zimmetinde, koruyuculuğu altındadırlar. Bunun karşılığında cizye denilen bir vergiyi vermeyi kabullenmişlerdir.

Yukarıda belirtilen Doğu ve Güneydoğu Anadolu eyaletlerinde Müslümanların yanında Hıristiyanların devlet güvencesi altına alınmaları, onlar için de himayeci bir devlet politikasının tespit edilmesi ve yürürlüğe konulması, cihanşümul imparatorluk yolunda yürüyen Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısını pekiştirmek açısından son derece önemli telakki edilmelidir. İmparatorluk bünyesinde Ermeniler ile ilgili önemli bir durum Yavuz Selim zamanında ortaya çıkmıştır. Yavuz Selim, Kudüs’de kendisini karşılayan Ermeni Patriği III. Serkis’e 9 Kasım 1517 tarihinde verdiği bir ferman ile Ermenilere tanıdığı hak ve imtiyazları belirtiyordu. Anılan fermanın son kısmında Ermenilerin ekonomik, sosyal, dinî ve diğer bütün hakları anlatılmakta ve ferman şu cümlelerle bitirilmektedir[51]: “(Ermenilere) Devletin yönetim görevlilerinden ve başkalarından hiç kimse karışmayacak ve rahatsız etmeyecektir. Bu günden sonra, ayrıntılarıyla anlatıldığı üzere verilen ferman (nişân-ı hümâyûn) gereğince hareket edilip, başka toplumlardan hiç kimseyi karıştırmayıp, bu konuda çocuklarımdan, vezir-i azamlardan…ve diğer kapım kullarından ve başkalarından, özet olarak, küçük ve büyükten, yaratılmış hiçbir fertden, ne olursa olsun, her ne suretle olursa olsun, her ne sebeple olursa olsun, karışmayacak, rahatsız etmeyecek, değiştirmeyecek ve bozmayacaktır. Her kim karışır, rahatsız eder, değiştirir ve bozarsa, hükümdarların yardımcısı olan Allah’ın katında suçlular takımından sayılsınlar. (Ermeniler) söylediklerimizi onaylanmış bilip, şerefli tuğrama güvensinler.”

Yavuz Selim’in Mısır Seferi esnasında böyle bir fermanı Ermeni Patriğine vermesinin nedeni; henüz fethedilmiş bir kısım Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarında yaşayan Hıristiyanları zabt ü rabt altında tutmak istemesi veya Memlûklara karşı Ermenilerin Osmanlıları desteklemeleri[52] açısından düşünülebilirse de, bu fikirleri tevsik edecek belgeler bulunamamıştır. Osmanlıların çok güçlü oldukları bu dönemde, ihtimaller ile hareket etmeyecekleri açıktır. Bu sebeple, Yavuz Selim’in, imparatorluk topraklarındaki Müslüman olmayan toplumlara, özellikle Ermenilere gösterdiği bu yakınlık, vicdan hürriyetine değer vermek istemesi, harikülâde bir insanlık örneği sayılmalıdır.

Yavuz’dan sonra gelen padişahlar da, Ermeniler’e karşı aynı anlayış içinde bulunacaklar ve aynı nitelikte fermanlar vereceklerdir[53].

Osmanlı müsamahası, idaresi altında bulunan gayr-i Müslim din adamlarını bütün vergilerden muaf tuttuğu gibi[54], Ermenilerin de ağır vergilerini hafifletme cihetine gitmiştir. Nitekim bu husus 1518 tarihli Ergani Livâsı Kanunnâmesinde şöyle belirtilmektedir (madde 18): “Ve şehir Erâminesinden (Ermenilerden) dahi bağ haracı diyü on iki bin karaca akçe maktu’ alurlar imiş, ammâ ol vakt ma’muriyeti artuk (fazla) imiş şimdiki halde andan dahi eksük olmağın dokuz bin akçe kaydoldı ki üç bin Osmanî akçesi olur.”[55]

1530’da Malatya şehrinde bulunan bir Ermeni kilisesinin vakıfları ile ilgili bir kayıt, bu tarihlerde Osmanlı-Türk adaletini göstermesi bakımından önemlidir. Kiliseye ait iki arazi ile bir değirmen yine şehir civarındaki Ali Baba zâviyesine vakıf kaydolunmuş, fakat belgeleri gösterilip tanıklar da dinlendikten sonra, bunlar tekrar kiliseye bağlanmıştır[56].

Veziriâzam İbrahim Paşa, 4 Temmuz 1534 tarihinde yeni fetihler üzerine Kanunî Süleyman’a gönderdiği arzda, Ermeniler ve diğer gayr-i Müslimler için “…düşman ellerinde olan Kılâ’dan Adilcevaz, hücumla korucuları kaçırılarak ve kadîmden Ehl-i Sünnet ve Cemâ’ât’tan olan Ahâlî-i Müslimîn ile Re’âyâ-i Nasârâ’sı Atabe-i Ulyâ’ya şeref-i itâ’at ü inkıyâd eyleyüb; Kal’a miftâhı kulunuza gelüb vâsıl oldu.” ifadelerini yazarak[57], onların Osmanlı devletine güçlük çıkarmadıklarını ve bağlı kaldıklarını açıklamaktadır.

1540 tarihli Erzurum Kanunnâmesi, gayr-i Müslimleri âdil devlet himâyesi altına almaktadır. Meselâ, kadıların bunlardan “nikâh akçesi ve resm-i kısmet” diye bir çeşit vergi almalarını kesinlikle yasaklamaktadır[58]. Gayr-i Müslimler, haraç ile beraber, “resm-i çift ve resm-i dönüm” yerine yılda her mükellef başına 25 akçe ispenç (ispençe) vergisi öderlerdi. Erzurum havâlisinde 6 şap madeninde çalışan ve şaphâne köyleri denilen 23 Hıristiyan köyü bütün vergilerden muaf tutulmuştur. XVI. yüzyıl Erzurum eyalet kanunları bize o eyalette Müslüman ve Hıristiyan halkın menfaatlarını dikkatle göz önünde tutan adil bir rejimin varlığını ispat etmektedir[59].

1578’de Gürcistan seferine tâyin edilen Serdar Lala Mustafa Paşa’ya, daha Üsküdar’da iken 28 Nisan 1578 günü Padişah’tan gelen ve savaşın çıkması sebebiyle düşman ülkesinde nasıl davranılacağını bildiren fermanda Müslümanlara ve Hıristiyanlara uygulanacak muameleden de bahsedilmektedir. Bu hususta; “…Ammâ, mümkin oldukça, içlerinde ehl-i sünnet ve cemâ’at olanlar sıyânet ü himâyet olunup, mallarına ve canlarına zarar ve ziyan erişdürmemeğe sa’y ü ihtimâm eyliyesin. Ve re’âyâdan harâc-güzâr Ermeni Tâifesi’nin dahi, mallarına ve cânlarına zarar ü gezend erişdürmiyesin.”[60] ifadeleri geçmektedir.

Yukarıda verilen belgeler ile misâllerden, XVI. yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin İslâmın prensiplerine uygun olarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan gayr-i Müslimlere (özellikle) Ermenilere sadece din hürriyetini vermekle kalmadığı, aynı zamanda onların iktisadî bakımdan da refah içinde bulunmalarını sağlamaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Böylece batılıların “Osmanlı düzeninde gayr-i Müslimlere karşı önyargılı olunduğu” iddiasının da doğru olmadığı görülmektedir. Nitekim, Fransız tarihçisi H. Hauser, XVI. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyanların, Avrupa’daki dindaşlarından daha bedbaht olmadıklarını söylemekte[61], F. Downey de “Birçok Hıristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu’na gelip yerleşiyorlardı.”[62] demektedir.

Şüphesiz, âdil Türk yönetiminden memnun olan Ermeni ve diğer Osmanlı Hıristiyanları da imparatorluk içindeki rahat ve emniyetli yerlerinden memnun olacaklar ve emperyalist devletlerin, kendilerini efendilerine karşı kışkırttıkları XIX. yüzyıl ikinci yarısına kadar refah içinde yaşayacaklardı.


[1] Claude Cahen, Pre-Ottoman Turkey, New York 1968; Türkçe trc., Yıldız Moran, Osmanlılar’dan Önce Anadolu’da Türkler, İstanbul 1979, s. 79. Sorbonne Üniversitesi İslâm Tarihi Profesörü olan Cl. Cahen, Anadolu Türk-İslâm Tarihi için önemli sayılabilecek bu eserinde, o çağın tarihinin ve sosyal şartlarının yeni sentezini ortaya koymakla birlikte yer yer tezata düşmekten de kurtulamamıştır. Bu sebeple, onun eseri geniş açıklamalara muhtaç görünmektedir. Anadolu Selçuklu Çağı’nın çeşitli meseleleri ve Anadolu’nun Türkleşmesi hakkında şu mühim eserlere ve makalelere bakılmalıdır: M. Fuad Köprülü, Les Origines de l’Empire Ottoman, Paris 1925; A. Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, I. Cilt, II. Baskı, İstanbul 1970; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971; Faruk Sümer, “Anadolu’ya yalnız göçebe Türkler mi geldi?,” Belleten, XXIV, s. 567-594; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri-Boy Teşkilâtı-Destanları, Ankara 1967; Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi: Fetihten Osmanlılara Kadar (1018-1300), I, Ankara 1990; Halil İnalcık, “The Yürüks: Their Origins, Expansion and Economic Role,” Bkz., Halil İnalcık, The Middle East and the Balkans under the Otoman Empire: Essays on Economy and Society, Indiana University Turkish Studies, Bloomington 1993, s. 97-136; Halil İnalcık, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Problemi,” Bkz., Halil İnalcık, Doğu Batı: Makaleler I, Ankara 2005, s. 113-128.  

[2] Kimmerler’in Proto-Türk oldukları hakkında M. Taner Tarhan’ın şu mühim tebliğine bkz., “Eskiçağda Kimmerler Problemi,” VIII. Türk Tarih Kongresi, I. Cilt, Ankara 1979, s. 355-369. 

[3] Bugün, Sakalar’ın bir takım meselelere ve karşı tezlere rağmen, menşeleri Orta Asya’ya bağlanmış ve Türk asıllı oldukları katiyyetle ortaya konulmuştur. Meselâ bkz., A. Zeki Velidî Togan, a.g.e., s. 33-36, 405-409; Mihail Guboğlu, “Romen Ulusunun Eski Türk Kavimleri ile İlişkileri Hakkında,” VIII. Türk Tarih Kongresi, II. Cilt, Ankara 1981, s. 753; Sakalar ile ilgili son araştırmalar ve göçleri hkn. bkz., Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, I, Ankara 1981, s. 182-186, 194-198, 461-464, 478-482.

[4] İdil (Volga) Bulgarları’nın Doğu Anadolu’ya gelişleri hkn. bkz., A. Zeki Velidî Togan, a.g.e., s. 168-169; İdil (Volga) Bulgarları’nın Türklüğü ve faaiyetleri hkn. bkz., Akdes Nimet Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara 1972, s. 108-118.

[5] Çin kaynaklarında Hiung-nu adıyla geçen Hunlar, M.S. 363-373 yılları arasında Kafkasları aşarak Doğu Anadolu’ya girmişler ve Urfa’ya kadar uzanan bölgeyi istilâ etmişlerdir. Daha fazla bilgi için bkz., Gyula Németh, Atillâ ve Hunları, tercüme eden: Şerif Baştav, İstanbul 1962, s. 60.

[6] Sabir Türkleri hakkında etraflıca bir araştırma Şerif Baştav tarafından yapılmıştır. Bkz., “Sabir Türkleri,” Belleten, Cilt V., Sayı: 17-18, Ankara 1941, s. 53-99.

[7] Hazarlar’ın Türklüğü ve Kafkasya’daki faaliyetleri hakkında şu eserlere bakılabilir: Bahaeddin Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi: Orta Asya Kaynak ve Buluntularına Göre, Ankara 1962, s. 223-237; Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 30-43; İbn Fazlan Seyahatnâmesi, Hazırlayan Ramazan Şeşen, İstanbul 1975, s. 76-80; Arthur Koestler, Onüçüncü Kabile: Hazar İmparatorluğu ve Mirası, Çev., Belkıs Çorakçı, II. Baskı, İstanbul 1977; M. İ. Artamonov, Hazar Tarihi: Türkler, Yahudiler, Ruslar, İstanbul 2004; Kevin Alan Brook, Bir Türk İmparatorluğu: Hazar Yahudileri, Çev., İsmail Tulçalı, İstanbul 2005.

[8] Peçenek ve Peçenek kıt’alarının Anadolu topraklarına yerleştirilmeleri hkn., bkz., A. N. Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937; İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ankara 1977, s. 171-172.

[9] “Litteratura dei Turchi,” Le civilta dell’oriente, Roma, Cherardo Casini, 1957, s. 432.

[10] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., Vecihe Hatiboğlu, “Tarihimizin Başlangıcı,” Cumhuriyet, 26 Mart 1978; Halûk Tarcan, “Tarihçilerimize Soruyorum,” Cumhuriyet, 26 Temmuz 1980; aynı yazar, “Tarihte İlk Oğuz Göçü,” Cumhuriyet, 21 Şubat 1984; Türkkaya Ataöv, A Brief Glance at the Armenian Question, Ankara 1984, s. 8-9; Bu konuyla ilgili genel bir değerlendirme için ayrıca şu esere de bakılabilir: Edip Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri, Ankara 1968.

[11] Hâmit Zübeyir Koşay, Erzurum ve Çevresinin Dip Tarihi, Ankara 1984; Afif Erzen, Eastern Anatolia and Urartians, II. Baskı, Ankara 1984.

[12] Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, Türkçeye çeviren: Hrant D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurier, M. Halil Yınanç, Çeviren, Ankara 1962, s. 48.

[13] Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1963, s. 243.

[14] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), s. 50-51; A. Zeki Velidî Togan, a.g.e., s. 196.

[15] Deguignes, Hunlar’ın, Türkler’in, Moğollar’ın ve daha sair garbî Tatarlar’ın Tarih-i Umûmisi, IV. Cilt, Türkçeye tercüme: Hüseyin Cahid (Yalçın), İstanbul 1924, s. 9.

[16] Claude Cahen, a.g.e., s. 150; İsmâil Hâmi Dânişmend, Türklük Meseleleri, İstanbul 1966, s. 122; Krş., Paul Wittek, “Rum Sultanı,” Batı Dillerinde Osmanlı Tarihleri, 3, İstanbul 1971, s. 87, 101’deki not 37 ve 38.

[17] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 259.

[18] Ermenilik ile ilgilenen ilim adamlarının “Küçük Ermenistan” adıyla belirttikleri bölge, Toros ve Amanos dağları ile Akdeniz arasında kalan, Kilikya olarak adlandırılan bölge idi. 

[19] Bkz., Markopolo Seyahatnâmesi, I. Cilt, Hazırlayan: Filiz Dokuman, İstanbul, tarihsiz, s. 20, Yorumu için bkz., Paul Wittek, a.g.e., gösterilen yer, not 38.

[20] A. Zeki Velidî Togan, a.g.e., s. 257.

[21] Faruk Sümer, a.g.e., İlâvelerle 3. Baskı, İstanbul 1980, s. 575.

[22] Bkz., M. Fahrettin Kırzıoğlu, Dede-Korkut Oğuznâmeleri, I. Kitap, İstanbul 1952; Orhan Şaik Gökyay, Dedem Kurkud’un Kitabı, İstanbul 1973.

[23] Bertrandon de la Brocquière, Le voyage d’Outremer, ed. Ch. Schefer, Paris 1892, zikreden Halil İnalcık, Osmanlı Tarihi, DTCF 1966–1967 ders yılı notları, s. 46.

[24] D. Martinière, Abrége Portatif du Dictionnaire Géographique de la Martinière, La Haye 1762, II, s. 216, zikreden Tuncer Baykara, “Doğu Anadolu = Türkmenia (Türkmen Ülkesi),” Atsız Armağanı, İstanbul 1976, s. 64.

[25] Neuste Reisebeschreibung durch die vornehmsten provinzen der Ottomannischen Pfoote, Leipzig 1772, s. 40, zikreden Tuncer Baykara, a.g.m., gösterilen yer.

[26] Halil İnalcık, Osmanlı Tarihi, anılan ders yılı notları, s. 44-45.

[27] Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, İstanbul 1969, s. 35.

[28] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas-Elleri’ni Fethi (1451-1490), Ankara 1976, s. 122 not 1.

[29] Halil İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600, Translated by Norman Itzkowitz and Colin Imber, London 1973, s. 125. 

[30] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a.g.e., s. 163.

[31] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a.g.e., s. 245.

[32] Mithat Sertoğlu, Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul 1958, s. 347; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II. Cild, 2. Baskı, Ankara 1964, s. 580-581; Mustafa Nuri Paşa, Netayic ül-Vukûat (Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi), Cilt 1-2, Sadeleştiren, notlar ve açıklamalar ekleyen: Neşet Çağatay, Ankara 1979, s. 137; Halil Cin, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, Ankara 1978, s. 106-107; Ömer Lütfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, Toplu Eserler I, İstanbul 1980, s. 819; M. Tayyib Gökbilgin, Osmanlı Müesseseleri Teşkilâtı ve Medeniyeti Tarihine Genel Bakış, İstanbul 1977, s. 136-137. Ayrıca bkz., Nejat Göyünç, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında,” Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, 269-277.  

[33] Nazmi Sevgen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara 1982, s. 42-43.

[34] Ömer Lütfi Barkan, a.g.e., s. 545-549.

[35] Daha fazla bilgi için bkz., Bahaeddin Ögel ve diğerleri, Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1985, s. 40-45; Mehmet Eröz, Doğu Anadolu’nun Türklüğü, II. Baskı, İstanbul 1982.

[36] Bahaeddin Yediyıldız, “Azınlık Meselesi Açısından Tahrir Defterleri,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19 (Eylül 1986), s. 43-44.

[37] Halil İnalcık da, Doğu Anadolu’da bir kısım Ermeniler’in “marhasiyye” adı altında maktu bir resim (vergi) ödediklerinden ispence’den muâf tutulduklarını belirtmektedir. Bkz., Halil İnalcık, “Osmanlılarda Raiyyet Rüsûmu,” Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve Ekonomi Üzerinde Arşiv Çalışmaları, İncelemeler, İstanbul 1993, s. 61-62.

[38] Nejat Göyünç, “Kanunî Devrinde Malatya Şehri,” VII. Türk Tarih Kongresi, II. Cilt, Ankara 1973, s. 656.

[39] Nejat Göyünç, “XVI. Yüzyılda Güneydoğu Anadolu’nun Ekonomik Durumu,” Türkiye İktisad Tarihi Semineri, Metinler/Tartışmalar (8-10 Haziran 1973), Ankara 1975, s. 73.

[40] Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara 1989, s. 73, Tablo 10.

[41] Nejat Göyünç, a.g.m., s. 78.

[42] 50. Yıl Armağanı, Erzurum ve Çevresi. Cilt: I, Erzurum 1974, s. 86-87.

[43] Robert Anhegger-Halil İnalcık, Kânûnnâme-i Sultânî Ber Mûceb-i Örf-i Osmânî, Ankara 1956, s. XVII.

[44] Robert Anhegger-Halil İnalcık, a.g.e., s. IX.

[45] Halil İnalcık, “Örf,” İA, 9. Cilt, İstanbul 1988, s. 480.

[46] Ömer Lütfi Barkan, “Çiftlik,” İA, 3. Cilt, İstanbul 1988, s. 393. 

[47] Halil İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age, 1300-1600, s. 75.

[48] Ömer Lütfi Barkan, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, I. Cilt, Kanunlar, İstanbul 1943, s. 118. 

[49] Bahaeddin Yediyıldız, “XIV-XIX. Asırlarda Gayri Müslimlerin Türk Toplumu İçindeki Yeri,” Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, Ankara 1985, s. 143.

[50] Abdulkadir Şener, “İslâm Hukukunda Gayr-i Müslimler,” Türk Tarihinde Ermeniler Sempozyumu: Tebliğler ve Panel Konuşmaları, Manisa 1983, s. 41-56.

[51] Selâhattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969, s. 160-161; Yavuz Ercan, “Tarihî Belgelerin Işığında Ermeni İddiaları,” Tarih Boyunca Türkler’in Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, s. 211-212; Ayrıca bkz., Yavuz Ercan, Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara 1988, s. 17, 34.

[52] Stanford J. Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern , Vol. I, Empire of the Gazis: The Rise and Decline of the Ottoman Empire, 1280-1808, London 1977, s. 84. 

[53] Yavuz Ercan, a.g.m., gösterilen yer.

[54] Ziya Kazancı, Osmanlılar’da Vergi, İstanbul 1977, s. 168.

[55] Ömer Lütfi Barkan, a.g.e., s. 150.

[56] Nejat Göyünç, Malatya’dan Görüş, İstanbul 1985, s. 136.

[57] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a.g.e., s. 136.

[58] Ömer Lütfi Barkan, a.g.e., s. 69; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, V. Kitap, II. Kısım, Kanunî Devri Eyâlet Kanunnâmeleri, İstanbul 1992, s. 540-541.

[59] Ömer Lütfi Barkan, a.g.e., s. 62-72; Ayrıca bkz., Halil İnalcık, “Erzurum,” İA, 4. Cilt, s. 354.

[60] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a.g.e., s. 282.

[61] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Cilt: 10, İstanbul 1978, s. 209.

[62] Yılmaz Öztuna, a.g.e., s. 191.

- ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 18, Yaz 2005 

http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=5


***

Ermenilerin Tehciri ve Türkler'in Göçü (1915-1918)

Ermenilerin Tehciri ve Türkler'in Göçü (1915-1918) 


Erdal İLTER*
ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 9, Bahar 2003   
* Tarihçi-Yazar 


1. Ermeniler’in Davranışları ve Tehcir:

Osmanlı Devleti’nin seferberlik ilân ettiği günlerden (30 Temmuz 1914) az önce, Ermeni Taşnak Partisi, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılması halinde, kendilerinin nasıl bir durum almaları gerekeceğini, başka bir ifade ile, Osmanlı İmparatorluğu’nun ölüm kalım savaşı vereceği bir sırada, devleti nasıl arkadan vuracaklarını tâyin ve müzakere etmek için Erzurum’da Sekizinci Genel Kongre’lerini yapıyorlardı. İki hafta devam eden kongre sonunda, Ermeniler Osmanlı Devleti’ne karşı açıkça cephe kararı almışlardı[1]. Diğer taraftan, Eçmiyazin Gregoryen (Apostolik) Kilisesi de boş durmuyordu. Katogigos V. Kevork (1912–1930), Rusya’nın Genel Valisi Voronçov Daşkov’a yaptığı 18 Ağustos 1914 tarihli yazılı müracaatında[2], Ermenilerin Çar tarafından himayesini istiyor, buna karşılık Ruslar ile birlikte Osmanlı Devleti’ne karşı savaşacaklarını taahhüt ediyordu[3]. Yine aynı gün, Voronçov Daşkov, Tiflis’deki Ermeni Millî Konseyi üyeleri ve Belediye Başkanı Hadisyan ile görüşüyor ve ona, eğer Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Harput ve Sivas vilâyetleri Ermenilerin yardımı ile ele geçirilirse, buralarda bir Ermeni muhtariyetinin tanınacağını ilân ediyordu[4]. V. Kevork ayrıca, Katogigosluğun resmî yayın organı olan “Ararat” gazetesinde, bütün Ermenilere hitaben bir beyannâme yayınlayarak (Ağustos 1914)[5], isyan çığırtkanlığı yapıyordu.

Osmanlı Devleti, 11 Ekim 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Rusların 31 Ekim 1914 tarihinde Bayezıt’dan ve 1 Kasım 1914 tarihinde de Erzurum tarafından Osmanlı sınırlarını geçerek ilerlemelerini fırsat bilen Ermeniler, plânları gereğince, bir taraftan çeteler kurdular, yolları kestiler, Türk köylerine saldırdılar bir taraftan da imkân buldukları şehirlerde isyanlar çıkardılar. Savaşı takip eden günlerde, “Hınçak” gazetesinde çıkan “Sosyal Demokrat Hınçak Komitesi Genel Merkezi” imzalı bir beyannâmede[6] de, Hınçak Komitesi’nin Rus orduları ile politik ve ihtilâlci anlamda çalışacağı belirtiliyordu.

Diğer taraftan, Kafkasya ve Doğu Anadolu’da devlete karşı savaşacak “Ermeni Gönüllü Birlikleri” teşkil edilmişti. Bu amaç için Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulan “Millî Müdafaa Komisyonu” nun üyeleri arasında, Adana eski Piskoposu Muşeg, Ankara eski Piskoposu Papken, Kütahya Piskoposu Papken Köleseryan, Feriköy ve Üsküdar eski vaizi rahip Dirayr da bulunuyordu. Komisyonu teşkil eden üyeler, Türkiye’de yıllarca piskoposluk yapmış olan ruhanî liderlerdi[7].

1915 İlk Baharının başlarında, yani Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden altı ay sonra, Rusya’nın desteğindeki Ermenilerin faaliyetlerini şöyle özetleyebiliriz[8].


1.       Seferberliğin ilânı üzerine askere gitmeyi reddetmişler, silâhlarını alarak dağlara çıkmışlar, savaş başlar başlamaz da Rus ordusuna katılarak onlarla birlikte Osmanlı ordusuna karşı çarpışmışlardır,

2.       Askere gidenler ise silâh ve cephaneleri de alarak kaçmışlar, komitecilerin emrindeki çetelere katılmışlardır,

3.       Anadolu’nun birçok yerinde gizli komiteler faaliyetlerini artırmışlar, bomba imalâthaneleri ve silâh depoları kurmuşlardır,

4.       Silâhsız ve müdafaasız Müslüman ahali üzerine baskınlar yapmışlar, günahsız pek çok masumu vahşice katletmişlerdir,

5.       Resmî binalara, askerlere, jandarmalara saldırılarını gittikçe şiddetlendirmişlerdir,

6.       Çeşitli bölgelerde isyanlar çıkarmışlar, özellikle Doğu Anadolu’ya yaklaştıkça isyan bölgeleri daha sıklaşır olmuştur,

7.       Van’da büyük bir isyan başlatmışlar, Rus ordusu şehri işgal etmeden önce ve işgal sonrası katliâm yaparak Van ahalisinin büyük kısmını öldürmüşlerdir,

8.       Bütün terör hareketleri, Osmanlı Ermeni milletvekilleri, papazları, tanınmış Ermeni doktor ve avukatları tarafından plânlanmış ve yönlendirilmiştir.

İşte Ermeniler böylece, tarihte “Ermeni Tehciri” adı ile anılan, kendilerinin savaş alanı dışına çıkarılmalarına sebep oldular. Türk hatları gerisinde geniş bir ihtilâl çıkarmaları ve Osmanlı Ordusu’nu iki ateş arasında bırakmaları sebebiyle, Osmanlı Hükümeti Ermenileri stratejik noktalardan kaldırabilmek için 27 Mayıs 1915 tarihinde “Sevk ve İskân (Tehcir) Kanunu” nu çıkardı ve yürürlüğe koydu. Kanun metninde, hükümet icraatına karşı çıkan, emirlerine itaat etmeyenler ile silâhlı direnmede bulunanlar, casusluk yapan köy ve kasaba ahalisinin askerî gereklerden dolayı, tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân edile-ceği öngörülmekte idi[9]. Bu kanun, Ermenilerin fiilî ve silâhlı isyan hareketinden çok sonra, Van isyanını müteakip, Osmanlı Devleti’nin ordusunu ve silâhsız sivil halkını Ermeni taşkınlıklarına karşı korumak ve savaşı kazanmasına engel olacak faaliyetleri önlemek amacı ile başvurulan bir “millî nefis müdafaası” idi. Diyarbakır valisi Mehmet Reşit Bey, Tehcir ile ilgili olarak, “...Onlar (Ermeniler) bizleri yok etmek inancı ve kararı ile şartlanmışlardır...Yani anlayacağınız, bizleri meşru müdafaa için harekete sevk eden onlardır.”[10] demektedir.

Batı dünyası Tehcir olayını, kendi usullerince yapılan bir katliâm (jenosid/genocide) olduğunu sanırlar. Çünkü jenosid/genocide, batı kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bu cümleden olarak, Tehcir sırasındaki olayları katliâm olarak gösterme, Ermeniler tarafından da iddia edilen bir husustur. Halbuki Osmanlı Devleti, tehlikeli durumlarda ve gerektiğinde, katliâmı değil,başka bir yere sevk’i tercih etmiştir. Konu derinliğine incelendiğinde, gerçekler açıkça görülmekte ve öldürüldüğü iddia edilen 1.500.000 Ermeni, yerini Türk’e bırakmaktadır. Oysa ki en cömert tahminler dahi bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin nüfusunu 1.500.000 olarak tespit etmektedir[11]. Osmanlı İmparatorluğu’nda ve özellikle Anadolu’daki Ermenilerin nüfusu hakkında muhtelif taraflı araştırmalar yapılmıştır. Ermeni nüfusunun, Türk nüfusu yanında yüksek bir oranda bulunduğu iddiaları artık bugün ilmî veriler karşısında inanırlığını yitirmiştir[12]. Ermenilere yönelik yapıldığı iddia edilen soykırım konusu, Ermeni propagandası kampanyasının hiç değişmeyen temasıdır[13]. İddiaların tersine, sevk ve iskân sırasında Türk makamları en insancıl tedbirleri almışlardır[14].

2. Ermeni İsyanı ve Rus İşgali Esnasında Vukubulan Türkler’in Göçü (1915–1918):

Ermeni ve Ermeni sempatizanı yazarların kaleme aldıkları Birinci Dünya Savaşı’nın acı olayları ile ilgili son derece geniş literatürde, Ermeni isyanları ve korkunç sonuçları yüzünden hayatlarını kaybeden masum Türklere, bu insanların çektikleri acılara ve katlandıkları mahrumiyetlere ait, pişmanlık belirten tek bir söz olsun bulmak, nedense mümkün değildir[15].

Ermeni tehciri başlamadan önce, Ruslar Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinde büyük bir taarruza başlamışlardı. Ermeni çeteleri de Van’ı işgal ederek binlerce Türk’ü yurtlarından sürmüşlerdi. Osmanlı İçişleri Bakanlığı’nın Başbakanlığa sunduğu 17 Aralık 1916 tarihli bir rapora göre[16], Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis, Muş vilâyetlerinden göç ederek mülteci durumuna düşen Türkler’in sayısı 800.000’e ulaşmıştır. Bu Türkler, aşağıda belirtilen 4 iskân bölgesine yerleştirilmişler ve her bölge hakkında ayrı ayrı bilgi verilmiştir.

1. İskân Bölgesi: 

Ordu, Giresun, Samsun, Sinop, Kastamonu, Ünye, Bafra, Çarşamba, Fatsa, Terme’yi kapsamaktadır.

Trabzon ile sahil ahalisi kısmen kayıklarla denizden Ordu, Giresun ve Samsun taraflarına gönderilmiştir. Ordu ve Giresun’dan gelerek kendiliklerinden Terme ve Çarşamba’da yerleştirilen mültecilerin büyük bir kısmı oralarda zarar veren sıtmadan etkilenmişlerdir. Samsun’da bulunanlardan da bir bölüm mülteci Türk, Kavak, Havza, Merzifon yolu ile Çorum’a ve bir bölümü de Bafra yolu ile Sinop-Kastamonu bölgesine gönderilmişlerdir. 1915 başlarında bu bölgede, 79.100 mülteci bulunmakta idi.

2. İskân Bölgesi:

Ankara, Kayseri, Niğde, Sivas, Çorum, Konya, Amasya, Kırşehir, Yozgat, Tokat, Merzifon’u kapsamaktadır. Sadece Sivas’a gelen Türk mülteci sayısı, 300.000’i aşmış bulunuyordu.

3. İskân Bölgesi:

Elazığ, Malatya, Maraş ve Adıyaman bölgesi idi.

4. İskân Bölgesi:

Diyarbakır, Urfa, Gaziantep, Adana, Mardin şeklinde düzenlenmişti. Diyarbakır’da 16.901, Mardin’de 16.162, Urfa’da 40.000 mülteci bulunmakta idi. Ayrıca, Diyarbakır, Mardin, Siverek ve Urfa’da birer çocuk yuvası (dar-ül-eytam) kurulmuş ve 10.500 civarında çocuk toplanmıştı. Adana’ya 10.000 mültecinin sevki karar altına alınmıştı.

Osmanlı Devleti, bir taraftan Ermeni göçmenlerin problemlerini çözmeye uğraşırken, aynı zamanda Türk mültecilerin yerleştirilmesi için de yoğun bir çaba içine girmişti.

Birinci Dünya Savaşı sona erdiği zaman, Doğu Anadolu ve Kafkasya’da 1,2 milyondan fazla Türk yerlerinden sürülmüştü. Doğu Anadolu’da 1,5 milyondan çok insan, Kafkas göçmeni Müslümanlar’dan da 130.000 kişi hayatını kaybetmiş bulunuyordu[17]. Neticede ölü sayısı akla durgunluk verecek bir seviye-ye ulaşmıştı. Van’da Türkler’in % 62’si, Bitlis vilâyetinde % 42’si, Erzurum vilâyetinde % 31’i ve Diyarbakır’da % 26’sı ölmüştür. Doğu Anadolu’nun beş vilâyetinde Türkler’in % 32’si ölmüştür[18]. Ermeniler tarafından, insanlık tarihinin en dehşetli olayı olarak gösterilmeye çalışılan olaylarda, Türkler son derece fazla sayıda ölüme maruz kalmışlardır.

Burada tarihçinin şu soruyu sormaya hakkı vardır: Devamlı olarak gündeme getirilen Ermeni kurbanları meselesi gibi, Türk kurbanları meselesi de ne zaman ve kimler tarafından uluslararası plâtformlarda gündeme getirilecektir?


DİPNOTLAR;

[1]  Geniş bilgi için bkz., Erdal İlter, ‘Taşnak Partisi’nin Ermeni İsyanları’ndaki Rolü (1892-1914),’ 21. Yüzyıla Girerken Tarihe Dostça Bakış:Türk-Ermeni İlişkileri, (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2000), s.  85 – 106.

[2]  Bu belgenin metni için bkz., Esat Uras, The Armenians in History and the Armenian Question, (İstanbul: Documentary Publications, 1988), s. 843 – 845.

[3]  Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce, binlerce silâhlı Ermeni Rus ordusuna katılmış, Rus subaylarının ku-mandasında Ermeni “drujina” ları (1000’er kişilik birlikler) kurulmuştu. Bu birliklere, Rus ordusunda General rütbesi alan Ermeni Tovmas Nazarbekyan kumanda etmekte idi.

[4]  Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar: Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1994), s. 282.

[5]  Beyannâme’nin metni için bkz., Aspirations et Agissement Révolutionnaires des Comités Arméniens avant et aprés la proclamation de la Constitution Ottomane, (Constantinople: 1917), s. 139-141.

[6]  The Turco-Armenian Question: The Turkish Point of View, (Constantinople: The National Congress of Turkey, 1919), s. 105 – 106.

[7]  Aspirations et Agissement Révolutionnaires des Comités Arméniens..., s. 144.

[8]  Bu maddelerdeki olaylara ait geniş bilgi için bkz., Aspirations et Agissement Révolutionnaires des Comités Arméniens..., s. 221 – 307; Ayrıca bkz., Erdal İlter, Armenian and Russian Oppressions (1914-1916): Testimonies of Witnesses, (Ankara: KÖK Series of Social and Strategical Researches, 1999); Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri (1914-1919), I, (Ankara: Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, 2001).

[9] Aspirations et Agissement Révolutionnaires des Comités Arméniens..., s. 316; Ayrıca bkz., Armenians in Ottoman Documents (1915-1920), (Ankara: The Turkish Republic Prime Ministry General Directorate of the State Archives Directorate of Ottoman Archives Publication, 1995), s. 33 – 35; Tehcir konusunda son olarak yapılan şu çalışmaya bakılmalıdır: Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler,1914-1918, (Ankara: Türk Ta-rih Kurumu Yayınları, 2001).

[10]  Mithat Şükrü Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, yay., Turgut Bleda, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1979), s. 58.

[11]  Yavuz Ercan, ‘Ermeniler ve Ermeni Sorunu,’ Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2001), s. 93.

[12]  Msl.bkz., Stanford W. Shaw, ‘Ottoman Population Movements During The Last Years of the Empire, 1885-1914: Some Preliminary Remarks,’ The Journal of Ottoman Studies, Vol. I, (İstanbul: Enderun Kitabevi, 1980), s. 197 tablo A; Justin McCarthy, Muslim and Minorities: The Population of Ottoman Anatolia and the End of the Empire, (New York and London: New York University Press, 1983), s. 47 – 88.

[13]  Msl.bkz., Vahakn N. Dadrian, The History of the Armenian Genocide: Ethnic Conflict from the Balkans to Anatolia to the Caucasus, (Oxford, England: Berghahn Books, 1995); Taner Akçam, Armenien und Völ-kermord, Die Istanbuler Prozesse und die türkische Nationalbewegung, (Hamburg: 1996).

[14]  Bkz., Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ..., s. 59 – 69.

[15]  Erich Feigl, Ein Mythos Des Terrors, (Salzburg: Edition Zeitgeschichte-Freilassing, 1986), s. 88 – 90.

[16]  Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Sa: 81 (Ankara: Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Aralık 1982), s. 219 – 222, Belge No: 1845, Bkz., Ek 1.

[17] Justin McCarthy, ‘Armenian Terrorism: History as poison and Antidode,’ International Terrorism and The Drug Connection, (Ankara: Ankara University Press, 1984), s. 89 – 90.

[18] Justin McCarthy, ‘Milli Felâket, Yeniden Doğuş, Türk Milleti ve Mustafa Kemal Atatürk,’ Atatürk, Cumhu-riyet-Türk Tarihi, (Ankara: 1984), s. 9.


http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=65


***