Erdal İLTER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erdal İLTER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Şubat 2018 Çarşamba

Doğu Anadolu'daki Ermeniler'in ve Diğer Gayr-ı Müslimler'in Devlet Himayesine Alınmaları,

Doğu Anadolu'daki Ermeniler'in ve Diğer Gayr-ı Müslimler'in Devlet Himayesine Alınmaları,

Erdal İLTER*
ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 18, Yaz 2005   
* Tarihçi-Yazar

       
Özet: 
Bu makalede Türklerin ilk defa hangi tarihte Doğu v Güneydoğu Anadolu’ya yerleştiklerinden, Türkiye ve Türkmen ülkesi terimlerinin hangi dönemde kullanılmaya başlandığından ve Doğu ve güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı yönetimine geçiş döneminden bahsedilmekmektedir. Oğuz Türkleri’nin Ermenilerden çok önce yani 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi öncesi Anadolu’da oldukları ve Ermeni iddialarının böylece çürütüldüğü, ayrıca Osmanlı İmparatorluğu döneminde Doğu Anadolu’daki Ermenilere ve diğer Gayr-i Müslimler’e tanınan haklar ve bu dönemde Osmanlı topraklarında yaşayan 
Gayr-i Müslimlerin Türklerle olan iyi ilişkilerine değinilmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Ermenileri, Türkler, Gayr-i Müslimler, Hristiyanlar, Osmanlı İmparatorluğu, Yavuz Sultan Selim,

1. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türkler’in Eskiliği

Bilindiği gibi, Anadolu toprakları üzerinde en mühim rolü Türkler oynamışlardır. “Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilmesi ve Türkiye adı ile bir vatan haline gelmesi, Avrupalılar’a her zaman kavranamayacak, kabul edilemeyecek ve biraz da hazmedilemeyecek bir durum olarak gözükmüştür.”[1]. Selçuklular’dan önceki devirlerde Anadolu’da Türk unsuru var mı idi? Yapılan ilmî araştırmalar, Oğuzlar’dan çok önceleri esaslı Türk unsurları olan Kimmerler[2]’in, Sakalar (İskitler)[3]’ın, İdil (Volga) Bulgarları[4]’nın, Hunlar[5]’ın, Sabirler[6]’in ve Hazarlar[7]’ın Doğu Anadolu’yu iskân ettiklerini, yine Kars ve Van taraflarında görülen Bulgar kütleleri ile Peçenek[8] kıt’alarının bu topraklara gelerek bölgeyi bir Türk yurdu haline getirdiklerini göstermektedir.

Özellikle, Ermeni iddialarının aksine, Türkler Anadolu’ya 1071 tarihinden çok önce, İslâmiyeti kabul etmeden yerleşmeye başlamışlardı. Türkler’in Anadolu’yu 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra kesif göçlerle gelerek yurt olarak tutmaları hususu, Müslüman Türkler’e Selçuklular (Oğuzlar)’a münhasırdır. Prof. Dr. Afif Erzen’in “Eastern Anatolia and Urartians” adlı eseriyle ilgili olarak “Armenia” dergisinin 46 sayılı (Temmuz-Ağustos) nüshasında çıkan “Eski Tarih Konusundaki Türk Bilimsel Araştırmaları” başlıklı eleştiri yazısında, “Çok şükür ki, tarihte Ermeniler’in, Türkler’den çok önce bu topraklar üzerinde olduklarını biliyoruz.” (s. 30) denmektedir. Bu ifade, Ermeniler’in tarihlerini iyi bilmediklerini göstermesi bakımından dikkate değer. Burada açıklanması gereken mühim bir mesele de, Oğuz kelimesinin tarihte Uz, Uzi, Guz, Guzi, Guti, Gız, Gas, Kut, Kutu, Kos, Kas şekillerinde ortaya çıkmış olmasının gösterilmiş olmasıdır. İtalyan Türkologu Ettore Rossi, 1957’de yayınlanan bir yazısında[9], Gut, Guz, Uzi’nin Oğuz olduğunu ortaya koymuştur. Vecihe Hatiboğlu da, Gut’un Oğuz olduğunu ifade etmektedir. Diğer taraftan, 1911 yılında II. Baskısı çıkan Encyclopedia Britannica’nın 950. sayfasında, Sir Ch. William Wilson ve Sir H. C. Rawlinson, Oğuz Türkleri’nin Ermeniler’den çok önce Anadolu’da olduklarını ifade etmektedir. Fakat asıl önemlisi, bu son ifadenin, Lozan Antlaşması’na esas olarak alınması ve Ermenistan’ın reddedilmesidir[10].

Böylece, Oğuzlar’ın daha M. Ö. 3000-2000 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gelerek yerleştikleri sonucu çıkmaktadır. Bu konuda, Hâmit Zübeyir Koşay ile Afif Erzen’in eserlerinde geniş malûmat bulunmaktadır[11].

2. “Türkiye” ve “Türkmen Ülkesi” Adının Doğuşu

Oğuzlar’ın İslâmiyeti kabul etmeleri çok mühim iki sonuç doğurmuştur. Bunlardan birisi Oğuzlar’ın batıya doğru akmaları, ikincisi ise İslâm’ın yükünü bin sene omuzlarında taşımalarıdır. Selçuklular Tuğrul Bey’in müsaadesiyle, kardeşi Çağrı (Çakır) Bey idaresinde, 1018 yılında, Anadolu kapılarına, Azerbaycan’a geldiklerinde orada, kendilerinden önce gelmiş bazı Türkmen gruplarına rastlamışlar, onlarla birlikte Anadolu hudutlarını aşarak Van gölü havzasına girmişlerdi[12]. X. Yüzyılda müdafaaya geçmiş ve iç buhranlarla sarsılmış bulunan İslâm dünyası, Selçuklular sayesinde yeni bir kuvvet kazanarak taze bir iman ve kan ile güçlenerek taarruza geçmiş, İslâmın ezelî düşmanı ve rakibi olan Bizans ile hesaplaşma zamanı da gelmişti. İşte Anadolu’nun fethi bu zaruretler ile ve ilk Büyük Selçuklu Sultanları Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşah’ın takip ettikleri devlet siyaseti ile İslâm halifelerinden kendilerine miras kalan Anadolu’nun fethi gibi an’anevî bir İslâm siyasetinin tecellisi olarak gerçekleşecekti[13]. Böylece, Ön Asya’da başlayan Selçuklu akınları ve Türk göçleri Doğu Anadolu’da ayrı bir önem kazanmış, buraları, İslâmlar tarafından “Müslüman Türk” anlamında Türkmen denilen Oğuzlar’la dolmuştu[14]. İşte bu sebeple, XII. yüzyıl ortalarından itibaren Hıristiyan müellifler Selçuklu Anadolusu’na “Türkiye” adını vermişlerdi[15]. Bu da, 1071 tarihinden sonra Anadolu’nun Türkler’le meskûn hale gelmiş olduğunu göstermektedir.

Anadolu toprakları hakkında “Türkiye” adı ilk defa 1190 tarihli Barbarossa Haçlı Seferi Vekayi-nâmesi’nde görülür. XIII. yüzyılda “Türkiye” adı batılı müellifler arasında artık yaygın bir şekilde kullanılmakta idi. Bunun en açık misâline, XIII. yüzyılda İstanbul Lâtin İmparatorluğu tarihini yazan IV. Haçlı Seferi kumandanlarından Geoffroi de Ville-Hardouin’in “Conquête de Constantinople” adındaki eserinde rastlıyoruz. Ville-Hardouin şöyle söylüyor: “Boğaziçinin öte yakasında Türkiye istikametindeki araziye hâkim olan (Teodor Laskaris) o sırada İmparator (Hanri) ile mütareke halindeydi.”[16]

“Türkiye” adı kaynaklarda Turkia, Turchia ve Turkomania olarak geçmektedir[17]. Doğu Anadolu’ya “Turkomania = Türkmen Ülkesi” denilmesine ise, İtalyalı seyyâh Marco Polo’dan itibaren (1271) başlanılmıştır. O, Küçük Ermenistan[18]’dan sonra “Turkomania”ya girdiğini ifade etmektedir[19]. Arap seyyâhı İbn Batûta gibi İspanyol seyyâhı Klaviyo da Doğu Anadolu’yu “Türkmenler’in Ülkesi” olarak tarif etmektedir. İslâm müelliflerinin de XV. yüzyıldan itibaren Doğu Anadolu’yu “Türkmâniyye” olarak adlandırdıkları bilinmektedir[20]. Meselâ, Timur’un tarihçisi Şerefeddin Yezdî, Anadolu’yu “Türkmen Ülkesi” olarak vasıflandırır[21]. Dede Korkut Oğuznâmeleri’nde de Doğu Anadolu “Oğuz-Eli/Elleri” adıyla geçmektedir[22]. XV. yüzyılda Anadolu ’dan geçen Fransız seyyâhı Bertrandon de la Brocquière’nin burasını “Turquemanie/Türkmen Ülkesi”[23] diye tarif etmesi gibi, Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman ile birlikte Doğu Anadolu’ya gelen ve divânda bulunan Nasûh-i Matrakî de “Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleymân” adlı yazma eserinde (y. 4 b), bölgenin bir Türkmen yurdu olduğuna işaret etmekte idi.

“Turkomania” adı sonraki yüzyıllarda Avrupa ilim eserlerine, özellikle coğrafya kitaplarına da geçmiş ve böylece Doğu Anadolu, Avrupalılar için “Türkmen Ülkesi” addedilmiştir. XVIII. yüzyıl Avrupa coğrafya kitaplarında Doğu Anadolu’dan, Turkomania/Türkmen Ülkesi adıyla bahsedilmekte ve aynı yüzyılda basılan bir coğrafya sözlüğünde Anadolu beş kısma ayrılmaktadır: Natoloe (Anadolu), Sourie (Suriye), Turcomanie (Türkmen Ülkesi), Diarbeck (Diyarbakır), Géorgie (Gürcistan)[24]. Yine aynı yüzyıla ait başka bir eserde de Erzurum ve Van bölgesi “Turkomania/Türkmen Ülkesi” olarak gösterilmektedir[25].

3. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı Yönetimine Geçmesi (XVI. Yüzyıl)

XVI. yüzyılda Osmanlılar, cihanşumûl dünya imparatorluğu kurma yolunda mühim ilerlemeler kaydederek topraklarını genişletmişler, idareleri altına aldıkları toplumlara da çağın çok ilerisinde denilebilecek bir yönetim tarzı uygulamışlardır. Bu cümleden olarak, Osmanlı Devleti aynı çağda Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarını da fethederek, buradaki mahallî aşiretler ile Hıristiyan unsurlara âdil yönetimini götürmüştür. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin önemli bir kısmının imparatorluk yönetimine geçmesi, Yavuz Sultan Selim (1512-1520)’in İran Şahı İsmail’e karşı kazandığı 23 Ağustos 1514 Çaldıran Zaferi’nden sonra gerçekleşecektir.

Fevkalâde şartlar içinde tahta çıkan Sultan Selim, imparatorluğu demir pençe ile tutmuş bir otokrattı[26]. Bütün gücünü doğu işleri üzerinde toplamak için Avrupa’daki komşuları ile bilhassa Macaristan ile uzayıp giden barış müzakerelerine girişti. Osmanlılar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarının kendilerine bağlanmasını, imparatorluğun güvenliği, İran’ın batı ve kuzey kesimlerinin baskı altında tutulması ve müteakip İran seferlerinin güçlüklerini ortadan kaldırması bakımından lüzumlu görüyorlardı. Çaldıran Zaferi’nden sonra Tebriz’in 6 Eylül 1514 tarihinde fethi ile sona eren İran seferini müteakip Sultan Selim, Doğu Anadolu’nun nüfuzları güçlü mahallî beylerine, beyliklerine ait olan topraklar üzerindeki haklarını tanıyan beratlar göndermişti. Bu topraklar onlara ocaklık ve yurtluk olarak verilmişti. Başka bir ifadeyle, Yavuz Selim, Doğu Anadolu’da bulunan mahallî beylere karşı düşmanca tavır takınan Şah İsmail’in yanlış siyasetinden faydalanmasını bilmişti.

Doğu Anadolu’nun arazi durumu ile halkının durumunu dikkate alan Osmanlılar, ilk idarî taksimatı yaptılar. 1515’de teşkil edilen Diyarbakır eyaletinin on iki sancağı bulunmakta idi[27]. Bunlar merkez Diyarbakır, Mardin, Sincar, Birecik, Urfa, Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapgir, Kiğı ve Çemişkezek.

1518’de teşekkül eden Erzincan vilâyetinde ise, merkez Erzincan, Kemah, Tercan ve Bayburt sancakları bulunuyordu[28].

Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümünün fethiyle, Osmanlılar Tebriz-Halep ve Tebriz-Bursa ipek yolunun kontrolünü de ele geçirmiş oluyorlardı[29]. Diyarbakır gibi büyük bir ticaret merkezinin fethiyle, Osmanlı hazinesine büyük bir gelir kaynağı sağlanmış idi. Böylece, Yıldırım Bayezit (1389-1402) ve Fatih Sultan Mehmed (1444-1446, 1451-1481)’in kurmaya çalıştıkları “Anadolu’nun Osmanlı idaresinde birleşmesi” yani Anadolu’da Türk birliğinin kurulması işi, Yavuz Selim’in bu Doğu seferi ile tahakkuk etmiş oluyordu. Bilâhare Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında Erzurum’un doğu tarafları ve Kars çevresinin fethiyle bu birlik iyice tamamlanacaktır.

6 Ekim 1535 tarihinde kurulan Erzurum eyâletinin 1538/1539 tarihlerindeki eyâlet defterine göre sancakları arasında, Pasinler, Livana, Trabzon, Şarkî Karahisar, İspir, Erzurum, Kiğı sancakları yer alıyordu[30].

Kanunî zamanında Van gölü havzası Osmanlı-İran nüfuz çatışmalarının mühim bir odak noktası idi. 1534 ve 1548 yıllarında iki defa fethedilen Van kalesi Osmanlı Devleti’ne dahil oldu. 1534’de Veziriâzam İbrahim Paşa’nın aldığı Van’da bir eyâlet teşkil edilmişti. Eyâlet olarak idarî düzenlemesi yapılan Van Eyâleti’nin 1556 yılında, Van, Adilcevaz, Bitlis, Şirevî, Hizan, Espayırt, Müküs, Gevaş, Hakkâri, Alpak, Uşunu, Salmas, Dünbüllü, Ağakıs sancaklarını ihtiva ettiği bilinmektedir[31].

4. Osmanlı Devleti’nin Doğu Eyâletlerinde Uyguladığı Özel Yönetim ve Nüfus

Osmanlı Devleti, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ayrı bir yönetim tarzı uygulamıştır. Osmanlılar’ın Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki mahallî beylikler ile ittifak politikalarının temeli, yukarıda bahsedildiği gibi Yavuz Sultan Selim döneminde atılmıştır. Osmanlılar kendi idare tarzlarını buradaki şartlara uydurdular. Normal sancak teşkilâtı kurmakla beraber mahallî beyler ve aşiretler özel bir idareye tâbi tutuldular. Yavuz Selim, Çaldıran Zaferi’nden sonra İdris-i Bitlisî’yi gönderip sınır üzerinde bulunan mahallî emirleri Osmanlı Devleti’ne bağlatmış olduğundan, bu emirlerin oturdukları yerler, kendilerine yurtluk ve ocaklık adıyla verilmiştir. Böylece İdris-i Bitlisî, mahallî Doğu Anadolu beyliklerinin Osmanlılar ile birlikte, İranlılar’a karşı savaşmalarını sağlamıştır. Bölgedeki mahallî beylerin büyük bölümünün Sünnî olması da bu birleşmeyi sağlayan etkenler arasında sayılabilir.

Yurtluk ve ocaklık olan toprakların öşrü ve örfî gelirleri ve yönetimi bu araziyi tasarruf edenlere ait ve hizmetleri de, sınırları korumak ve oralara ordu yollandığında başkomutanın emrinde bulunmak maddesinden ibaret olup, hal vukuunda (ölüm, azil vb. nedenleri ile sahibinin bu topraktan ayrılması hali) dirlikleri oğullarına, çocuksuz ise onun soyundan uygun birine verilmek konusu da anlaşma şartlarından idi. Bu statüye giren aşiret beyleri, Diyarbakır valisinin emri altında muayyen miktarda bir asker ile seferlere iştirak mecburiyetinde idiler[32].

Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu eyâletlerindeki özel imtiyazlı yönetim kurmalarının sebebini Kanunî Sultan Süleyman’ın şu Hükm-i Şerif’inden anlamak mümkün olmaktadır[33]: “-Kanunî Sultan Süleyman-Babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara karşı cephe alarak müsbet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşlar’ın yenilmesinde yararlıklar gösteren mahallî beylere, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilâverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önünü alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyâlet ve kaleler geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri ve kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyâletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle, oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir...Devletime sadık kaldıkları müddetçe ferman-ı şerifime riayet etmelidirler…Şeriat ve kanun dairesinden ayrılmayıp emirlerindeki Reaya’ya (Müslüman ve Hıristiyan halka) zulüm ve her türlü fenalıklardan kesinlikle sakınmalıdırlar.”

Bu belgede geçen ifadeler, Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu politikasını göstermesi bakımından önemlidir.

Osmanlılar, Doğu Anadolu’daki yerleşik çiftçi halk üzerinde önce Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan zamanındaki tedvin edilmiş olan yerli vergi kanunlarını da ibka ettiler. Fakat 1517-1540 yılları arasında bölgede halk, ödenmesi daha kolay ve basit olan Osmanlı vergi sisteminin, kanun-i Osmanî’nin tatbikini istediler. Devlet halkın bu arzusunu yerine getirmiştir[34].

XVI. yüzyıldan kalan Tapu-Tahrir Defterleri’nden faydalanarak Anadolu’nun etnik gruplarının gerçek nüfuslarını kesin rakamlarla tâyin etmenin zor olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bununla beraber, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya ait bazı XVI. yüzyıl Tapu-Tahrir Defteri’nin incelenmesinden, bölgenin nüfus bakımından, hâkim çoğunluğunun Türk olduğu anlaşılmıştır[35]. Bahaeddin Yediyıldız da, “Azınlık Meselesi Açısından Tahrir Defterleri Nasıl Değerlendirilmelidir?” başlıklı yazısında Tahrir Defterleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Hıristiyanlar’ın durumlarını açıklığa kavuşturması bakımından son derece önemli olduğuna dikkati çekmekte, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde hak iddia eden veya onların haklılığına inanan yabancıların iddialarını çürütecek tarihî delilleri ihtiva ettiğini ifade etmektedir. Onun, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-i Kadîme Arşivi’nde 155 No’da kayıtlı “Defter-i Mufassal-ı Diyarbekir nâm-ı diğer Amid” adlı defterde yaptığı incelemede, bölgenin Türklüğü açısından önemli neticeler ortaya çıkmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz[36]:

a. Batı Amid’de Türk-İslâm kültürü hâkimdir. Yer isimlerinin % 80’i Türkçe’dir,

b. Bölgedeki toprakların mülkiyet açısından sahibi devlettir (mîrî arazi),

c. Bölgede yaşayan insanların adlarının % 90’ı Türkçe’dir,

d. Bazı Hıristiyan köylerinden ispençe alınmamaktadır[37]. Bu köylerde Haçik’in ya-nında Tanrıvermiş, Vartan’ın yanında Murad gibi adların geçmesi bu köylerde yaşayanların Hıristiyan Türkler olduğunu akla getirmektedir,

e. Vergilerin % 97’sini Müslüman-Türkler’in, sâdece % 3’ünü ise gayr-i Müslimler’in ödedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu durum bölgede hem Türk-İslâm kültürünün köklülüğünü ve yaygınlığını, hem de Hıristiyanlar’dan az vergi alındığını göstermektedir,

f. Nihayet, anılan Tahrir Defteri’nin Nâhiye-i Garbî-i Amid ile ilgili olan ve değerlendirilen bölümünden çıkan veriler, bölgede Türk kültürünün tarihî temellerini meydana getirmektedir.

1560’da Malatya şehrinin nüfusu yaklaşık olarak 8.700’den fazla idi ve bunun ancak 1.300 kadarını gayr-i Müslim Ermeniler teşkil ediyordu[38]. 1518 tarihindeki bir tahrire göre, Diyarbakır’ın nüfusunun 12.000’i aştığı, bunun % 52.8’ini Müslüman halkın teşkil ettiği, geriye kalanının ise Erâmine (Ermeni) ve Yahudiyân olarak belirtilen gayr-i Müslim halk olduğu anlaşılmıştır[39]. Harput Sancağında 1566’da 57.404 Müslüman, 44.214 gayr-i Müslim bulunuyordu[40]. Gaziantep (Ayıntab)’de 1536’da 1802 İslâm hanesi, 28 Ermeni hanesi olmak üzere 1830 hane bulunmaktadır[41]. 1592’de Erzurum’da 295 Müslüman ve 249 Hıristiyan vergi nüfusu bulunuyordu. Burada, o tarihte Müslümanlar’dan büyük bir kısmının vergiden muaf olduğu dikkate alınmalıdır[42].

Böylece, XVI. yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki belli başlı şehirlerde Türk (Müslüman) nüfusuna göre, Hıristiyan nüfus oranının çok düşük olduğu görülmektedir.

5. Doğu Anadolu’daki Ermeniler’e ve Diğer Gayr-i Müslimler’e Tanınan Haklar

Osmanlı İmparatorluğu’nda, bütün imparatorluğa şâmil bir tek kanunnâmenin bulunmadığı bilinmektedir. Çünkü imparatorluktaki kanunlar bölgelere ve zümrelere göre değişmekte idi. Hemen hemen her vilâyet, hatta birçok sancak için ayrı ayrı kanunlar yapılmıştı. Bu sebeple devlet, muayyen bir konuya ait nizamların tespiti ve uygulanmasının emrini, bir padişah hükmü şeklinde ve kanunnâme adı altında formüllendirmekte idi[43]. Kanunnâmeler, bir işe ait kanun ve nizamları bildirmek ve bunların uygulanmasını sağlamak üzere verilmektedir. Mahallî âmir ve hâkim, yani sancak beyi, subaşı ve kadı, bu kanun ve nizamların uygulanmasına yardım etmekle görevlendirilmişlerdi.

Osmanlı Eyâlet Kanunnâmeleri, o bölge halkının örfî (âdet) ve şer’î (dinî) hukuk kurallarının göz önüne alınması sonucu ortaya çıkan mahallî kanunları kapsamaktadır. Ancak XVI. yüzyıla ait kanunlardaki örf, dinî hukuk dışında Sultan’ın iradesinden doğmuş kanunları ifade etmektedir[44]. Aslında örf-i Sultanî ile örf-ü âdet arasında münasebet bulunmaktadır. Şöyle ki; Osmanlı padişahları vilâyet tahriri sırasında muayyen bir bölgedeki örf-ü âdeti tespit ettirirler, sonra bunu tâdilen veya aynen tasdik ederek, kanunlaştırırlardı. Bu kanunlar birer kanunnâme halinde Mufassal Tahrir Defterleri’nin başına konur, neşir ve ilân edilirdi. Bu örfî kanunnâmelerin uygulanması kadılara bırakılmıştır[45].

XVI. yüzyılda Müslüman-Hıristiyan bütün Osmanlı reayası, vergilerin hemen her çeşidini birbirine eşit şekilde ve resim-vergi adı altında ödüyorlardı. Osmanlı vergi sistemi, Kanunî Süleyman devrinde Doğu Anadolu’ya da yayıldı. Müslüman olmayan reayadan alınan ispençe resmi, çift resmi’nin karşılığı idi[46]. Doğu ve Güneydoğu illerinde Hıristiyanların (Ermeniler, Süryaniler vb.) vermeleri gereken haraç ve cizye vergilerini toplama işi, devletin tâyin ettiği memurlar vasıtasıyla gerçekleştirilmekte idi. Böylece bu tür uygulama ile mahallî mültezim ve emîrlerin Hıristiyanlardan tahsilinde baskı unsuru olmalarını önlemek için, Hıristiyan reaya devlet güvencesi altına alınmış oluyordu. Ayrıca reayayı bir bütün olarak koruyan Osmanlı sultanlarının taşra yöneticilerine gönderdikleri adaletnâmelerde de, yöneticilerin halka iyi davranmaları ve haksız vergilerle ezmemeleri öneriliyordu[47]. Meselâ, tarihsiz Divrik Livası Kanunnâmesinde, “Ve sancak beyleri ve sipahiler raiyetlerin birkaç gün ot biçmeğe deyu alup gidüb işlerin battal iderlermiş. Bid’at olduğu sebepten ref olundı akçalar ile rençber dutup biçdüreler raiyeti incitmeyeler…”[48] denilmektedir.

Hıristiyanları Türk hâkimiyetini benimsemeye sevkeden âmillerin başında, ilgili sosyal ortamlar, kültür seviyeleri, maddî menfaatler gelmektedir. Anadolu Hıristiyanlarının Selçuklular zamanında benimsemiş oldukları davranış çizgisi, Osmanlı fethiyle karşılaşanlara da örnek teşkil etmiştir[49]. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, İslâm hukukunun genel mahiyetteki prensipleri, aşağı yukarı aynen uygulanmıştır. Tanzimata kadar Ermeni, Rum, Yahudi ve diğer gayr-i Müslim zümreler, İslâm hukukunun kendilerine tanıdığı haklardan yararlan mışlar, bir kısım hukukî meselelerini kendi cemaat mahkemeleri aracılığı ile halletmişler, devlete karşı olan vecibelerini de yerine getirmişlerdir. Gayr-i Müslimlere, kamu düzenini ilgilendiren konularda İslâm hukuk kuralları uygulanmış, aile, miras ve bir kısım ticaret hukuku konularında ise, onlara kendi inançlarından kaynaklanan özel hukuk kuralları tanınmıştır[50]. 

Osmanlı idaresinde bütün gayr-i Müslimler gibi Ermeniler de zımmî olarak kabul edilirler. Yani devletin zimmetinde, koruyuculuğu altındadırlar. Bunun karşılığında cizye denilen bir vergiyi vermeyi kabullenmişlerdir.

Yukarıda belirtilen Doğu ve Güneydoğu Anadolu eyaletlerinde Müslümanların yanında Hıristiyanların devlet güvencesi altına alınmaları, onlar için de himayeci bir devlet politikasının tespit edilmesi ve yürürlüğe konulması, cihanşümul imparatorluk yolunda yürüyen Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısını pekiştirmek açısından son derece önemli telakki edilmelidir. İmparatorluk bünyesinde Ermeniler ile ilgili önemli bir durum Yavuz Selim zamanında ortaya çıkmıştır. Yavuz Selim, Kudüs’de kendisini karşılayan Ermeni Patriği III. Serkis’e 9 Kasım 1517 tarihinde verdiği bir ferman ile Ermenilere tanıdığı hak ve imtiyazları belirtiyordu. Anılan fermanın son kısmında Ermenilerin ekonomik, sosyal, dinî ve diğer bütün hakları anlatılmakta ve ferman şu cümlelerle bitirilmektedir[51]: “(Ermenilere) Devletin yönetim görevlilerinden ve başkalarından hiç kimse karışmayacak ve rahatsız etmeyecektir. Bu günden sonra, ayrıntılarıyla anlatıldığı üzere verilen ferman (nişân-ı hümâyûn) gereğince hareket edilip, başka toplumlardan hiç kimseyi karıştırmayıp, bu konuda çocuklarımdan, vezir-i azamlardan…ve diğer kapım kullarından ve başkalarından, özet olarak, küçük ve büyükten, yaratılmış hiçbir fertden, ne olursa olsun, her ne suretle olursa olsun, her ne sebeple olursa olsun, karışmayacak, rahatsız etmeyecek, değiştirmeyecek ve bozmayacaktır. Her kim karışır, rahatsız eder, değiştirir ve bozarsa, hükümdarların yardımcısı olan Allah’ın katında suçlular takımından sayılsınlar. (Ermeniler) söylediklerimizi onaylanmış bilip, şerefli tuğrama güvensinler.”

Yavuz Selim’in Mısır Seferi esnasında böyle bir fermanı Ermeni Patriğine vermesinin nedeni; henüz fethedilmiş bir kısım Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarında yaşayan Hıristiyanları zabt ü rabt altında tutmak istemesi veya Memlûklara karşı Ermenilerin Osmanlıları desteklemeleri[52] açısından düşünülebilirse de, bu fikirleri tevsik edecek belgeler bulunamamıştır. Osmanlıların çok güçlü oldukları bu dönemde, ihtimaller ile hareket etmeyecekleri açıktır. Bu sebeple, Yavuz Selim’in, imparatorluk topraklarındaki Müslüman olmayan toplumlara, özellikle Ermenilere gösterdiği bu yakınlık, vicdan hürriyetine değer vermek istemesi, harikülâde bir insanlık örneği sayılmalıdır.

Yavuz’dan sonra gelen padişahlar da, Ermeniler’e karşı aynı anlayış içinde bulunacaklar ve aynı nitelikte fermanlar vereceklerdir[53].

Osmanlı müsamahası, idaresi altında bulunan gayr-i Müslim din adamlarını bütün vergilerden muaf tuttuğu gibi[54], Ermenilerin de ağır vergilerini hafifletme cihetine gitmiştir. Nitekim bu husus 1518 tarihli Ergani Livâsı Kanunnâmesinde şöyle belirtilmektedir (madde 18): “Ve şehir Erâminesinden (Ermenilerden) dahi bağ haracı diyü on iki bin karaca akçe maktu’ alurlar imiş, ammâ ol vakt ma’muriyeti artuk (fazla) imiş şimdiki halde andan dahi eksük olmağın dokuz bin akçe kaydoldı ki üç bin Osmanî akçesi olur.”[55]

1530’da Malatya şehrinde bulunan bir Ermeni kilisesinin vakıfları ile ilgili bir kayıt, bu tarihlerde Osmanlı-Türk adaletini göstermesi bakımından önemlidir. Kiliseye ait iki arazi ile bir değirmen yine şehir civarındaki Ali Baba zâviyesine vakıf kaydolunmuş, fakat belgeleri gösterilip tanıklar da dinlendikten sonra, bunlar tekrar kiliseye bağlanmıştır[56].

Veziriâzam İbrahim Paşa, 4 Temmuz 1534 tarihinde yeni fetihler üzerine Kanunî Süleyman’a gönderdiği arzda, Ermeniler ve diğer gayr-i Müslimler için “…düşman ellerinde olan Kılâ’dan Adilcevaz, hücumla korucuları kaçırılarak ve kadîmden Ehl-i Sünnet ve Cemâ’ât’tan olan Ahâlî-i Müslimîn ile Re’âyâ-i Nasârâ’sı Atabe-i Ulyâ’ya şeref-i itâ’at ü inkıyâd eyleyüb; Kal’a miftâhı kulunuza gelüb vâsıl oldu.” ifadelerini yazarak[57], onların Osmanlı devletine güçlük çıkarmadıklarını ve bağlı kaldıklarını açıklamaktadır.

1540 tarihli Erzurum Kanunnâmesi, gayr-i Müslimleri âdil devlet himâyesi altına almaktadır. Meselâ, kadıların bunlardan “nikâh akçesi ve resm-i kısmet” diye bir çeşit vergi almalarını kesinlikle yasaklamaktadır[58]. Gayr-i Müslimler, haraç ile beraber, “resm-i çift ve resm-i dönüm” yerine yılda her mükellef başına 25 akçe ispenç (ispençe) vergisi öderlerdi. Erzurum havâlisinde 6 şap madeninde çalışan ve şaphâne köyleri denilen 23 Hıristiyan köyü bütün vergilerden muaf tutulmuştur. XVI. yüzyıl Erzurum eyalet kanunları bize o eyalette Müslüman ve Hıristiyan halkın menfaatlarını dikkatle göz önünde tutan adil bir rejimin varlığını ispat etmektedir[59].

1578’de Gürcistan seferine tâyin edilen Serdar Lala Mustafa Paşa’ya, daha Üsküdar’da iken 28 Nisan 1578 günü Padişah’tan gelen ve savaşın çıkması sebebiyle düşman ülkesinde nasıl davranılacağını bildiren fermanda Müslümanlara ve Hıristiyanlara uygulanacak muameleden de bahsedilmektedir. Bu hususta; “…Ammâ, mümkin oldukça, içlerinde ehl-i sünnet ve cemâ’at olanlar sıyânet ü himâyet olunup, mallarına ve canlarına zarar ve ziyan erişdürmemeğe sa’y ü ihtimâm eyliyesin. Ve re’âyâdan harâc-güzâr Ermeni Tâifesi’nin dahi, mallarına ve cânlarına zarar ü gezend erişdürmiyesin.”[60] ifadeleri geçmektedir.

Yukarıda verilen belgeler ile misâllerden, XVI. yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin İslâmın prensiplerine uygun olarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan gayr-i Müslimlere (özellikle) Ermenilere sadece din hürriyetini vermekle kalmadığı, aynı zamanda onların iktisadî bakımdan da refah içinde bulunmalarını sağlamaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Böylece batılıların “Osmanlı düzeninde gayr-i Müslimlere karşı önyargılı olunduğu” iddiasının da doğru olmadığı görülmektedir. Nitekim, Fransız tarihçisi H. Hauser, XVI. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyanların, Avrupa’daki dindaşlarından daha bedbaht olmadıklarını söylemekte[61], F. Downey de “Birçok Hıristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu’na gelip yerleşiyorlardı.”[62] demektedir.

Şüphesiz, âdil Türk yönetiminden memnun olan Ermeni ve diğer Osmanlı Hıristiyanları da imparatorluk içindeki rahat ve emniyetli yerlerinden memnun olacaklar ve emperyalist devletlerin, kendilerini efendilerine karşı kışkırttıkları XIX. yüzyıl ikinci yarısına kadar refah içinde yaşayacaklardı.


[1] Claude Cahen, Pre-Ottoman Turkey, New York 1968; Türkçe trc., Yıldız Moran, Osmanlılar’dan Önce Anadolu’da Türkler, İstanbul 1979, s. 79. Sorbonne Üniversitesi İslâm Tarihi Profesörü olan Cl. Cahen, Anadolu Türk-İslâm Tarihi için önemli sayılabilecek bu eserinde, o çağın tarihinin ve sosyal şartlarının yeni sentezini ortaya koymakla birlikte yer yer tezata düşmekten de kurtulamamıştır. Bu sebeple, onun eseri geniş açıklamalara muhtaç görünmektedir. Anadolu Selçuklu Çağı’nın çeşitli meseleleri ve Anadolu’nun Türkleşmesi hakkında şu mühim eserlere ve makalelere bakılmalıdır: M. Fuad Köprülü, Les Origines de l’Empire Ottoman, Paris 1925; A. Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, I. Cilt, II. Baskı, İstanbul 1970; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971; Faruk Sümer, “Anadolu’ya yalnız göçebe Türkler mi geldi?,” Belleten, XXIV, s. 567-594; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri-Boy Teşkilâtı-Destanları, Ankara 1967; Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi: Fetihten Osmanlılara Kadar (1018-1300), I, Ankara 1990; Halil İnalcık, “The Yürüks: Their Origins, Expansion and Economic Role,” Bkz., Halil İnalcık, The Middle East and the Balkans under the Otoman Empire: Essays on Economy and Society, Indiana University Turkish Studies, Bloomington 1993, s. 97-136; Halil İnalcık, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Problemi,” Bkz., Halil İnalcık, Doğu Batı: Makaleler I, Ankara 2005, s. 113-128.  

[2] Kimmerler’in Proto-Türk oldukları hakkında M. Taner Tarhan’ın şu mühim tebliğine bkz., “Eskiçağda Kimmerler Problemi,” VIII. Türk Tarih Kongresi, I. Cilt, Ankara 1979, s. 355-369. 

[3] Bugün, Sakalar’ın bir takım meselelere ve karşı tezlere rağmen, menşeleri Orta Asya’ya bağlanmış ve Türk asıllı oldukları katiyyetle ortaya konulmuştur. Meselâ bkz., A. Zeki Velidî Togan, a.g.e., s. 33-36, 405-409; Mihail Guboğlu, “Romen Ulusunun Eski Türk Kavimleri ile İlişkileri Hakkında,” VIII. Türk Tarih Kongresi, II. Cilt, Ankara 1981, s. 753; Sakalar ile ilgili son araştırmalar ve göçleri hkn. bkz., Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, I, Ankara 1981, s. 182-186, 194-198, 461-464, 478-482.

[4] İdil (Volga) Bulgarları’nın Doğu Anadolu’ya gelişleri hkn. bkz., A. Zeki Velidî Togan, a.g.e., s. 168-169; İdil (Volga) Bulgarları’nın Türklüğü ve faaiyetleri hkn. bkz., Akdes Nimet Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara 1972, s. 108-118.

[5] Çin kaynaklarında Hiung-nu adıyla geçen Hunlar, M.S. 363-373 yılları arasında Kafkasları aşarak Doğu Anadolu’ya girmişler ve Urfa’ya kadar uzanan bölgeyi istilâ etmişlerdir. Daha fazla bilgi için bkz., Gyula Németh, Atillâ ve Hunları, tercüme eden: Şerif Baştav, İstanbul 1962, s. 60.

[6] Sabir Türkleri hakkında etraflıca bir araştırma Şerif Baştav tarafından yapılmıştır. Bkz., “Sabir Türkleri,” Belleten, Cilt V., Sayı: 17-18, Ankara 1941, s. 53-99.

[7] Hazarlar’ın Türklüğü ve Kafkasya’daki faaliyetleri hakkında şu eserlere bakılabilir: Bahaeddin Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi: Orta Asya Kaynak ve Buluntularına Göre, Ankara 1962, s. 223-237; Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 30-43; İbn Fazlan Seyahatnâmesi, Hazırlayan Ramazan Şeşen, İstanbul 1975, s. 76-80; Arthur Koestler, Onüçüncü Kabile: Hazar İmparatorluğu ve Mirası, Çev., Belkıs Çorakçı, II. Baskı, İstanbul 1977; M. İ. Artamonov, Hazar Tarihi: Türkler, Yahudiler, Ruslar, İstanbul 2004; Kevin Alan Brook, Bir Türk İmparatorluğu: Hazar Yahudileri, Çev., İsmail Tulçalı, İstanbul 2005.

[8] Peçenek ve Peçenek kıt’alarının Anadolu topraklarına yerleştirilmeleri hkn., bkz., A. N. Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937; İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ankara 1977, s. 171-172.

[9] “Litteratura dei Turchi,” Le civilta dell’oriente, Roma, Cherardo Casini, 1957, s. 432.

[10] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., Vecihe Hatiboğlu, “Tarihimizin Başlangıcı,” Cumhuriyet, 26 Mart 1978; Halûk Tarcan, “Tarihçilerimize Soruyorum,” Cumhuriyet, 26 Temmuz 1980; aynı yazar, “Tarihte İlk Oğuz Göçü,” Cumhuriyet, 21 Şubat 1984; Türkkaya Ataöv, A Brief Glance at the Armenian Question, Ankara 1984, s. 8-9; Bu konuyla ilgili genel bir değerlendirme için ayrıca şu esere de bakılabilir: Edip Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri, Ankara 1968.

[11] Hâmit Zübeyir Koşay, Erzurum ve Çevresinin Dip Tarihi, Ankara 1984; Afif Erzen, Eastern Anatolia and Urartians, II. Baskı, Ankara 1984.

[12] Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, Türkçeye çeviren: Hrant D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurier, M. Halil Yınanç, Çeviren, Ankara 1962, s. 48.

[13] Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1963, s. 243.

[14] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), s. 50-51; A. Zeki Velidî Togan, a.g.e., s. 196.

[15] Deguignes, Hunlar’ın, Türkler’in, Moğollar’ın ve daha sair garbî Tatarlar’ın Tarih-i Umûmisi, IV. Cilt, Türkçeye tercüme: Hüseyin Cahid (Yalçın), İstanbul 1924, s. 9.

[16] Claude Cahen, a.g.e., s. 150; İsmâil Hâmi Dânişmend, Türklük Meseleleri, İstanbul 1966, s. 122; Krş., Paul Wittek, “Rum Sultanı,” Batı Dillerinde Osmanlı Tarihleri, 3, İstanbul 1971, s. 87, 101’deki not 37 ve 38.

[17] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 259.

[18] Ermenilik ile ilgilenen ilim adamlarının “Küçük Ermenistan” adıyla belirttikleri bölge, Toros ve Amanos dağları ile Akdeniz arasında kalan, Kilikya olarak adlandırılan bölge idi. 

[19] Bkz., Markopolo Seyahatnâmesi, I. Cilt, Hazırlayan: Filiz Dokuman, İstanbul, tarihsiz, s. 20, Yorumu için bkz., Paul Wittek, a.g.e., gösterilen yer, not 38.

[20] A. Zeki Velidî Togan, a.g.e., s. 257.

[21] Faruk Sümer, a.g.e., İlâvelerle 3. Baskı, İstanbul 1980, s. 575.

[22] Bkz., M. Fahrettin Kırzıoğlu, Dede-Korkut Oğuznâmeleri, I. Kitap, İstanbul 1952; Orhan Şaik Gökyay, Dedem Kurkud’un Kitabı, İstanbul 1973.

[23] Bertrandon de la Brocquière, Le voyage d’Outremer, ed. Ch. Schefer, Paris 1892, zikreden Halil İnalcık, Osmanlı Tarihi, DTCF 1966–1967 ders yılı notları, s. 46.

[24] D. Martinière, Abrége Portatif du Dictionnaire Géographique de la Martinière, La Haye 1762, II, s. 216, zikreden Tuncer Baykara, “Doğu Anadolu = Türkmenia (Türkmen Ülkesi),” Atsız Armağanı, İstanbul 1976, s. 64.

[25] Neuste Reisebeschreibung durch die vornehmsten provinzen der Ottomannischen Pfoote, Leipzig 1772, s. 40, zikreden Tuncer Baykara, a.g.m., gösterilen yer.

[26] Halil İnalcık, Osmanlı Tarihi, anılan ders yılı notları, s. 44-45.

[27] Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, İstanbul 1969, s. 35.

[28] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas-Elleri’ni Fethi (1451-1490), Ankara 1976, s. 122 not 1.

[29] Halil İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600, Translated by Norman Itzkowitz and Colin Imber, London 1973, s. 125. 

[30] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a.g.e., s. 163.

[31] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a.g.e., s. 245.

[32] Mithat Sertoğlu, Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul 1958, s. 347; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II. Cild, 2. Baskı, Ankara 1964, s. 580-581; Mustafa Nuri Paşa, Netayic ül-Vukûat (Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi), Cilt 1-2, Sadeleştiren, notlar ve açıklamalar ekleyen: Neşet Çağatay, Ankara 1979, s. 137; Halil Cin, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, Ankara 1978, s. 106-107; Ömer Lütfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, Toplu Eserler I, İstanbul 1980, s. 819; M. Tayyib Gökbilgin, Osmanlı Müesseseleri Teşkilâtı ve Medeniyeti Tarihine Genel Bakış, İstanbul 1977, s. 136-137. Ayrıca bkz., Nejat Göyünç, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında,” Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, 269-277.  

[33] Nazmi Sevgen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara 1982, s. 42-43.

[34] Ömer Lütfi Barkan, a.g.e., s. 545-549.

[35] Daha fazla bilgi için bkz., Bahaeddin Ögel ve diğerleri, Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1985, s. 40-45; Mehmet Eröz, Doğu Anadolu’nun Türklüğü, II. Baskı, İstanbul 1982.

[36] Bahaeddin Yediyıldız, “Azınlık Meselesi Açısından Tahrir Defterleri,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19 (Eylül 1986), s. 43-44.

[37] Halil İnalcık da, Doğu Anadolu’da bir kısım Ermeniler’in “marhasiyye” adı altında maktu bir resim (vergi) ödediklerinden ispence’den muâf tutulduklarını belirtmektedir. Bkz., Halil İnalcık, “Osmanlılarda Raiyyet Rüsûmu,” Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve Ekonomi Üzerinde Arşiv Çalışmaları, İncelemeler, İstanbul 1993, s. 61-62.

[38] Nejat Göyünç, “Kanunî Devrinde Malatya Şehri,” VII. Türk Tarih Kongresi, II. Cilt, Ankara 1973, s. 656.

[39] Nejat Göyünç, “XVI. Yüzyılda Güneydoğu Anadolu’nun Ekonomik Durumu,” Türkiye İktisad Tarihi Semineri, Metinler/Tartışmalar (8-10 Haziran 1973), Ankara 1975, s. 73.

[40] Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara 1989, s. 73, Tablo 10.

[41] Nejat Göyünç, a.g.m., s. 78.

[42] 50. Yıl Armağanı, Erzurum ve Çevresi. Cilt: I, Erzurum 1974, s. 86-87.

[43] Robert Anhegger-Halil İnalcık, Kânûnnâme-i Sultânî Ber Mûceb-i Örf-i Osmânî, Ankara 1956, s. XVII.

[44] Robert Anhegger-Halil İnalcık, a.g.e., s. IX.

[45] Halil İnalcık, “Örf,” İA, 9. Cilt, İstanbul 1988, s. 480.

[46] Ömer Lütfi Barkan, “Çiftlik,” İA, 3. Cilt, İstanbul 1988, s. 393. 

[47] Halil İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age, 1300-1600, s. 75.

[48] Ömer Lütfi Barkan, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, I. Cilt, Kanunlar, İstanbul 1943, s. 118. 

[49] Bahaeddin Yediyıldız, “XIV-XIX. Asırlarda Gayri Müslimlerin Türk Toplumu İçindeki Yeri,” Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, Ankara 1985, s. 143.

[50] Abdulkadir Şener, “İslâm Hukukunda Gayr-i Müslimler,” Türk Tarihinde Ermeniler Sempozyumu: Tebliğler ve Panel Konuşmaları, Manisa 1983, s. 41-56.

[51] Selâhattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969, s. 160-161; Yavuz Ercan, “Tarihî Belgelerin Işığında Ermeni İddiaları,” Tarih Boyunca Türkler’in Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, s. 211-212; Ayrıca bkz., Yavuz Ercan, Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara 1988, s. 17, 34.

[52] Stanford J. Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern , Vol. I, Empire of the Gazis: The Rise and Decline of the Ottoman Empire, 1280-1808, London 1977, s. 84. 

[53] Yavuz Ercan, a.g.m., gösterilen yer.

[54] Ziya Kazancı, Osmanlılar’da Vergi, İstanbul 1977, s. 168.

[55] Ömer Lütfi Barkan, a.g.e., s. 150.

[56] Nejat Göyünç, Malatya’dan Görüş, İstanbul 1985, s. 136.

[57] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a.g.e., s. 136.

[58] Ömer Lütfi Barkan, a.g.e., s. 69; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, V. Kitap, II. Kısım, Kanunî Devri Eyâlet Kanunnâmeleri, İstanbul 1992, s. 540-541.

[59] Ömer Lütfi Barkan, a.g.e., s. 62-72; Ayrıca bkz., Halil İnalcık, “Erzurum,” İA, 4. Cilt, s. 354.

[60] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a.g.e., s. 282.

[61] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Cilt: 10, İstanbul 1978, s. 209.

[62] Yılmaz Öztuna, a.g.e., s. 191.

- ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 18, Yaz 2005 

http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=5


***

Ermenilerin Tehciri ve Türkler'in Göçü (1915-1918)

Ermenilerin Tehciri ve Türkler'in Göçü (1915-1918) 


Erdal İLTER*
ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 9, Bahar 2003   
* Tarihçi-Yazar 


1. Ermeniler’in Davranışları ve Tehcir:

Osmanlı Devleti’nin seferberlik ilân ettiği günlerden (30 Temmuz 1914) az önce, Ermeni Taşnak Partisi, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılması halinde, kendilerinin nasıl bir durum almaları gerekeceğini, başka bir ifade ile, Osmanlı İmparatorluğu’nun ölüm kalım savaşı vereceği bir sırada, devleti nasıl arkadan vuracaklarını tâyin ve müzakere etmek için Erzurum’da Sekizinci Genel Kongre’lerini yapıyorlardı. İki hafta devam eden kongre sonunda, Ermeniler Osmanlı Devleti’ne karşı açıkça cephe kararı almışlardı[1]. Diğer taraftan, Eçmiyazin Gregoryen (Apostolik) Kilisesi de boş durmuyordu. Katogigos V. Kevork (1912–1930), Rusya’nın Genel Valisi Voronçov Daşkov’a yaptığı 18 Ağustos 1914 tarihli yazılı müracaatında[2], Ermenilerin Çar tarafından himayesini istiyor, buna karşılık Ruslar ile birlikte Osmanlı Devleti’ne karşı savaşacaklarını taahhüt ediyordu[3]. Yine aynı gün, Voronçov Daşkov, Tiflis’deki Ermeni Millî Konseyi üyeleri ve Belediye Başkanı Hadisyan ile görüşüyor ve ona, eğer Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Harput ve Sivas vilâyetleri Ermenilerin yardımı ile ele geçirilirse, buralarda bir Ermeni muhtariyetinin tanınacağını ilân ediyordu[4]. V. Kevork ayrıca, Katogigosluğun resmî yayın organı olan “Ararat” gazetesinde, bütün Ermenilere hitaben bir beyannâme yayınlayarak (Ağustos 1914)[5], isyan çığırtkanlığı yapıyordu.

Osmanlı Devleti, 11 Ekim 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Rusların 31 Ekim 1914 tarihinde Bayezıt’dan ve 1 Kasım 1914 tarihinde de Erzurum tarafından Osmanlı sınırlarını geçerek ilerlemelerini fırsat bilen Ermeniler, plânları gereğince, bir taraftan çeteler kurdular, yolları kestiler, Türk köylerine saldırdılar bir taraftan da imkân buldukları şehirlerde isyanlar çıkardılar. Savaşı takip eden günlerde, “Hınçak” gazetesinde çıkan “Sosyal Demokrat Hınçak Komitesi Genel Merkezi” imzalı bir beyannâmede[6] de, Hınçak Komitesi’nin Rus orduları ile politik ve ihtilâlci anlamda çalışacağı belirtiliyordu.

Diğer taraftan, Kafkasya ve Doğu Anadolu’da devlete karşı savaşacak “Ermeni Gönüllü Birlikleri” teşkil edilmişti. Bu amaç için Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulan “Millî Müdafaa Komisyonu” nun üyeleri arasında, Adana eski Piskoposu Muşeg, Ankara eski Piskoposu Papken, Kütahya Piskoposu Papken Köleseryan, Feriköy ve Üsküdar eski vaizi rahip Dirayr da bulunuyordu. Komisyonu teşkil eden üyeler, Türkiye’de yıllarca piskoposluk yapmış olan ruhanî liderlerdi[7].

1915 İlk Baharının başlarında, yani Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden altı ay sonra, Rusya’nın desteğindeki Ermenilerin faaliyetlerini şöyle özetleyebiliriz[8].


1.       Seferberliğin ilânı üzerine askere gitmeyi reddetmişler, silâhlarını alarak dağlara çıkmışlar, savaş başlar başlamaz da Rus ordusuna katılarak onlarla birlikte Osmanlı ordusuna karşı çarpışmışlardır,

2.       Askere gidenler ise silâh ve cephaneleri de alarak kaçmışlar, komitecilerin emrindeki çetelere katılmışlardır,

3.       Anadolu’nun birçok yerinde gizli komiteler faaliyetlerini artırmışlar, bomba imalâthaneleri ve silâh depoları kurmuşlardır,

4.       Silâhsız ve müdafaasız Müslüman ahali üzerine baskınlar yapmışlar, günahsız pek çok masumu vahşice katletmişlerdir,

5.       Resmî binalara, askerlere, jandarmalara saldırılarını gittikçe şiddetlendirmişlerdir,

6.       Çeşitli bölgelerde isyanlar çıkarmışlar, özellikle Doğu Anadolu’ya yaklaştıkça isyan bölgeleri daha sıklaşır olmuştur,

7.       Van’da büyük bir isyan başlatmışlar, Rus ordusu şehri işgal etmeden önce ve işgal sonrası katliâm yaparak Van ahalisinin büyük kısmını öldürmüşlerdir,

8.       Bütün terör hareketleri, Osmanlı Ermeni milletvekilleri, papazları, tanınmış Ermeni doktor ve avukatları tarafından plânlanmış ve yönlendirilmiştir.

İşte Ermeniler böylece, tarihte “Ermeni Tehciri” adı ile anılan, kendilerinin savaş alanı dışına çıkarılmalarına sebep oldular. Türk hatları gerisinde geniş bir ihtilâl çıkarmaları ve Osmanlı Ordusu’nu iki ateş arasında bırakmaları sebebiyle, Osmanlı Hükümeti Ermenileri stratejik noktalardan kaldırabilmek için 27 Mayıs 1915 tarihinde “Sevk ve İskân (Tehcir) Kanunu” nu çıkardı ve yürürlüğe koydu. Kanun metninde, hükümet icraatına karşı çıkan, emirlerine itaat etmeyenler ile silâhlı direnmede bulunanlar, casusluk yapan köy ve kasaba ahalisinin askerî gereklerden dolayı, tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân edile-ceği öngörülmekte idi[9]. Bu kanun, Ermenilerin fiilî ve silâhlı isyan hareketinden çok sonra, Van isyanını müteakip, Osmanlı Devleti’nin ordusunu ve silâhsız sivil halkını Ermeni taşkınlıklarına karşı korumak ve savaşı kazanmasına engel olacak faaliyetleri önlemek amacı ile başvurulan bir “millî nefis müdafaası” idi. Diyarbakır valisi Mehmet Reşit Bey, Tehcir ile ilgili olarak, “...Onlar (Ermeniler) bizleri yok etmek inancı ve kararı ile şartlanmışlardır...Yani anlayacağınız, bizleri meşru müdafaa için harekete sevk eden onlardır.”[10] demektedir.

Batı dünyası Tehcir olayını, kendi usullerince yapılan bir katliâm (jenosid/genocide) olduğunu sanırlar. Çünkü jenosid/genocide, batı kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bu cümleden olarak, Tehcir sırasındaki olayları katliâm olarak gösterme, Ermeniler tarafından da iddia edilen bir husustur. Halbuki Osmanlı Devleti, tehlikeli durumlarda ve gerektiğinde, katliâmı değil,başka bir yere sevk’i tercih etmiştir. Konu derinliğine incelendiğinde, gerçekler açıkça görülmekte ve öldürüldüğü iddia edilen 1.500.000 Ermeni, yerini Türk’e bırakmaktadır. Oysa ki en cömert tahminler dahi bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin nüfusunu 1.500.000 olarak tespit etmektedir[11]. Osmanlı İmparatorluğu’nda ve özellikle Anadolu’daki Ermenilerin nüfusu hakkında muhtelif taraflı araştırmalar yapılmıştır. Ermeni nüfusunun, Türk nüfusu yanında yüksek bir oranda bulunduğu iddiaları artık bugün ilmî veriler karşısında inanırlığını yitirmiştir[12]. Ermenilere yönelik yapıldığı iddia edilen soykırım konusu, Ermeni propagandası kampanyasının hiç değişmeyen temasıdır[13]. İddiaların tersine, sevk ve iskân sırasında Türk makamları en insancıl tedbirleri almışlardır[14].

2. Ermeni İsyanı ve Rus İşgali Esnasında Vukubulan Türkler’in Göçü (1915–1918):

Ermeni ve Ermeni sempatizanı yazarların kaleme aldıkları Birinci Dünya Savaşı’nın acı olayları ile ilgili son derece geniş literatürde, Ermeni isyanları ve korkunç sonuçları yüzünden hayatlarını kaybeden masum Türklere, bu insanların çektikleri acılara ve katlandıkları mahrumiyetlere ait, pişmanlık belirten tek bir söz olsun bulmak, nedense mümkün değildir[15].

Ermeni tehciri başlamadan önce, Ruslar Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinde büyük bir taarruza başlamışlardı. Ermeni çeteleri de Van’ı işgal ederek binlerce Türk’ü yurtlarından sürmüşlerdi. Osmanlı İçişleri Bakanlığı’nın Başbakanlığa sunduğu 17 Aralık 1916 tarihli bir rapora göre[16], Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis, Muş vilâyetlerinden göç ederek mülteci durumuna düşen Türkler’in sayısı 800.000’e ulaşmıştır. Bu Türkler, aşağıda belirtilen 4 iskân bölgesine yerleştirilmişler ve her bölge hakkında ayrı ayrı bilgi verilmiştir.

1. İskân Bölgesi: 

Ordu, Giresun, Samsun, Sinop, Kastamonu, Ünye, Bafra, Çarşamba, Fatsa, Terme’yi kapsamaktadır.

Trabzon ile sahil ahalisi kısmen kayıklarla denizden Ordu, Giresun ve Samsun taraflarına gönderilmiştir. Ordu ve Giresun’dan gelerek kendiliklerinden Terme ve Çarşamba’da yerleştirilen mültecilerin büyük bir kısmı oralarda zarar veren sıtmadan etkilenmişlerdir. Samsun’da bulunanlardan da bir bölüm mülteci Türk, Kavak, Havza, Merzifon yolu ile Çorum’a ve bir bölümü de Bafra yolu ile Sinop-Kastamonu bölgesine gönderilmişlerdir. 1915 başlarında bu bölgede, 79.100 mülteci bulunmakta idi.

2. İskân Bölgesi:

Ankara, Kayseri, Niğde, Sivas, Çorum, Konya, Amasya, Kırşehir, Yozgat, Tokat, Merzifon’u kapsamaktadır. Sadece Sivas’a gelen Türk mülteci sayısı, 300.000’i aşmış bulunuyordu.

3. İskân Bölgesi:

Elazığ, Malatya, Maraş ve Adıyaman bölgesi idi.

4. İskân Bölgesi:

Diyarbakır, Urfa, Gaziantep, Adana, Mardin şeklinde düzenlenmişti. Diyarbakır’da 16.901, Mardin’de 16.162, Urfa’da 40.000 mülteci bulunmakta idi. Ayrıca, Diyarbakır, Mardin, Siverek ve Urfa’da birer çocuk yuvası (dar-ül-eytam) kurulmuş ve 10.500 civarında çocuk toplanmıştı. Adana’ya 10.000 mültecinin sevki karar altına alınmıştı.

Osmanlı Devleti, bir taraftan Ermeni göçmenlerin problemlerini çözmeye uğraşırken, aynı zamanda Türk mültecilerin yerleştirilmesi için de yoğun bir çaba içine girmişti.

Birinci Dünya Savaşı sona erdiği zaman, Doğu Anadolu ve Kafkasya’da 1,2 milyondan fazla Türk yerlerinden sürülmüştü. Doğu Anadolu’da 1,5 milyondan çok insan, Kafkas göçmeni Müslümanlar’dan da 130.000 kişi hayatını kaybetmiş bulunuyordu[17]. Neticede ölü sayısı akla durgunluk verecek bir seviye-ye ulaşmıştı. Van’da Türkler’in % 62’si, Bitlis vilâyetinde % 42’si, Erzurum vilâyetinde % 31’i ve Diyarbakır’da % 26’sı ölmüştür. Doğu Anadolu’nun beş vilâyetinde Türkler’in % 32’si ölmüştür[18]. Ermeniler tarafından, insanlık tarihinin en dehşetli olayı olarak gösterilmeye çalışılan olaylarda, Türkler son derece fazla sayıda ölüme maruz kalmışlardır.

Burada tarihçinin şu soruyu sormaya hakkı vardır: Devamlı olarak gündeme getirilen Ermeni kurbanları meselesi gibi, Türk kurbanları meselesi de ne zaman ve kimler tarafından uluslararası plâtformlarda gündeme getirilecektir?


DİPNOTLAR;

[1]  Geniş bilgi için bkz., Erdal İlter, ‘Taşnak Partisi’nin Ermeni İsyanları’ndaki Rolü (1892-1914),’ 21. Yüzyıla Girerken Tarihe Dostça Bakış:Türk-Ermeni İlişkileri, (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2000), s.  85 – 106.

[2]  Bu belgenin metni için bkz., Esat Uras, The Armenians in History and the Armenian Question, (İstanbul: Documentary Publications, 1988), s. 843 – 845.

[3]  Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce, binlerce silâhlı Ermeni Rus ordusuna katılmış, Rus subaylarının ku-mandasında Ermeni “drujina” ları (1000’er kişilik birlikler) kurulmuştu. Bu birliklere, Rus ordusunda General rütbesi alan Ermeni Tovmas Nazarbekyan kumanda etmekte idi.

[4]  Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar: Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1994), s. 282.

[5]  Beyannâme’nin metni için bkz., Aspirations et Agissement Révolutionnaires des Comités Arméniens avant et aprés la proclamation de la Constitution Ottomane, (Constantinople: 1917), s. 139-141.

[6]  The Turco-Armenian Question: The Turkish Point of View, (Constantinople: The National Congress of Turkey, 1919), s. 105 – 106.

[7]  Aspirations et Agissement Révolutionnaires des Comités Arméniens..., s. 144.

[8]  Bu maddelerdeki olaylara ait geniş bilgi için bkz., Aspirations et Agissement Révolutionnaires des Comités Arméniens..., s. 221 – 307; Ayrıca bkz., Erdal İlter, Armenian and Russian Oppressions (1914-1916): Testimonies of Witnesses, (Ankara: KÖK Series of Social and Strategical Researches, 1999); Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri (1914-1919), I, (Ankara: Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, 2001).

[9] Aspirations et Agissement Révolutionnaires des Comités Arméniens..., s. 316; Ayrıca bkz., Armenians in Ottoman Documents (1915-1920), (Ankara: The Turkish Republic Prime Ministry General Directorate of the State Archives Directorate of Ottoman Archives Publication, 1995), s. 33 – 35; Tehcir konusunda son olarak yapılan şu çalışmaya bakılmalıdır: Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler,1914-1918, (Ankara: Türk Ta-rih Kurumu Yayınları, 2001).

[10]  Mithat Şükrü Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, yay., Turgut Bleda, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1979), s. 58.

[11]  Yavuz Ercan, ‘Ermeniler ve Ermeni Sorunu,’ Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2001), s. 93.

[12]  Msl.bkz., Stanford W. Shaw, ‘Ottoman Population Movements During The Last Years of the Empire, 1885-1914: Some Preliminary Remarks,’ The Journal of Ottoman Studies, Vol. I, (İstanbul: Enderun Kitabevi, 1980), s. 197 tablo A; Justin McCarthy, Muslim and Minorities: The Population of Ottoman Anatolia and the End of the Empire, (New York and London: New York University Press, 1983), s. 47 – 88.

[13]  Msl.bkz., Vahakn N. Dadrian, The History of the Armenian Genocide: Ethnic Conflict from the Balkans to Anatolia to the Caucasus, (Oxford, England: Berghahn Books, 1995); Taner Akçam, Armenien und Völ-kermord, Die Istanbuler Prozesse und die türkische Nationalbewegung, (Hamburg: 1996).

[14]  Bkz., Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ..., s. 59 – 69.

[15]  Erich Feigl, Ein Mythos Des Terrors, (Salzburg: Edition Zeitgeschichte-Freilassing, 1986), s. 88 – 90.

[16]  Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Sa: 81 (Ankara: Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Aralık 1982), s. 219 – 222, Belge No: 1845, Bkz., Ek 1.

[17] Justin McCarthy, ‘Armenian Terrorism: History as poison and Antidode,’ International Terrorism and The Drug Connection, (Ankara: Ankara University Press, 1984), s. 89 – 90.

[18] Justin McCarthy, ‘Milli Felâket, Yeniden Doğuş, Türk Milleti ve Mustafa Kemal Atatürk,’ Atatürk, Cumhu-riyet-Türk Tarihi, (Ankara: 1984), s. 9.


http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=65


***

6 Kasım 2014 Perşembe

ERMENİ KİLİSELERİ VE TERÖR .. BÖLÜM 1



ERMENİ  KİLİSELERİ  VE  TERÖR BÖLÜM - 1 



*Erdal İLTER
*Tarih Doktoru, Atatürk Araştırma Merkezi Haberleşme Üyesi

Giriş

Türkiye toprakları üzerinde, Ermenilere siyasî bağımsızlık temini için eskiden beri birçok teşebbüslerde bulunulmuş, fakat bu teşebbüsler her defasında başarısızlık ve hüsranla neticelenmiştir. Bu yolda faaliyet gösterenler, kandırılmış vaadlere kapılarak Ermenileri arkalarından sürükleyenler, daima yabancı güçlerin menfaatlarını temin için çalıştırılan şuursuz birer alet olmuşlardır. Türkiye'yi hedef tutan ve karanlık güçlerin tahrikleri ile yapılan bu hareketlerin başında Ermeni toplumu üzerinde dinî nüfuz sahibi olan bazı katogigosları, patrikleri ve papazları görüyoruz. Bilerek veya bilmeyerek, muhafaza ve himayeye memur oldukları toplumlarını boş bir hayal peşinde koşturan bu şahısların, bu yolda oynadıkları rol çok büyük ve çok ağırdır.

Ermeni Gregoryen (Apostolik) Kilisesi, dinî görevleri yanında, kendisini millî bir otorite ile de mücehhez kılmıştır (teçhiz etmiştir-donatmıştır). Bu sebeple, tarihî süreci içinde Ermeni toplumunun hayatında pay sahibi olduğunu ileri sürerek, aktif bir rol oynamışlardır.

Mezhep ayrılıkları sebebi ile zulmü, dindaşları olan Ortodokslardan gören, Selçuklu İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde müreffeh bir hayata kavuşan Ermeniler, XIX. yüzyıl sonlarında kiliselerinin riyasetinde teröre başladılar ve kanlı eylemler gerçekleştirdiler. İkibuçuk milyon Müslüman Türk ve Kürt, Ermeni ruhanîlerinin yönettiği terör örgütleri tarafından vahşice katledildi.

Katolik ve Protestan Ermenilere de cephe almış olan Gregoryen Kilisesi ruhanîleri, kendi ırkdaşla-nna karşı da zaman zaman acımasızca davranmışlar, kendi toplumlarını sömürmekten de geri kalmayarak kiliseye ve cemaatlarına yardım için toplanan paraları zimmetlerine geçirebilmişlerdir.

Ermeni ruhanîleri, tutuklanan veya ölen insanlık düşmanı teröristler için törenler düzenleyip, kiliselerini bu işe tahsis etmişler, Ermeni teröristlerin eylemlerini de bilfiil tanımış ve onaylamışlardır.

Ermenilerin, aynı ırktan, aynı dinden ve aynı dili konuşan, belirli bir süre belirli bir bölgede topluca yaşamış, o bölgede cereyan eden olaylara karışmış veya olayları yaratmış bir topluluk oldukları kabul edilmekte ve bu sebeple bir tarihlerinin olduğu ifade edilmektedir. Ancak Ermenilerin tarihinden bahseden ve hemen hepsi ruhban sınıfına mensup olan ilk tarihçilerin birçoğu, Ermeni değildir. Bunlar, tarihlerini kendi dillerinde ya Yunanca veya Süryani dili ve yazısı ile yazmışlardır. Menşe itibari ile Ermeni tarihçileri olarak takdim edilenler ise tamamen kilise mensubu olup, eserlerinde Yunan ve Süryani tarihçilerim takip etmişler, hatta onların eserlerini Ermeniliğe mal etmişlerdir.

Sonradan yazılan Ermeni tarihlerine kaynak teşkil eden en önemli ve eski tarihî metin, Ermeni geleneğine göre, V. yüzyılda yaşadığı iddia edilen ve bir Ermeni rahibi olan HorenTi Movses (Movses Horenatsi)'in eseridir. Fakat bugün, HorenTi Movses'in V. yüzyılda değil, VIII. yüzyılda yaşamış bir tarihçi olduğu ve tarihini de Kitâb-ı Mukaddes hikâyelerine göre tertip ettiği ortaya çıkarılmıştır. Yani,VIII. yüzyıldan önce yazılmış Ermenice bir eserin, hatta kısa bir kayıdın varlığını göstermek mümkün değildir. Öyle ise Ermenilerin kendilerine bir tarih yaratma çalışmalarının, VIII. yüzyıldan itibaren kilise mensupları, rahipler tarafından başlatıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ermeni kilisesi, tarihi boyunca, mevcudiyetini koruyabilmek için bir kuvvete, bir devlete ihtiyaç duymuştur. Başka bir ifade ile Ermeni devleti fikrini doğuranlar, Ermeni toplumu değil, Ermeni kilisesi ve ruhban sınıfı olmuştur. Van ve Bitlis'te Rus Başkonsolosluğu yapmış olan General Ma-yevvski de, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:"Ermeni ruhanî reislerinin din hususunda çalışmaları hemen hemen yok gibidir. Fakat buna mukabil, millî fikirlerin yayılması hususunda pek çok hizmetleri geçmekte idi."

Ermenilerde bir kilise kültürünün meydana gelmesi, Ermeni yazısının icadı ve İncil'in Ermeniceye tercümesi ile başlamıştır. Tarihçiler, Ermeni kilisesinin Ermeni milletini yarattığında ve onun, Ermeni milletinin ruhu olduğunda müttefiktirler. Ermeni tarihçisi H.Pasdırmacıyan, kilise için "Ermeni Kilisesi, Ermeni milletinin kilise tarafından can verilen ruhunun, yeniden dünyaya gelmek için, yaşadığı vücuttur." demektedir. Ermeni Patriği M.Ormanyan'a göre de Ermeni Kilisesi, "Kayıp ülkenin görünen ruhu" idi.

Daha sonraki çağlarda ise Ermeni tarihi, hemen tamamen Ermeniler tarafından incelenip yazılmaya başlanmıştır. Bu nedenle de, Ermeniler modern tarih anlayışını kendi mazileri ile karıştırmışlar ve onu bir mitoloji hâline çevirerek, yarattıkları Ermeni Panteonu'na sayısız kahramanlar yerleştirmişlerdir. Bu panteon, her neden ise tamamen Türklere katliam uygulayan şahısların adları ile doldurulmuştur.

Ermeni literatüründe Ermenilerin ilk Hristiyan devlet olarak gösterilmesi, abartılı bir durumdur. Tarihî kayıtlara göre, ilk Hristiyan devlet, Urfa (Edessa=Ruha)'da kurulmuş olan bölgesel hükümdarlıktır. Kral Abgar (179-214)'m hükümdarlığı döneminde, Hristiyanlık devlet dini olarak kabul edilmiştir. O hâlde, Ermenileri ilk Hristiyan cemaat olarak gösterme eğiliminden amaç ne olabilir? Şüphesiz bu eğilimin altında, Avrupa'nın Hristiyanlık taassubu ve tarihleri boyunca göçmen olarak yaşayan Ermenilere bir vatan yaratma anlayışı bulunmaktadır. Nitekim, Sevr Antlaşması (1920)'nda ve Lozan Barış Görüşmeleri (1922-1923)'nde bu husus gündeme getirilecektir.

Ermenilere Hristiyanlık, IV. yüzyıl başında bir-Part'lı (İran'lı) olan Gregor (Kirkor) Lusavoriç (302-325) tarafından getirilmiştir. Lusavoriç, nurlandıran, aydınlatıcı anlamlarına gelmektedir. Gregor Lusavoriç, bu nedenle Ermenilerin ilk ruhanî reisi kabul edilmiştir. Gregor, eski mabetleri yıktırarak yerlerine kiliseler kurdurmuş ve Muş'taki Ardaşad şatosunu kendisine ilk dinî merkez yapmıştır. Bu ruhanî makam, 439 yılına kadar Gregor'un oğullarında kalmış, bu ailenin son lideri I.Sahak (387-439)'ın çocuğu olmadığından, bu tarihten sonra dinî liderler, Doğu Kilisesi usulüne uyularak, rahipler arasından seçimle tayin edilmeye başlanmıştır.

Ermeni dinî liderleri kendilerine, Ermenice "Milletin Temsilcisi" demek olan Katogigos (Batı'da Katolikos) unvanını verdiler. Bunlar, dinî liderler olmakla beraber, siyasî işlerde de büyük roller oynamışlardır. Aziz Kirkor (Gregor)'un dini merkez ittihaz ettiği Ardaşad, siyasî nedenlerden dolayı önce Eçmiyazin'e, V. yüzyılda Dvin'e, 901 yılında Ani'ye, 1147 yılında Rumkale'ye nakledilmiştir. Bir ara, Van Gölü'ndeki Akdamar adasına nakledilen Katogigosluk, buradan Ani yakınlarındaki Argina'ya görürülünce, Akdamar Patriği kendisini Katogigos ilân etmiştir. Ermeni Kilisesi Sinod'u bu durumu onaylamasa da Akdamar Katogigosluğu 1895 yılına kadar devam etmiş, son Katogigos Haçarur Çiroyan (1864-1895), 1895'te ölünce yerine kimse seçilmemiş ve Katogigosluk Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında Osmanlı Devleti tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Rumkale'deki Katogigosluk ise 1292 yılına kadar burada kalmış, kalenin Memlûklar'in eline geçmesi ile 1292'de Sis'e nakledilmiştir. Kilikya Ermeni Baronluğu, 1375 yılında ortadan kalktıktan sonra da Katogigosluk Sis(Kozan)'de bir süre daha kalmış, sonra Roma Katolik Kilisesi'nin nüfuzuna girdiklerini gören Sinod, Eçmiyazin'e geri gitmek kararı almış, 1441'de bu karar tatbik edilmiş, fakat bu defa Sis'deki Katogigosluk da devam etmiştir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Katogigosluk Sis'den Beyrut yakınlarındaki Antilyas'a nakledilmiştir.

Böylece 1895 yılına kadar, Eçmiyazin, Akdamar ve Sis Katogigoslukları olmak üzere üç büyük kilise doğmuş, bunların dışında biri İstanbul'da, diğeri Kudüs'te olmak üzere iki de Patriklik ortaya çıkmıştır.

İstanbul Patrikliği, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Ermenilerin başı durumunda olduğundan, Akdamar ve Sis Katogigoslukları dinî bakımdan kendisinden üstün olmasına rağmen, imparatorluk içinde en kuvvetli dinî lider mevkiinde bulunuyordu. İstanbul Ermeni Patrikliği, bağımsız olmakla beraber, zaman zaman Eçmiyazin Katogigosluğu'nun kontrolü altına girmiştir. Bugün, Ecmiyazin'in dinî nüfuz sahası içinde yer almaktadır

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Erivan bölgesi Ermenileri Eçmiyazin'i, Doğu Anadolu Ermenileri Akdamar'ı, Sis(Kozan), Adana, Maraş, Zeytûn(Süleymanlı), Firnûs, Gürün, Darende, Divrik Malatya, Behisni (Besni), Yozgat, Urfa, Rumkale, Birecik, Nizib, Ayıntab(Gaziantep), Halep, Antakya, Lazkiye, Suriye ve Kıbrıs Ermenileri de Sis'i kendilerine dinî merci tanımışlardı. Eçmiyazin kilisesinin eskiliği ve Katogigosların seçim yolu ile gelmeleri, Ermeniler'in çoğunun o tarafta bulunması sebebi ile bu Katogigosluk diğerlerinden daha çok şöhret bulmuş ve İstanbul Ermenileri de burasını kendilerine merkez tanımışlardı. Ecmiyazin Kilisesi, Ermeniler'in eski dinî merkezi olması sebebi ile, Sis Katogigosu da Ermeni mezhebince kutsal sayılan emanetleri yanında bulundurması ve eski Katogigoslar'ın neslinden gelmesi sebebi ile, birbirlerine karşı üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Katogigoslar'ın, kendi bölgelerinde diğer alt derecedeki ruhanileri seçmek yetkileri bulunmaktadır. Patrikler'in ise böyle bir selâhiyetleri yoktur.

Bugünkü kilise teşkilâtına göre iki Katogigosluk bulunmaktadır: Ermenistan'da Ecmiyazin Gregoryen Katogigosluğu, Lübnan'da Antilyas Gregoryen Katogigosluğu (Kilikya veya Sis Katogigosluğu). Hiyerarşik olarak Ecmiyazin Katogigosu bütün Ermeniler'in dinî lideri olup, nazarî olarak Antilyas Katogigosu'nun üstü sayılmaktadır. Ancak, Antilyas Katogigosu tamamen müstakildir. Bunların yanında iki de Patrikhane mevcuttur. Bunlardan biri, İstanbul Kumkapı Gregoryen Ermeni Patrikhanesi, diğeri Kudüs Gregoryen Ermeni Patrikhanesi'dir. İstanbul'daki patrikhane, Fatih Sultan Mehmed'in emri ve izni ile kurulmuş, Kudüs'deki patrikhane ise Osmanlı yönetimini Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında tanımış ve onun izni ile varlığını sürdürebilmiştir.

Ermenilerin büyük kısmının mensup olduğu mezhebe, Ermeni kilisesinin esaslarını kuran Gregor'un adına izafeten Gregoryen denilmiştir. Hristiyan dünyasında Ermeniler'in millî kiliselerine, Ermeni Apostolik (Gregoryen) Kilisesi denilmektedir. Ermeni Kilisesi'ne "millî" sıfatı ise Osmanlı yönetimi tarafından verilmiştir.

Ermeni Gregoryen Kilisesi, Doğu Kilisesi (Ortodoks) içinde yer almaktadır. Bugün, dünyanın birçok ülkesinde Ermeni kiliseleri de bulunmaktadır. Gregoryenler, Ortodoks mezhebi akidelerinden genelde ayrıldıkları için Ermeniler, Gregoryen Kilisesi'nin bulunmadığı yerlerde dinî vecibelerini, Ortodoks Kilisesi'ne giderek yerine getirmektedirler. Bu sebeple, birçok eserde, Ermeni Gregoryan Kilisesi'nin adı Ermeni Ortodoks Kilisesi adı ile de anılmaktadır. Ermeni Ortodoks tabirinden, Ermeni Gregoryen anlaşılmalıdır.

Netice olarak denilebilir ki, Hristiyan Dünyası'nda siyasî platformda ön saflara geçmek isteyen Ermeni Kilisesi, bütün tarihi boyunca terör atmosferini yaratmış ve büyük Ermenistan'ı yaratabilmek için terörist faaliyetlere karşı sessiz kalarak, Ermeni teröristlerin eylemlerini zımnen desteklemişti

Ermenilerin İmparatorluk İçindeki Statüleri ve Dini Gruplar 

Türkler ile Ermeniler arasındaki ilişkilerin uzun bir geçmişi vardır. III. ve IV. yüzyıllarda Hunlar ve bazı küçük Türk boylarının Ermeniler ile ilişki içerisinde bulundukları ve bu ilişkilerin Selçuklular döneminde yoğunlaşarak kökleştiği bilinmektedir.

Selçuklular Anadolu'ya geldiklerinde ve burada yurt edinme faaliyetine başladıkları dönemlerde, Doğu Anadolu'da herhangi bir Ermeni siyasî teşekkülü bulunmamakta idi. Selçuklular tarihinin hiçbir döneminde Ermeniler, Bizans'ın yaptığı gibi tehcire tâbi tutulmamışlar, özellikle dinî inanç ve faaliyetlerine hiçbir şekilde müdahalede bulunulmamıştır. Bu sebeple Ermeniler, Türkler'i Bizans'a karşı bir kurtarıcı olarak karşılamışlardır.

Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin ise Orhan Bey (1326-1362) zamanında başladığını söylemek mümkündür. 1326 yılında Bursa'yı alarak başkent yapan Orhan Bey, Ermenilerin, Bizans'ın zulmünden korunmaları için Anadolu'da ayrı bir cemaat olarak örgütlenmelerine müsaade etmiş ve Kütahya'daki Ermeni ruhanî merkezini de Bursa'ya nak-lettirmiştir. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethinden sonra Bursa'daki dinî lider Başpiskopos Hovagim, 1461 yılında yeni başkent İstanbul'a getirilmiş ve bir ferman ile Samatya'daki Sulu Manastır'da Ermeni Patrikhanesi kurulmuş, böylece Ermenilere hürriyet sağlayan idarî ve dinî imtiyazlar verilmiştir. Anılan tarihten sonra Ermeniler, "Millet Sistemi" içerisinde, "Gregoryen Milleti" olarak örgütlenmişlerdi. Mezhep yönünden birlik göstere-memeleri sebebi ile, millî harslarını koruyamamış, Türkleşmiş hatta dil olarak bile Türkçeyi benimsemiş bir topluluk olan Ermeniler, XIX. yüzyıl başlarında "Millet-i Sâdıka" adı ile adlandırılıyorlardı. 1839 yılında Tanzimat Fermânı'nın yayınlanması ile diğer azınlıklar gibi Ermenilerin de Türkler ile aynı haklara ve hatta fazlasına sahip oldukları görülmektedir.

Ermeniler dinî sahada en iyi zamanlarını, 1461-1630 yılları arasında geçirmişlerdir. 1630'dan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüne paralel olarak, Ermeniler arasında mezhep kavgaları başlamıştır. Bir kısım Ermeniler, Roma Katolik Kilisesi'ne temayül ederek, 1701-1702 tarihlerinde Katolikliği kabul ettiler. Nihayet 1831'de Fransa elçisinin tavassutu ile, II.Mahmud, Ermeni Katolikleri'ni bir cemaat olarak kabul etti. Böylece bir kısım Ermeni, Osmanlı İmparatorluğu'nda Eçmivazin ve Sis (Kozan) Katogigoslukları yanında, Roma ve Fransa'nın politik koruyuculuğu altına düşmüşlerdi. XVIII. yüzyıl, Ermenilik ruhunun manastırlarda yeniden doğuşu dönemi olarak bilinmektedir. Bu dönemde, entelektüel din adamları yetiştirmek için okullar açıldı. Mihitarist Mikâel Çamçiyan'ın, Venedik'te 1784-1786 tarihleri arasında üç cilt olarak Ermenice basılan,"Ermeni Tarihi", Ermenilerde millî bilinçlenme ruhunu ve hareketini kamçıladı, genel olarak tarih alanında ilgi uyandırdı.

İngiltere de Ermeni cemaatı üzerindeki çalışmalara katılmış, 1840 yılında Kudüs'te bir Protestan Kilisesi inşaası için izin aldıktan sonra, bu kilisenin 1845 yılında hizmete girmesini sağlamıştı. Böylece İngilizler de Ermenilere dinî kanallardan ulaşmayı deniyorlardı. 1846 yılında İngiliz elçisinin muavenet ve himayesi ile İstanbul'da bir "Protestan Cemaatı İdare Hey'eti" teşekkül etmiş ve 1850 yılında da bir ferman ile bunlar "Ermeni Protestan Milleti" olarak tanınmışlardı. Bir müddet sonra, İngiltere'nin ardından, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Almanya da devreye girmiş, gönderdikleri Protestan misyonerleri ile, İngiliz Elçiliği'nin de yardımları sayesinde, Protestan mezhebini birlikte yayma çabasına girişmişlerdi.

Böylece, Gregoryen, Protestan ve Katolik Ermeniler, dil ve tarih çalışmalarını başlatarak Osmanlı İmparatorluğu'nun XIX. yüzyılın ikinci yarısında çok huzursuz kılacak olan Ermeni milliyetçiliği duygusuna katkıda bulunacaklardı. 1856 Islahat Fermânı'ndan sonra Ermeniler, valilik, genel müfettişlik, elçilik, hatta bakanlık mevkilerine bile getirilmeye başlamışlardı. 1856 Islahat Fermânı'nın getirdiği vicdan özgürlüğü ilkesi, din ve mezhep propagandası çalışmalarını sürdüren dış güçlerin, Protestan ve Katolik misyonerler aracılığı ile mezhep değiştirmeyi sağlamaya yönelik faaliyetlere hız vermelerine sebep olmuştur. Misyoner okullarında Ermenilere Ermenice öğretiliyor, tarih ve kültürleri hakkında dersler veriliyordu. Ayrıca, pek çok zengin Ermeni aileleri çocuklarını Fransa'ya ve başka Avrupa ülkelerine gönderiyorlardı. Bu gençler orada milliyetçilik fikirleri ile donanıyor ve dönüşlerinde radikal reform taraftarı oluyorlardı. Böylece, misyonerler sayesinde, Ermeniler arasında millî kültürleri ile ilgili bir uyanma göze çarpmakta idi.

Osmanlı İmparatorluğu, emperyalist devletlerin nazarında yıkılacak bir devlet idi. Bu büyük imparatorluğun mirasından her devlet kendisine daha fazla pay alabilmek için akla hayale gelmeyen politik oyunlar icat ediyordu. Bu sebeple, Ermeni milliyetçiliğinin uyanmasında kiliseye en büyük yardımı sağlayacaklardır. İmparatorluğun dağılmasın da çıkarları olsun veya olmasın hepsi de din teması üzerinde durmuşlar, bazıları sırf siyasî amaçlar ile, bazıları da Hristiyan olduklarından sevaba girmek düşüncesi ile Ermenileri desteklemişlerdir.

İngiltere, Protestan faaliyetlerini yönlendirmekle hem Çarlık Rusya ve Fransa'nın imparatorluk içerisindeki çalışmalarını dengelemiş, hem de herhangi bir milletlerarası paylaşma durumunda as lan payını alabilmek için aracı bir zümre (Ermeniler) meydana getirme imkânına kavuşmuş idi. İngiltere, güdümlü bağımsız bir Ermeni Devleti'ni Doğu Anadolu'da, Rusya'ya karşı, Osmanlı Devleti'nden daha sağlam bir set çekeceğini sanarak Ermeniliği bir silâh olarak kullanmaya başlayacaktı.Ancak, Rusya'nın da Ermeni unsuruna, ekonomik, nüfuzunu yaymak için ihtiyacı vardı.

Netice olarak, İngiltere ile Rusya'nın siyasî ve ekonomik nüfuz sahalarını genişletme amaçları başka bir ifade ile, İngiliz-Rus rekabeti, mevcut olmayan bir"Ermeni Meselesi" doğuracaktır. Bu arada, Ermeni Patrikhanesi de, Avrupa devletlerinin ilgisini Ermeniler üzerine çekme faaliyetine başlayacaktır. 

İmparatorluk'taki Ermenilere Türklerin Hoşgörüsü 

Doğu Anadolu'da kasabalarda sanat ve ticaret, köylerde de çiftçilik ile uğraşan Ermeniler, diğer gayrimüslim unsurlar gibi askerlik mükellefiyetinden serbest bulundukları için servetlerini ve nüfuslarını devamlı olarak artırarak Osmanlı toplumu içinde müreffeh bir tabaka teşkil etmişlerdir. Ermenilerin servet sahibi olarak müreffeh bir cemaat haline gelmelerine şüphesiz, tâbiiyetinde oldukları ve adaletine sığındıkları Osmanlılar'ın sebep olduğu tarihî bir vakıadır. Osmanlı Devleti'nin toprakları üzerindeki gayrimüslimlere karşı adaletli bir yönetim tarzı uyguladıklarında tarihçiler müttefiktirler.

Edmond About,"Türkler, dinî hususta dünyanın en müsaadekâr kavimlerinden biridir." diye yazmaktadır.

Tanınmış Alman Türkoloğu F.Giese de, 1914 yılında "Die Velt Des islam" dergisine (BandII/V Heft 23-24) yazdığı "Türkiye'deki Dinî Müsamaha" hakkındaki makalesinde özet olarak şunları yazmaktadır:

"Tolerans mefhumu, Hristiyan memleketlerinde XVI. yüzyıldaki reformlardan sonra ortaya çıktı, son iki asırda hayli yerleşerek, bilhassa 1848'den sonra herkesçe kabul edildi... Batıda durum böyle iken, Müslümanların Hristiyanlara ve Yahudilere karşı nasıl muamele edeceği, Kur'an'da tespit edilmiştir... Gerçek şudur ki, batıda kilise başka inançtakilere karşı oldukça katı ve müsamahasız davranırken, Müslümanlar kendi ülkelerindeki gayrimüslimlere tam bir tolerans gösteriyorlardı. Bu bir gerçektir ve bu yönden İslâmiyet ne kadar övülse azdır... İslâm hukukunun gayrimüslimlere karşı bu müsamahalı turumu Türkler tarafından da tarih boyunca uygulanmıştır. Hatta, Osmanlı İmparatorluğu'nda zaman zaman Gayrimüslimler için şartlar, Müslümanlarınkinden bile daha iyi olmuştur.

Bugün, Osmanlı Devleti'ndeki Hristiyanlar, Avrupa'dakiler kadar huzur içinde yaşamaktadır. 1897 ve 1907 yıllarında Ermenilere yapılan hareketler bir müsamahasızlığın neticesi olmayıp, büyük devletlerin maşası olarak Osmanlı idaresine karşı ayaklanması ile ortaya çıkmıştır."

Milletlerarası Hukuk Profesörü M.Philip Mars-hall Brown, 1914 yılında yayınlanan "Foreigners in Turkey-their juridical Status" adlı kitabında şöyle demektedir:"En kaçınılmaz gerçek, çok büyük zaferler kazanmış olan Türkler'in, kendiliklerinden ve cömertçe -fethettikleri yerlerdeki unsurlara-devlet için hayatî olmayan ve Müslümanlar tarafından kutsal olduğu kabul edilen konularda, kendi yasa ve âdetlerine bağlı kalmalarına izin vermiş olmalarıdır."

Fransız diplomat ve tarihçisi M.Engelhardt da,"Turkey and the Tanzimat" adlı eserinde, Türkiye'deki Gayrimüslimler'in kendi dinî liderlerinin baskısından rahatsız olduklarını ifade etmekte ve "İllerdeki yönetimin de İstanbul Patriği'ne bağlandığı devirden itibaren (XVIII. yüzyıl), ilişkileri daha sık olan paşaların tutumlarından çok, kendi kiliselerinin, kendi liderlerinin giderek artan zulmüne katlanmak zorunda kalmışlardır." demektedir.

Osmanlı İmparatorluğu'nda kendi dillerini unutan ve Türkçe konuşan Ermenilerin, Avrupa kamuoyunda, Hristiyan Türklerden başka bir şey olmadıkları kanaati bile yer etmiş idi. 1835-1839 yılları arasında Türkiye'de bulunan Helmuth von Moltke İstanbul'da, Osmanlı Başkumandanı (seraskeri)'nın Ermeni tercümanı ve ailesinden bahsederken, Ermeniler hakkında şunları yazıyor: "Bu Ermenilere aslında Hristiyan Türkler demek mümkün, bu hâkim milletin (Türkler'in) âdetlerinden, hattâ lisânından o kadar çok şey almışlar."

XVIII. yüzyıl sonlarına doğru Polonyalı seyyah Mikoşa, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermenilerin durumlarını şöyle tasvir ediyordu:"Ermeniler'e, Türkler tarafından, herhangi bir milletten daha çok saygı gösterilmektedir. Onlar, Rumlardan daha geniş bir din hürriyetine mâliktirler." Mikoşa, Ermenilerin,"eski âdetlerini" tamamen unutmuş olduklarını izah ettikten sonra devam ediyor:"Geçmişte kendilerinin ne oldukları üzerinde kat'iyyen düşünmüyorlar...Fikir bakımından bir ihtilâl plânını kavrayabilecek kaabiliyette değildirler... Hatta, Osmanlı Devleti'nin çökeceği günün yaklaşmakta olduğu kendilerine söylendiği zaman, bundan memnun olmadıkları bile görünmektedir."

Mikoşa'nın bu kanaatini paylaşan bir Ermeni ileri geleni olan Mıgırdiç Dadyan da, 1867 yılında kaleme aldığı bir inceleme yazısında Osmanlı rejimine teşekkür etmekte idi. XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki Ermeni toplumunu anlatan bu yazısında Mıgırdiç Dadyan, Osmanlı Ermenileri'nin tam bir hürriyet içinde, sosyal kalkınmalarını nasıl geliştirdiklerini şüpheye yer bırakmayan bir şekilde göstermektedir.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Ermeniler, Osmanlı Devleti'nde, bu devleti yaratan Türklerden bile daha fazla haklara sahiptiler 

"Ermeni Milleti Nizamnamesi"nin İlanı (1863) ve Sonuçları 

29 Mart 1863 tarihinde Ermeni cemaatının Osmanlı İmparatorluğu'ndaki durumunu daha da güçlendiren, onlara bazı ilâve imtiyazlar tanıyan ve kendilerini yönetmeleri konusunda muhtariyet getiren "Nizâmnâme-i Millet-i Ermeniyân" adı ile hazırlanan bir nizâmnâmenin yürürlüğe girdiği görülmektedir. Ermeniler için daha önce mevcut bulunan haklara ilâveten birçok yeni hükümler ihtiva eden bu nizâmnâme, Islahat Fermanı hükümleri uyarınca, yüzyıllardan beri devletin en sadık tebası olarak kabul edilen Ermeniler'e karşı gösterilen bir cemile (iyilik, güzellik) durumundadır. Osmanlı Hükûmeti'nin muvafakati alınarak doğrudan doğruya Ermeni Patrik Meclisleri tarafından hazırlanmış olan bu nizâmnâmede, Ermenilere "devlet içinde devlet", "yönetim içinde yönetim" denilebilecek kadar ölçüsüz imtiyazlar tanınmakta idi. Ermeniler bu "Millet Nizâmnâmesi" ile bir bakıma Ermeni asillerin tahakkümünü ortadan kaldırmak istemişlerdi. Bu dönemde, Gregoryen Ermeniler İstanbul'daki patriklerinin idaresinde 26 Episkoposluk dairesinde yaşıyorlar, çoğunluğu şehirlerde bulunan Katolik Ermeniler ise bir Patrik yönetiminde 13 Episkoposluk dairesi teşkil ediyorlardı. Kagik Ozanvan adlı Ermeni yazar, bu nizâmnâmenin, Ermenilerde ihtilâl ruhunu uyandırdığını ve "Ermeni Meselesi" nin masa üzerine konulduğunu ifade etmiştir.

Babıâli'nin küçük bazı düzenlemeler ile ilân ettiği 99 maddelik "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi", Ermeni Patrikhanesi'ne Ermeni cemaatını yönetmede geniş yetkiler tanırken, ayrıca Ermeniler sanki "bağımsız bir milletmiş" gibi, bu cemaata, 140 üyeden müteşekkil bir Genel Meclis (Millî Meclis-i Umumî) kurma imkânı da vermekte idi. Bu kurulan meclisin 20 üyesi İstanbul kilise mensupları arasından, 40'ı taşradan, 80'i ise İstanbul'da ikâmet eden meslek teşekküllerinden seçilecek idi. Daha önce mevcut olan ve 1847 yılında ihdas edilmiş bulunan 14 üyeli Dinî Meclis (Meclis-i Ruhani) ile 20 üyeli Siyasî Meclis (Meclis-i Cismanî) muhafaza ediliyor, ancak bunların seçiminin Millî Meclis tarafından yapılması hükmü getiriliyordu. Patriğin seçiminin de Millet Meclisince yapılması kaydediliyordu. Böylece, "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi", genel hatları ile değerlendirildiğinde, Patrik ile yandaşı asiller arasında paylaşılan iktidarın mutlak olmaktan çıkarak, Ermeni cemaatı ile paylaşılması sonucunu doğurmuş ve Ermeni toplumunun yönetime ait kararları, Osmanlı Hükümeti dışında kendisinin alabileceğini ortaya koymuştur.

DEVAM EDECEK
..