Tehcir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tehcir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2020 Pazartesi

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013.

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013




Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) 2009 yılı başında Ankara’da Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı tarafından kurulmuştur. 

Merkez’in görevi, Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Avrupa, Asya ( Özellikle Rusya, Türk Cumhuriyetleri, Irak başta olmak üzere Türkiye’nin diğer komşuları ve Asya kıtasının büyük ülkeleri) bölgelerinde ve Avrupa Birliği Teşkilatı ve ülkelerinde Türkiye’yi ilgilendiren konularda araştırmalar yapmak, bunları yazılı ve dijital ortamlarda yayımlamak, bu konularda toplantılar düzenlemek, toplantılara katılmak ve eğitim vermektir. 

Bunlar haricinde AVİM, Ankara’da 1999-2009 yılları arasında faaliyet göstermiş olan Avrasya Stratejik Araştırmaları Merkezi’nin (ASAM) Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün faaliyetlerini de üslenmiştir. AVİM bu Enstitüce çıkartılmış olup halen Terazi Yayıncılık tarafından yayımlanan üç derginin hazırlanmasına yardımcı olmaktadır. Söz konusu dergiler şunlardır: 

Ermeni Araştırmaları (İlk yayın 2001) 
Review of Armenian Studies (İlk yayın 2002) 
Uluslararası Suçlar ve Tarih (İlk Yayın 2005) 

AVİM her İş günü Kafkasya ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Irak ve Asya ve 
Avrupa’yı (AB) ilgilendiren haber ve yorumlardan oluşan, e-posta ile yaklaşık 

7.000 aboneye gönderilen bir bülten çıkarmaktadır. 
AVİM ayrıca bir ana sayfa ve dört ayrı dosyadan (Kafkaslar ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Asya ve Avrupa) oluşan bir Web Sitesine sahiptir. 

E. Büyükelçi Alev KILIÇ AVİM’in başkanlığını yapmaktadır. 

AVİM Rapor No: 1 
Şubat 2014 
JEREMY SALT 
ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013 

Jeremy SALT 

Özet; 

Bu kısa makale İngiliz gazeteci Robert Fisk trafından Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında ve günümüzde Suriye’de çektikleri acı arasında kurduğu paralelliği konu almaktadır. Yazar başka paralellikler de kurmaktadır: örneğin 1914-1918 arasında Ermeniler ve diğer etnik-dini grupların itilaf devletlerinin 
çıkarları doğrultusunda manipüle edilmesi ile günümüzde Suriye’ye batılı hükümetler ve bölgedeki müttefikleri tarafından yapılan müdahalelerin insani sonuçları arasında. Gerçekten de Orta Doğu’nun ve Kuzey Afrika’nın tamamı 19ncu yüzyılın başından bu yana batılı güçler için bir müdahale alanı olmuştur. 
Yazar “Ermeni sorununun” gözler önüne serilmesinden zafer kazanmış savaş dönemi büyük devletlerinin himayesinde yürütülmüş ve hem Anadolu Türkleri hem de Yunanlılar için felaketle sonuçlanmış olan Anadolu’nun 1919’da Yunan işgaline uğramasına kadar birçok anahtar tarihsel olaya göz atıyor. Makale 
dünya tarihinin en yıkıcı savaşının gerçekleştiği dönemin şartlarında tüm dinsel-etnik grupları arasında şiddeti uygulayanlar ile bu şiddetin mağdurları arasında çizilen ayrımı sorgulamaktadır. Yazar bu gerçeğin kabul edilmesinin bugün hala derin bir şekilde kutuplaşmış bulunan tarihsel anlatılara tutunan gruplar 
arasında hakiki bir uzlaşının sağlanabilmesi açısından en temel dayanak olduğu nu ifade etmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Fisk, Ermeniler, Osmanlı hükümeti, tehcir, Justin McCarthy, Avustralya, Rusya, Osmanlı vilayetleri, ayaklanma, Van, Üçüncü Ordu, Andonian belgeleri, lobiciler, Fransa, Kürdistan, savaş dönemi mezalimleri ve yargılama ları, Asuriler, Balkan Müslümanları, 1919 Yunan İşgali, Suriye Hristiyanları ve Müslümanları, 1915 ve 2013 arasında paralellikler. 

Yakın zamanda yayınlanan bir makalede.
1 Robert Fisk, “Nearly a century after the Armenian genocide, these people are still being slaughtered in Syria”, (Ermeni soykırımından yaklaşık yüzyıl sonra bu insanlar hala Suriye’de katlediliyor). The Independent, December 1, 2013. 


Robert Fisk 1915’te Ermenilerin katledilmesi ile 2013’te Suriye’de çektikleri acılar arasında bir paralellik kurmuştur. Gelişen olaylara verilen bu yanıtın dayanağı Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda başlarına gelenler, şu an Suriye’de olanlar ve tarihte bu iki olay arasındaki diğer paralelliklerdir. 

Uzun bir süre boyunca Fisk’in Osmanlı hükümetine karşı yönelttiği suçlamalar, Osmanlı hükümetinin yerel görevlilere Ermenileri yok etme emri verildiğini “gösteren”, ancak aslında sahte olan ve kötü üne sahip Andonian “belgelerine” dayanmaktaydı. Yazarın kendine ait iddialarının birçoğu da Birinci Dünya Savaşı propagandası veya kendi hayali varsayımlarına dayanıyordu. 

  1915 katliamlarından hayatta kalan yaşlı Ermenilerin ona anlattığı hikâyeler ancak Ermeniler tarafından yapılan katliamlardan hayatta kalan yaşlı Müslümanlarca anlatılanlarla ölçülebilirdi, tabi Fisk bunlardan haberdar olsa, ya da bu insanlarla ölmeden önce konuşmak için Doğu Anadolu’ya gitme zahmetine girseydi. 

2015’in yaklaşmasıyla beraber kültürel anaakım Türk hükümetini 1915’te olan olayların bir soykırım olduğunu, yani Ermenilerin sırf Ermeni 
oldukları için yok edildiklerini “itiraf etmesine” yönelik propaganda dalgasına maruz bırakacak. 
Bu konuda herhangi bir tartışma bulunmamaktadır; ama bu yokluğun sebebi, bu konuda karşı anlatıların bulunmaması değil bu karşı anlatıların dikkate alınmamasıdır. 

Görünüşe bakılacak olursa son dönem Osmanlı tarihi hakkında Ermeni propagandacılarının önlerine koyulanlar dışında hiçbir şey bilmemelerine rağmen veya derin bir şekilde önyargılı, sıklıkla dürüst olmayan veya bilgiden yoksun kaynakları okuyanlar için hakikat çok açık bir şekilde ortadadır. 2010 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin bu konuda geçirdiği karar bu tarzda çarpık bir zihniyetin ürünüdür. Komite kararında yer alan iki milyon Ermeni’nin “sınır dışı” (deport) edildiği iddiası saçmalıktan ibarettir. 

Ermeniler sınır dışı edilmemiş, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yerleri değiştirilmiştir. Sınır dışı edildiği iddia edilen Ermeni sayısı ise imparatorluğun toplam Ermeni nüfusundan yarım milyon daha fazladır. Bu iki çarpıtmanın yanında bu kararın yalanlarını ortaya çıkaran birçok farklı hakikat vardır. 

Bu mesele söz konusu olduğunda tarih teolojiye dönüşmüştür. Tanrı’nın olmadığını söylemek onun varlığını “inkâr” etmektir. Yıldız Mahkeme’sinin2 özünde bu zihniyet vardı, ve Ermeni lobicileri ve propagandacıları dünya çapında bu taktiği kullanmaktadırlar. “Soykırım araştırmacıları” aynı ahlaksız taktiği kendi tarih anlatılarına katılmayanları karalamak ve ötekileştirmek için “inkârcı” terimini kullanarak uygulamaktadırlar. Bu ahlaksız taktiği kullanmalarının sebebi Ermeni sorununun doğru bir şekilde çerçevesine oturtulması karşısında kendi çarpık tarih anlatılarının gözler önüne serilmesidir. İşte bu sebepten dolayı Ermeni sorunu hakkındaki tartışmalar daha başlamadan bitirilmelidir. 

Bu bağlamda Amerikalı araştırmacı Justin McCarthy’nin Avusturalya’yı ziyareti sırasında gördüğü kötü muamele, gerçek olduğunu düşündüğü şeyleri dillendirmeyi cüret eden ve bu uğurda mücadele edenlere yine önemli bir ders olmuştur. Profesör McCarthy tanınmış bir araştırmacıdır ve son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun demografik yapısı konusunun ileri gelen uzmanlarındandır. Bu konuda pek çok yayınlanmış kitabı ve makalesi bulunmaktadır. 

Ancak tüm bunların Avusturalya’da hiçbir önemi olmamıştır. Avusturalya medyası McCarthy’i bir “holokost inkârcısı” olarak tanıtan Ermeni, Yunan 
ve Musevi lobilerine uymuştur. Bu muamelenin öncüleri arasında ise Avusturalya Yayın Komisyonu yer almıştır; bu kuruluşun muhabiri Michael Brissenden Profesör McCarthy’i “dünyanın en azılı soykırım inkârcılarından biri” olarak tanıtmıştır. Lobicilerin çabaları istenilen sonucu vermiştir. Profesör McCarthy Melbourne Üniversitesi’nde ve Güney Galler Sanat Galerisi’nde halka açık konuşmalar yapacaktı, ancak iki mekân da “inkârcı” görüşlerini öğrendikten sonra ona konuşması için olanak sağlamayı reddetti. Amerika’dan Avusturalya ’ya bu konuşmaları yapmak üzere gelen Profesör McCarthy’nin yapabildiği tek konuşma Avusturalya İşçi Partisi senatörü Laurie Ferguson’un Canberra Parlamento binasının bir komite odasında ayarladığı küçük özel bir etkinlikte gerçekleşti. Profesör McCarthy’nin maruz kaldığı bu kötü muamele azimli lobiler ile karşılaşan basının korkaklığının ve cehaletinin örnek bir göstergesiydi. Böylece basın ve lobiciler bir araya gelerek dürüst tartışmaların önünü kesmiş ve Avustralyalıların ilgilenebileceği konuları duymalarını engellemişlerdir. 

Böyle bir manzara karşısında bir kâfirin bazı kilit meseleler üzerine görüşleri şöyledir: 

1. Rakamlar. Ermeni ve Ermeni yanlısı kaynakların ölen Ermenilerle ilgili verdikleri rakamlar kimi okuduğunuza bağlı olarak değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir. Savaşın sonunda müttefiklerin tahminleri 600.000-800.000 
ölü sayısına işaret etmektedir. Ermeni kaynaklarının genel olarak verdiği rakamlar artık bir milyon ile bir buçuk milyon arasında değişmektedir. 

Türk “tarafında” ise tahminler 300.000 ile 600.000 arasındadır. 

İngiltere’de 15. ve 16. yüzyıllarda faaliyet göstermiş; siyasi çıkarlar doğrultusunda katı, keyfi hüküm veren ve gizli kapaklı yargılama yapan mahkeme. 

Yaklaşık olarak 1,6 milyon Osmanlı Ermenisi vardı ve yüz binlercesi savaşta hayatta kaldığına göre Fisk ve diğerlerinin verdiği rakamlar doğru değildir ve olamaz. Ermeniler çok büyük acılar çekmiştir, ancak tarihsel gerçek adına 1,5 milyon Ermeni’nin 1915’te ve hatta savaşın tüm gidişatı sırasında “katledildiği” söylemi reddedilmelidir. Osmanlı Ermeni nüfusundaki ölümlerin sebepleri çatışma, kötü savaş koşulları, yetersiz beslenme ve hastalıktı. 
Bu sebeplerden ölen Ermeni sayısı gerçekten katledilen Ermenilerin sayısının çok üstündeydi. Standart tarih anlatısında hiçbir zaman bahsedilmeyen ise aynı sebeplerden dolayı muhtemelen iki ila iki buçuk milyon sivil Müslümanın ölmesiydi. Onlar haklarında hiç bahsedilmeyen hayaletlerdir; çünkü haber muhabirleri, konsoloslar ve misyonerler sadece Hristiyanların çektiği acı ile ilgileniyorlardı. Ölen Müslümanlar sanki hiç var olmamışçasına tarihten yok olup gittiler. 

2. Askeri Gereklilik. 

   “Soykırım network”ü içindeki Ermeni propagandacılar ve “araştırmacılar”ı tarafından tümüyle gözardı edilen askeri gereklilik Türk “tarafı”nın tarih anlatısının en önemli kısmını oluşturan öğedir. 

Buradaki iki önemli soru: 

a) Bir hükümet savaş döneminde isyankâr bir grup insanı yerlerinden etme hakkına sahip midir? ve 

b) Savaş hatları arkasında Ermeni silahlı isyan gruplarının yaptığı sabotaj Ermenilerin “tehcirini” haklı kılacak kadar savaş faaliyetlerini tehdit ediyor muydu? 

Burada en önemli meseleler arasında Ermenileri bir savaş aracı olarak kullanan Rusya’nın rolü bulunmaktadır. Rus ordusunda savaşan Ermeniler dışında, Rus Çarı nüfusunun yüzde sekseninden fazlasının Müslüman olduğu (çoğunlukla Kürt ya da Türk) Doğu Anadolu Osmanlı vilayetlerini “kurtarmak” ile görevlendirilmiş özel Ermeni birlikleri kurdu. Ermeniler fethedilmiş Osmanlı topraklarının bulunduğu bir bölgede özerklik vaatleriyle ikna edilmişlerdi. Bu Rus Ermenileri nin vuruş gücü Osmanlı İmparatorluğu içindeki on binlerce Osmanlı Ermesi ile arttırılmıştı. Bu Ermeni gruplar erzak ve iletişim hatlarını koparmış, askeri konvoylara saldırmış ve sivil Müslümanları katletmişlerdir. Sergiledikleri vahşet 1916 - 18 arası kuzeydoğu Anadolu’nun Rus-Ermeni işgali sırasında en vahim boyutlarına ulaşmıştır. 

Köyler, kasabalar ve şehirler resmen ölü mahzenleri haline gelmiş ve Ruslar dahi çırakları olan Ermenilerin sergiledikleri vahşet ve gaddarlık karşında şok olmuşlardır. 

Ermeni isyanları-ayaklanmaları, askeri konvoylara ve Müslüman köylerine yapılan saldırılar, telgraf hatlarının kesilmesi ve hükümet binalarının sabotajı gibi faaliyetler doğu şehri olan Van’daki ayaklanma ile doruğa çıktı. Ayaklanmaya binlerce Ermeni karıştı. İyi bir şekilde silahlanmış ve hazırlanmışlardı; hatta siperler kazmışlar, kendileri için üniforma dikmişlerdi. Askerlerin bulunmadığı bu durumda hükümet mevkilerinin savunulması işi jandarmalara ve gönüllülere kalmıştı. 

İsyan Nisan ortasında muhtemelen İngiltere ve Rusya ile koordine edilmiş olarak başlatılmıştır; ki böylece tam İngilizlerin Gelibolu’ya çıkarma yapmaya hazırlanmalarına ve Rusların kuzeybatı İran’daki Dilman’a büyük bir taarruz yapmalarına yakın bir zamana denk getririlmiştir. 

İsyanın zamanlaması İngilizlerin Basra’daki tutunma noktalarından kuzey istikametinde yaptıkları manevralarının çıkardığı Mezopotamya’daki 
çatışmalarla da bağlantılı olabilir. Van’ı ele geçiren Ermeniler şehri Ruslara devretmişlerdir. 

Van ayaklanmasının başlatılmasından bir hafta sonra 24 Nisan’da Osmanlı hükümeti İstanbul’daki Ermeni komitelerini kapattı, tutukladığı yüzlerce insanı imparatorluğun iç kısımlarına doğru Ankara çevresinde, çoğunlukla Çankırı ve Ayaş’a aktardı. Ermeniler Van’da gerçekleştirdikleri isyanın bir hafta sonrasında o kritik an olan 24 Nisan’ı “soykırım” tarihi olarak belirlemişlerdir. Ordudan Ermeni firarları, savaş hatların arkasında Ermeni çetelerinin yaptıkları ve Ermeni ihtilalci komitelerinin düşman ile işbirliği yapmaları göz önünde bulundurul duğunda 24 Nisan’da alınan kararın tek şaşırtıcı yanı bu kararın nasıl 
daha önceden alınmamış olduğudur. 

Mayıs ayının sonlarına doğru Osmanlı ordu yönetimi, savaş alanında bulunan Ermeni nüfusun Suriye’nin güney bölgelerine “tehcir”ini tavsiye etti. Van isyanıyla güvenlik sorununun had safhaya ulaşmış olduğu kesindir. 

1915 başlarında Sarıkamış'taki tahrip edici yenilgi dolayısıyla, Osmanlı Üçüncü Ordu'nun kuzeydoğu Anadolu'yu Rus istilası ve saldırısına karşı savunabilecek durumu kalmamıştı. 1914 sonlarında iyi başlayan Sarıkamış seferi dağlardaki kar fırtınası çıkmasıyla bir felakete dönüşmüş, on binlerce Osmanlı askeri çetin kış şartlarına hazırlıksız yakalanmış ve bir gecede donarak hayatını kaybetmiştir. Üçüncü Ordu’nun büyük bir kısmı hayatını kaybetti ve üç yıl boyunca saldırı stratejisi belirleyemedi. Tüm bölgedeki sivil halk resmen tek başına kaldı. Askeri yönetim bazı Ermenileri çoktan taşımıştı, fakat daha sonra yönetim ayaklanmalara ve hat arkasındaki savaş sabotajlarına karşı direnç gösterememiştir. Askeri yönetim sonuç olarak Ermeni nüfusun çoğunluğunun "tehcir" edilmesini önerdi. 

Bu gerçekler askeri gereksinimlerin özünü oluşturmaktadır. Vahakn Dadrian ve onun Türk çırağı Taner Akçam'ın, Osmanlı hükümetinin Van ayaklanması ile daha önce karşı karşıya kaldığını ve Ermenileri yok etmeye karar verdiklerini göstermeye dair girişimlerinin hiç bir temeli yoktur. 
Bu iki isim de savlarını "Andonian belgeleri" ve sözde "on emir" adlı sahte dokümanlarla  desteklemektedirler. Bir Osmanlı görevlisi tarafından İngiliz yetkililerine savaştan sonra teslim edilen bu ikinci kâğıt parçası, iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi yetkililerini İstanbul'da bir masa etrafında otururlarken ve tüm Ermeni erkeklerini yok etme, kadın ve çocukları ise İslam dinine döndürme kararı alırlarken göstermektedir. 

İngilizler, önde gelen Osmanlı hükümeti yetkilerine karşı kullanılacak tüm deliller için herkesi inceden inceye araştırmışlardır. Osmanlı arşivlerini didik didik aramışlar, kendi arşivlerini taramışlar ve Amerikalılara ellerinde bir tane bile suçlayıcı belge olup olmadığını sormuşlardır. 
Bu “on emir” olarak nitelendirilen sahte belgelerin dünyaya gerçek olduklarını kanıtlamanın bir yolu olsaydı İngilizler bu fırsatı kaçırmazlardı, ancak belgeler o kadar bariz bir şekilde sahteydi ki İngilizler bu belgeleri hemen bir kenara atmak zorunda kaldılar. 
Fakat Yale Üniversitesi Soykırım Çalışmaları Programı Başkanı, Ben Kiernan, Kan ve Toprak: Sparta'dan Darfur'a Bir Soykırımın Tarihçesi adlı kitabında, bu düzmece "belge"yi savaş dönemi Osmanlı hükümetine yönelik soykırım suçlamasına temel olarak kullanmıştır. 

Bu sahtecilikler istisnai de değildir, çünkü Ermenilerin "Türkler" aleyhindeki davası, sayısız uydurma yazılı ve görsel örnekle desteklenmektedir. 

3. Birleştirme. 

Ölü sayısının artırılmasının son zamanlarına doğru, Ermeni lobici ve propagandacılar "soykırım"ın zaman aralığını 1922 hatta 1923'e, yani Birinci 
Dünya Savaşı, 1919'da batı Anadolu'daki Yunan istilası, ve Kafkaslar ve Türkiye'nin güneydoğusunda devam eden mücadelelerin vuku bulduğu 
dönemi de içine alacak şekilde uzatmışlardır. Aslında, tarihin bu dönemlerinin her biri ayrı ayrı incelenmelidir. Kafkaslarda toprak ve kaynak (Hazar Denizi petrolü) üzerine yaşanan savaş, İngilizler ve Batılı müttefiklerini, Beyaz Rusları, Bolşevikleri, Azerileri, Gürcüleri, Ermenileri ve diğer başka etnik-dini grupları Kafkas mozaiğine dâhil etmiştir. İnsanlar birbirinin canına kıymış ve hastalık, kötü beslenme çeşitli sebeplerle hayatlarını kaybetmişlerdir. 

Aynı zamanda Fransa, yanında bir Ermeni lejyonu ile birleşmiş ve Fransız koruması altında otonom veya yarı-bağımsız bir Ermeni "devleti" kurmaya niyetli olarak bugünkü Türkiye'nin güneydoğusunu işgal etmiştir. İngiltere ile imzalanan bölgeden çekilmeye ilişkin anlaşma ile - "etki alanı" 

- Van Gölü'nün kuzeyinde uygulamaya konulmuştur. Fransa için Türkiye'nin güneydoğusu la Syrie integrale - büyük Suriye - ki bölgenin çekim merkezleri Çukurova'nın pamuk tarlaları ve doğu Akdeniz'in köşesinde saklanıp kalmış, 
Cezayir ile oluşturulabilecek bir trans-Akdeniz deniz anlaşması geliştirilebilecek olan İskenderun limanıdır. Fransız işgali yeni bir Müslüman katliamı dalgasını tetiklemiştir ve Müslüman mallarının imhası, Fransız ve Ermeni lejyonları Türk 
milliyetçileri tarafından geri püskürtülene kadar devam etmiştir. 

4. Kayıp Müslümanlar. 

   Birinci Dünya Savaşı sırasında kimsenin elinde Osmanlı'da ne kadar Müslüman sivilin öldürüldüğüne dair kesin bir bilgi yoktur, fakat mücadele sırasında ve sonrasında hayatını kaybedenlerden bahsetmek önemlidir. 

Müslüman nüfusun yüzde 80'den fazlası okuma yazma bilmemekteydi ve sonuç olarak katlandıkları sıkıntıları kaleme alıp anlatmaktan yoksundurlar. 
Yuvarlanmış rakamlarla iki ila iki buçuk milyon Müslüman sivilin öldüğünden bahsetmek, rakamlar üzerinden tartışma başlamaktan başka bir şey değildir. Birçok Müslüman sivil - Osmanlı belgelerinden edinilen rakamlara göre yarım milyon - savaşın seyri boyunca katledilmiştir. 
19 ncu yüzyılda “Ermeni sorununu” devraldıklarında, Ermenilerin küçük birer azınlık oluşturduğu ve “Ermenistan” olarak adlandırdıkları Osmanlı vilayetleri toprakları üzerinde İngilizlerce başlatılan Ermeni-Kürt mücadelesinin devamı olduğunu gösterir şekilde katledilenlerin çoğu Kürt ve katledenlerin çoğu da Ermeni’ydi. Kürtler ve hatta sultan ve Osmanlı hükümeti tarafından kullanılan sözcük "Kürdistan"dır. 

Kendi yurtları içerisinde İngilizlerin Ermenilere özerklik verme çabalarından dolayı tehdit altına giren Kürtler kendilerini savunmak için hazırlığa girişmişlerdir. 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler tarafından işlenmiş suçların çoğu Osmanlı ordu komutanları ve vilayet yetkilileri tarafından doğu Anadolu'ya dönecekleri sıralarda yani 1918'de belgelerle arşivlenmiştir. Bu açıklamalar, 1915-16 yıllarında, James Bryce ve Arnold Toynbee tarafından "Türklere" karşı yürütülen kan dondurucu iddialar gibi propaganda amacıyla da yazılmamıştır. 

Bu bilgiler sadece hükümetin bilgilendirilmesi için kayda geçmiştir. Bu diğer hakikat fail ile mağdur arasındaki ayrımı bulanıklaştırır ve Ermeni milliyetçiliğinin kalbinde yatan Manişeist anlatıyı da tehdit eder. Eğer Ermeni gençleri atalarının kurban oldukları kadar katleden de oldukları sonucuna varırlarsa, milli anlatıları patlak verecektir. Bu sebeple karşı anlatı ortadan kapatılmalıdır. 

Daha dengeli bir tarihsel değerlendirme, ancak tüm atalarının işledikleri suçların ve Müslüman da Hristiyan da olsa masum sivillerin acılarının karşılıklı olarak tanınması temelinde Türkler ve Kürtlerle gerçek bir uzlaşmaya imkan verecektir. Bu noktaya bir gün ulaşılabilir ama hali hazırda psikolojik, kültürel ve siyasi açıdan Ermeniler için ataları tarafından gerçekleştirilen mezalimlerin (her ne kadar az sayıda kabul edenler olsa da) kabul edilmesi imkânsız görünüyor. Doğal olarak, onlarca yıldır "Türkler"in soykırımdan sorumlu tutulmalarında ısrar ettikleri gibi, kendileri de Ermenilerin Müslümanlara yaptıklarının aynı şekilde soykırım olarak anılması gerekliliğini düşünmeye zorlanmalıdırlar. 

Ermeni mezalimlerinin raporları Doğu Anadolu’dan gelmiştir. Bu katliamlar geniş çaplı ve büyük ölçüde insanlık dışıdır. Ekmek fırınlarına atılan bebekler; canlı canlı derisi yüzülen insanlar veya atların altında ezilerek öldürülenler; ahırlara veya evlere kilitlenerek canlı canlı yakılan insanlar; toplu olarak alınıp götürülen ve Ruslara görünmeyecek şekilde katledilenler. Osmanlı kuvvetleri cesetler ve ceset parçaları ile kaplanmış şehirlere girmişlerdir. Raporlarda bazı Rus yetkililer 
himayeleri altındaki Ermenilerin davranışları karşısında iğrendiklerini ifade etmişler ve Ermenileri Müslümanları yok etmek istedikleri için suçlamışlardır. 

Bu katliamlar Ermeni vahşetini had safhaya çıkarsa da, Kürtlerin ve diğer 
Müslümanların daha evvel katledilmesi, intikam fikrini 1915’te güneyde Suriye’ye gönderilen Ermenilere yönelik toplu saldırılar için bir motivasyon haline getirmiştir. 

5. Duruşmalar. 

Taner Akçam yazılarında duruşmaların İngiliz yetkililerinin işgali altında İstanbul'da görüldüğüne oldukça fazla dikkat çekmiştir. 

Bunlardan bir kaçı Ermenilere karşı suç işlemekten mahkûmiyetle sonuçlanmış tır. Her halükarda, çok daha güvenilir mahkemeler Osmanlı hükümeti tarafından 1915'te Ermeni kafilelerine yapılan saldırılardan hemen sonra kurulmuştur. Soruşturma komisyonları 1915 yılının sonlarına doğru kurulmuş ve 1600 kadar kişi askeri mahkemede yargılanmıştır. 

Suçlu bulunanlardan bazıları idam edilmiş ve aralarında ihmal ve suç ortaklığından hüküm giymiş Osmanlı yetkililerinin de bulunduğu bazıları hapis cezasına çaptırılmıştır. Kafilelere saldırıldığı haberleri gelirken, İstanbul'daki hükümet, vilayet yönetimlerine Ermeniler için daha fazla korunmalarını talep eden şifreli mesajlar göndermiştir. 

Bunun gibi pek çok belge arşivlerde mevcuttur ve açıkça belirtilmiştir ki Ermeni "tehcir"i öldürme niyeti barındırmamaktadır. "Tehcir" düzenlemesinde sorumluluk alan pek çok vilayet yetkilisinin yetersiz olduğu, aktif bir şekilde Ermenilere kötü davrananlarla suç ortağı olduğu ve diğerlerinin de kasıtlı olarak ihmalkâr davrandığı açıktır. Aynı zamanda, ordunun hareket kabiliyetini kısıtlayan ciddi problemleri varken, bütün hayati ihtiyaçların karşılanması ve böyle büyük bir toplu yer değiştirmenin organize edilmesi son derece zordur. Yiyecek, sağlık imkânları, ulaşım ve kafileyi koruyabilecek silahlı birlikler yoktur. Sivil halk gerçekten çaresiz bir durumdadır ve hatta cepheye dahi ulaşamadan gelemeden hastalıktan veya kötü beslenmeden pek çok asker de hayatını kaybetmiştir. Osmanlı hükümeti nasıl sonuçlanacağını bilmese dahi, "tehcir" 
kararının felaket sonuçlarından sorumlu tutulmak zorundadır. Yine de, ordu yönetiminin öngördüğü şekilde hareket eden hükümetin nasıl bu kadar kötü sonuçlanacağı konusunda bir fikri var mıydı? Ordu yönetimi bu durumun 
meydana gelmesi gerektiği sonucuna varsa bile, herhangi bir konumdaki herhangi bir yetkili kalkıp da "bu olamaz" demedi mi? 

Hemen hemen bir asır sonra, muhtemelen bu sorulara yine net cevaplar verilemeyecektir. 

6. Yunanlılar ve Süryaniler. 

Her iki toplum da Türkler tarafından soykırıma uğradığını iddia ettiği için, burada genel literatürde yer almayan bazı kavramlardan bahsedeceğiz. 

1897’de Yunan ordusu Osmanlı İmparatorluğu’na saldırdı ve onlara yenildi. Yunanistan, 1912’de şansını Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ yanında tekrar denedi. Osmanlılar, sayıca üstün olmadıklarından tüm cephelerde kısa bir 
sürede yenildiler. İmparatorluk, Avrupa kıtasındaki topraklarının neredeyse tümünü kaybetti. Balkan müttefikleri 1913’de dağılmamış ve adeta Müslüman düşmanına saldırır gibi birbirlerine saldırmamış olsalardı, Osmanlılar bu toprakların muhtemelen tümünü kaybedebilirdi. Balkan ordularının işgaline uğrayan topraklarda yaşayan Müslüman halk, 1870’lerden beri ikinci defa –bugünün tabiriyle- etnik temizliğe uğramış oldu. Balkan devletlerinin niyeti güneydoğu Avrupa’daki Osmanlı varlığını sona erdirmek ve mümkün olduğu kadar çok Müslüman öldürmek ve onları dışarı sürmekti. 1904 - 1907 
arasında, Almanlar, şuan Namibiya olarak bilinen bölgede, Herero halkından neredeyse 100,000 kişinin katledilerek veya başka türlü ölümlerine yol açtı. Eğer bu 20. Yüzyılın ilk soykırımıysa, Balkan Müslümanlarının uğradığı katliamlar ve 
tahliyeler - Kiernan ve soykırım konusunda çalışan diğer ‘bilim adamlarınca’ tamamen göz ardı edilse dahi- 20. yüzyılın ikinci soykırımı olarak değerlendirilmelidir. Justin McCarthy’nin tahminlerine göre, Balkan Savaşları, 632,000 Müslümanın, ya da Osmanlı İmparatorluğunca fethedilmiş Avrupa topraklarında yaşayan Müslümanların yüzde 27’sinin, ölümüyle sonuçlanmıştır. 

   Katliamlardan ve köylerinin askerler ve hunhar çeteler tarafından yağma edilmesinden kurtulanlar Ege’ye veya İstanbul’a kaçtılar. Geri çekilen askerlerle birlikte, onlar da, kitleler halinde hastalıktan, yetersiz beslenmeden ve 
tehlikeli hava şartlarından öldüler. İstanbul’a ulaşmayı becerebilenlere kalacak yer verilmiş, camilerde ve hükümet binalarından dönme binalarda tıbbi tedavi olanağı sağlanmıştı. Şehre çıkan yolların etrafındaki alanlar, ölülerin ve ölmekte 
olanların cesetleriyle dolmuştu. Bugün bile, 1877-78’de ve yine 1912-13’de Müslümanların köklerinin kurutulması, Balkanlar’ın ‘batı’ tarihinde yer edinmemektedir. 

Yunanlılar, 1919’da Osmanlı topraklarını yeniden istila etmişlerdir. İmparatorluk, Libya’nın 1911’de İtalyanlar tarafından istila edilmesinden beri savaştaydı. Libya savaşını, Balkan savaşları (1912-1913), ardından Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve daha sonra Kafkasları ve bugünün Türkiye’sinin güneydoğusu olan bölgeyi sarsan mücadele takip etmişti. Harap olmuş bu topraklarda başka bir savaş başlatmak neredeyse sadistçe bir acımasızlıktı, ama bu tam da, İngiliz Başbakanı David Lloyd George’un –Yunanlılara olan sevgisi kadar, “Türklere” karşı yoğun bir ırkçı nefret duygusu besliyordu- ve onun can dostu, Yunanlı Başbakanı Eleftherios Venizelos’un yaptığıydı. Yunan ordusu, Mayıs 1919’da, müttefik bir filonun koruması altında, Ege kıyılarından İzmir’e ulaştı. Katliamlar gecikmeden başladı. Ölüler arasında, fes giymiş oldukları için Müslüman sanılan 
Hristiyanlar da vardı. 

Teoride, Yunanlı ordusu, İzmir’i çevreleyen kısıtlı bir alanda kalacaktı; ama kısa bir sürede hudutlarından çıktı ve İstanbul yönünde kuzeye doğru ve Ankara yönünde doğuya doğru ilerlemeye başladı. Bunu takip eden süreci Yunanlıların köylerde ve kasabalarda yapmış oldukları katliamlar; kundaklamalar; yağmalamalar ve yıkımlar izledi. Aynı zamanlarda bölgede bulunmuş olan Arnold Toynbee, Yunanlıların mücadelesini Türkleri yok etmek olarak tarif ediyordu. Müttefikler arası tahkikat komisyonu ve Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün temsilcisi de aynı fikirdeydi. Nihai olarak, 1922’de Türkler tarafından 
tutulan ve yenilen Yunanlıların Ege kıyılarına çekilmeleri de aynı vahşet ve yıkıma işaret ediyordu. İşgalci orduyu destekleyen Ermeni ve Yunanlı siviller de Müslümanlara ait mal ve mülklerin yağmalanmasına ve yıkımına katıldı. Bu 
macera, 1,5 milyon Yunanlıyı Anadolu’dan ve 1 milyon Türk’ün Yunanistan’dan koparan, 1922’de gerçekleşen mübadeleyle sonuçlandı. Lloyd George’un ve Venizelos’un bu trajediden direkt olarak sorumlu tutulmaları gerekmektedir. 

Güçlenen Türk milliyetçileri ile karşı karşıya kalan İngiliz bölüklerinin yanında, Lloyd George, kendi bölükleri yerine başkaları savaştığı sürece bir başka savaşa daha atılmaya hazırdı, ama Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya, Kanada’ya ve Güney Afrika’ya yaptığı asker talebine kulak verilmemişti. 

Soykırım ithamı yapan üçüncü etnik-dini grup Süryanilerdi. Türkiye’nin güneydoğusu ve İran’ın kuzeybatısında bulunan ve küçük bir topluluk olan Süryaniler, İngilizler ve Ruslar tarafından verilen sözlerle savaşa itilmişlerdi; ama Osmanlı ordusuna, Türk ordusuna veya Kürtlere başkaldıracak halleri yoktu. Osmanlı topraklarından, yurtlarından ayrılan Süryaniler, Irak’a doğru, binlerce kişinin öldüğü yola çıkmadan önce, kuzeybatı İran’daki dindaşlarına katıldılar. Sağ kalanların çoğu kendini Bağdat’ın kuzeyindeki Bakuba sığınmacı kampında buldu. Onlar, cesur askerler olarak biliniyorlardı; ama yine de, disiplinsizlik ve vahşi davranışlara yatkınlardı. 1924’te, İngiliz kuvvetlerine bağlı bir grup Süryani asker, Kerkük’ün merkezinde bulunan bir pazar yerine makinalı tüfeklerle ateş açarak yüzlerce kişiyi öldürdü. 

Yine 1933’te, bir grup silahlı Süryani, Dicle nehri yakınlarında bulunan Iraklı kuvvetlere saldırarak büyük bir krize yol açtılar. 

Bu kriz sonucunda, 34 kişi ölmüş, 100’e yakın kişi yaralanmış, ölülerin vücutları tahrip edilmişti ve karşı saldırıda bulunan ordu, Simel’in Musul bölgesinde yüzlerce masum insanı katletmişti. İngiliz valisi Arnold Wilson’a göre de, Kürtler, Süryanilerin Bakuba’da ki sığınmacı kampına saldırınca yakalanmış ve kafaları kesilerek öldürülmüşlerdi. 

7. Yani, Kim tüm bunlardan alnı ak bir şekilde çıkabilirdi? 

Görünüşe bakılırsa hiç kimse. Bir tarafta, suçluların ve diğer tarafta, mağdurların olduğu söylenemez. 

Tüm taraflarda da suçlular ve mağdurlar vardı. ‘Yer değiştirme’ sırasında bile, birçok Müslüman Ermenilere yardım etmeye çalışıyordu. İhmalkâr Osmanlı memurları yanında da, yanlarında çalışan Ermenilere göz kulak olmak için, son derece zor koşullarda, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışanlar vardı. Anaakım ‘batı’ tarihinde, hala, savaşın Osmanlı halkı için ne kadar yıkıcı olduğu konusunda bir anlayışa yer vermemektedir. Savaş bittiğinde, insanlar at gübresinden arpa çıkarıyor ve hayatta kalabilmek için ot yiyordu. Savaş sırasında bile, 19151916’da, insanlar, Beyrut sokaklarında ve Suriye’nin diğer kasaba ve şehirlerinde, açlıktan ve hastalıklardan ölüyorlardı. 

   Ailelerini besleyemeyen Lübnanlı erkekler, dağlarda utanç içinde ölmeyi bekliyorlardı. Bazı köyler tamamen boş kalmıştı. Savaşın zorlu koşulları, cephedeki askerler için gıdanın ve ilaçların tükenmesi, ulaşımın oldukça zor olması ve askerler ve halk arasındaki kolera ve tifüs gibi hastalıkların neden olduğu büyük sayılarda ölüme ek olarak müttefiklerin Akdeniz kıyısını deniz 
ablukasına alması durumu iyice kötüleştirmiş, para ekonomisinin sonunu getirmiş ve çiftçileri mahsullerini yetiştirmek için gerekli olan malzemelerden yoksun bırakmıştır. 1915’de yaşanan çekirge istilası, devam eden sefalete ve 
yoksulluğa ek olarak, mahsulleri ve ağaçları çıplak bırakmıştı. Arap tarihçi George Antonius’un hesaplamalarına göre, sadece Suriye’deki ölü sayısı 400,000 civarındaydı. 

Doğu Anadolu’daki durum da en az Suriye’deki kadar kötüydü; bazı vilayetlerin nüfusu yüzde 40 ila 60 arasında azalmıştı. 
Yüz binlerce insan savaş bölgesini terk etmiş; sağ kalanlar, sadece Osmanlı topraklarında değil, ama aynı zamanda Kafkaslarda ve kuzeybatı İran’da yerlerinden edilmiş ve açlıktan ölmeye terk edilmişti. Bu, kılıçtan geçirilen, hayatta kalabilmek için mücadele veren bir imparatorluğun ve müttefik güçlerin hile ve asılsız vaatlerinin girdabında kalmış azınlıklarının bir imha etme savaşıydı. 

8. Son olarak, 1915 olayları ve 2013’de Suriye arasındaki diğer paralelliklere değineceğiz. 

Şu anda Suriye’de katledilenler ve ülkeden atılanlar sadece Ermeni Hristiyanları değil, tüm Hristiyanlardır. 

   İki Ortodoks piskopos hala kayıp, eğer hayattalarsa Çeçenler tarafından Halep’te tutuldukları düşünülüyor; papazlar katledildi, eski Ma’lula şehrine saldırıldı ve şehirdeki kiliseler kötü amaçlara alet edildi; yakın zamanda Ma’lula şehrine yapılan bir saldırıda, 12 rahibe, silahlı adamlar tarafından rehin alındı; kısa bir süre önce, Sadad köyünde, 40 Hristiyan- erkek, kadın ve çocuk- katledildi. El Kaide’nin kara bayrakları, batılı devletler ve bölgesel müttefiklerinin Suriye’ye yaydığı karanlık güçler tarafından kiliseler üzerine çekildi. 

El Kaide, 60’dan fazla kiliseyi ve manastırı yok etti ve on binlerce Hristiyan’ı evlerinden etti. 

Sadece Vatikan, Hristiyanlığın, doğduğu bu topraklarda maruz kaldığı bu katliam lar ve yıkıma karşı açıkça sesini çıkarıyor. İşlerine gelince Hristiyan geçinen batılı liderlerin, kendilerini garip bir şekilde ‘Suriye Halkının Dostlar Grubu’ olarak adlandıran işbirlikçi devletlerin Suriye’ye müdahalesinin direkt bir sonucu olarak hayatlarını kaybeden Hristiyanlar veya on binlerce Müslüman ve hatta yer değiştirmek zorunda kalan milyonlarca insan hakkında diyecek hiçbir şeyi yok. Eğer şuan geri çekiliyorlarsa, bunu sebebi, onları, kendi sınırları dâhilinde ve kendi çıkarları karşısında tüm dünyada tehdit edebilecek bir canavar yarattıklarının farkına varmalarıdır. 

“Batı” ve onun bölgesel müttefikleri, iki yüzyıldır, Orta Doğu insanının hayatını mahvetmekte. Azınlık, mezhep, iç savaş, istila ve işgal, suikast, sabotaj, rüşvet, yaptırım, ekonomik boykot ve yıkma kartlarını kullanmışlardır. Bu kartları 
ihtiyaca göre değerlendirmişler ve şimdiye kadar, hiçbir şeyin, onlaraistediklerini almak konusunda engel olamayacağını göstermişlerdir. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’nda olanlara tamamen paraleldir. 1918’de büyük güçlerin çıkarları 
doğrultusunda ortaya çıkan dünya bugün yine büyük güçlerin çıkarları için parçalanmaktadır. Irak kaybedilmiştir ve Suriye yıkılmaktadır. Orta Doğu’nun merkezi toprakları sığınmacılarla dolmaktadır. 2003 sonrası Irak’tan kaçan 
mülteciler 1948’den sonraki en vahim mülteci sorunuydu; şuanda Suriye’den kaçan mülteciler de, daha beter olmasa da, en az Irak mültecilerinin yarattığı sorun kadar vahimdir. 

Ermeniler ve Süryaniler müttefiklerin savaştaki mücadelelerine yardım etmekten dolayı hiçbir kazanç elde edemediler. 

Yapılan vaatler ya yerine getirilmedi ya da getirilemedi. Bolşeviklerin yardımıyla Ermeniler kendi özerk cumhuriyetlerini elde ettiler ama Süryaniler Irak veya onları almaya razı diğer ülkelerde mülteci konumuna düştüler.Araplar kandırıldılar ve ihanete uğradılar. Yerine getirilen tek vaat Siyonistlere yapılandı, ve 1918 sonrası olduğu gibi şimdi de aynı durum söz konusu: 
Irak’ın yok edilmesinden ve Suriye’nin şu anda yok edilişinden en çok kazançlı çıkan Orta Doğu’ya Batı stratejilerinin çıkarı doğrultusunda yerleştirilen sömürgeci yerleşimci devlet olmuştur. Bugün Suriye'de acı çeken Ermeniler bütün resmin yalnızca bir parçasıdır. 

   Orta Doğu'nun merkezi toprakları hayrete düşüren bir şekilde tahrip edilmektedir. Bölgenin insanları onlara karşı kurulan tuzaklara bilinçsiz bir şekilde düşmektedirler. Tanrının gerçek düşmanları olan, toplumun içine fitne sokan dini liderler ve onları destekleyen hükümetleri yüzünden bölge halkı, geri adım atıp esas manzarayı görememektedir. Bir yüzyıl öncesinde geçerli olduğu gibi, şimdi de, uzak ‘batı’ başkentlerinin belirlediği büyük stratejiler çerçevesinde ülkeler yok edilmektedir. 

Hükümetleri ve kurumları kendi ihanetleri, işbirlikçilikleri ve adi bir şekilde paraya ve güce teslim olmalarıyla kendilerini rezil etmektedirler. 

Kuşkusuz, bu kadar zûl bir noktaya Arap tarihinde ve İslami Orta Doğu’da çok az düşülmüş tür. 


***

30 Mayıs 2017 Salı

Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Ermeni Sorunu, Tehcir ve Pontus Sorununa Genel Bakış BÖLÜM 5

Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Ermeni Sorunu, Tehcir ve Pontus Sorununa Genel Bakış BÖLÜM 5



Yunanlıların Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki tarihî hak iddiası, Samsun’dan Batum’a kadar uzanan alanı kaplamakta idi. 

Yunanlılar, Millî Mücadele döneminde Batı Cephesi’nde Türk ordusu ile savaşırken Doğu Karadeniz Bölgesi’nde ayrılıkçı Pontusçuları silahlandır mışlar, böylece Türk ordusunu iki ateş arasında bırakarak işgalleri de kolaylaştırmak istemişlerdi. Samsun yöresindeki ayrılıkçı Ortodoks çeteleri, Yunanistan’ın Anadolu’daki savaş stratejisini destekleyerek koordineli bir şekilde hareket etmişler, Karadeniz Bölgesi’nin orta kesimini İç Anadolu’ya bağlayan yollar üzerindeki köyleri yakıp yıkmışlar, masum insanları öldürerek Tokat ve 
Sivas yönüne doğru ilerlemişlerdi. Asıl amacı Millî Mücadele’yi ortadan kaldırmak olan Yunanistan, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde iyi donatılmış bir orduyla çeteleri desteklemek ve TBMM Hükümeti’ne doğudan saldırarak kesin bir sonuca ulaşmak istemekteydi. Ayrıca bu amacı gerçekleştirmek için TBMM Hükümeti’ne isyan eden unsurlarla da güç birliği içine girmişti. Yunanistan, İngiltere’den de 
ekonomik destek beklemekteydi. 

Yunanistan’ın beklediği bu ekonomik destek Müttefikler arasında incelenirken TBMM Hükümeti’nin Ermenilere karşı başlattığı Doğu Harekâtı başarı ile sonuçlanmış ve 2-3 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Antlaşması imzalanmıştı. Bu sırada Yunanistan’da da siyasi değişiklik olmuş, Venizelos seçimleri kaybetmişti. Yunanistan’da yeni kurulan hükümetin Anadolu’daki askerlerini geri çekeceği 
kaygısı ve Türk ordusunun doğudaki başarıları, Müttefik devletlerin Anadolu’daki ayrılıkçı Ortodoks çetelerine destek vermesine neden olmuştu. Yeni kurulan Yunan Hükümeti de izlenen eski politikayı devam ettirmiştir. Yunan kuvvetlerinin Ankara’ya doğru ilerleyişi sürerken Yunan Hükümeti, İngiltere’ye yeni bir öneride bulunmuştur. Buna göre Türk ordusunun Sivas’a kadar geri çekilmesi sağlanacak, Yunan kuvvetleri Doğu Karadeniz Bölgesi’ne çıkarak Ortodoks nüfusun yoğun olduğu yerlere yerleşecek, daha sonra da Ermenilerin yardımı ile Sivas ve Erzurum işgal edilecekti. Böylece Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nde iki yeni devlet kurulacak, Türkiye’yi bölmek isteyen emperyalist devletler amaçlarına ulaşmış ve Sevr Antlaşması’nın hükümleri uygulanmış olacaktı. 

TBMM Hükümeti, Doğu Karadeniz Bölgesinde Ortodoks çetelerinin silahlandırılmasını ve yağmaları önlemek, her türlü can ve mal güvenliğini sağlamak, Türklerin bölgeden göçe zorlanmasına engel olmak ve çetecilik faaliyetlerini tamamen etkisiz hâle getirmek için bir dizi önlemler aldı. Doğu Karadeniz Bölgesindeki 3. Kolordu, Rum çetelerini takibe başladı. Ancak, var olan kuvvetlerle bölgede kesin sonuca ulaşılamayacağı anlaşılıyordu. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta Pontus konusuna değinerek “Anadolu’nun ortasındaki güvenlik sorununu çözmeye memur kuvvetlerin bir komuta altında birleştirilmesi” gerektiğini açıkça anlatmıştır.13 TBMM Hükümeti, Pontus Sorununa kesin çare üretmek için 1920 yılından sonra Merkez Ordusunu kurdu. Bölgedeki birçok kuvvet, bu ordunun emrine verildi. Ayrıca TBMM Hükümeti tarafından idarî, adlî ve hukukî önlemler alındı. Bunlardan başlıcaları şunlardır: 

a. Birinci Dünya Savaşı sırasında Pontus çetelerini Rusya, Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra da İngiltere silahlandırmıştı. Hükümet, olağanüstü denecek şekilde silahlanan Rumlara silahlarını teslim etme çağrısında bulunmuştu. Silahlar toplanırken askerlere, Rumların canına, malına ve namusuna dokunmamaları emri verilmiş, aksine hareket edenlerin ise İstiklâl Mahkemesi’nce cezalandırılacakları bildirilmiştir. 

b. Deniz kıyısında ve kıyıya yakın yerlerde yaşayan Rumlar buralardan taşınarak uzaklaştırılmıştır. Bunun amacı, Karadeniz sahillerinde dolaşan Yunan gemilerinin karaya kuvvet çıkarmaya teşebbüs etmeleri durumunda kıyıların güvenliğini sağlamaktı. Kıyılardan uzaklaştırılan Rumların can, mal ve namus güvenliği sağlanmış, yolda hastalananlar tedavi edilmişlerdir. 

c. Bir taraftan askerî harekâtlar devam ederken diğer taraftan Pontus teşkilatını meydana getirip bunca zulümlerin yapılmasına sebep olanlar Amasya Bölgesi İstiklâl Mahkemeleri’ne sevk edilmişlerdir. Yargılama sonucunda suçlu bulunanlar gerekli cezalara çarptırılmışlardır. 

Gerek Osmanlı Devleti’nde gerekse TBMM Hükümeti döneminde yasalara saygılı olan herkesin can, mal ve namus güvenliği sağlanmıştır. Tarih boyunca başta Rumlar olmak üzere yönettiğimiz onlarca ayrı ırk ve din mensubu vatandaşlarımız her zaman Müslüman halktan daha müreffeh yaşamışlardır. TBMM Hükümeti, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki ayrılıkçı Ortodoksların 
isyanını bastırmada hukuka bağlı kalmaya özen göstermiş, gerek çatışmalarda gerekse aramalarda yakalanan Ortodoks çetecileri doğrudan cezalandırma yoluna gitmeyerek mahkemelerde yargılamıştır. Yargılanan Pontus çeteleri, Pontusçu oldukları için değil, devlete başkaldırdıkları için yargılanmış ve cezalandırılmışlardır. Yargılama ve cezalandırmada herhangi bir etnik ve din ayrımı yapılmamıştır. 

Kurtuluş Savaşı sırasında çıkan ayaklanmalar içinde en uzun süren Pontus Ayaklanması 1923 yılı başlarında tamamen bastırıldı. Pontus Devleti kurmayı amaçlayan bazı Rum çeteleri, dışarıdan göçmenler getirmelerine rağmen hiçbir yerde nüfus çoğunluğu meydana getirememişlerdi. Çetecilerin büyük bir bölümü Yunanistan’a gitti. Lozan Barış Konferansı’nda Türkiye ile Yunanistan 
arasında 30 Ocak 1923’te “Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi” imzalandı. 1 Mayıs 1923’te yürürlüğe giren ve Lozan Barış Antlaşması ile de onaylanan bu sözleşme gereğince Türkiye ile Yunanistan arasında karşılıklı nüfus değişimi gerçekleştirildi. Geriye kalan Rum nüfus da 1924 yılı sonuna kadar kendi istekleri ile bölgeden ayrıldı. 

Sonuç 

Bugün sözde Ermeni soykırımı iddiasıyla Türkiye’yi suçlayan devletlerin tarihçileri, Osmanlı Arşivi’nde yıllardır araştırma yapmaktadırlar. Bu araştırmalar kendi ülkelerinde yayımlanmış ve tarih ilmine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu tür kitaplarda kullanılan Osmanlı arşiv malzemesi birinci dereceden kaynaklar olarak sunulmuştur. Oysa üç binden fazla yabancı araştırıcının büyük önem verdiği ve güvendiği arşivin, ne gariptir ki Ermenilerle ilgili olan belgeleri, batı dünyasında inandırıcı bulunmamakta, bilhassa Türk araştırıcılar tarafından yayımlanan kitaplar da tıpkı 1915’te olduğu gibi siyasî bir yaklaşımla değersiz addedilmektedir. Yine ne gariptir ki, 1921 yılından 2001 yılı başına kadar üç binden fazla yabancı bilim adamının araştırma yaptığı Osmanlı Arşivi’nin 
kapalı olduğu iddia edilmektedir. Bu arada ciddî batılı tarih araştırmacılarının, özellikle siyasî kaygılar sebebiyle Ermeni sorununu araştırmak istemedikleri de dikkati çekmektedir. Nitekim yukarıda belirtilen tarihler arasında, Osmanlı Arşivi’nde araştırma yapan Amerika Birleşik Devletleri’nden altı yüz on, Fransa’dan yüz elli, İngiltere’den yetmiş beş, Almanya’dan yüz yetmiş bilim adamının bir kaçı dışında hiç kimse bu konuda araştırma yapmamıştır. 

Öte yandan doğrudan Ermeniler için çalışan ve Ermeni katliamını araştıran Hilmar Kaiser ve Ara Sarafyan gibi araştırıcılara istedikleri izin verildiği gibi, Osmanlıları, Ermenileri soy kırıma tâbi tutmakla suçlayan bu araştırmacılardan birinciye altı bin, ikinciye ise üç bin civarında fotokopi de verilmiştir. Buna rağmen Osmanlı Arşivleri’nin açılmadığını iddia edenlerin aslında, gerçek hedefleri ortaya çıkmaktadır. Bu hedef, soy kırım iddiasıyla, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarındaki batı siyasetinin temeli diyebileceğimiz “Şark Meselesi”nin yeniden canlandırılmasından başka bir şey değildir. 1 Ocak 1998 ile 2001 yılı başına kadar Osmanlı Arşivi’nde 52 ülke araştırmacıları tarafından 549 araştırma yapılmış ve bunların içinde, Ermenilerle ve özellikle tehcirle ilgili hiçbir araştırma 
gerçekleştirilmediği gibi izin talebinde de bulunulmamıştır. Bu durumda Osmanlı Arşivi’nin kapalı olduğu iddiasında hangi derece samimi oldukları düşünülmelidir. Eğer iddia edildiği gibi, bir buçuk milyon insan katledilmiş olsaydı, bunların toplu mezarlara gömülmesi gerekmez miydi? Bu toplu mezarlar nerelerde bulunmaktadır? Türklere ait toplu mezarlar ortaya çıkarken, yakılıp 
yıkılmış eski Van şehri bütün çıplaklığıyla ortada dururken, neden Ermenilere ait bir toplu mezar bulunmamaktadır? 

Pontus meselesine gelince, tarihin ilk dönemlerinden itibaren Türkler ve Türk dünyası ile iç içe yaşamış olan ve bugün de özelliğini koruyan Doğu Karadeniz Bölgesi’nde hayalî iddialara dayalı yapay bir Ortodoks ayrılıkçılığı yaratmaya yönelik faaliyetler günümüzde de sürmektedir. Avrupalı güçlerin ve Yunanistan’ın Anadolu’ya ilişkin hedefleri canlılığını korumaktadır. Yunanistan, Lozan Barış Antlaşması ile beraber tarihe gömülen Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Ortodoks ayrılıkçılığını tekrar canlandırmaya çalışmaktadır. 

Son dönemde de Doğu Karadeniz Bölgesi’ne yönelik iddialarını sözde bir soy kırım konusu olarak uluslararası kuruluşlar içinde dile getirmeye başlamıştır. Günümüzde, Yunanistan’ın bu iddialarının hiçbir hukukî dayanağı yoktur. Bu iddialar, Yunanistan’ın kendisinin de imza ettiği uluslararası bir antlaşma olan Lozan Antlaşması’na ve Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi’ne aykırıdır. Yunanistan’ın iddiaları, söz konusu antlaşma ve sözleşmeleri inkâr anlamına gelmektedir. 
Böyle bir davranış, Çağa ve Evrensel Hukuka aykırıdır. 

DİPNOTLAR,

(1) Talat Paşanın Anıları, (Haz.:Mehmet Kasım), Birinci Baskı, Say Yayınları, İstanbul, 1986, s. 67. 
(2) Pontus Sorunu için bkz. Hadiye Yılmaz, Arşiv Belgeleri Işığında Pontus Meselesi, Marmara Üniversitesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2008, 163 s. 
(3) Yusuf Sarınay, Pontus Meselesi ve Yunanistan’ın Politikası (Makaleler), ATAM Yay., Ankara, 1999, s. 1-78. 
(4) Mehmet Saray, Ermenistan ve Türk-Ermeni İlişkileri, ATAM Yay., Ankara, 2005, s. 40-43. 
(5) Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, İstanbul, 1997, s. 491-493. 
(6) Hüseyin Nazım Paşa, Ermeni Olayları Tarihi, (Hazırlayan: Necati Aktaş, Mustafa Oğuz, Mustafa Küçük), Cilt: I, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1998, s. 150-178. 
(7) Salahi R. Sonyel, “Tehcir ve Kırımlar Konusunda Ermeni Propagandası Hıristiyanlık Dünyasını Nasıl Aldattı”, Belleten, Cilt: XLI, sayı:161, Ankara, 1977, s. 143-144. 
(8) Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, Ankara, 1990, s. 70-90. 
(9) Hüsamettin Yıldırım, Türk-Rus-Ermeni Münasebetleri 1914-1918, KÖK Yayınları, Ankara, 1990, s. 41. 
(10) Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü 1915-1917, TTK Yayınları, Ankara, 2005, s. 45. 
(11) Ertuğrul Zekai Ökte, “Yunanistan’ın İstanbul’da Kurduğu Gizli İhtilal Cemiyeti (Kordos)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı: 40, Ocak 1971, s. 22. 
(12) Adnan Sofuoğlu, “Anadolu Üzerindeki Yunan Hedefleri ve Mütareke Dönemi Fener Rum Patrikhanesi’nin Faaliyetleri”, Atatürk Araştırmaları Merkezi Dergisi, 
Cilt 10, No:28, Şubat 1994, s. 211- 256. 
(13) Nutuk (1919-1927), (Haz.: Zeynep Korkmaz), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2005, s. 424-426. 

Kaynakça 

ÇİÇEK, Kemal, Ermenilerin Zorunlu Göçü 1915-1917, TTK Yayınları, Ankara 2005. 

HÜSEYİN NAZIM PAŞA, Ermeni Olayları Tarihi, (Hazırlayan: Necati Aktaş, Mustafa Oğuz, Mustafa Küçük), Cilt: I, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel 
Müdürlüğü Yayınları, Ankara 1998. 

NUTUK (1919-1927), (Haz.: Zeynep Korkmaz), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2005. 

ÖKTE, Ertuğrul Zekai, “Yunanistan’ın İstanbul’da Kurduğu Gizli İhtilal Cemiyeti (Kordos)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı: 40, Ocak 1971, s. 20-23. 

SARAY, Mehmet, Ermenistan ve Türk-Ermeni İlişkileri, ATAM Yay., Ankara 2005. 

SARINAY, Yusuf, Pontus Meselesi ve Yunanistan’ın Politikası (Makaleler), ATAM Yay., Ankara, 1999. 

SOFUOĞLU, Adnan, “Anadolu Üzerindeki Yunan Hedefleri ve Mütareke Dönemi Fener Rum Patrikhanesi’nin Faaliyetleri”, Atatürk Araştırmaları Merkezi Dergisi, Cilt 10, No 28, Şubat 1994, s. 211-256. 

SONYEL, Salahi R. Sonyel, “Tehcir ve Kırımlar Konusunda Ermeni Propagandası Hıristiyanlık Dünyasını Nasıl Aldattı”, Belleten, Cilt: XLI, sayı:161, Ankara 1977, 
s.137-156. 

SÜSLÜ, Azmi (1990), Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, Ankara 1990. 

Talat Paşanın Anıları, (Haz.:Mehmet Kasım), Birinci Baskı, Say Yayınları, İstanbul 1986. 

URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, İstanbul 1997. 

YILDIRIM, Hüsamettin, Türk-Rus-Ermeni Münasebetleri 1914-1918, KÖK Yayınları, Ankara 1990. 

YILMAZ, Hadiye, Arşiv Belgeleri Işığında Pontus Meselesi, Marmara Üniversitesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008. 


***

Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Ermeni Sorunu, Tehcir ve Pontus Sorununa Genel Bakış BÖLÜM 4


Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Ermeni Sorunu, Tehcir ve Pontus Sorununa Genel Bakış BÖLÜM 4



B. Doğu Karadeniz Bölgesinde Pontus Sorunu 


Doğu Karadeniz faaliyetleri yakından izleyen Osmanlı yöneticileri, Pontus çetelerine yönelik çeşitli önlemler almaya çalıştılar. 

Örneğin Balkan savaşları sırasında Trabzon valisi olan Mehmet Ali Avni Bey, bu durum karşısında en etkili yolun halkı bilgisizlikten kurtarmak olduğu kararına vararak sadece Maçka ilçesinde elliden fazla ilkokul açtı. Ancak geç kalınarak alınan bu ve benzeri önlemler, bölgedeki Pontusçuluk faaliyetlerini önleyemedi. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başladığını 
gören Yunanistan ve Fener Rum Patrikhanesi, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki Rumlar arasında propaganda çalışmalarına hız verdi. 

Bu çalışmalara İngiltere, Rusya ve Fransa’nın yanında, bu devletlerin Türkiye’deki destekçileri olan cemiyetler de katıldı. Bu cemiyetler içinde en önemlisi Pontus Cemiyeti idi. Cemiyetin temeli, 1904 yılında Merzifon’da atılmıştı. Merzifon’daki Amerikan Koleji öğretim elemanları ve yönetim kurulu üyeleri tarafından kurulan bu cemiyetin örgütsel çalışmaları, kısa sürede Anadolu’daki Rum köylerine kadar yayıldı. Ayrıca cemiyet, 1908 yılında Müdafaa-i Meşrute adında bir ihtilal örgütü de kurdu. Cemiyetin kurucuları ve 
üyeleri, Fener Rum Patrikhanesi tarafından yetiştirilmişlerdi. 

Bölgede bu kuruluştan başka zenginlerden para toplayan ve gerektiğinde ölüm kararı da veren Mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti adı altında faaliyet gösteren bir terör örgütü daha vardı. Gerçi bunlar, “ heyet ” veya “ Cemiyet ” adını kullanıyor ve siyasal parti gibi serbestçe hareket ediyorlarsa da gerçekte birer Rum terör örgütüydüler. Bu örgütler, siyasal faaliyetlerinin yanı sıra Doğu Karadeniz Bölgesi’nde çetecilik yaptıkları gibi, soygun, cinayet, tecavüz gibi olaylara da karıştılar. 

Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgede yaşayan bazı Rumlar, örgütlenerek Yunanistan ve Rusya adına casusluk yaptılar. Rumların örgütlenmesinde ve çetecilik faaliyetine geçmelerinde din adamları ile patrikhane ve bu kuruluşa bağlı olan bazı cemiyetler rol oynamışlardı. İstanbul’daki patrikhaneye bağlı olarak çalışan ve özellikle Pontus Cemiyeti tarafından yönetilen Rum çeteleri, en iyi örgütlenmiş çetelerdi. Cemiyetin amacı, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Pontus Devleti kurmaktı. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesini de fırsat bilen cemiyet; Çarşamba, Samsun, Bafra yöresindeki Rum köylerinde depoladıkları silahları, hükümetin ilan ettiği seferberlik emrine uymayan ve birliklerinden kaçan Rum gençlerine dağıttı. Bölgedeki kilise ve yabancı okullar Pontusçuların silah ve cephane deposu hâline getirildi. Sayıları günden güne çoğalan çeteler, savaşın başlamasıyla faaliyetlerini daha da arttırdılar. 
Türk köylerini basarak yağmaladılar, yaktılar ve buralardaki masum insanları öldürdüler. Bu olaylar karşısında Osmanlı Hükümeti, bazı yerlerde güvenliği sağladı. Ancak Bafra yöresindeki Rumların Türk köylerine baskısı devam etmekteydi. 

Doğu Karadeniz Bölgesi’nde faaliyet gösteren cemiyetlerden biri de Kordos Komitesiydi. Bu komitenin gerçek görevi; dışarıdan göçmen olarak getirilen Rum ve Ermeni çete üyelerinin kayıtlarını yapmak ve bunları asayişi bozmak amacıyla ülkenin çeşitli yerlerine göndermekti. Cemiyet bu amacına yönelik olarak Rusya’dan getirilen Rum ve Ermenilerden bir grup göçmeni Samsun çevresine 
yerleştirdi. İtilaf Devletleri de bu göçmen ve çetelere karşı hoşgörülü davranıyordu. Çünkü onların asıl amaçları; Osmanlı Devleti’ni parçalayarak topraklarından pay almak ve bir Pontus Devleti’nin kurulmasını sağlamaktı.11 

Osmanlı Devleti’nin, Birinci Dünya Savaşı’nda savaştığı cephelerden biri de Kafkasya Cephesi idi. Ruslarla çarpışan Türk kuvvetleri bu cephede yenilince Erzurum, Erzincan, Van, Bitlis, Muş ve Trabzon şehirleri Rus işgaline uğradı. Trabzon metropoliti Hrisantos, Rusların da desteğiyle kent yönetimini ele geçirdi. Belediye meclisini dağıttı ve Rumların egemen olduğu bir meclis kurdu. 
Bu durumdan yararlanan Rumlar daha çok silahlandı. Ayrıca, Rus generali komutasında Rumlardan oluşan 12.000 kişilik gönüllü bir tümen kuruldu. Şehirdeki bu karışık durum, Türklerin bir kısmının şehri terk ederek iç bölgelere çekilmesine neden oldu. 

1917 yılında Rusya’da Bolşevik İhtilali’nin başlaması üzerine Rusya, savaştan çekildi. Rusya’da kurulan yeni yönetim, Osmanlı Hükümeti ile Erzincan Ateşkes Anlaşması (8 Aralık 1917)’nı imzalayarak Doğu Anadolu ve Trabzon’daki birliklerini geri çekme kararı aldı. Rus kuvvetlerinin işgal ettikleri Anadolu topraklarından çekilmeye başlamasıyla bölgedeki Rum tümeni de dağıldı. Rusların çekilmesiyle Osmanlı Hükümeti bölgede yeniden idareyi ele aldı. Böylece Rus işgali sırasında iyice açığa çıkan Pontusçuluk hareketi gizli 
olarak yürütülmeye başlandı. Ancak Ruslar işgal ettikleri Anadolu topraklarını boşaltınca bu sefer bölgede Ermenilerin mezalimi başladı. 

Güvenliği sağlamak üzere harekete geçen 3. Kafkas Ordusu, doğudan Trabzon’a kadar ilerledi. Bu harekât sırasında saldırgan Rumların büyük bir bölümü, Trabzon’u terk etti. 

Türk Kafkas Ordusunun harekâtı sırasında Ermeniler yöreden çekilmişti. Ancak geride kalan Rumlar hâlâ ayrılıkçı çete faaliyetlerine devam ediyorlardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslardan yardım gören Pontusçu Rumlar, Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra, bu kez de İtilaf Devletlerinin desteğini aldılar. Böylece Yunanistan’ın Doğu Karadeniz Bölgesi’nde kendisine bağlı 
bir Pontus Devleti kurmaya çalışması ile başlayan, İngiliz ve Fransızların da desteğiyle yapay olarak yaratılan Pontus Sorunu, bölgede yer yer ayaklanmaya dönüştü. Pontusçu Rumlar, saldırgan bir tutum izleyerek Karadeniz kıyılarında, özellikle Samsun ve Amasya yörelerinde silahlı saldırılarda bulundular. Karadeniz kıyıları ile iç kesimlerdeki kasaba ve köylerde bulunan Rum halkı, Mondros 
Ateşkes Anlaşması gereğince bölgeye serbestçe girip çıkan Yunan savaş ve ticaret gemileri aracılığı ile Yunanistan’dan gönderilen silah ve malzemeyi kolayca alabilmekteydi. Ayrıca bölgeden çekilen Rusların bıraktığı silah ve malzeme de Rumların eline geçmişti. İngilizler de bölgeye silah ve cephane sokmaktaydılar. Bu nedenle Rumlar, tamamen silahlanmışlardı. Yunanistan’dan özel olarak gelen subaylar tarafından eğitilen çeteler, etkinlik alanlarını daha da genişlettiler. Özellikle İngiliz birliklerinin Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 
7. maddesine dayanarak Samsun ve Merzifon’u işgal etmesi, Pontus çetelerinin cesaretlerini artırdı. Zaten İngiliz işgallerinin amacı da Samsun dolaylarında bir Pontus Devleti kurulması için çete faaliyetlerini teşvik etmek, böylece Türk vatanının parçalanmasını hızlandırmaktı. 

Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra İtilaf Devletlerinin katılımıyla 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’nda, Türkiye üzerindeki düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışan devletler azınlık durumundaki toplulukları, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiler. Paris Barış Konferansı’ndan isteklerde bulunan devletlerden biri de Yunanistan’dı. “Megali İdea” (Büyük Ülkü) 
olarak adlandırılan Büyük Yunanistan’ı gerçekleştirme düşüncesinde olan Yunanlılar, tüm Ege Adaları’nı, İstanbul’u, Trakya’yı ve Pontus olarak adlandırdıkları Doğu Karadeniz kıyılarını, Yunanistan’a bağlamayı düşünüyorlardı. Bu amaçla Yunan Başbakanı Venizelos, Paris Barış Konferansı’na sunduğu muhtırada Trakya, Batı Anadolu, Adalar ve Doğu Karadeniz bölgelerinin Yunanistan’a bırakılmasını istiyordu. Yunanlıların bu istekleri, konferansta en etkili devlet konumunda olan İngiltere tarafından da desteklenmekteydi. 
Çünkü İngiltere, Akdeniz’deki ticaret ve sömürge yollarının güvenliğinin Yunanistan’la sağlanacağına inanıyordu. Yunan isteklerinin sunulmasından sonra, bunların barış konferansında savunulması işini üstlenen Venizelos, isteklerini Wilson İlkelerinin 12. maddesine, “ Her toplumun kendi geleceğini kendisinin saptaması ” demek olan self-determination kuralına dayandırmaya çalışmıştı. Ancak isteklerinin aşırı bulunacağını düşünerek Trakya, İstanbul, Pontus ve Oniki Ada konularında ısrar etmemeyi uygun bulmuş, isteklerini Batı Anadolu ile İzmir yöresinde yoğunlaştırmıştı. 

Paris Barış Konferansı’nın devam ettiği günlerde Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki Rumlar, Pontus Devleti kurmak için yoğun diplomatik faaliyet gösteriyor ve propaganda çalışmaları yapıyorlardı. Bu bölgedeki PontusKomitesi daha önce almış olduğu “Rum Karadeniz Cumhuriyeti” devleti kurma kararını da İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği’nin onayına sunmuştu. Bunun yanı sıra komite üyeleri, İstanbul’da Pontus adlı Rumca bir gazetenin yayımına başlamışlardı. Gazete, daha ilk sayısında Trabzon’da bir Rum Cumhuriyeti kurulmasına çalışacağını açıklamıştı. Ayrıca Rumlar, Pontus dedikleri 
bölgede egemenlik kurmak ve etnik çoğunluğu sağlayabilmek amacıyla Güney Rusya ve Kafkaslardaki Rumları gemilerle buraya taşıyorlardı. 

Trabzon metropoliti Hrisantos’un bildirdiğine göre, 1919 Mayısı sonlarına kadar 250.000 Rum, bölgeye taşınmıştı. Bu yeni göçmenlerden de yararlanılarak silahlı çeteler oluşturmuşlar, bölgede can ve mal güvenliğinin kalmadığı izlenimini yaratmak için de Türklerin oturdukları yerlere saldırmaya başlamışlardı. Ayrıca Hrisantos, Paris Barış Konferansı’na gönderdiği raporunda Türklerin Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Rumlara yaptıkları sözde zulümlerden de söz etmiş, özerk bir Pontus Devleti’nin kurulması ile ilgili istek ve önerilerde bulunmuştu. Bu istekler, İtilaf Devletleri tarafından ciddiye alınmadı. Sonuçta Hrisantos, Pontus Devleti kurulması için Avrupa’dan beklediği desteği bulamadı. 

Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki ayrılıkçı Ortodoks çeteleri ile Ermeniler arasında da iş birliği kurulmuştu. Ermeni patriği Zaven Efendi, bir yandan Ermenilerin yaşadıkları yerlerde can ve mal güvenliğinin sağlanamadığını ileri sürerek, İtilaf Devletlerini Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7. maddesi gereğince buraları işgale yöneltmeye çalışırken, öte yandan da Rumlarla anlaşıp Osmanlı yönetimine karşı bir Rum-Ermeni Birliği Komitesi oluşturmuştu. Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan önce de Cenevre’de “Türkiye’de Zulme Uğramış Milletler Birliği”nin kurulmasıyla bu iş birliği başlamıştı. Ermeni patriği Zaven Efendi, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulmuş olan Mavri Mira heyeti ile görüş birliği içinde çalışıyordu. Kısa sürede her iki taraf arasında iş birliği oluşmuştu. Rum basını Rumların göç ettirilmesinden söz ederken, aynı zamanda sözde Ermeni katliamı ve tehcirini 
de eklemeyi unutmuyordu. Ermeni ve Rumlararasındaki iş birliği uzun sürmedi. Londra Konferansı’nda Ermenilerin Trabzon’dan Tirebolu’ya kadar olan bölgeyi istemeleri üzerine Rum ve Ermeni basını ayrıldı. Patrikhaneler arasındaki iş birliği de bozuldu. Ermeni komiteleri ile Pontusçu ayırıcılıkçı çetelerin çıkarları çatışma noktasına gelince ayrılıklar başladı. Çünkü her iki çete gruplarının Trabzon ve çevresi üzerinde emelleri vardı. Kurtuluş Savaşı sırasında Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki ayrılıkçı Ortodoks çetelerinin temel amacı; Pontus Devleti adı ile yeni bir devlet kurmak, Yunanistan’ın yayılma alanını ve sınırlarını genişletmek, çete faaliyetleri ile halkı silah kullanarak susturmak ve bölgeden göçe zorlamaktı. Göçler sonunda boşaltılan yerleşim yerlerine göçmen olarak getirilen Rumlar yerleştirilecek, böylece nüfus çoğunluğu sağlanacak ve bölgede kurulacak Pontus Devleti ile İtilaf Devletlerinin Anadolu’da nüfuz alanı 
elde etmesine olanak sağlanacaktı. Yunanlılar da Ege’nin iki kıyısını birleştirerek Bizans’ı yeniden kuracaktı. Böylece Büyük Ülkü gerçekleşmiş 
olacaktı.12 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


****

Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Ermeni Sorunu, Tehcir ve Pontus Sorununa Genel Bakış BÖLÜM 3


Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Ermeni Sorunu, Tehcir ve Pontus Sorununa Genel Bakış BÖLÜM 3



    Silahlı mücadele amacını taşıyan Asala’nın hedefi, elde edeceği Anadolu topraklarını Ermenistan Cumhuriyeti’ne bağlanmaktı. Bu amacı taşıyan Ermeni teröristler ve Asala şimdiye kadar Türk temsilciliklerine yönelik şu silahlı eylemleri gerçekletirdiler. 

• 27 Ocak 1973’te Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir şehit edildi. 
• 22 Ekim 1975’te Viyana Büyükelçimiz Danış Tunalıgil şehit edildi. 
• 24 Ekim 1975’te Paris Büyükelçimiz İsmail Enez ve makam şoförü Talip Yener şehit edildi. 
• 16 Şubat 1976’da Beyrut Büyükelçiliği Başkâtibi Oktar Cirit şehit edildi. 
• 9 Haziran 1977’de Vatikan Büyükelçimiz Taha Carım şehit edildi. 
• 2 Haziran 1978’de Madrid Büyükelçimizin eşi Necla Kuneralp ve emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu makam aracına yapılan saldırıda şehit edildiler. 
• 12 Ekim 1979’da Lahey Büyükelçimizin oğlu Ahmet Benler şehit edildi. 
• 22 Aralık 1979’da Türkiye’nin Paris Turizm Müşaviri Yılmaz Çolpan şehit edildi. 
• 31 Temmuz 1980’de Atina Büyükelçiliğimiz İdarî Ataşesi Galip Özmen ve kızı Neslihan Özmen şehit edildiler. 
• 17 Aralık 1980’de Türkiye’nin Avustralya-Sydney Başkonsolosu Şarık Arıyak ve koruması Engin Sever şehit edildiler. 
• 4 Mart 1981’de Paris Büyükelçiliğimiz Çalışma Ataşesi Reşat Moralı ve din görevlisi Tecelli Arı şehit edildiler. 
• 9 Haziran 1981’de Cenevre Başkonsolosumuz sekreteri Mehmet Savaş Yeryüz şehit edildi. 
• 24 Eylül 1981’de Paris Başkonsolosluğu binası 4 Ermeni terörist tarafından işgal edildi. 56 Türk görevli ve vatandaşı rehin alındı. Güvenlik görevlisi 
   Cemal Özen şehit edildi. 
• 2 Nisan 1981’de Kopenhag Çalışma Ataşemiz Cavit Demir, Ermeni saldırganlarca yaralandı. 
•  25 Ekim 1981’de Roma Büyükelçiliğimizin ikinci kâtibi Gökberk Ergenekon saldırıya uğrayarak yaralandı. 
• 28 Ocak 1982’de Los Angeles Başkonsolosumuz Kemal Arıkan şehit edildi. 
• 5 Mayıs 1982’de Boston Fahri Başkonsolosu Orhan Gündüz şehit edildi. 
• 7 Haziran 1982’de Lizbon Büyükelçiliği İdarî Ataşesi Erkut Akbay ve eşi Nadide Akbay şehit edildiler. 
• 27 Ağustos 1982’de Ottowa Büyükelçiliğimiz Askerî Ataşesi Atilla Altıkat şehit edildi. 
• 9 Eylül 1982 Burgaz Başkonsolosluğu İdarî Ataşesi Bora Süelkan şehit edildi. 
• 7 Ağustos 1982’de iki Asala teröristi, Ankara Esenboğa Havalimanına silahlı baskın yaparak 8 kişiyi öldürdü, 72 kişiyi yaraladı. 
• 9 Mart 1983’te Belgrad Büyükelçimiz Galip Balkar şehit edildi. 
• 14 Temmuz 1983’te Brüksel Büyükelçiliği İdarî Ataşesi Dursun Aksoy şehit edildi. 
• 27 Temmuz 1983’te Lizbon Büyükelçilik Müsteşarının eşi Cahide Mıhçıoğlu yapılan saldırıda şehit edildi. 
• 16 Haziran 1983’te İstanbul Kapalıçarşı saldırısını düzenleyen Ermeni teröristler 2 kişiyi öldürdü. 21 kişiyi de yaraladı. 
• 15 Temmuz 1983’de Türk Hava Yollarının Paris Orly Havalimanı Bürosu bombalandı. Olayda 2’si Türk 8 kişi öldü, 63 kişi yaralandı. Bu olay, tarihe 
    Orly Katliamı olarak geçti. 
• 28 Nisan 1984’te Tahran Büyükelçiliğimizin sekreterinin eşi olan işadamı Işık Yönder şehit edildiler. 
• 20 Haziran 1984’te Viyana Büyükelçiliğimiz Çalışma Ataşesi Erdoğan Özen şehit edildi. 
• 19 Kasım 1984 Türkiye’nin BM Temsilciliğinde görevli Enver Ergun şehit edildi. 

Ermeni terör örgütleri dış dünyanın tepkileri üzerine 1980’li yıllarda taktik değiştirerek, PKK terör örgütü ile iş birliğine girdiler. 1984 yılında ASALA ile PKK işbirliği yaptı. Böylece Ermeni terörü geri plana çekilerek PKK terörü öne çıkarıldı. Belgelerle, Bekaa ve Zeli kamplarında iki terör örgütünün birlikte eğitim gördükleri açıktır. Türk güvenlik güçlerinin PKK terör örgütü ile mücadelede 
başarı sağlanması üzerine Ermeni diasporası bu kez emellerini Ermenistan Devleti tarafından verilen açık destekle sürdürdü. 1991 yılında Ermenistan bağımsız oldu. Türkiye dağılan Sovyetler Birliği’nin diğer cumhuriyetlerini tanıdığı gibi Ermenistan’ı da tanıdı. 
Ancak iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kurulamadı. Çünkü 23 Ağustos 1990’da kabul edilen Ermeni Bağımsızlık Bildirgesi ve anayasasının 11. maddesinde “ Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesi ve Batı Ermenistan’da gerçekleştirilen 1915 soy kırımının uluslararası kabul görmesi çabasını destekler ” maddesine yer verilmişti. Ermenistan Cumhuriyeti, Türkiye’ye yönelik iddialarını bir devlet politikası hâline getirdi. Ermenistan Anayasası’nın giriş bölümünde Ermenistan Bağımsızlık Bildirisinde kayıtlı ulusal hedeflerin Ermeni Devleti’nin temel ilkeleri olduğu beyanı, yine Ermenistan Anayasası’nın 13. maddesinin 2. paragrafında Devlet Arması’nda Ağrı Dağı’nın bulunduğu kaydı yer almaktadır. 

Ermeniler, zulme ve haksızlığa uğramış bir toplum imajı yaratarak sözde soy kırımın tanınması için girişimlerini artırdılar. Birçok ülkede bunu kabul ettirdiler. Hatta Avrupa devletlerinin bazılarında ve Amerika okullarında sözde soy kırım iddiaları ders olarak okutulmaya başlandı. Çünkü Ermeniler bulundukları ülkelerde özellikle ABD’de oylarını bölmeyerek önemli bir siyasî güç oluşturdular. Oylarını verdikleri partilere şart olarak isteklerini öne sürdüler ve kabul ettirdiler. Türkiye-Ermenistan ilişkileri Ter-Petrosyan yönetiminde ılımlı bir dönem geçirdi. Ancak 1998’de Taşnaksutyun örgütünün gizli lideri Koçaryan’ın cumhurbaşkanı olmasından sonra ilişkiler daha da gerginleşti. Koçaryan yaptığı resmi bir konuşmada “Soy kırımı hiçbir zaman unutmayacaklarını, dünyaya bu trajediyi hatırlatmak durumunda olduklarını, soy kırımın cezasız kaldığını, uluslararası tanıma ve kınamanın layık olduğu şekilde gerçekleşmediğini” 
ifade etti ve 4 T planının uygulanmasına hız verdi. Koçaryan gibilere en güzel cevabı yine Türkiye’de yaşayan Ermeni cemaati verdi. Kandilli Ermeni Kilisesi Başkanı, Dikran Kevorkan; 

Soykırım ve tehcir farklı anlamlara gelir. Emperyalistlerin oyunları, Ermeni idarecilerin apolitik düş öncüleri ( Medya, kilise, din adamları ) bütün bu olaylara sebep olmuştur. Bugün dünya üzerindeki Ermenilerin en rahatlıkla, en güçlü şekilde kendi kimliklerini muhafaza ettikleri ülke Türkiye’dir. Yurt dışında, Diasporadaki Ermeniler, isimlerini değiştirerek mücadeleye giriyor. Çünkü oralarda, bir kültür ağırlığıyla, o insanların kültürünü eritmek var. Bugün Türkiye’nin aleyhine konuşan Diasporadaki Ermeniler çok iyi biliyorlar ki, Amerika’nın belli kiliselerinde kurban ayinleri Pazar günleri İngilizce yapılıyor, Ermeniler ana lisanlarını kaybediyorlar. 

Bunu söylediğim zaman kötü kişi oluyorsun. Biz onun için Türkiye’deki Ermeni vatandaşlar olarak üzüntümüzü dile getiriyoruz. Ne için? Atatürk’ün emanet ettiği Kuvayımilliye ruhuna bir haksızlık yapılmaktadır. PKK! ASALA! Bütün bunlar dışarıdakilerin oyunudur. Biz Türkiye’deki vatandaşlar olarak Ermenilere bir haksızlık yapıldığını düşünmüyoruz. Ermeniler eğer akıllıysa maşa olarak kullanılmasınlar. diye cevap verdi. 

Ermeniler asılsız soy kırım iddialarını kabul ettirmek için lobi faaliyetlerinde bulundukları ülkelerin hükümetlerini ve parlamentolarını etkilemeye çalıştılar. Maalesef 24 Nisan gününü başta Fransa, İtalya, Arjantin, Rusya, Kanada, Yunanistan, Lübnan, Vatikan, Uruguay ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi olmak üzere, ABD’nin yirmi yedi eyaletinde kabul ettirdiler. Tarihî gerçeklerden uzak olan bu durumun kabul edilmesindeki asıl amaç siyasî alanda Türkiye’yi zor duruma düşürmektir. Bütün bu siyasal kararların ve çabaların arkasında çok farklı amaçlar bulunduğu kuşkusuzdur. Hukukî bakımdan bağlayıcılığı olmayan bu kararların, uluslararası camiada etkili olduğu görülmektedir. Zamanla bu tasarılarla gündeme getirilen taleplerin, Türkiye’nin dış ilişkilerinde ( Avrupa Birliği vb.) bir “ Dayatma ” unsuru olarak kullanılması da söz konusu olabilecektir. 

Ermenilerin soykırım iddialarına karşı Türkiye 2001 yılı sonunda “Asılsız Soy kırım İddialarıyla Mücadele Koordinasyonu Kurulu”nu oluşturdu. Bu kurul Ermeni iddialarının asılsızlığı konusunda bilimsel çalışmalara başladı. Ayrıca Ermeni sorunu okulların müfredat programlarına alınarak gençlerin bilinçlendirilmesi süreci başlatıldı. 

Birinci Dünya Savaşı sebebiyle Kafkas cephesinde bulunan Osmanlı ordularına ihanet eden ve Ruslarla birlikte hareket ederek Van, Kars ve Erzurum gibi Osmanlı vilâyetlerinin Rusların eline geçmesine yardımcı olan Ermenilere karşı, Osmanlı Devleti’nin tehcir uygulaması, her devletin tabii olarak kendini müdafaası olarak görülmelidir. Özellikle Osmanlı Devleti’ni aralarında 
paylaşmayı düşünen Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa gibi batı devletleri tarafından kışkırtılarak harekete geçirilen Ermenilerin, komiteler ve dernekler kurarak bağımsız bir Ermenistan oluşturma çabaları, savunmasız masum pek çok Türkün öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Öyle ki, Kars’ta, Van’da, İzmit’te, Erzurum’da, Bitlis’te ve diğer Osmanlı vilâyetlerinde akıl almaz hunharlıkla gerçekleştirilen katliamlar, işgalci Rus komutanları bile tiksindiren boyutlara ulaşmıştır. Nitekim Rus ve Ermeniler tarafından sadece Kars ve Ardahan’da otuz bin Müslümanın katledildiği belirtilmekte, bu sayı bütün Osmanlı vilâyetleri genelinde düşünülecek olursa yüz binleri geçmektedir. 

Osmanlı Devleti, bir tedbir olarak, savaş müddetince, önce savaş sahasına yakın yerlerdeki Ermenilerden başlamak üzere mecburi iskân uygulamıştır. Daha sonra bu nakil, Ermeni çetelerinin katliamdan vazgeçmemeleri ve Osmanlı Devleti aleyhine yabancı devlet mensuplarına bilgi aktarmaları sebebiyle, Katolik ve Protestan mezhebinde olanlar ile yetimler, kimsesiz kadınlar ve hastalar hariç olmak üzere, diğer bütün Ermenileri de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bununla beraber devlete bağlılığı bilinen Ermeniler, bu kararın alınmasına rağmen tehcir harici tutulmuştur. 

Tehcir tabii olarak meşakkatli geçmiştir. Dönemin şartları içinde binlerce insanın bir anda yerlerinin değiştirilmesi muhakkak ki kolay bir şey değildir. Bununla beraber, kafilelerin hangi güzergâhtan gideceği, toplanma mahallerinin önceden tespiti, nakilde özellikle tren istasyonlarının merkez olarak seçilmesi ve naklin büyük ölçüde trenle yapılması, kafilelerin iaşe ihtiyacının devlet tarafından karşılanması, kafilelere sıhhiye memurları tayin edilmesi, kafilelerin güven içinde hareketleri için zaptiye eşliğinde gönderilmeleri gibi tedbirlerin alınmış olması; tehciri, belki de asrın en sistemli yer değiştirmesi hâline getirmiştir. 
Tabii ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, nakil sırasında, Ermeni çetelerinin katliamına uğrayan halktan bazı gurupların kafilelere bir tepki olmak üzere saldırıları vuku bulmuş ve Ermenilerle yapılan çatışmalarda yaklaşık dokuz-on bin kişi yaşamını yitirmiştir. Ayrıca tıpkı Rumeli’den Anadolu’ya göç eden Türklerde olduğu gibi, bu şekilde büyük nüfus kütlelerinin yer değiştirmelerinde her zaman rastlanacak bulaşıcı hastalıklar sebebiyle de ölümler meydana gelmiştir. 

Şüphesiz bunların hiçbiri tehcir emrini verenlerin istedikleri şeyler değildir. Nitekim görülen suiistimallere karşı, devamlı tedbirler alınmış, kafilelerinin korumasız çıkarılmaması için emirler verilmiş, suiistimali görülenler cezalandırılmış tır. Savaşın sona ermesinden sonra ise isteyenler için geri dönüş kararnamesi çıkarılmış, dönenler için hukukî düzenlemeler yapılmış, tehcirden kurtulmak için din değiştirenlerin istedikleri takdirde eski dinlerine dönebilecekleri bildirilmiş, Müslüman aileler yanında bulunan yetim Ermeni çocukları Ermenilerden oluşturulan komisyona teslim edilmiş, dönenlere belli bir müddet iaşe yardımı yapılmış, şikâyetler ve Ermenilere fenalıkta bulunanlar için tahkikat komisyonları kurulmuş, memleketlerine dönenlerin malları iade edilmiş, dönenlerin yol masrafları karşılanmış, bazı vergilerden muaf tutulmuş, resmî dairelerde geçici olarak muhafaza edilen eşyaları geri verilmiş ve geri dönenlerin mallarının iadesiyle ilgili komisyonlar kurulmuştur. 

Yukarıdaki bilgiler; hükümetin, Ermenileri soy kırıma ve hatta katle yönelik bir düşüncede olmadığını, devletin kendi güvenliği için bir tedbir olarak savaşın 
devamı müddetince tehciri uyguladığını, savaş sonrasında Ermenilerin memleketlerine geri dönmelerine izin verdiğini ortaya koymaktadır. 
Nitekim bir müddet sonra Türkiye’yi işgal eden Rus, İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin yanında önemli sayıda Ermeninin bulunduğu ve bu işgal sırasında Müslüman halka yapılan akıl almaz işkence ve katliamda bu Ermeni grupların rol oynadığı ortaya çıktı. İşgalci devletlerin kendi resmî belgelerine de yansıdığı 
gibi işgalcilerin Anadolu’yu terkleriyle birlikte, büyük sayıda Ermeninin de onlarla birlikte Anadolu’dan çekildikleri bir gerçektir. 
Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin yukarıdaki kararları ve uygulamaları, soykırım düşüncesinde olan bir devletin alacağı kararlar olmadığı gibi, Dâhiliye Nezareti’ne bağlı Şifre Kalemi ve Emniyet-i Umumîye Müdüriyeti gibi dairelerin gizli belgelerinin hiç birinde de, değil katliam yapmak, ima bile edilmediği görülmektedir. Buna karşılık, başta Amerika konsolosları olmak üzere, pek çok yabancı gazeteci ve görev şeflerinin tehciri takip ettikleri, hatta fotoğraf çektikleri ve bir katliamdan söz etmedikleri belgelerden anlaşılıyor. 

Fakat ne gariptir ki, buna rağmen Avrupa’da ve Amerika’da, özellikle Amerika sefirinin raporları ve bazı batılı gazetelerin yayınları ile tehcir, bir Ermeni katliamı şeklinde kamuoyuna duyurulmuştur. Bunda, Osmanlı Devleti’ni ve bilhassa Anadolu’yu paylaşmayı düşünenlerin, bu tehcirle emellerine belli bir süre set çekilmesi rol oynamış olsa gerektir. Yoksa İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal ettiklerinde, Osmanlı Devleti’nin bütün arşiv belgelerine de sahip oldukları bir dönemde, bunu zaman geçirmeksizin ortaya çıkarır ve sorumluları daha o zaman mahkûm ederlerdi. Nitekim İngilizlerin soykırımla suçladıkları Osmanlı ileri gelenlerinden pek çoğunu Malta’ya gönderdikleri ve yargıladıkları ve bu yargılama sonunda suçlayacak bir delil bulamadıkları bilinmektedir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

****