28 Şubat 2018 Çarşamba

LOZAN ANTLAŞMASI SONRASI ABD’DEKİ. ERMENİ FAALİYETLERİ BÖLÜM 1

LOZAN ANTLAŞMASI SONRASI ABD’DEKİ. ERMENİ FAALİYETLERİ, BÖLÜM 1



Hikmet ÖKSÜZ,*
İsmail KÖSE,**
*Prof. Dr.; Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. h.oksuz@ktu.edu.tr
**Yrd. Doç. Dr.; Erciyes Üniversitesi BF Uluslararası li kiler Bölümü Öğretim Üyesi. ismailkosetr@hotmail.com.


Giriş;

İtilaf Devletleri temsilcileri ile Türk temsilciler arasında Lozan’da, iki devre halinde yaklaşık altı ay süren müzakereler esnasında gözlemci statüsünde burada bulunan ABD temsilcileri ile Türk Heyeti arasında diplomatik ilişkileri yeniden kuran ve kapitüler hakları koruyan bir antlaşma için müzakereler yürütüldü. Fakat nihai antlaşmanın imzası için İtilaf Devletleri ile Türkiye arasında müzakere edilen antlaşmanın imzalanması beklendi. Belirtilen
nedenle, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barı Antlaşması’dan 13 gün sonra, 6 Ağustos Tarihinde Türk Heyeti ile Amerikan Heyeti arasında ayrı bir barış antlaşması imzalandı. Antlaşma ABD beklentilerini karşılamıyordu ve kapitüler herhangi bir hak içermiyordu. Buna rağmen 6 Ağustos Antlaşması ile iki ülke arasında 1917 yılında kesilmiş olan diplomatik ilişkiler yeniden kurulabilecekti. Bunun için Antlaşma’nın ABD Senatosu ve TBMM tarafından karşılıklı olarak onaylanması gerekiyordu.

Bu çalışmada, ABD’deki Ermeni komitacılarının Lozan’da imzalanan Antlaşma’nın
Senato tarafından onaylanmasını engellemeye yönelik faaliyetleri ele alınacaktır. Bu faaliyetlere karşı onay taraftarları da “Türkiye ile Antlaşma (The Treaty with Turkey)” adlı bir kitapçık yayınlayarak sürece yön vermeye çalışmışlardır. Tüm bu çalışmalara rağmen 1927 yılı başında ABD Kongresi’nde yapılan oylamada Ermeni lobisi başarılı olarak Lozan Antlaşmasının onayını engellemiştir. 1 

Bu çalışmada söz konusu faaliyetler; Bristol Günlükleri ve dönemin Amerikan basınında çıkan haberler ışığında irdelenecektir.
Lozan Barış Antlaşması’nın mzalanmasından Sonraki Gelişmeler
Lozan Müzakereleri tamamlandıktan ve 24 Temmuz 1923 tarihinde Türk-Bağlaşık Barış Antlaşması, 6 Ağustos 1923 tarihinde ise Türk-ABD Genel Antlaşması imzalandıktan yaklaşık iki ay sonra İstanbul’daki işgal sona ererek Şehirdeki yetki tamamen TBMM’nin idaresine geçmiştir.

İstanbul’daki Bağlaşık işgalinin sona ermesinden sonra, Türk vatandaşı iken aynı
zamanda Amerikan vatandaşlığı da kazanmış olan Ermeni ve Rumlara yapılacak polis işlemlerinde sorunlar çıkmaya başladı. 
Savaş öncesinde bu kişiler kapitülasyonlardan yararlanıyor ve kendileri Türk polisi tarafından tutuklanamıyordu. İşgal süresince ise Bağlaşık kolluk güçleri bu çifte vatandaşlara karşı herhangi bir işlemde bulunmamıştı. Lozan sonrasında artık kapitülasyonlar yürürlükte olmadığı için, özellikle Osmanlı Devleti’nden
ABD’ye göçerek ikinci bir vatandaşlık kazanan Ermeniler, Türkiye’ye döndüklerinde sorun çıkarmaya ve sorunlarla karşılaşmaya başladılar.2 Bu durum, 1927 yılında ABD ile diplomatik ilişkiler başlayıncaya ve ertesi yıl iki ülke arasında yeni bir antlaşma akdedilinceye kadar devam etmiştir. Talepler sorunu da sonradan Amerikan vatandaşlığı kazanmış Türk uyruğu Ermenilerle alakalıdır. Bunların bir kısmı komitacıydı.

Diğer bir sorun, işgal döneminde ve Millî Mücadele esnasında, işgalcilerin
korumasında suç işleyen ya da işgalciler ile birlikte hareket eden işbirlikçi Ermeniler ve Rumlardır. Bunların büyük kısmı İstanbul’a sığınmıştı. Çünkü İstanbul Bağlaşık işgal güçlerinin denetimindeydi. Lozan sonrasında İstanbul’daki işgal askerleri çekilince hükûmet, bu suçlu ve işbirlikçileri yargılamak için harekete geçti. Kapitülasyonlar resmen kalkmıştı ama İstanbul’daki yabancı temsilcilikler bu kişiler lehine aracı olmakta gecikmediler. 
Bristol da bu tür davalara bir şekilde aracı olanların arasındaydı. Örneğin, işgal döneminde Adapazarı’nda elinden alındığını iddia ettiği ipekleri İngilizlerin yardımı ile geri alan Hagop Deyleryan isimli Ermeni, tutuklanarak yargılanmak üzere Adapazarı’na götürülmek istediğinde Peet ve Bristol devreye girmekte gecikmedi.3 1927 yılına kadar bu tür hadiseler sıkça yaşanmıştır.

Olayların akışı böyleyken Erivan’daki Türk diplomatik temsilciliğine Ermeniler
tarafından bir saldırı gerçekleştirildi. Saldırı, Hükûmet tarafından Sovyet makamları nezdinde protesto edildi.4 Bu esnada gündeme gelen diğer bir sorun, Amiral Bristol’un artık bir işgal dönemi uygulaması olan “Yüksek Komiser” unvanını kullanmaya devam etmesidir. Amiral Bristol, iki ülke arasında diplomatik ilişki kuran antlaşma Senato tarafından onaylanmadığı ve
kendi durumu belirsiz olduğu için bir süre daha unvanını kullanmakta ısrarcı olmuştur.5

Ermeni Patriği Zaven Efendi’nin istifasından sonra Patrik Vekili seçilen Monsenyör Arslanyan, Ekim ayı sonunda Yüksek Komiser Vekili Howland Shaw ile görüşerek cemaatinin sorunlarını dile getirir. 

Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından birkaç gün önce gerçekleşen bu görüşme çok gizli tutulmuştu ve Bristol görüşme tutanaklarını günlüklerine
kaydetmemeyi bile düşünmüştü:6

… Aşağıda Bay Sahw’ın Ermeni Patrik Vekili Monsenyör Arslanyan ile yapmış
olduğu görüşmenin özeti bulunmaktadır. Bu görüşme çok büyük önemi olmasaydı görüşmenin gizli tutanağını günlüğüme kaydetmeyecektim.
“Ermeni Gregoryen Patrikliği Vekili Monsenyör Arslanyan beni bugün kendisinin
Pera’da bulunan Bolouk-Bazar Ermeni Kilisesi yakındaki bürosunda kabul etti. Dr. Hagopiyan da görüşmede vardı ve tercüme etti.

Monsenyör Arslanyan’a, Amiral Bristol’un ricası üzerine Türkiye’deki Ermeni
cemaatinin örgütlenmesi ve geleceğiyle ilgili belli bilgileri almak üzere geldiğimi
açıkladım. Bu bağlamda, Amiral Bristol’un Monsenyör Zaven ile geçen Kasım’da ve Dr. Hagopiyan ile geçen Haziran’da gerçekleştirmiş olduğu görüşmeler hakkında bilgi verdim.

İlk olarak Monsenyör Arslanyan’ın konumunu öğrenmek istedim. Ona, kendisinin
Patrik Vekili olduğunu bildiğimi, fakat Türk Hükûmeti tarafından bu görevinin tanınıp tanınmadığı hakkında bilgi sahibi olmadığımı belirttim. Monsenyör Arslanyan, Ermeni Patrikliğini idare eden kanuna göre, kendisinin Patrik Vekili olarak seçilmesini yasal olarak Türk Hükûmeti’ne bildirdiğini fakat henüz bu bildirimin alındığına dair resmi bir cevap gelmediğini söyledi. Kendisi ayrıca, Patrikliğin Ermeni okulları ve diğer çözüm bekleyen sorunlar ile ilgili olarak Türk Hükûmeti ile gayri resmi olarak iletişim hâlinde olduğunu söyledi. Monsenyör Arslanyan’a, yakın gelecekte Patrikhane’nin statüsünün yükseltilmesiyle ilgili olarak Türk Hükûmeti’ne başvurmak niyetinde olup olmadığını sordum. Bu sorunu gündeme getirmeden hadiseleri seyrine bırakmanın daha uygun
olacağını düşündüğünü söyledi. Bana bunun takip edilebilecek en makul plan olup olmadığı konusunda ne düşündüğümü sordu. Bunu çok sık duyduğumu ve “uyumakta olan köpeğe dokunmamanın daha uygun olacağı” şeklinde cevap verdim. Monsenyör Arslanyan benimle aynı şeyi düşünüyordu.
Sonraki başlık Ermeni Cemaatinin okullarıyla ilgiliydi. Monsenyör Arslanyan,
okulların geçen Ekim’de her zamanki günde açıldığını ve herhangi bir problem olmadan eğitime devam edildiğini söyledi. Türklerin bu okullardaki bazı öğretmenlere karşı çıktığını, fakat açıklamalar kendilerine gönderildiğinde başka bir şey yapmadıklarını söyledi. Her okulda üç Türk öğretmen bulundurulması şartından dolayı Ermeni ilkokullarına başvurular ile ilgili sorunlar yaşandığını söyledi. Bu kuralın ilkokullar için uygunsuzluğu göz önüne alındığında ve Türklere anlatıldığında Türk makamları bu talepten vazgeçtiler. Monsenyör Arslanyan, Ermeni okullarıyla ilgili çok sayıda sorunun Türk Halk Eğitimi Komiseri Saffet Bey ile görüşüldüğünü belirtti.

Monsenyör Arslanyan’a, Türkiye’deki Ermenilerin geleceğini nasıl öngördüğünü
sordum. İçerideki [İç Anadolu’daki] farklı yerlerden bir süre önce almakta olduğu
haberlerin Ermenilere karşı devam eden bir zulmün mevcudiyetini göstermediğini söyledi.
Elbette bir Türk’ün belli Ermenilerin mülkünü sahiplendiği ve muhatabını belli şekilde sindirdiği hadiseleri duyduğunu söyledi. Monsenyör Arslanyan genel olarak her şeyin Hükûmetin takınacağı tavra bağlı olacağını düşünüyordu. Şayet Hükûmet müsamahakâr bir tavır takınırsa ve Ermenilere karşı yapılan zulümlere gözlerini kapatırsa gelecek karanlıktır. Fakat şayet Hükûmet Ermenilerin rahatsız edilmeyeceğini açıklarsa işler kendiliğinden düzelecektir.

Monsenyör Arslanyan’a, Nisan ayı sonunda kendisi ile ilgili okuduğum bir
mülakatın “Le Journal d’Orient”te yayımlandığını söyledim. Monsenyör Arslanyan’ın Adnan Bey ile görüşmesini anlatan bu mülakata göre; açık olarak kendisinin artık bir “Ermen Ulusal Yurdu” için çalışmaları reddettiği ve Ermeniler için yapılabilecek en uygun şeyin Türkler ile birlikte yaşamanın yollarını aramak olduğunu söylediğini hatırlattım. Monsenyör Arslanyan’a bu mülakatın bir yanıltmaca mı olduğunu, yoksa kendisinin samimi fikirlerini mi temsil ettiğini sordum. Sorumu geçiştirerek Adnan Bey ile görüşmesi esnasında Türk gazetelerinin kendisini iki ırk arasındaki anlaşmazlıkları kışkırttığı şeklinde
suçladığını ve bundan üzüntü duyduğunu belirtti. Hatırladığım kadarıyla Monsenyör Arslanyan tarafından verilen bu beyanlar Adnan Bey’e değil, görüşmeden sonra basın temsilcilerine verilmişti. Tekrar, Monsenyör Arslanyan bu soruyu direkt olarak cevaplamaktan kaçınarak bana basın temsilcileriyle konuşurken kendisinin ne kadar dikkatli davrandığını söyledi. Bu soruya direkt cevap almak için tarafımdan yapılan bu ikinci başarısız teşebbüsten sonra, konuyu kapattım.

Monsenyör Arslanyan’a, pek çok kere, hatta Ermenilerin kendilerinden bile,
Türkiye’deki Ermenilerin, dostlarının [Amerika ve Avrupa] onları yalnız bırakmalarını tercih edeceklerini söylediklerini duyduğumu söyledim. Ona, kendi görüşüne göre bu beyanın Ermenilerin düşüncesini yansıtıp yansıtmadığını sordum. Bunu doğal olarak çok büyük sözlerin verilip ortada bırakılanların görüşü olduğunu söyledi.

Lozan Barış Antlaşması’nın Azınlıklar ile ilgili maddelerine değinerek Monsenyör
Arslanyan’a bunların uygulamadaki değerinin ne olabileceğini sordum. Bana, azınlıkların Türkiye’deki durumları hakkında şüphe uyandırmadan bu maddelerin tatbiki için Türklere başvuramayacaklarının söylendiğini belirttim. Monsenyör Arslanyan, cemaatinin okul sorununu örnek vererek bunun doğru olduğunu ima etti. Türk yetkilileriyle iş görmeye alışmış belli Ermeniler arasında uygulanabilecek düzenlemeler yapıldığını söyledi. Şayet kendi bu Ermenileri açıklar ve Lozan Antlaşması’nın maddelerinin uygulamasını isterse kesinlikle durumlarını zora düşüreceğini belirtti. Monsenyör Arslanyan imzacıların azınlık
maddelerinin uygulandığını gözlemlemekle yükümlü olduğunu belirtti. Monsenyör Arslanyan’a imzacıların bu maddelerin uygulandığını garanti edip etmeyeceklerini sordum.
Geçmişte yapılanların bu anlamda gelecek için çok ümit vermediği cevabını aldım.
Bir kere daha Ermeni okulları ve diğer kurumların durumunu gündeme getirdim ve Patrikliğin yeni statüsünün belirleneceği zaman kendilerinin laik kimselerin7 bir komitesine mi dayanacaklarını ya da Patrikhanenin kendi öz gücüne dayanarak mı yollarına devam edeceklerini sordum. Monsenyör Arslanyan, bu soruma cevap olarak “cemaatleri bağımsız sayan kilise sistemi” ile Ermeni Cemaatinin idare edileceğini belirtti. Cemaat ilişkilerinin kontrol edilmesi daima laik kimselerin elindeydi ve cemaatin liderinin dinî bir kişilik olmasından dolayı Türklerin geçmiş 450 yılda laik bir kimseyi milletin başı olarak kabul etmekte gönülsüz davrandığını belirtti. Bu bağlamda Ermenilerin durumu Rumlarınkinden büyük farklılığa sahiptir. Ermeni okulları şu anda hâlen laik kişilerden oluşan bir komite tarafından yönetilmektedir ve bu anlamda cemaati laikleştirmek için
herhangi bir değişikliğe ihtiyaç yoktur.

Mülakatı bitirirken Monsenyör Arslanyan’a yapmış olduğum ziyaretin kuşkusuz
farklı sorgulara neden olacağını söyledim. Kendisine böyle bir şey sorulduğunda yetimlerle ilgili olarak geldiğimi söyleyeceğini belirtti. Bunun benim için tamamen tatmin edici olduğunu söyledim ve ona, görüşmemizin ben ve Amiral Bristol tarafından çok gizli tutulacağı güvencesini verdim”.8

Amiral Bristol, yardımcısı Shaw’ı Arslanyan’a göndererek son gelişmeler hakkında bilgi almak ve Türkiye’deki Ermeni cemaatinin nabzını tutmak istemişti. Böylece, hem Ermeni lobisinin baskısı altında olan Dışişleri Bakanlığı bilgilendirilecek hem de “talepler sorunu” görüşmelerinde nasıl bir yöntem takip edileceğine karar verilecekti.

6 Ağustos 1923 tarihinde Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra bir an önce Türkiye’ye dönmek isteyen İsmet Paşa ve heyeti 7 Ağustos’ta Lozan’dan ayrılarak 10 Ağustos’ta İstanbul’a ulaşmıştı. İsmet Paşa İstanbul’a geldiği gün Amiral Bristol tarafından ziyaret edilmiş ve ertesi gün 11 Ağustos’ta Adnan Bey’in Babıali’deki çalışma ofisinde gerçekleşen ikinci görüşmede talepler sorunu gündeme gelmişti. Bristol görüşmede, önemli olanın antlaşmanın imzalanması olduğunu ve “talepler sorununun” da çözüme kavuşturulacagından kuşku duymadığını söylemişti.9

Bu esnada ABD Dışişleri Bakanlığı, talepler sorunu çözülmediği takdirde antlaşmanın onayını Senato’da geciktirme hakkını saklı tutuyordu. Antlaşma imzalandıktan iki gün sonra, 8 Ağustos’ta Lozan’daki temsilcilere ve Amiral Bristol’a gönderilen talimatta, Turlington ve Shaw’ın İstanbul’a ulaştıktan sonra şahsen Ankara’ya giderek İsmet Paşa ile konuyu ele alması istenmişti. Dışişleri Bakanı Hughes, talepler sorununda Amerikan vatandaşlığına alınmış eski Osmanlı uyruklarının durumu gündeme getirilerek görüşmelerin zora
sokulmaması talimatını da vermişti. Görüşmelerin gidişatına göre bu talepler gündeme getirilecek fakat ısrarcı olunmayacaktı. İki ülkenin vatandaşlık kazanma kanunları arasında çatışma vardı ve vatandaşlığa kabul sözleşmesi talepler sorunu çözüldükten sonra müzakere edilecekti. Bu esnada Amerikan Hükûmeti kendi vatandaşları tarafından Türkiye’ye karşı yöneltilen talepleri toplayarak dosyalamaya başlamıştı.10 Bu gelişmelerden sonra Bristol,
dönüşümlü olarak Ankara’da mümessillik yapan Maynard B. Barnes’i talepler sorununda görüşmelerde bulunmak üzere Ankara’ya göndermişti. İlerleyen günlerde talepler konusundaki görüşmelerden sonuç alınamamış ve bu durum ABD’deki Ermeni lobileri tarafından kullanılan en güçlü argümanlardan bir tanesi olmuştur. Shaw’ın mülakat esnasındaki ısrarlı sorularına karşın Arslanyan’ın ulusal Ermeni yurdu talebinden vazgeçildiğini söylemekten özellikle kaçınması önemli bir husustur. Selefi komplo iddialarına ek olarak bu nedenden ötürü görevden uzaklaştırılmıştı. Bu durum Arslanyan’ın aklında Türkiye’den koparılacak topraklar üzerinde bir Ulusal Ermeni yurdu kurma düşüncesinin var olduğunu düşündürmektedir.

Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra, çok sayıda Amerikalının Türkiye’ye geldiği ve bunların büyük kısmının Bristol’u ziyaret ettiği görülür. Gelenlerin bazıları NER temsilcisi, hükûmet görevlisi, tacir, işadamı, gazeteci, yazar, misyoner, papaz, piskopos, Amerikan vatandaşı olmuş Türk uyruklarından oluşuyordu. Kasım ayı sonunda Bristol’u ziyaret eden Walter Farwell de bunlardan bir tanesidir. Farwell, Ermeni sorununu mütalaa etmek ve bilgi
almak üzere Bristol ile görüşmeye gelmişti ve”… Amerika’da Ermenilerin hep acı çektiği şeklinde çok büyük ilgi uyandıran yazılar yayınlandığını, bu nedenle kendisinin İstanbul’a geldiğinde gerçek olduğuna inandığı bu olaylarla ilgili bir şey bulamamasının yanlış olduğunu…” söyleyerek bir çıkış yaptı.11 Bristol Farwell’in bu sözlerine karşı, bu zamana kadar günlüğüne yazdıklarından örnekler vererek Ermeni sorununun gerçek şeklini anlatmaya çalıştı. 

Görüşme sonrasında Bristol Farwell’e “…Türkler tarafından yeni hazırlanmış olan
“Pontus Sorunu” isimli kitabı verdi ve Lord Bryce tarafından kaleme alınmış olan Mavi Kitabı12 da kendisine ulaştırmaya çalışacağını…” söyleyerek Yakındoğu üzerindeki büyük hesaplaşmanın tarihsel zeminine işaret etti.13

1924 yılı Şubat ayında yine Amerika’dan gelen bir grup turist Bristol’u ziyaret eder. Bristol ve ekibinin hazır bulunduğu görüşmede, Bay ve Bayan M. C. Taylor, Dr. Dunber Roy, Bayan A. Peterson, Bayan E. Stettinius, Bayan M. Stone, Bay R. M. Scotten ve Bay J. P. Moffat bulunuyordu. Moffat, Millî Mücadele döneminde NER İzmit birim temsilcisi olarak görev yapmıştı. Kalabalık bir topluluktan oluşan sohbet esnasında konuşma kaçınılmaz olarak Ermeni sorununa ve yeni kurulmuş olan cumhuriyet idaresine geldi. 1924’te Amerika ve Avrupa’da Türkiye’de kurulmuş olan cumhuriyet idaresinin uzun ömürlü olamayacağı beklentisi çok yaygındı. Bu beklenti biraz da gayrimüslimlerin ayrılmasından sonra geride
kalan Türk halkının kendisini idare edemeyeceğine olan inançtan kaynaklanıyor du. Bu inanç öyle kemikleşmişti ki 1930’lu yıllarda bile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin çökeceğini bekleyenler vardı. Bristol’un konukları ile yapmış olduğu sohbetin ayrıntıları günlüklerine şöyle yansımıştır:

… Akşamüstü bazı misafirlerimiz vardı; Bay ve Bayan W. C. Taylor, Dr. Dunber
Roy, Bayan A. Peterson, Bayan E. Stettinius, Bayan M. Stone, Bay R. M. Scotten ve J. P. Moffat. Personelin dışında olan misafirler “Belgenland” gemisindendi. Akşam yemeğinden sonra biraz politikadan konuşmaya başladık ve misafirler buradaki şartlar ve durum ile yakından ilgilendiler. Mümkün olduğu kadar tarafsız ve doğru bir şekilde onlara durumun fotoğrafını göstermeye çalıştım. Bu turistler arasında, Amerika Birleşik Devletleri’nde öne çıkmaya başlayan aynı şekildeki düşünceyi, Ermenilerin sempatiyi ve başlarına gelenler için üzülmeyi hak etmedikleri fikrini gördüm. Bu fırsattan istifade ederek bunun tamamen
adil olmadığını söyledim. Ayrıca, Ermenilerin Türk Hükümetine karşı isyan etmesi, Türklerin milliyetçi duygulara sahip olmalarını sağlamış ve kendi uluslarını kurabileceklerine teşvik etmiştir. Ermeniler mümkün olan her yolla Türk Hükûmetine ihanet etmişlerdir.

Biz, desteğimizi çekip onları kendi kaderleriyle baş başa bıraktığımız için diğer
uluslar ile birlikte suçlanması gerekenin bizler olduğunu söyledim. Ermenilerin kişisel karakterlerinin çekici olmadığını, fakat bunu bizim onları bu zamanda terk etmemizin nedeni olamayacağını söyledim. Bununla birlikte, Ermenilerin ve Rumların her fırsat bulduklarında Türklerin yaptığı aynı tür mezalimleri yaptıklarını söyledim. Şimdiye kadar bu ırkların hangisi söz konusu olursa olsun, bunlar benim bakış açımdan tamamen aynıdır.
Amerika’daki problem, hadiselerin sadece istenilen tarafının anlatılarak insanlarımızın Ermeniler ile ilgili her şeyin iyi olduğuna ve hiçbir şeyin kötü olmamasına inanması olduğu ve şimdi onlar [vatandaşlarımız] hiçbir şeyin umdukları ve bildikleri gibi olmadığını görünce Ermenilerin aleyhine dönmüşlerdir.
Türklerin kendilerini idare edebilecek bir hükûmeti yönetebilecek yeterlilikte olup
olmadıkları konusunda ne düşündüğüm sorusu ile ilgili olarak yönetebilecek lerine inanmadığımı ve onların herkesin bildiği çürümüş bir hükûmet sistemi ile yüzyıllar boyunca böyle bir çevrede nasıl otokratik/despot bir şekilde bir imparatorluğu idare ettiklerini anlayamadığımı söyledim. Bu çevre, Türklerin akıl ve ahlaki olarak çökmesine neden olmuştur ve buna ek olarak idare etmek için onlara herhangi bir deneyim kazandırmamıştır. Türklere kendi hükûmetlerini geliştirmek için bir şans verilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu bağlamda şunu da belirtmek isterim ki biz bağımsızlığımızı ilan ettikten on dört yıl sonra bir anayasa oluşturabilmiş ve hükûmet kurabilmiş tik. Ayrıca şunu da söylemek gerekir ki bizim o zamanki liderlerimiz dönemlerinin dünyadaki en akıllı, zeki ve ahlaklı kimseleriydi ve onlar hükûmet kurarken Türklerin bugün karşı karşıya olduğu handikaplara sahip değillerdi.14

Görüldüğü gibi Bristol her ne kadar Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta
kalabileceğinden kuşkulu ise de Türklere bir şans verilmesine taraftardır. Ayrıca, Amerikan kamuoyu Ermenilerin propagandalarından bıkmış olsa, hâlen Ermeni lobileri, ABCFM ve Kilise Birlikleri Türk-Amerikan Lozan Antlaşması’nın onayını geciktirebilecek etkinliğe sahipti .

Amerikalı turistlerden birkaç gün sonra Bristol’u B. C. Howard ve kızı C. Howard
ziyaret etti. Türkiye’de bir eğitim girişimi başlatmak isteyen A. K. Jennings15 de görüşmeye katılmıştı. Howard ve kızı C. Howard bir süre ABD Eski İstanbul Büyük elçisi Morgenthau ile Yunanistan’da çalışmıştı. Dolayısıyla bir Türk düşmanı olan Morgenthau’nun fikirlerinden etkilenmişti. Bristol ve Jennings anne kıza, Türkiye’deki meselenin din sorunu değil, politika olduğunu söyleyerek onlara hadiselerin kendilerine asla anlatılmayan diğer yanını anlatarak gerçekleri göstermeye çalıştılar. Günlüklerdeki ayrıntı şu şöyledir:

Öğle yemeği için Bayan B. C. Howard, onun kızı Bayan C. Howard ve A. K.
Jennings misafirimiz oldu. Yemek süresince Yunanistan, Hristiyanlar ve bu bölgedeki Müslümanlar ile ilgili olarak canlı bir tartışma yaptık. Bayan Howard, diğer pek çok Amerikalı gibi bu ülke hakkında hiçbir şey bilmeden Yakın doğudaki Hristiyanların gerçek Hristiyanlar olduğunu düşünüyordu. Bay Jennings ve ben onu, bunun dinden daha çok politik bir gösterim olduğuna ikna etmeye çalıştık. O ayrıca, Müslümanların dindar fanatikler olduğunu düşünüyordu ve tekrar ikimiz, onların [Müslümanların] en az dünyadaki herhangi bir mezhep kadar dinlerinde liberal düşüncelere sahip olduklarını ve onların dininin her şeyden daha çok politik gösterime sahip olduğuna onu ikna etmeye çalıştık.

O ve kızı Morgenthau ile birlikte bir süre Yunanistan’da bulunmuşlardı ve bu
sürede Yunanistan’ın çok fazla suiistimal edilmiş bir ülke olduğuna ve Yunan halkının büyük bir acımayı hak eden bir ulus olduğuna inanmışlardı ve örneğin o defalarca “zavallı Yunanistan” diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Bunun üzerine ben ve Jennings kahkahalar ile güldüğümüzde, biraz şaşırdı. O ayrıca, Türklerin fanatik katliamlarından bahsetti ve ben Ermeni ve Rumlar tarafından işlenen mezalimlerin ayrıntılarını anlatınca oldukça şaşırdı ve ona burada bulunduğum süre içinde asla gerçek herhangi bir katliam olmadığını, korkunç muameleler eşliğinde sürgünler olduğunu, bazen insanların öldürüldüğünü ve aynı zamanda insanların evlerinden ve yurtlarından sürüldüğünü söyledim. Dünyanın bu
parçasındaki durumu bilen herkes bu ırkların az ya da çok benzer olduğunu ve idareyi ele geçirenin diğerine benzer şekilde mezalim yapmakta tereddüt etmediğini söyledim.

Ben Türklerin veya diğer ırkların tarafını tutmuyorum ve dürüstlüğün temsilcisi
olarak oyunun adil oynanmasına inanıyorum. Yurttaki Amerikalılar hadiselerin sadece istenilen tek tarafı ile beslendiği için buradaki şartlar hakkında bir fikirleri yoktur ve bu nedenle bilinçsiz olarak çok adaletsiz bir oyun oynamaktadırlar. Ona, Türk hapishanelerine yapmış olduğu ziyareti sordum ve kendisinin sadece kısmen tamamlanabilmiş bir tek hapishaneyi ziyaret ettiğini ve binayı tamamla mak için etrafta tüm malzeme, tuğla, kiremit, çimento vs. olduğunu söyledi. O, hapishane görevlileri hakkında oldukça olumlu konuştu ve onların modern hapishane metotlarından habersiz olduklarını söyledi.16

Bayan Howard ve kızının anlattıkları aslında Amerika’da yürütülen Türk karşıtı
propagandanın boyutlarını da ortaya koymaktadır ve bu propagandanın ne kadar etkili olduğunu da göstermektedir. Oysa Bristol ve Jennings’in söylediği gibi, gerçekler onlara anlatılandan çok farklıydı ve kendileri bilmeden büyük bir adaletsizliğe alet oluyorlardı.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye ile ilgili çalışma yapmak isteyen
Amerikalıların sayısında bir artış gözlenir. Bunlardan bir tanesi de Louise Richards isimli bayandır. L. Richard Türkiye ile ilgili bir kitap kaleme almak istiyordu, fakat olayların gerçek yüzünü tüm çıplaklığı ile ortaya koyup koymama konusunda kararsızdı. 
Çünkü, gerçekler şimdiye kadar alışılagelmiş propagandadan çok farklıydı ve bunu en yalın şekliyle yansıtan Bristol idi: 17

Bir Amerikalı kadın olan ve burada Türkiye ile ilgili bir kitap yazmak isteyen
Bayan Louise Richards geldi. Türkiye hakkında yazarken ne yapması gerektiğini sordu.
Gerçek hadiseleri yazsa Amerika Birleşik Devletleri’ne geri dönmeye cesaret
edemeyecekti. Belkıs Asım Hanım’ı gördüğünü ve onun kendisine doğruları yazmasını söylediğini fakat aynı zamanda gerçekleri yazarken ve hadiseleri olduğu gibi anlatırken Bayan Richrards’ın sorunların nasıl iyileştirileceği konusunda tavsiyelerde bulunmasının da Türkler tarafından tercih edileceğini söylemiş.
 … Bayan Richards’a, burada bulunduğum süre içerisinde tespit ettiğim en önemli şeyin, hadiseleri, herhangi birisinin lehinde ya da aleyhinde olsun olduğu gibi söylemek olduğunu belirttim. Ona da aynı şeyi yapmasını tavsiye ettim.

Bunun üzerine bana, birkaç yıl önce burada İstanbul’da büyükelçilik kâtibi olarak
görev yapan bir İngiliz diplomat tarafından yazılmış olan kitaptan bahsetti. Kendisi bu kitabı takma adla yazmıştı, çünkü kendi adını kullansaydı yazdıklarını dile getirmesi imkansızdı. Bu kitapta, Ermenileri kışkırttıkları ve Türkiye’deki yaşamlarından memnun olmamalarını sağladıkları için Amerikalı misyonerleri ve İngiliz Konsoloslarını suçluyordu. 
Kendisinin de aynı şekilde yazıp yazamayacağını sordu. Ona, hadiselerden
emin olunca elbette yazabileceğini, İngiliz diplomat tarafından yazıldığını söylediği kitap ile ilgili önemli bir nokta olduğunu söyledim. Ben, defalarca bizim vatandaşlarımıza aynı şeyleri söylemiştim.

Bana göre Amerikalılar, Ermenilerle ve bu ülkedeki insanlarla birleştiklerinde
Amerika’nın koruması gereken tarafsızlığı yerine getirmedikleri için gerçek Amerikalı olamayacaklardı. Bir defasında Dr. Marden’e misyonerlerin bu bilinçsiz davranışlarını işaret ettiğimde kendisinin çok kızdığını hatırladım. Fakat ona bizim bu insanlarla birleşmemizin onların tarafını tutmamıza neden olduğunu ve bu ülkedeki sorunlarda tamamen tarafsız bir tavır takınmak yerine onların fikir ve idealleri tarafından yönlendirildiğimizi söylediğimde bunu kabul etmişti.18

Louise Park Richard, altı ay sonra, 1924 yılı sonunda Bristol’u tekrar ziyaret ederek yazdıkları hakkında bilgi verdi. Bayan Richard, NER’in çalışmalarını da ele almıştı ve NER’in Türkiye’de, Müslümanların büyük oranda yardıma ihtiyaç duymasına rağmen sadece Hristiyan ırklara hizmet verdiğini söylemişti. Bristol Bayan Richards’ın bu fikrine katıldığını söyledi, fakat günlüğüne NER’in Müslümanlara yardım etmesinin Ermeniler ve bazı Amerikalılar tarafından engellendiğini kaydetti.19

Her sınıftan Amerikalının yoğun olarak Türkiye’ye geldiği günlerde ABD’de Türklere karşı acımasız bir propaganda yürütülmekteydi ve Türk-Amerikan Lozan Antlaşmasının onayının engellenmesi için her türlü araç kullanılmaktaydı. Lozan Antlaşması’nın mürekkebi kurumadan, 1923 yılı Ağustos ayından itibaren muhaliflerin çalışmaları başlamıştı.20
Antlaşma imzalandıktan hemen sonra, Literary Digest’in 1923 Ağustos sayısı, The New York World, The New York Journal of Commerce ve New York Herald antlaşmanın Türkiye’deki Hristiyanlara yapılanları yasallaştırdığını ilan etmişti.21 1918 yılında Kardaşyan ve Gerard tarafından kurularak Millî Mücadele döneminde Türk düşmanlığı ile tanınmış ve propaganda üzerinde uzmanlaşmış ilk örgüt; ACIA (Ermenistan’ın Bağımsızlığı için Amerikan Komitesi) artık bağımsızlığa kavuşturacak bir Ermenistan kalmadığı için Lozan Antlaşmasına Karşıt Amerikan Komitesi The American Committee Opposed to the Lausanne Treaty (ACOLT) adını almıştı.22 Gerard’ın komitesi olarak da bilinen ACOLT, ACIA dönemindeki propaganda faaliyetlerinden elinde hazır bulunan tüm kadrosu, organları, gazeteleri ve etki altındaki çevreleriyle birlikte yeniden örgütlenerek Lozan Antlaşması’na savaş açmıştı. 
Karşıt cephenin kampanyalarına özellikle Demokrat Parti liderleri de destek vermekteydi.23 
Demokratların desteğinde, ACIA Başkanı Berlin eski Büyükelçisi James W. Gerard’ın etkisi büyüktü. Gerard’ın en büyük yardımcısı eski bir Osmanlı uyruğu olan Vahan Kardaşyan’dı. 6 Ağustos’ta imzalandıktan sonra Gerard, Lozan Antlaşması’nı, “Antlaşma’nın kâfir Türklere boyun eğmek anlamına geldiğini” söyleyerek eleştirmişti.24

İlk etkili muhalefet adımı Lozan Antlaşmasının imzalanmasından üç ay sonra Senatör King’den gelmişti. Senatör, 14 Kasım’da Kongre’de yaptığı konuşmada Bristol’u Hristiyan azınlıkların sorunları ile yeteri kadar ilgilenmediği için de eleştirmişti. Senatör, “Lozan Antlaşmasının onaylanmasının Ermenistan’ı satmak anlamına geleceğini” iddia ediyordu.25
Senatörün bu iddiası daha sonra klişe özelliği kazanacak ve onay karşıtları tarafından sıklıkla kullanılacaktır.

Bu esnada yapılanmasını tamamlayan ACOLT, antlaşma karşıtı mücadeleye hazırdı.
Kongre henüz toplanmadan ve antlaşmanın onay için Senato’ya gönderilme süreci başlatılmadan önce, 1923 yılı Kasım ayında Gerard’ın Dışişleri Bakanı Hughes’a Lozan Antlaşmasına karşı olduklarını bildiren bir mektup yazması ile ACOLT’un karşıt faaliyetleri resmen başlamıştı. Gerard mektubunda; antlaşmaya Cumhuriyetçi ve Demokrat senatörlerin büyük kısmının muhalif olduğunu ve bu nedenle Antlaşmanın Senato’da reddedileceğini söylemekte ve Bakanlıktan Ermeni talepleri karşılanıncaya kadar antlaşmayı feshetmesini istemekteydi.26 Karar, 24 Kasım akşamı ACIA tarafından organize edilen yemekte alınmıştı.
Mektupta ayrıca, İstanbul’daki misyonerlerin antlaşmanın onayına taraftar olduğunun bilindiği, fakat Türkiye’de çalışarak Amerika’ya dönmüş tüm misyonerlerin Antlaşmaya karşı olduğu da belirtilmişti.27

Gerard, daha sonra mektubundaki argümanları derleyerek bir de muhtıra yayımlamış ve antlaşma taraftarlarının ileri sürdüğü tezlerin kabul edilemez olduğunu, antlaşmanın Ermenilere ihanet ettiğini ileri sürmüştü.28 İlginç olan durum, Gerard’ın gazetelerde yer alan antlaşma ve Türk karşıtı beyanlarına ABCFM Başkanı James L. Barton’un cevap vermesidir.

Bilindiği gibi Barton, Lozan’da Türkiye’nin bir parçasında Ermeni yurdu kurdurmak için uzun süre mücadele etmişti. Oysa şimdi Türk-Amerikan Antlaşması’nın onaylanması için Gerard’a karşı mücadele ediyordu; çünkü aksi durumda Türkiye’deki ABCFM müesseseleri zarar görecekti. Barton, Gerard’ın gazetelerdeki beyanlarına 26 Kasım’da cevap verirken reddin Türkiye’deki Amerikan kurumlarını çalışamaz hâle getireceğini söylemişti.29

ABD’de Lozan’da imzalanan antlaşmaya karşı oluşturulan muhalefet, kısa sürede yeni bir propaganda fırtınası estirilerek Türk düşmanlığına dönüştü. Oysa Türkiye’deki Ermeniler ve Rumlar ABD ile Bağlaşıklara, kendilerini kışkırtıp taleplerini desteklemek için bir ordu göndermedikleri ve sonra yüzüstü bıraktıkları için çok kızgındılar. Artık Türkiye’de kendi çözümlerini, Türkiye Cumhuriyeti yasaları altında kendilerinin bulmasının daha uygun olacağını fark etmişlerdi.30

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder