19 Şubat 2015 Perşembe

Taner Akçam: Bir trajedi olarak Perinçek Davası


Taner Akçam: Bir trajedi olarak Perinçek Davası

Perinçek ve Türk Hükümeti’nin AİHM’deki Perinçek davasını Türkiye’de Pazarlayış tarzları ile mahkemede izledikleri savunma stratejisi arasında büyük bir uçurum var.
Bu uçurumdan hareketle, AİHM davasını bir komedi olarak yazmıştım.
Oysa aynı dava, benim gibi Hrant’ın öldürülmesiyle sarsılmış insanlar için bir trajedi olarak yazılmalıdır.
Perinçek, Ermenilere yönelik ırkçı kin ve nefret yaymak amacıyla kurulan ve bu doğrultuda faaliyetlerde bulunan Talat Paşa Komitesi’nin kurucusudur.
Komite, Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz’lerle beraber, sadece ırkçı ve nefret söylemini yaymakla kalmadı, Hrant Dink cinayetine yol açan siyasi faaliyetler yürüttü.
Başta Boğazlayan Kaymakamı Kemal olmak üzere, Ermeni soykırımının katillerine sahip çıktı.
Bu komitenin üyelerinin büyük kısmı Ergenekon davasından yargılandı ve ceza aldı. Davada, Talat Paşa Komitesi’nin, insanlar arasında kin ve nefret yaymakta olduğu kayda geçti ve bu faaliyetler ile Hrant Dink cinayeti arasındaki bağa dikkat çekildi.
Perinçek’in, AİHM önünde yargılanma nedeni, Talat Paşa Komitesi’nin, Ermenilere karşı kin ve nefreti örgütleyen faaliyetlerini Türkiye ile sınırlı tutmakla yetinmeyip, Avrupa’ya taşımış olmasıdır.
2005’te Perinçek ile birlikte İsviçre’ye gidenlerin çoğu, Talat Paşa Komitesi üyeleridir Ergenekon davasından ceza almışlardır.
Savunma mevzilerini Avrupa başkentlerinde kurduk”; Batı’nın “saldırılarını, Batı başkentlerinden taarruzla karşılama planını uygulamaya başladık. Avrupa’daki beş milyon yurttaşımızı seferber etmek için harekete geçtik. İlk taarruzumuz, çok başarılı oldu” ifadeleri Doğu Perinçek’e aittir.
Bu daha başlangıç yeni zaferler yolda” diyen de Perinçek.
Ortada Ermeni düşmanlığını körükleyen, kin ve nefret saçan bir kampanya ve eylemler dizisi var.
Sözkonusu olan, Türkiye’de başlamış bir kampanyanın Avrupa’ya taşınmasıdır.
Şimdi kalkıp AİHM önünde, sanki Zürih’te konferans veren bir profesör edasıyla, “1915’te cinayetler işlendi ama ben buna hukuken soykırım demiyorum”, diye savunma yapmak ikiyüzlülüktür.
Yargılamanın, 1915’i soykırım olarak adlandırıp adlandırmamakla ilgili olduğunu ileri sürmek, insanları kandırmaya yönelik kötü bir demagojidir.
AİHM’de görülmekte olan davada sözkonusu olan:
  1. A) 1915 soykırım mıdır, değil midir, tartışması değildir ve zaten Perinçek İsviçre’de “1915 soykırım değildir”, dediği için ceza almamıştır;
  2. B) AİHM, “1915 soykırım değildir”, diye bir karar da almış değildir.
AİHM gerekçeli kararında, davanın 1915’in nasıl adlandırılacağı ile alakalı olmadığını (bakınız gerekçeli karar 111. paragraf) ve bu konuda karar vermenin kendi işi olmadığını özel olarak belirtmiştir.
Zaten başta Perinçek’in avukatı olmak üzere davaya taraf olan tüm kesimler, Mahkeme’den 1915 hakkında bir karar almasını beklemediklerini, bunun Mahkeme’ye bir saygısızlık olacağını belirtmişlerdir.
Peki, “1915 soykırım mı değil mi” tartışması mahkemenin konusu değilse, ve Perinçek de bundan dolayı ceza almamışsa, AİHM’de görülen Perinçek davasının konusu nedir?
Dava iki merkezî soru etrafındadır:
  1. A) Perinçek, İsviçre konuşmasında Ermenilere yönelik kin ve nefret suçu işlemiş midir?
  2. B) Perinçek’in söyledikleri kin ve nefret suçu kapsamında telakki edilse bile, İsviçre’de Perinçek gibi birisine ceza vermeyi gerektirecek zorlayıcı sosyal neden var mıdır?
Türkiye’de davaya ilişkin son derece yanlış bir algı yaratılmıştır.
Bu algıya göre, İsviçre’de “soykırımı inkâr etmek” suçtur. Ve bir kişi, “ben şu veya bu olayın soykırım olduğuna inanmıyorum”, derse ceza alır.
Bu nedenle Perinçek’i sevmeyenler bile, onun “1915 soykırım değildir” dediği için cezalandırıldığını zannediyorlar ve fikir özgürlüğüne inandıkları için Perinçek’in böyle bir söz sarf etme hakkı olduğunu savunuyorlar.
Bu yanlış algının iki temel nedeni var; birincisi Avrupa’daki ilgili yasaların bilinmiyor olması; ikincisi Perinçek ve Türk Hükümeti’nin, mesele buymuş gibi propaganda yapmalarıdır.
Dava doğrudan Avrupa’daki Irkçılık ve Nefret suçları yasaları ile ilgilidir. Perinçek, “1915 soykırım değildir”, dediği için değil, bunu ırkçı ve nefret suçu yaymak amacıyla söylediği için ceza aldı.Bu yasalara yakından bakmakta fayda var.
Kaynak: taraf.com.tr

.

25 Ocak 2015 Pazar

Ermeni Meselesi FULL VİDEO BELGESELİ



Ermeni Meselesi  FULL  VİDEO BELGESELİ





Ermeni Meselesi FULL BELGESEL(1 SAAT 30 DK)

ERMENİ MESELESİNİ TEHCİRE GÖTÜREN OLAYLAR




ERMENİ MESELESİNİ TEHCİRE GÖTÜREN OLAYLAR

Meşrutiyetin Doğu Anadolu Etkisi

2. Meşrutiyetin ilanından sonra iç sorunlarda bir durulma ortaya çıkmıştı. Makedonya çeteleri  silah bırakmış ve düzene sadık kalacaklarını bildirmişlerdi. Ermeni örgütleri de silahlı eylemleri bırakacağını, çatışmalara girmeyeceklerini açıkladılar. Meşrutiyete en soğuk bakan kesim Kürt aşiretleri oldu. Çünkü Hamidiye Alayları nedeniyle kendilerine sağlanan imkanların ortadan kalkabileceğinden endişeliydiler. Nitekim İttihatçı hükümete destek veren Taşnaksutyun üyeleri Hamidiye Alaylarının meşruiyetini tartışmaya açtı. Neticede  Hamidiye Alayları kaldırıldı. Ardından feodal yapının değiştirilmesi girişimi başlatıldı. Bu gelişmeler Doğudaki Müslümanlar tarafından kaygıyla izlenirken gayrimüslimler arasında sevinçle karşılandı. Ermeni örgütleri sağlanan hürriyet ortamını lehlerine çevirmek ve Ermeniler üzerindeki nüfuzlarını arttırmak için çeşitli kollardan çalışmalara başladılar. Ermenilerin yoğun yaşadığı illerde örgüt şubelerini açtılar. Yayınladıkları gazete, kitap ve mecmualarla bağımsızlık görüşlerini yaymaya ve örgütlenmeye giriştiler.

İttihat Terakki için Doğu’da en önemli mesele bölgede yaşayan Müslümanlarla gayrımüslim unsurlar arasında bir uzlaşı ortamı oluşturmaktı. Meşruti hükümet ilk yıllardan itibaren buna özen göstermeye çalıştı. Meşrutiyetin ilk iki yıl içinde bunda  başarılı olduğu kabul edilir. 1909’daki Adana olaylarından Dünya Savaşına kadar büyük olaylar ve çatışmalar yaşanmaması da bunun göstergesi sayılabilir. Buna rağmen Ermeni örgütleri Kürt aşiretlerin Ermenilere baskısı, gasp ve cinayet, kız kaçırma, tecavüz, adaletin istismarı, zorla din değiştirme ve Kürtlerle olan arazi itilafları gibi bir çok sorunu gündeme taşıyarak Ermeni milliyetçiliğini yükseltmeye çabaladılar.

Sason İsyanı sonrasında vatandaşlıktan çıkış senedi imzalayan ve mallarını-mülklerini satarak Rusya ve diğer ülkelere göç eden Ermeniler 2. Meşrutiyetle birlikte geri dönmek istediler. Mallarını değerinden çok daha düşük fiyata Kürt aşiretlere kaptırdıklarını öne sürerek geri istediler. Bunun yanında Rumeli muhacirlerinin yerleştirildiği araziler de çoktu. Patriğin devreye girmesiyle konu hükümete ulaştı. İttihat hükümetini en zorlayan konulardan biri bu tapu itilafları olmuştur. Hükümet bu konuyu kısa zamanda çözüme kavuşturdu. Abdülhamit zamanında giden Ermenilerin arazilerine yerleştirilen muhacirlerin kullandığı topraklar, iddiacıların tapu veya kayıt gösterebilmeleri halinde, aradan geçen zaman dikkate alınmaksızın asıl sahiplerine iade diliyor, muhacirlere ise başka yerler gösteriliyordu. Eğer muhacir kendi emeğiyle araziye bir şeyler katabilmişse bunun bedeli ilk sahibinden alınmak şartıyla hükümet tarafından muhacire ödeniyordu. Ayrıca bölgede herhangi bir vatandaş, arazisinin Sason isyanından sonra gasp edildiğini iddia ve ispat ederse mevcut kullanım belgeleri ve tapular geçersiz sayılıyordu.  Bu çözüm Ermenileri pek de memnun etmemiş, alınan kararlar yeterli görülmemişti.

Arazi meselesinde devletin aldığı bu kararlar Kürt ahali ve aşiretler arasında infial uyandırmıştır. Yaklaşık 17-18 yıldır ekip biçtikleri toprakların bir anda ellerinden  çıkmasını kabullenememişlerdir. Mağdur duruma düşenlerin çoğunda İttihat ve Terakki’ye karşı şiddetli bir kin ve öfke duyguları günden güne kabardı. Bunlardan bir kısmı Osmanlı topraklarını terk edip, Rus nüfuzu altındaki İran topraklarına sığınarak Rusya’dan medet ummaya başladı.  Diğerleri ise hükümetin vatanı sattığı, gayrimüslimlerle işbirliği yaptığı suçlamalarıyla kampanya başlattılar.  Bu gelişmeler Bitlis-Hizan Kürt İsyanına yol açtı.

Yeniköy Antlaşması

Ermeni meselesi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra, uluslararası bir mesele haline gelmiş, başta İngiltere ve Rusya olmak üzere diğer Avrupalı devletlerinin gündeminde ve takibinde yer aldığı gibi, Osmanlı toprakları üzerinde emperyalist ülkelerin kullandığı bir koz haline gelmiştir. Ermeni ıslahatı Rus savaşı sonrası anlaşmalarda yer bulmuş ve doğu illerine umumi müfettişlik tayini ile bu ıslahatların denetimi istenmiştir. Balkan Savaşından sonra 1913 yılında ıslahatlarla ilgili baskıların yeniden yoğun şekilde oluşması üzerine 8 şubatta Yeniköy Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre; Vilayet-i sitte denilen şehirlerin olduğu bölge ikiye ayrılacak, her iki bölgede de Hristiyanlardan oluşan birer meclis olacak ve bu bölgelerin ıslahat çalışmaları gerek müfettişlerce gerekse yabancı ülkelerce denetlenebilecekti. Bölgenin yüksek memurları padişah onayıyla atanacak ve Müslüman memurla Hristiyan memur sayısı eşit olacaktı.

Bitlis-Hizan Molla Selim İsyanı

Alınan tedbirlere rağmen 1914 baharında Molla Selim başta olmak üzere, Seyyid Ali ve Şeyh Şehabettin önderliğinde patlak veren isyan askeri kuvvetlerin hazırlıklı olmaları ve erken hareket etmesi sayesinde kısa sürede bastırılmıştır. Asiler ilk başlarda Bitlis vilayetinin bir kısmını işgal etmeyi başardılarsa da askeri kuvvetlerin şehre girmesiyle kısa sürede isyan bastırılmıştır.

Ermenilerin Bitlis isyanında askeri kuvvetlerin yanında asilere karşı çatışmaya girdikleri bilinmektedir. İttihatçı-Taşnak ittifakını Adana olaylarında olduğu gibi bu isyanda da görmekteyiz. İsyanın bastırılmasından sonra şehrin dışına gruplar halinde kaçan asiler askeri takibata alınırken bir kısmı da ele geçirilerek Bitlis’te oluşturulan Divân-ı Harp tarafından idam edilmişlerdir. Halk tarafından sevilen ve kendisine son derece hürmet edilen Seyyid Ali’nin idamı halk arasında galeyana sebep olmuş, idamının ardından uzun süre matem tutulmuştur. İsyanın Rusların kışkırtmasıyla çıktığı konusunda şüpheler olup isyanın elebaşısı Molla Selim’in Rus konsolosluğuna sığınması ve tüm girişimlere rağmen teslim alınamaması bu şüpheyi güçlendirmektedir.

Görüldüğü gibi İttihatçı hükümetin  Dünya Savaşına kadar olan tavrı Ermeni karşıtı olmayıp, tersine Ermenilerin lehine kararlardan dolayı İttihatçı-Ermeni  ittifakı olarak görülmüş ve neticede Kürt isyanına sebep olmuştur. Sadece bu konu bile Diasporanın “İttihatçıların asimilasyon ve Ermenileri yok etme planı içinde olduğu” iddialarını çürütmektedir.

İttihat-Taşnakütyun ittifakına rağmen ve Hizan İsyanındaki işbirliğine rağmen isyandan sadece 1-2 ay sonra Haziran 1914’deki Erzurum toplantısında Taşnaksütyun’un aldığı şu kararlar ilginçtir:

“İttihat ve Terakki Hükümeti’nin, Hıristiyan unsurlara ve özellikle Ermenilere karşı eskiden beri takip ettiği iktisadi, sosyal ve idari birbirine zıt politika, baskıyı ve ıslahatı uygulama konusunda gösterdiği aldatıcı hareketleri göz önünde tutan Taşnaksutyun Kongresi, İttihat ve Terakki’ye karşı muhalefet durumunda kalmaya, onun siyasi programını eleştirmeye, kendisine ve teşkilatına karşı şiddetle mücadeleye girişmeye karar vermiştir.”

Savaş yaklaşmaktadır ve Ermeni örgütleri bu savaşa kurtuluşları için bir fırsat olarak bakmaktadırlar.

Savaş başlıyor

28 Temmuz’da Avusturya’nın Belgrad’ı bombalaması ve Sırbistan’a savaş açmasıyla 1. Dünya Savaşı başlar.

Ağustos 1914 tarihinde Osmanlı seferberlik ilan eder etmez, Marsilya’da yaşayan Türk Ermenileri 5 Ağustos 1914’de bir beyanname yayınlamışlardır. Çeşitli gazetelerde yayınlanan söz konusu beyannameden birkaç cümle şöyledir:

“Rus Ermeniler, Moskova orduları saflarında, kardeşlerimizin cesetleri üzerine yapılan tahkirin intikamını almak için, vazifelerini yapacaklardır. Bize Türk tahakkümündeki Ermenilere gelince, hiçbir Ermeni’nin silahı, ikinci vatanımız olan Fransa’ya ve onun müttefik ve dostlarına çevrilmemelidir.

(…)

Ermeniler, kime karşı olduğunu söylemeden Türkiye sizi silah altına çağırıyor; demiryollarının rayları 300.000 kardeşimizin cesetlerinden geçen II. Wilhelm’in ordularını ezmeye yardımcı olmak için Fransa ve onun müttefiklerinin ordularına gönüllü yazılın…”

 Ağustos 1914’deki Taşnaksütyun toplantısına ittihat hükümeti temsilci göndererek savaşta Ermenilerden Osmanlı’ya sadık kalmalarını ve Rus saldırısına karşı birlikte savunma vermelerini ister. Ermenilerin cevabı Osmanlı’ya sadık kalınacağı ama İttihat hükümetine bağlı olmayacakları şeklindedir ve bu cevap temsilcileri tatmin etmez. Örgütün gizli kararının Rusya ile birlikte osmanlı’ya karşı savaşmak olduğu şüphesi hasıl olur.

Nitekim aynı ay Rusların Kafkas ordusunda gönüllü Ermeni tugayları kurulur. Bu gönüllü birlikler zorunlu askerlik görevi olmayan Rusya dışındaki ve özellikle Anadolu’daki Ermenilerden oluşturulmuştu. Osmanlı ordusuna katılmayan Ermenilerin çoğu bu gönüllü tugaylara katılırken, firar edenlerin bir kısmı da dağlara çekilmişti.

Zeytun İsyanı – 17-30 Ağustos 1914

Zeytun Ermenileri tarafından Zeytun Fedai Alayı kurularak çıkarılan isyan seferberlik için asker yazımı yapılan birliğe saldırı ile başlar ve ardından köylere saldırıyla devam eder. İsyancı Ermeniler tarafından yaklaşık 100 kişi öldürülür.

Osmanlı Savaşta

1 Kasım’da Osmanlı Devleti savaşa dahil olur.

1 Kasımda General Georgy Berhmann sınırı geçti. Rusların resmi savaş ilanı Osmanlı Devleti’ne 2 Kasım da geldi. General Georgy Berhmann amaci Doğubeyazıt ve Köprüköyü ele geçirmekti. Kasım ayının sonunda Ruslar Erzurum-Sarıkamış ekseninde Osmanlı İmparatorluğu’nun içine 25 kilometrede ilerlemiş durumdaydılar. Osmanlı 9.000 şehit, 3.000 esir vermiş, 3.000’e yakın askeri de firar etmişti. Rus harekatının başarısında Ermeni gönüllülerinin etkisi büyük olmuştu.

Sarıkamış Trajedisi

Kars ve Ardahan’ı Rusların işgalinden kurtarmak ve düşmanı arkadan kuşatmak amacıyla Enver Paşa’nın düzenlediği harekatta ordu yazlık kıyafetlerle kışın en çetin zamanında Erzurum dağlarına sürülmüş ve büyük çoğunluğu kırılmıştı.118.000 askerin kimi tahminlere göre 60.000’i kimi tahminlere göre 90.000’i tek kurşun sıkamadan donarak telef oldu.Bir kısmı ise esir düştü, öldürüldü.

Büyük ümitlerle girişilen Sarıkamış kuşatma saldırısı üç hafta kadar sürmüş ve büyük kayıplarla sonuçlanmıştır. Enver Paşa, lakonik bir sözle bu olayı şöyle anlatmıştır: “Gittik, gördük, saldırdık, geri döndük”. Ama ne pahasına! 3. Ordu’nun  neredeyse tamamına yakını  yokolmuştu,  toplarıyla,  silah ve taşıt araçlarının da yarısından fazlasını kaybetmişti.  Kolordu Komutanı ve karargâhı esir düşmüştü. Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa tifüse yakalanmış, sonra da ölmüştü. Enver Paşa’nın ise büyük bir bunalıma girdiği, Türk ulusundan özür dileyen vasiyetnamesini yazarak intihar etmeye karar verdiği,  Talat Paşa’nın etkisiyle ve zorlukla bu fikrinden vazgeçirildiği söylenir. Ordunun kayıplarının yanında birçok köy savaş kuralları gereği yakılmış veya harap edilmiştir. Halk Rusların ve en çok Ermenilerin zulmünden korkarak varını yoğunu bırakıp göç etmeye koyulmuştur. Bu facia sonunda Doğu Anadolu’nun kapısı ön birlikleri Ermenilerden oluşan Ruslara açılmış oldu.

2. Van İsyanı

Van’da Ermeni komitaları Ekim 1914’den itibaren büyük bir isyan hazırlığı içindeydi. Rus ordusunun zaferi ve Doğu Anadolu’da ilerlemesi isyancıları cesaretlendirdi. Van Valisi Cevdet Bey’in 11 Nisan 1915 tarihli Van’dan çektiği telgraf, durumun vahametini açıkça ortaya koyuyordu. Telgrafta: “ Van’a gizlice 4000 kadar Ermeni çetecinin getirildiği ve bölgedeki Ermenilerin köyleri basmaya, yakıp yıkmaya, kadın, çocuk ve ihtiyarları yersiz yurtsuz bırakmaya başladılar.” şeklinde bilgi vermekteydi.

İsyanı, Rus General Maslofski şöyle anlatmıştır:

“Van mıntıkasında vaziyet karışık bir hal almıştı. 14 Nisan da Ermeniler Van’da kıyama başlamışlardı, önce küçük jandarma kıtasını katl ve tard etmişlerdi. Bunun üzerine Türkler Kâzım Bey’in 5. Mürettep fırkasını göndermişler İçkale ve şehirdeki Ermenileri muhasara eylemişlerdi. Aynı şekilde Van’daki Ermenilere yardım için general Truhin kumandasında bir birliğin Van’a sevk edilmesi Kolorduya bildirilmişti.”

Erzurum’dan Van’a doğru yola çıkan Rafael de Nogales, genel durumu ve Van isyanını yazmış olduğu hatıratında şöyle anlatmıştır:

“Harp ilânı başladıktan hemen sonra Erzurum meb’usu Pastırmaciyan 3. Ordudaki bütün Ermeni zabitan ve neferleriyle Rus tarafına geçmiş ve Müslüman köyler ahalisini bilârahmü şefkat (merhametsizce) yakmak, katletmek  için Ruslarla birlikte Türk arazisine girmişti. Bu vaziyet üzerine Türk Hükûmeti, henüz ordudan kaçmağa muvaffak olamayan Ermeni neferlerini toplayarak yol inşasında yahut, dağlık yerlerde erzak naklinde kullanmağa mecbur oldu. Bundan başka Ermeni ahalisinin düşman hesabına çalışacaklarından korkuluyordu… …Van vilâyetindeki Ermenilerin İran’a doğru yürüyen kuvve-i seferiyelerimizin gerisinde isyan çıkarmaları bunun delilidir.”

20 Nisan 1915’de Van’daki Osmanlı Bankasını, Duyun-u Umumiye binasını ve Postaneyi yakan Ermeniler, bununla da yetinmemiş ve Müslüman mahallelerini ateşe vermişlerdi. Saldırılarda binlerce müslümanın öldürüldüğü bildiriliyordu.

Rusların Van’a 15 Mayıs’ta girecekleri hesaplanmıştı. Bu yüzden Van’daki Hükümet, göçme imkanı olmayanların emniyetini sağlamak ve Ermeni saldırılarından korumak için ilk etapta Ruslarla görüşmeler yapmış ise de bundan bir sonuç alınamamıştır. Zira Rus ordusu Muradiye üzerinden Van’a doğru ilerlerken Müslümanları kılıçtan geçirmeye, Ermenilerden daha zalim ve insafsız katliamlara başlamışlardı. Bu katliamlardan kaçıp kurtulanlar da Van’a sığınmışlardı. 14 Mayıs’ta Van’da göç başlamıştı.

Ermeniler, Van’ın Rus ordusu tarafından işgal edilmesini kendileri için zafer saymışlardır. Dr. Ussher, Rusların gelişiyle birlikte Bitlis istikametine doğru Türk ordusunun çekilişini anlattıktan sonra Van şehrinde Ermenilerin yönetimi tamamen ele geçirdiklerini, Ermenilerin bunu yüzyıllardır beklediklerini ve o bekledikleri günün nihayet geldiğini kitabında büyük bir şevkle anlatmıştır.

Bundan sonra yönetim Van’da Ermenilerin elindedir. Van’da kalan ve kaçamayan Müslümanlara karşı büyük bir katliam başlatılır. 23.000 civarında kadın, erkek, çocuk hunharca öldürülür. Amerikan Misyoner evine sığınan 8.000 kişi de katledilenler arasındadır. Bu dönemde Van çevresinde 250 bin kadar Ermeni toplandığı, Van ilindeki Müslümanların % 62’sinin, Bitlis ilindekilerin % 42’sinin, Erzurum ilindekilerin % 31’inin, Diyarbakır ilindekilerin ise % 26’sının öldürüldüğü tespit edilmiştir.

Çanakkale Savaşı

Batı cephesinde ise İstanbul’u işgal etmek için İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale Boğazını geçmeye çalışmaktaydılar. İtilaf Devletleri’nin deniz harekatı 19 Şubat 1915’te başladı. 18 Mart’ta büyük saldırı başladı. 25 Nisan’da ise çıkarma harekatı ve kara savaşları başladı. Çanakkale’den artık hergün binlerce şehit haberi alınmaktaydı.

İşte bu şartlar altında 24 Nisan Ermeni komitacılarının tutuklamaları başladı. Ve ardından da 27 Mayıs 1915’de tehcir kanunu çıkarıldı.

Serdar Kaangil.,

https://panteidar.wordpress.com/2012/02/10/ermeni-meselesi-3/

.

SAVAŞ ÖNCESİ OLAYLAR ve İSYANLAR



SAVAŞ ÖNCESİ OLAYLAR ve İSYANLAR

Rus Harbi, Ermeni meselesinde tarihi kırılma noktasıdır ve bu savaşın ardından gelişen olaylardan sonra artık Ermeniler Osmanlı’nın gözünde Millet-i sadıka olarak görülmekten çıkmaya başlamışlardır.

Yazımızda Ermeni olaylarını çok yönlü olarak ele alacak ve konuya farklı pencerelerden bakmaya çalışacağız. Çünkü Ermeni meselesi, sadece 1915 tehcir faciası değildir. Bir soykırım olmasa da büyük acıların, trajedilerin yaşandığı bir dönemdir.  Etnik farklılıkların ve çatışmaların, dinsel, kültürel farklılık ve çatışmalarla iç içe geçtiği olaylar bütünüdür. Bağımsızlık mücadelesi verenlerle dinci, milliyetçi şovenlerin ve olayların dışında kalmak isteyen Ermeni sakinlerinin birbirine karıştığı-karıştırıldığı bir toplumsal olaydır. Yani, at izi it izine karışmıştır.  Meseleyi sadece 1915-1919 arasında yaşananlar, ya da son dönemde kasıtlı olarak 1919-1923 arası yaşananlar olarak göstermeye çalışmak; siyasidir, tek yanlıdır ve konuyu sadece azınlık Ermenilerin yok edilmesi projesi olarak sunma gayesi ve gayretidir. Bunun yanında konuya kendi milliyetçi penceresinden yaklaşarak kişileri, olayları, yaşananları çarpıtanlar ve kendi şoven anlayışlarına pay çıkarmak isteyenler de vardır. İslamcısı ayrı, yeni Osmanlıcısı ayrı, Türk milliyetçisi ayrı, Kürt milliyetçisi ayrı, Kemalisti ayrı, antiKemalisti ayrı, Ermenisi ayrı, Diasporacısı ayrı pencereden değerlendirir ve yeterince objektif değerlendirmede bulunamazlar.

Örneğin bir Musa Bey olayı vardır ki; günümüz milliyetçi ve İslamcı Kürtlerinin bakışıyla bir kahramandır, Türklerin kıydığı bir Kürt önderidir, yiğit bir insandır, soylu bir direnişin abidesidir. Sırrı Süreyya Önder’den dinleyelim:


Videoda Sırrı Süreyya önder’in anlattığı hikaye doğru değildir. Hacı Musa ve oğlu-yeğeni vs. devlet tarafından öldürülmemiştir. Kendisinin hastalanarak yolda öldüğü, yeğeni ve torununun oğlu Medeni bey tarafından  öldürüldüğü, kardeşi Nuh Bey’i ise Barzani’nin öldürdüğü bilinir. Daha sonra Medeni Bey de Haydaran aşireti tarafından öldürülür. Kürtler arasındaki iç hesaplaşma ve kan davası görülmenin yanında, devletin Medeni Bey’i satın aldığı da ileri sürülür.

Şimdi bu Musa Bey olayının ne olduğunu görelim:

MUSA BEY OLAYI ve Ermeni güzeli Gülizar Davası:

Musa Bey, Mirza Bey’in oğlu, Muş’un Mutki aşiretinin reisi, günümüzde İBDA-C lideri olarak bilinen Salih Mirzabeyoğlu’nun büyük dedesi olan Muş ve Bitlis çevresinde etkili bir Kürt derebeyidir. Musa Bey’i daha sonra Hamidiye Alaylarının başında, Ermeni katliamlarında, Erzurum Kongresinde Heyet-i Temsiliye’de ve daha sonra da Kürd Azadi Cemiyetinde ve Nasturi İsyanında görürüz.

Musa Bey olayını anlatanlar genelde 2 misyonere saldırı olayı nedeniyle mahkemeye verilmiş olmasını ve beraatini anlatırlar ama Gülizar olayına değinmezler. Ne var ki, Ermeniler arasında en çok propagandası yapılan ve Ermenileri milliyetçi duygularını ateşleyen olay, Gülizar Olayı’dır.

Musa Bey, Res Miro’nun kızı Manuşak’ın düğününde gördüğü güzel Gülizar’ı’gözüne kestirince bir at ve ağırlığınca altın karşılığında kızı ailesinden ister. Reddedilince de Gülizar’ı kaçırır. Musa Bey’in zaten dört karısı olduğu için şeyhler nikaha karşı çıkar. Bunun üzerine Gülizar’la nikâhlanmak Musa Bey’in erkek kardeşi Cezahir’e düşer. İddiaya göre Musa Bey, Gülizar’a tecavüz etmiştir.

Gülizar’a Müslüman olması için baskılar başlar. Gülizar uzun süre direnir ama sonunda razı olur. Ve Müslüman olmuş gibi görünür. Ama gizli gizli kendi dinine göre dualarını sürdürür.

Birgün, buğday başaklarından yaptığı haçla dua ederken Musa Bey’in kızkardeşine yakalanır. Takunyayla dayak yer ve darbelerden biri gözüne gelir ve bir gözünü kaybeder.  Gülizar’ın ailesi Musa Bey’i şikayet eder ve İstanbul’a mahkemeye çağrılırlar.

Yabancı siyasi temsilcilerin ve gazetecilerin de hazır bulunduğu büyük bir dinleyici kitlesi önünde görülen mahkeme sırasında altmış kadar şikayetçi ve tanık dinlenir. Gülizar mahkemede Müslüman olup olmadığı sorulunca “Kaçırıldığım gün neysem oyum, aileme dönmek istiyorum” diye yanıt verir. Bunun üzerine mahkeme Gülizar’ı ailesine teslim eder ama Musa Bey’i suçsuz bulur.

Böylece Gülizar, Kürtler tarafından kaçırılarak zorla Müslüman yapılmış yüzlerce kızdan mahkeme kararıyla kurtulan tek kız olur. Kaçırılma olayının ve davanın ayrıntıları, Saint-Petersburg’da yayımlanan Araks ve Londra’da yayımlanan Hayasdan dergilerinde aylarca konu edilir. İlk aşamada tüm iddialardan aklanarak çıkan Musa Bey, davanın tekrarı talebi üzerine yeniden yargılanır. Mekke’ye sürülür; burada bir yıl kaldıktan sonra geri döner ve Sultan Abdülhamit tarafından bir Hamidiye Alayı’nın başına getirilir.

Gülizar ise Muş Ermenilerinin liderlerinden, ‘Mışo Keğam’ lakaplı Keğam Der Garabedyan ile evlenir. Keğam Der Garabedyan, daha sonra, İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği yıl Muş mebusu seçilerek, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına girer.

ERZURUM OLAYI – 1890

Önceki yazımızda Kırımyan’ın silahlanma çağrısına değinmiştik. Ermeni örgütlerinin de teşvikiyle Ermeni milliyetçileri silahlanmaya başlar. Erzurum valiliği, Rusya’dan temin edilen silahların Ermeni okul ve kilisesinde saklandığı ihbarını alır. Zaptiye ve polisler kiliseyi aramak istemiş, ancak komiteci Ermenilerce karşı konulmuştur.  Askerler üzerine ateş edilmiş, 1 subay, iki er ve 1 polis şehit olmuştu. Yapılan aramada kilisede silah bulunamamış ancak Taşnaksutyun örgütünün kışkırtmasıyla yeniden askerlere saldırı düzenlenmişti. Birkaç askerin daha şehit olması üzerine Valilik, Ermenilere silahlarını teslim etme çağrısı yapmış ama kimse silahını teslim etmemişti. Silahlı Ermeni komitacılarıyla çıkan çatışmada her iki taraftan yüzden fazla ölü, 200-300 civarında yaralı zayiat verilmişti.

Olayı bizzat gören bir Ermeni, Amerika’da çıkan ve Ermenice yayınlanan Hayrenik gazetesinde 1927 yılında Erzurum olayının yıldönümü dolayısıyla yazılan bir yazıda şunları anlatmaktadır:

“Sanasaryan okulu kurucusu, 1890’da öldü. Kendisinin ruhunun istirahatı için ayin yapıldı, yas tutuldu. Hükümete, okulda bir silah atölyesi olduğu haber verilmiştir. Haber verenlerin Ermeni Katolik papazları olduğu sanılıyordu. Aramadan önce, “müdafi vatandaşlar” teşkilatın mensup Köpek Bogos adında biri, iki saate kadar okulun aranacağını haber verdi. Derhal; milli tarih kitapları, defterler, ilk bakışta ilgi çekecek şeyler ortadan kaldırıldı. Arama sonun ele bir şey geçmedi. Ermeniler, “Türklerin kiliseye girmesi, pislik, murdarlıktır” diye bağrıştılar. Daha sonra, Taşnaksutyun komitesi Erzurum merkezi kararıyla öldürülen ve müdafi vatandaşlar cemiyetinin kurucularından olan Gergesyan’ın adamları, halk arasında kışkırtmalara başladılar. Dükkanlar kapandı. Kiliselerde ayinler yasaklandı, çanlar çaldırılmadı. Duruma Ermeniler hakim bulunuyorlardı. Bu fırsattan istifade ederek isyancılar, “Ermeniler üç gündür hürdürler, bu hürriyetlerini silahla koruyacağız” diye bağırıyorlar ve hükümetin vergileri hafifletmesini, askeri bedelin kalkmasını, kutsallığı bozulmuş olan kilisenin yakılıp tekrar yapılmasını, 61. Maddenin uygulanmasını istiyorlardı.

Üç-dört gün, mezarlıkta, kilisede, okul avlusunda kaldılar. Ermenilerin dağılmaları için çalışan Ermeni iler gelenlerine dayak atıldı. Hükümetin, herkesin işi gücü ile meşgul olması hakkındaki emri dinlenmedi. Komite mensupları yer yer dolaşarak halka cesaret veriyorlardı. Bu sırada Gergesyan’ın kardeşi ateş ederek iki eri öldürdü. İki taraf arasında, iki saatlik bir çarpışma oldu. Ertesi günü konsoloslar şehri gezdiler. İki taraftan 100’den fazla ölü, 200 -300 kadar da yaralı vardı. Konsoloslara Ermeniler adına rapor vermiş olan doktor Aslanyan, hükümetçe takip olunduğu için şehirden kaçtı.

Bu olaylar içinde bir yabancı rüzgarı, kuzeyin soğuk yelleri esiyordu. Ermenilerin gösterileri dolayısıyla Rus konsolsu Tevet’in, Valiyi ziyaret ederek, “Böyle asi bir halkı, Rusya’da olsa mutlaka kırarlar, deyişi ve aynı zamanda Ermeni marhasasına da, Türkiye gibi vahşi bir hükümetin idaresi altında yaşamak değmez” demiştir.”

KUMKAPI EYLEMİ – 1890

Eylem Hınçak Partisi tarafından Musa Bey olayını protesto amacıyla hazırlanır.
Haç yortusu için toplanan Ermeniler provake edilecektir. Eylem planı ve olaylar bizzat partinin ileri gelenlerinden ve eylemin etkin ismi Harutyun Cangülyan’ın ağzından 1963’de Louise Nalbantyan tarafından yayınlanan “Ermeni Devrimci Hareketleri” adlı kitapta anlatılmaktadır.
Nümayiş Kumkapı’daki Ermeni Kilisesinde başladı. O gün Patrik Horen Asikyan, Haç yortusu için toplanmış büyük bir topluluğa hitap ediyordu. Parti üyelerinden Harutyun Cangülyan, Kilisede, Ermeni ıslahatını savunan, Padisaha muhatap bir Hınçak protestosunu okudu. Bilahare Patrikhaneye giderek oradaki Türk armasını parçaladı. Ermeni Patriğinin protesto etmesine rağmen, Hınçaklar onu birlikte saraya doğru yürüyüşe katılmaya mecbur ettiler. Yıldız Sarayına doğru “Yaşasın Hınçak! Yaşasın Ermeniler!” diye sloganlarla yürüyüşe geçtiler. Askerler yolu kesip engellemek isteyince silaha sarılıp ateş açtılar. Çıkan çatışmada her iki taraftan da ölenler ve yaralananlar oldu. Hınçak gösterisinin elebaşısı olan Cangülyan tutuklandı ve müebbet hapse mahkum edildi.
Cangülyan’ın ağzından aktarılan olayda 6-7 askerin ağır, 10 civarında askerin de hafif yaralandığı belirtiliyor ama ağır yaralılardan 1 binbaşı ve 1 er ölüyor.

MERZİFON, KAYSERİ ve YOZGAT OLAYLARI – 1893

Boğazlıyan’ın İğdeli Köyü Ermenilerinin birkaç gün içerisinde silahlandıkları haber alınınca köyde arama yapılmış ve çok sayıda silah ele geçirilmişti. Osmanlı Hükümeti Kayseri ve çevresinde hareketin başı olan Andon Rüşdini’yi tutukladı. Bu kişinin üzerinde bulunan belgelerden hareketin başının Merzifon Okulu Müdürü Tomayan ve sekreteri Kayayan olduğu anlaşıldı. Bunlar Merzifon’da tutuklandı. Yozgat ve çevresinde dağıtılan belgelerin okulun matbaasında basıldığı anlaşıldı.

Tomayan ve Kayayan’ın tutuklanmaları üzerine Merzifon, Kayseri ve Yozgat çevresinde olaylar çıktı. Mart ayında başlayan karışıklıklar Osmanlı askeri güçleri tarafından ancak Ağustos ayında bastırılabildi.

Bu olaylarla ilgili olarak Yozgat Ermeni ileri gelenlerinden Papazyan Hamparsum ile Arslan Ebzem tutuklandı. Bu tutuklular daha önce tutuklanmış olan Ermeni liderleri ile birlikte Ankara Ceza Mahkemesi’nde yargılandılar, Tomayan ve Kayayan ile birlikte 15  Ermeni idama mahkum edildi. Fakat  İngiltere’nin baskısıyla Kayayan ve Tomayan serbest bırakıldı, yurt dışına çıkmalarına müsaade edildi. Tomayan bir İngiliz gemisiyle Londra’ya gitti  ve burada kahraman gibi karşılandı. Avrupa  gazeteleri Kayseri ve Yozgat’ta meydana gelen olayları Türklerin Ermenileri katli şeklinde halklarına duyurdular. Tomayan Avrupa  kamuoyuna “suçsuz, zulüm görmüş bir Ermeni” olarak tanıtıldı. Gazeteler bu olayları “Yozgat, Kayseri ve Merzifon’da çıkan olaylarda üç kilise soyuldu ve yakıldı, 500 kişi tutuklanarak asıldı” şeklinde verdi. Halbuki olaylarda hiçbir kilise yakılmadığı gibi tutuklanan 332 kişiden ancak 49’u hapsedilerek diğerleri serbest bırakılmıştı.

Akdağmadeni’nde 25 Ekim 1893’te muhbir oldukları iddia edilen bir Katolik Ermeni ile bir Rum komiteciler tarafından öldürülmüş, Gürcü kıyafetindeki katil yakalanarak Yozgat’a sevkedilirken on beş kişilik bir Ermeni çetesi tarafından kurtarılmış, fakat bu çeteler de yakalanarak tutuklanmışlardı. Bütün bu gelişmeler Yozgat’ta çıkacak olan yeni olayların habercisi idi. Olaylar Aralık 1893’te başladı. Yozgat’ta evine giden bir Türkü suikast maksadıyla evlerine götürmeye çalışan üç Ermeni, olay yerine gelen inzibatlar tarafından yakalanmak isteyince, Ermeniler askerlere ateş etti. Aynı gün saat beşte Ermeniler kiliselerinin çanını çalarak dükkanlarını kapatıp kiliseye girdiler. Ermenilerin bir ikisinin silah atması üzerine heyecanlanan Müslümanlar kilise kapısına birikmişlerdi. Ermeniler, çıkan olayları yatıştırmak isteyen tabur komutanını protesto için kilisede toplandıklarını ileri sürmüşlerdi. Yozgat’ta meydana gelen olaylar, diğer Ermeni olaylarında olduğu gibi, dış basında Ermenilerin katliamı olarak ele alındı.

İngiliz Konsolosunun verdiği bilgilerde bir kişinin öldüğü belirtiliyordu, bu daha olayın başladığı anda hayatını kaybeden  kişi idi. Daha sonraki olaylarda 25 kişinin hayatını kaybettiği ve binden fazla kişinin yaralandığı ortaya çıkmıştı.

1. SASUN İSYANI

Olayın nasıl gerçekleştiği konusunda, taraftarlıkla suçlanamayacak olan New York Herald Amerikan gazetesinde yayınlanan yazıyı aktarmak yeterli olacaktır:

“Avrupa incelemesi, Ermenilerin, yabancı ülkelerden gelen tahrikçilerle birlikte isyan etmiş olduklarını göstermiştir. Asiler İngiltere’den gelmiş modern silahlarla her şeyi yapmışlar, yangın, adam öldürme, yağmadan sonra düzenli askere de karşı durmuşlar, kafa tutmuşlar, dağlara çekilmişlerdir. Soruşturma heyeti, Osmanlı hükümetinin asilere karşı asker göndermekle en kanuni hakkını kullandığını saptamıştır. Bu askerler, kanlı çarpışmalardan sonra asileri yenebilmişlerdir. Hemen geçilmez dağlara sığınmış olan yaklaşık 3 bin kadar tamamen silahlı asinin, inandırıcı sözlerle, gazete yazılarıyla hakkında gelinemez.

Ermeniler 3 bin kişi olarak Anduk Dağında toplandılar. Aralarında beş-altı yüzü, Muş kasabasını sarmak istediler. Bu amaçla Muş güneyinden Delican aşiretine hücum ettiler. Bunlardan bir kısımını öldürdüler, mallarını aldılar. Ellerine düşen bütün müslümanların dini inançları aşağılandı ve kendileri korkunç şekillerde öldürüldü. Bu asiler Muş yakınındaki düzenli askere karşıda saldırıda bulundular, fakat oradaki askeri kuvvetin çokluğu yüzünden Muş kasabasını işgal edemediler.

Asiler, Anduk dağındakilerle birlikte çeteler teşkil ettiler. Bu çeteler de yakınındaki aşiretlerde korkunç cinayetler işlediler ve yağmalar yaptılar. Ömer Ağa’nın yeğenini diri diri yaktılar. Gülli Güzat köyünden üç dört saat ötede İslam kadınlarının ırzına geçtiler, bunları boğazladılar.

Birçok müslümanlar, gözleri oyularak, kulakları kesilerek, en müthiş ve alçakçasına hakarete uğratılarak, Hıristiyanlığı kabule ve Haçı öpmeye zorlandılar.

Ağustos sonuna doğru Ermeniler, Muş yakınında Kürtlere hücum ederek Gülli-Güzat ile beraber iki-üç köyü yaktılar. Talori’deki 3000 Ermeni asisine gelince, bunlar, müslümanlarla diğer Hıristiyanlar arasında yas ve dehşet saçtıktan sonra silahlarını bırakmayı reddederek yağma ve adam öldürmeye devam ettiler. O zaman, yola getirmek için buralara ordu askeri gönderildi.

Asi Hamparsum, on bir suç ortağıyla yüksek bir dağa kaçtı. Diri olarak yakalandı. Fakat iki eri öldürdü, altısını da yaraladı. Ağustos sonunda bütün asi çeteler dağılmıştı.

Türkler tarafından kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, sakatlara, İslami ve insani hükümlere uygun davranışta bulunulmuştur. Ölen asiler, teslim olmayı kabul etmeyen ve ülkenin kanuni hakimiyetine karşı savaşmayı tercih edenlerdi.”

ZEYTUN İSYANI – 1895

Maraş ili Zeytun Ermenileri ilk isyanlarını 1780’de çıkarmışlardı. 1V. Murat tarafından vergiden muaf tutulduklarını iddia ederek vergi vermek istememişlerdi.
Vergi memurlarını ve uzlaşmaya gelen bölge valisini öldürdükleri o günden sonra Osmanlı hakimiyeti altında 30’a yakın isyan çıkartmışlardır.

16 Eylül 1895'de 100 kişilik bir Ermeni heyeti Karanlık Dere’de toplanarak yeni bir isyan kararı almışlardır.

Kararın duyurulmasıyla her tarafta birden isyanlar başlamış, telgraf telleri kesilmiş, iki bini silahsız, dört bini silahlı Zeytunlu saldırılara başlamıştır. Kışla ve hükümet konağını saran isyancılar, Kaymakam, 50 subay, 600 er ve kumandanları esir etmişlerdir. Esirler sonradan Zeytun kadınları tarafından öldürülmüşlerdir. Kumandan Remzi Paşa hücum için kuvvet istemiş, yerine Ethem Paşa gelmiş, ancak o da yeni kuvvet istemek zorunda kalmıştır.

Asiler, modern silahlar kuşanmışlardır. Göksün’de bulunan askerler sonradan hücuma geçmişler ve asileri Zeytun’a sığınmaya zorlamışlardır. Zeytun askerler tarafından kuşatılmış, ancak tam sonuç alınacağı sırada İstanbul’daki elçiler, Zeytun Ermenileri hakkında hükümete arabuluculuk teklifinde bulunmuşlardır. Saray, bu teklifi kabul etmiş ve harekat durdurulmuştur. Elçiler, Halep’teki konsoloslarını müzakereye memur etmişlerdir. Altı devlet konsolosu 1 Ocak 1896’da Zeytun’a girmiş ve 28 Ocak’ta Zeytun asileriyle barış yapılmıştır.

Barış şartları, savaştıkları silahların teslimi, genel af, beş komitecinin yurt dışına çıkarılması, geçmiş vergilerin affı, miri verginin azaltılması şartları ile asiler teslim olmuşlar ve isyan sona ermiştir. İhtilali çıkaran Hınçak komitacıları, İngiliz Konsolosluğu himayesinde 13 Şubat’ta Zeytun’dan ayrılıp, Mersin’den 12 Mart’ta Marsilya’ya hareket etmişlerdir.

BABIALİ OLAYI – 1895

30 Eylül 1895’te Hınçak örgütünce büyük bir yürüyüş tertiplenir. Kumkapı Ermeni kilisesinde toplanan 4000’e yakın sayıda Ermeni Babıali’ye doğru yürüyüşe geçer. Yürüyüş askerler tarafından durdurulur. Taleplerini yazılı olarak sadrazama bildirmelerini ve yürüyüşe son vermelerini isteyen subayı şehit ederler. Yabancı konsolosların askeri güçle müdahale edilmesini engellemeleri üzerine Müslümanlar galeyana gelir ve iki grup 3 gün süren bir çatışmaya girerler. Yüzlerce insan ölür ve yaralanır.

1. VAN İSYANI – 1896

Van’da hazırlanan Ermeni isyanında kullanılmak üzere biraraya getirilen silâhlar özellikle hükümet kontrolünden uzak bulunan kiliselerde, manastırlarda saklanıyor ve asîlere silâh talimleri yaptırılıyordu. Bu işlerde önemli rolü olan eski patrik Mıgırdıç Hırimyan, Van’dan uzaklaştırıldı. Bunun üzerine komiteciler, hükümete sadık olan ve Ermeniler’in hareketlerini engellemeye çalışan Van’daki rûhânî reis Bogos’u Ermeniler’in büyük bayramında, 6 Ocak 1896’da kiliseye giderken öldürdüler. 3 Haziran 1896 gecesi, Van bağlarının arkasında devriye gezen müfrezeye Ermeni çetecileri tarafından ateş açıldı. Nizamiye Yüzbaşısı Receb Efendi ile bir asker ağır şekilde yaralandı. Aynı gün akşamı bu bağlar civarında bulunan Ermeni evlerinden müslüman ahaliye ateş açıldı. Güvenlik güçleri müdahale edince, Ermeniler ateşle karşılık verdiler.
6 Haziran günü, İngiliz, Fransız, Rus ve İran konsolosları Ermeniler’e gönderilerek, silâh bırakılması teklif edildi. Ermeniler, bu teklifi kabul etmediler.
8 Haziran’da ise, çatışma başladı. Haziran’ın 10. günü 780 kişilik grup, Hamidi kazasından geçip, İran’a doğru firar ederlerken bertaraf edildi.  Bunlardan 286 kişi Van’dan kaçarak Cermeliye kazasındaki Salhane köyüne saldırmışlardı.
Van’da bu olaylar cereyan ederken, civar kazalarda da Ermeniler, müslümanlara saldırmaya başlamışlardı. Gevaş, Erciş, Adilcevaz kazaları ile Olgüllü, Gürzat, Angüzak köylerinden katliam haberleri geliyordu.
15-24 Haziran arasındaki  Ermeni isyanında 418 müslüman 1715 Ermeni asî ölmüş, 363 müslüman ile 71 Ermeni de yaralanmıştı.

OSMANLI BANKASI İŞGALİ – 1896

Taşnaksutyun örgütünce organize edilen olay 26 Ağustos sabahı gerçekleştirilir. El bombaları, dinamit ve silahlarıyla Ermeni teröristleri bankayı basar. Eylemin amacı Avrupa ülkelerinin ve özellikle Rusya’nın dikkatini çekerek Osmanlı Devleti’ne karşı müdahele etmelerine yol açmaktır. Güvenlik güçleriyle çatışmaya giren Ermeni işgalcilerden Papken Siuni dahil 9’u hemen öldü. Bunun üzerine eylemin planlamacısı olan Karekin Pastırmacıyan işgalcilerin başına geçti. İşgal İstanbul’da Ermeniler ve Müslümanlar arasında çatışmalara yol açtı. Bankanın müdürü olan Sir Edgar Vincent işgalin başlangıcında banka binasından kaçarak Rus Elçiliğinden işgalcilerle arabuluculuk yapmasını istedi. Rus Elçiliğinden gönderilen Ermeni asıllı tercüman Maksimov işgalciler ve saray arasında bir anlaşma sağladı. Bu anlaşmaya göre işgale son vermeleri karşılığında işgalcilere ülkeyi serbestçe terketmeleri güvencesi verildi. İşgalciler Sir Edgar Vincent’in yatıyla rıhtımdan ayrıldılar.

Banka baskını böylece bitmiş, ancak Ermenilerin o gün asker, polis ve halk üzerine boşalttıkları bomba ve kurşunlar, İstanbul Müslüman ahalisini ayağa kaldırmıştır. İstanbul’da Ermenilere yönelik saldırılar meydana gelmiş, karşılıklı çatışmalar olmuştur.
Bu olayda ölen Ermenilerin sayısı, Batılı kaynaklarda abartılı şekilde 4.000-6.000 olarak zikredilmiştir. Bu kadar yüksek sayıda olmasa bile yüzlerce Ermeni’nin öldürüldüğü söylenebilir. Ancak ne ölen Ermenilerin ne de müslümanların kesin sayısı bilinmemektedir.

Karekin Pastırmacıyan daha sonra 1908 yılında tekrar İstanbul’a geri dönerek 1908-1912 döneminde Meclis-i Mebusan’a seçilmiştir. 1915 Van isyanına katılanlar arasında yer almıştır.

2. SASUN İSYANI – 1904

Osmanlı Bankası eyleminden sonra faaliyetlerini arttıran Taşnak örgütü, 1898 yılında Sasun ve çevresinde yeni bir isyan kararı alır.
Bu amaçla bölgedeki Ermeni milliyetçileri silahlandırılmaya başlanır. Bölgeye 1500 tüfek ve önemli sayıda mühimmat ile 300.000 ruble gönderilir.

Taşnak çeteleri Türkiye’ye genellikle İran üzerinden Van yoluyla girmektedirler. Ancak yolların üstünde bulunan Mazrik aşireti onları rahatsız etmektedir.
Bu aşireti kökünden kazımak üzere komiteciler, 1897 Temmuzunda gün ağarırken 250 kişilik bir çete ile aşiretin Honasor’daki çadırlarına saldırırlar.
Ancak istedikleri neticeyi elde edemeyip, sarılmak tehlikesiyle karşılaşınca geri çekilirler.

1904’de Muş ve çevresinde ayaklanma başlatılır.
Kasaba ve köylerdeki müslüman yerleşimlerine saldırılır. Bazı Ermeni kaynaklarına göre 932, bazılarına göre 1132 müslüman öldürülür. Ölen Ermeni sayısı ise 19’dur.

YILDIZ SUİKASTİ

21 Temmuz 1905 tarihinde Sultan Abdülhamit’e cuma namazı çıkışında bombalı suikast girişiminde bulunulur. Yıldız camisi önüne çekilmiş bir at arabasına yerleştirilen saatli bombanın zamanlaması,  padişahın her cuma namazdan çıkış saati takip edilerek ayarlanmıştı. Ancak padişahın ayaküstü bir konuşma için duraksaması neticesinde bomba 1-2 dakika önce patlamış oldu ve padişah sağ kurtuldu. Tevfik Fikret’in şiirindeki gibi, avcı atmış ama vuramamıştı. Tabi Tevfik Fikret dahil hiç kimse suikastin kimler tarafından yapıldığını bilmiyordu. Soruşturmaların sonucunda suikasti bir Ermeni sempatizanı olan Belçikalı Edward Joris’in planladığı ortaya çıktı.

İstanbul’un her yanından duyulan korkunç patlama sonucunda etraftaki insanlardan 26 kişi öldü ve 58 kişi yaralandı. Olaydan sonra yapılan araştırma sonucu şüpheli 40 kişinim kimlikleri belirlendi. Bunlardan 15 kişi yakalanarak tutuklandı. Yakalananlar arasında elebaşıları Edward Joris ve bir ABD’li terörist de vardı.

Suikastte  şüpheler ilk etapta Abdülhamit karşıtı Jön Türkler üzerindeydi. Ancak yapılan soruşturmalar ve itiraflar sonucunda eylemin Taşnak örgütüne ait olduğu anlaşıldı. Eğer suikast başarılı olsaydı, ardından bir dizi bombalı eylemlerin İstanbul ve İzmir’de yapılmasının planlandığı da  ortaya çıktı.

ADANA KATLİAMI – 1909

31 Mart’ın ertesi günü başlayan Adana Olayları’nın başlangıcına ilişkin görüşler, Ermenilerle Müslümanlar arasındaki adli birkaç olaydan kaynaklandığında birleşmektedirler. Bu görüşlere göre; 1909 Nisan ayının ilk haftası içinde iki Müslüman’ın bir Ermeni tarafından öldürülmesi üzerine katilin yakalanamaması, buna karşılık olarak daha önce bir Ermeni’yi öldüren Müslüman’ın da yine aynı biçimde adalete teslim edilmemesi ve benzeri adli vakalar, gerginliğin görünen yüzeysel sebepleridir. 14 Nisan 1909 sabahında dükkanlarını açmaya başlayan Ermeni esnafın, kiliseden geldiği savlanan haberler üzerine dükkanlarını kapatmaya başlamasıyla tedirgin olan Müslüman esnafta hızla dükkanlarını kapatmaya başlamıştır. Gelişmeleri öğrenen yerel yönetim, Müslüman ve Ermeni cemaatlerin seçkinlerini vilayet merkezine çağırarak, durumun normalleştirilmesi için her kesimin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesini istemiştir. Olayların gelişimine bakıldığında bu uyarıların işe yaramadığı anlaşılmakta, gelişmelerin hızla bir çatışmaya doğru gittiği görünmektedir.

Aynı gün öğleden sonra sokaklarda silahlı olarak dolaşan Müslüman topluluklar gerginliğin biraz daha tırmanmasına neden olurken, İmamzâde Nuri adında önde gelen bir din adamının, bir Ermeni tarafından öldürülmesiyle olaylar kitlesel çatışmalara dönüşmeye başlamıştır.

Olaylar Bâb-ı Âli tarafından duyulduğunda ölü sayısı yüzleri çoktan aşmıştı. Yerel yöneticilerin yetersizliği ve basiretsizliği ise ortamın daha da gerginleşmesine yol açmıştır. Olayların yakın bölgelerden ve Rumeli’den getirtilen askeri birliklerin Adana’ya ulaşmalarıyla durulduğu bir dönemde, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinin ardından, Adana’da olaylar yeniden alevlenmiştir. Kent yangınlar içinde kalmış, silahlı çatışmalar sonucunda yüzlerce insan yaşamını kaybederken, ölenler arasında iki yüz kadar Rumun da bulunduğu bildirilmişti.

Olayların sonunda 1850 müslümana karşın 17.000 Hristiyanın öldüğü belirtiliyordu. Patrikhaneye göre öldürülen Hristiyan sayısı 21.000 idi.

13 Mayıs 1909’da Sadrazam Adana Olaylarını soruşturmak üzere bir komisyon kurulduğunu açıkladı, Meclis-i Mebusân da bu hükümet komisyonuna katılması için iki temsilci seçti. Divan-ı Harp ve Soruşturma Heyeti’nin Adana’ya ulaşmalarından sonra İstanbul’a olay ve soruşturma-yargılamalarla ilgili ilk bilgiler ulaşmaya başlamıştır. Gelen ilk bilgilerde, 23 Mayıs 1909 tarihi itibariyle yüz otuzu Müslüman doksan beşi Hıristiyan olmak üzere toplam iki yüz yirmi beş kişinin tutuklandığı bildiriliyordu.

2 Haziran 1909 tarihinde, Adana Olayları’na karıştıkları belirlenen 9’u Müslüman 6’sı gayrimüslim on beş kişi idam, altı kişide on beş yıl süreyle kürek cezasına Adana’da kurulu bulunan Divan-ı Harbi Örfi tarafından çarptırıldılar. Bu cezalar seri biçimde 10 Haziran 1909 tarihinde yerine getirilmiş,  idam cezaları şehrin çeşitli yerlerinde ifa edilmiştir, asılanların cesetleri bir süre idamların gerçekleştirildiği mahallerde kalmıştır. Adana Olayları’nın sona ermesinden sonra merkez ve çevresinde tutuklamalar devam etmiş, dört yüz kırk beş Müslüman, yüz on yedi gayrimüslim tutuklanmıştır.

30 Haziran 1909 tarihinde Adana’da soruşturmalar devam ederken, şehirde bulunan, aralarında Gregoryenler, Protestanlar, Katolikler, Süryaniler, Rum Katolikleri vb, gayrimüslim topluluğun önderleri, anayasa ve devlete olan bağlılıklarını gösteren ve asla bir isyan çıkarmak ereğinde olmadıklarını içeren bir belgeyi hazırlayarak, çeşitli hükümet dairelerine dağıtıyorlardı.

Yargılama ve soruşturma süreci sonlanırken, Hükümet tarafından Adana’ya gönderilen Araştırma Heyetinin raporlarında bir uzlaşma sağlanamamıştır. Olayların sebebinin Ermenilerin tahrikinden kaynaklandığı tezi Ermeni çevresinde ve batı dünyasında kabul görmemiş, olaylar bir asimilasyon girişimi ve katliam olarak nitelendirilmiştir. Fatura da İttihat ve Terakki hükümetine çıkarılmış, Abdülhamit dönemi istibdatın sürdürüldüğü şeklinde yorumlanmıştır.

https://panteidar.wordpress.com/2012/01/08/ermeni-meselesi-2/


..

ERMENİLERİN KÖKENİ ve 1071 ÖNCESİ ERMENİLERİ ,





ERMENİLERİN KÖKENİ  ve  1071 ÖNCESİ ERMENİLERİ ,



Ermeniler, Anadolu’nun ve Kafkasya’nın kadim halklarından biridir. Tarihi kökenleri kesin olarak bilinmemekle birlikte, Tarihçi Herodot; Ermeniler’i,  Trakya kökenli Frigler’in doğuya, Urartu bölgesine yönelen bir kolu olduğunu söylemiştir. Bu göç eden Frig kolu topluluğunun, Kafkas halklarıyla, Urartu ve Hurrilerle karışarak Ermeni toplumunu oluşturdukları ileri sürülür. Ancak Ermenilerin Urartu oldukları söylenemez, çünkü aynı dil ailesinden değillerdir ve gramerleri arasında hiçbir benzerlik yoktur.

Tarihte Ermenilerden ilk olarak MÖ 521 yılında 3 ayrı dilde yazılmış Pers İmparatoru Darius’un Behistun yazıtındaki “Armina” sözcüğünde rastlanır. “Ermenileri yendim” ifadesi tarihte Ermeni’lerden söz eden ilk arkeolojik kanıttır. Bu tarihte Urartular yıkılmış ve Anadolu Pers kökenli Med’lerin egemenliğine girmişti. MÖ. 3000 yıllarına ait Akad çivi yazılarında Doğu Anadolu bölgesine “Armanu” denmesi, Ermenilerin yaşadıkları coğrafyanın adını aldıkları tezini güçlendiriyor.

Dinsel açıdan Ermeniler, Nuh’un torunu Hayk’tan geldiklerine inanırlar. Hayk’ın 400 yıl boyunca Ağrı dağı bölgesinde yaşadığı ve sınırlarını Babil’e kadar genişlettiği inancının hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Yine bazı Ermeni tarihçiler Hititlerden geldiklerini öne sürseler de bunu destekleyecek bir kanıta sahip değiller.

Ermeni toplumu, geleneksel tarih anlatımına göre MS 301 yılında “Aydınlatıcı” lakabıyla anılan Aziz Gregor öncülüğünde Hıristiyan dinini kabul etmiştir. Ermeni kilisesi 451 yılında Ortodoks/Katolik dünyasıyla yolunu ayırarak ayrı bir ulusal mezhep olarak örgütlendi. Ermeni Apostolik Kilisesi adını alan ulusal kilise, Batılı kaynaklarda Gregoryen adıyla da anılır. Büyük çoğunluğu Gregoryen olan Ermenilerin küçük bir Katolik cemaatlerinin yanında önemsenmeyecek sayıda Protestan olanları da mevcuttur. Ermenilerin Hristiyanlığı ilk kez benimseyen toplum olduklarını öne sürülür.

Net olarak bilinen tarih içinde Ermenilerin Pers, Makedon, Selefkit, Roma, Part, Sasani, Bizans, Arap, Türk ve Rusların egemenliğinde altında yaşadığı görülür. Bağımsız bir devlete sahip olduklarına dair kesin bir bilgi yoktur. Ermeni krallıkları, prenslikleri olarak adlandırılan oluşumların ise bağımsız devlet olmayıp bölge derebeylerinin hükümranlıklarıdır. Örneğin Ani Hanedanlığı böyledir. Sadece Akdeniz bölgesinde yaşayan Ermeniler, Kilikya Krallığını kurmuşlar ve yaklaşık 2 asır boyunca varlıklarını sürdürebilmişlerdi. (1199-1375)

Bizans yönetimi altında iken Ermeniler,  mezhep çekişmelerinden yaşadıkları rahatsızlığın yanında ağır vergiler altında ezilmekteydi. Bizans’ın baskı ve zulmüne karşı zaman zaman çıkardıkları isyanlar katı bir şekilde bastırılıyordu.

Ermeni tarihçi Mateos, Bizans’ın izlediği siyaseti şöyle ifade ediyordu; “Roma Dükü, Bizans İmparatoru büyük bir ordu ile beraber, Ermenistan’a yürüdü. Hıristiyanların üzerine atılıp onları kılıçtan geçirdi ve esaret altına aldı. O zehirli bir yılan gibi her yere ölüm getirdi ve böylelikle dinsiz milletlerin yerini aldı.”

Mateos, Bizanslılara karşı büyük bir kin ve düşmanlık duyuyordu. Eserinde de bu kini sık sık dile getiriyordu: “Bizanslılar muharebe ve kahramanlık sahasından nefret ederek, Ermeni mezhebinin tetkiki ile uğraştılar ve Allah’ın Kilisesi’nin içinde kargaşalık ve kavga çıkardılar. Onlar, Türklere karşı harp etmekten kaçınıyorlar, fakat hakiki Hıristiyanları inançlarından döndürmek için büyük gayret sarfediyorlardı. Bizanslılar bu gayretleri ile bütün Ermeni prens ve kumandanlarını doğudan çıkarıp, kendi memleketlerinde ikâmet etmeye mecbur ettiler. Kaçmayı kendileri için bir zafer sayan ve kahramanlık addeden bu Grekler, kurtu görür görmez kaçmağa başlayan kötü çobanlara benzediler.”Urfalı Mateos, Vekayi-namesi (952–1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136–1162)  s.111–112

Selçukluların Anadolu’ya gelişi ve 1071’deki Malazgirt Savaşı Ermeniler için tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Malazgirt’e doğru sefere çıkan Bizans Ordusu, Sivas’ta bölge Rumlarının büyük sevinç gösterisiyle karşılandı. İmparator Diyojen, halkın Ermeni taşkınlık ve barbarlığından yakınmaları üzerine kentin Ermeni mahallelerini yıktırdı. Pek çok Ermeni’yi öldürüp, önderlerini sürgüne yolladı. Sivas olayı, Ermenilerin Bizans’tan yediği son darbe oldu. Savaşta Bizans ordusundaki Ermenilerin çoğu Uz ve Peçenek Türkleriyle birlikte saf değiştirip Selçuklu ordusuna katılmaları Selçuklu döneminde iyi ilişkiler kurmalarını sağladı. Anadolu’da Bizans hâkimiyetinin hızla çökmesi üzerine güneye doğru göç ederek Fırat boylarında Toroslarda, Çukurova, Maraş ve Urfa bölgelerinde küçük prenslikler kurmaya başladılar.

Selçuklu devletinden hoşnut olmalarına karşın Moğol istilası sırasında Kösedağ savaşını kaybeden 2. Gıyaseddin Keyhüsrev, ülkeyi terk etmek üzere Ermeni bölgesinden geçerken engellenmiş ve Moğollara teslim edilmişti.  Bu olay, Ermenilerin Selçuklu dönemindeki ilk ve tek hıyaneti olarak bilinir.

OSMANLI’DA ERMENİLER

Osmanlı dönemi Ermeniler için tarihte  rahat ve huzur içinde yaşadıkları en uzun dönem olmuştur. Hiçbir devletten görmedikleri ilgi ve samimiyeti Osmanlı’dan gören Ermeniler de bunun karşılığında Osmanlı’ya sadık kalmışlar ve bu yüzden de Millet-i Sadıka olarak anılmışlardır. Ta ki 19. Yüzyıla kadar.

Devlete bağlılıkları, Türk adetlerini benimsemeleri, hatta iyi Türkçe konuşmaları, Ermenilerin devlete ait resmi veya özel işlere atanmalarına sebep olmuştur. Bu bakımdan 16. yüzyılda Ermeni asıllı Mehmet Paşa gibi vezirlik rütbesine kadar yükselen devlet adamları, 18. yüzyılda Divrikli Düzyan soyundan saray kuyumcuları ve sonradan Darphane bakanları, Sasyan ailesinden saray doktorları, 19. yüzyılda Bezciyan ailesinden Darphane bakanları, Dadyan ailesinden Baruthane bakanları devletin en yüksek kademelerinde görevler yapmışlardır. 19. yüzyılda ve Abdülhamit devrinde ve sonrasında ise Ermeni dış işleri görevlileri ve bakanlar bulunmaktadır. Ayrıca birçok Ermeni de Osmanlı devlet adamlarına danışmanlık yapmıştır.

Osmanlı’da ilk önemli Ermeni meselesi, Katolik Ermenilerle Gregoryen Ermeniler arasındaki ihtilafların had safhaya varmasıdır. Misyoner çalışmaları sonucunda mezhep değiştirip Katolikliğe geçen Ermeniler, Gregoryenlerin temsil edildiği Ermeni Patrikliğinden ayrı bir yönetim talep etmeye başladılar. 1828 Ocak ayında Katolikler hakkında şikayetler artınca Osmanlı’dan Ermenilere ilk müdahale geldi ve ilk tehcir uygulandı. Padişah 2. Mahmut İstanbul’daki Katolik Ermenileri taşra vilayetlerine sürdürür. Ancak 1829 Rus Savaşında Katolik Ermenilerin savaşta Osmanlı’ya sadakat göstermeleri üzerine affedilir ve geri dönmelerine müsaade edildiği gibi ayrı bir kilise olarak temsil hakları da tanınır.

Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla Ermeniler Osmanlı idaresi içerisindeki bazı idari düzenlemelere tabi tutuldular. 1863 yılında Ermeni Millet Meclisi kuruldu. Meclisin kuruluş amacı, dini konuların ve mülkiyet konularının idaresiydi. Ama zaman içinde politik bir meclise dönüştü. İngiltere bu meclisi Ermenistan’ın muhtariyeti için bir vasıta saymıştı.

Ermenilerin ıslahat beklentileri ve kıpırdanmaların başlaması üzerine Ermeni Patriği Nerses 1876 yılında Vatandaşlık Meclisi Şurası’na sunduğu mektubunda, “Şayet günümüze kadar Ermeni milleti, millet olarak korunduysa ve inancını, kilisesini, dilini, tarihi ve kültürel değerlerini koruyorsa, tüm bunlar Osmanlı hükümetinin Ermeni milletine gösterdiği koruma, yardım ve hayırseverlik sayesindedir. Kader, Ermenileri Türklere bağlamıştır. Bundan dolayı Ermeniler, devletin savaş ve ağır sınav günlerinde buna kayıtsızca davranamaz. Aksine her zaman oldukları gibi ona yardım etmek zorundadırlar. Vatanını seven Ermeni, devlete yardım ederek, Ermeni milletinin hizmet ve yardımının en iyisini görecektir.” demektedir.

Ancak dönem milliyetçiliğin dalga dalga yayıldığı ve ulusal kurtuluş savaşlarının, bağımsızlık mücadelelerinin yapıldığı dönemdir. Ermeni milliyetçileri de bu dalganın etkisiyle örgütlenmeye ve seslerini duyurmaya başlamışlardır. Zayıflayan Osmanlı İmparatorluğunun geniş ve zengin toprakları karşısında iştahları kabaran emperyalist devletler, Ermeni milliyetçilerinin bu sesini duymakta gecikmediler.

1878 Osmanlı-Rus Harbi, Türk milletinin asla unutamayacağı, asla sarılamayacak yaralarla dolu bir savaştı. “93 Harbi” olarak anılan bu savaşta Rusya, Osmanlı topraklarında hızla ilerlemekteydi. Toprak ve insan kaybı büyüktü. Daha önemlisi bu savaşta Osmanlı İmparatorluğu “sadık bir milletini”; Ermenileri de kaybetti. Ermeni milliyetçileri Rusların yanında yer aldı ve saldırılarıyla Ruslara destek verdi.  Fransız komutan Romieu, Fransa Savaş Bakanlığı’na gönderdiği raporda, 1878 ve ilerleyen yıllarda, Ermeni çetelerinin Türklere karşı terörist faaliyetlerde bulunduklarını ve nefret beslediklerini belirtmiştir. Fransa Milli Arşivi, Guerre Mondial, 1914-1918/Turquie/Vol. 890, Légion d’Orient-I (Septembre 1915-Novembre 1916)

93 Harbi‘nin ardından Osmanlı ile Rusya arasında, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşmanın şartları  Osmanlı açısından son derece ağırdı ve Rusya’yı da Balkanlar‘da tek güç haline getiriyordu. Nitekim bu durum Avrupa’nın diğer emperyalist devletlerini rahatsız etmekteydi. Bu ağır şartları hafifleteceği vaadiyle Abdülhamit’i ikna eden İngiltere’nin girişimiyle Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya-Macaristan arasında 13 Temmuz 1878’de Berlin Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla toprak kayıpları azaltıldı ama Kıbrıs İngiltere’ye (sözde) kiralandı ancak zamanla İngiltere adaya sahiplendi ve 1914’de ilhak etti. Berlin Anlaşmasının konumuzu ilgilendiren yanı ise; Osmanlı İmparatorluğu’nun, Vilayat-ı Sitte denilen Doğu Anadolu’daki illerde Ermeniler lehine ıslahat yapacak olmasıydı. Bu madde ile Ermeni hareketleri şiddetlenmiş ve ayrı devlet talepleri artmıştı.

17. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar Türkiye’deki Ermenilerin durumlarında önemli değişiklikler meydana geldi. Örneğin, 1715’te John Golod tarafından kiliseler inşa edildi, mevcut kiliseler yenilendi. 1773’te Zekeriyos Galzwan tarafından hastaneler inşa edildi. 1832’de Harutane Bezcian tarafından okullar yapıldı. Bu arada Ermeni Kilisesi, Ermeni dili, edebiyatı ve milliyetçiliğinin doğuş ve yayılış merkezi oldu. Ermeni Patrikhanesi ise Ermenilerin ulusal meselelerinin görüşüldüğü bir merkez oldu. Nitekim  İstanbul Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan, Napazer Mıgırdıç Kırımyan ve Horen Narbey 1878 Berlin Konferansında Ermenilerin isteklerini dile getirdiler. Siyasi bir otoritenin boşluğu böylece kilise tarafından doldurulmuştu.

İSYANA HAZIRLIK

Kırımyan, İstanbul’a eli boş bir şekilde dönünce öfkesini haykırdığı bir vaaz verdi: “Diplomatlar bir tas yemeği masaya koydular. Diğerleri birer kılıçla gelmişti. Bu özgürlük kasesinden kend paylarını demir kepçeler ile aldılar. Ancak Ermeniler bir kaşık isteğiyle geldikleri için bu yemekten paylarını alamadılar. Ermeni halkı, elbette kılıcın neler yapabilmiş olduğunu ve neler yapabileceğini çok iyi biliyorsunuz ve böylece baba toprağına, akraba ve dostlarınıza döndüğünüzde silahlanın, silahlanın ve yine silahlanın. Ey insanlar özgürlük umutlarınızı kendinize bağlayın, kendi aklınızı ve yumruğunuzu kullanın. İnsan kendi kurtuluşu için kendisi çalışır.” (Vigen Guroian, “Armenian Jenocide and Christian Existence”, s. 330)

Bu öfke Van’da Artsvi Vaspuragan Dergisi’nde yayınladığı yazılarında da görülüyordu.  Kırımyan bir yazısında Van Ermenilerine  şöyle hitap ediyordu.  “…bu doğanın kanunu, eğer koyun gibi olursanız savaşmak için bir boğanın boynuzlarına sahip değilseniz, silahlanmamışsanız sürekli boğazlanırsınız. Arzu ettiğiniz, hayalini kurduğunuz özgürlüğü kan akıtmadan kazanacağınızı  mı düşünüyorsunuz?” (Rubai Peroomian, “The Heritage of Van Provincial Literarture”, Armenian Van/Vaspuragan, Edited By Richard Hovannisian, California, 2000, s. 149.)

Silahlanma ve isyan çağrılarını Ermeni milliyetçileri fazla beklemeksizin yerine getirdiler. Ve ilk etapta 1887’de Hınçak Cemiyeti ve ardından 1890’da Taşnak Sütyun Cemiyeti kuruldu.

Hınçak Cemiyeti, Osmanlı ve İran’daki ilk sosyalist cemiyettir. Rusya’dan ayrılarak eğitim için Avrupa’ya giden yedi Rus Ermeni’si tarafından kurulmuştur. Zengin aile çocuğu olan bu küçük burjuvalar dönemin sosyalist hareketlerinden etkilenerek biraz şöhret, biraz macera, biraz da milliyetçi duygularla  tam adı Memâlik-i Osmaniye Sosyal Demokrat Hınçakyan Cemiyeti olan örgütü oluşturdular. Partinin ilk hedefi Ermenistan’ın siyasi ve milli bağımsızlığıdır. Adını Kumkapı gösterisi ve Babıali baskını ile duyurdu. Hınçak Cemiyeti 1897’de Asıl Hınçaklar ve Yenilikçi Hınçaklar olarak ikiye bölündü.

Taşnaksutyun Cemiyeti 1890’da Ermeni Devrimci Federasyonu olarak kuruldu. Radikal milliyetçi bir örgüttü ve amacı önce özerk, sonra bağımsız bir Ermeni devleti kurmaktı. Örgüt sesini duyurmak amacıyla 1894’de Diyarbakır’da, 1895’de Van’da gösteri yaptı ve Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde eylemler düzenledi. 1896’da ise örgüt üyesi bir grup Osmanlı Bankası’nı bastı. Bu eylemleriyle öne geçerek Hınçak cemiyetini kenara itip Ermeni ulusal hareketinin öncülüğünü elde ettiler.

Serdar Kaangil.,

https://panteidar.wordpress.com/2012/01/07/ermeni-meselesi-1/


..

GEÇEN ASRIN BAŞINDA ERMENİLER İÇİN ABD KING-CRANE KOMİSYONU DİYORDU Kİ?




GEÇEN ASRIN BAŞINDA ERMENİLER İÇİN ABD KING-CRANE KOMİSYONU DİYORDU Kİ?

 







Dr. Tahir Tamer Kumkale
24 Ocak 2015

Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması ile en doğru çözüm şeklini buldu. Gazi Mustafa Kemal Atatürk(1922)
“Tarih tekerrürden ibarettir.” ve “Eğer ders alınsaydı tarih tekerrür eder miydi?” sözleri tarih bilimi ile uğraşanların daima dikkate aldığı temel kaideleri yansıtır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir hâl alır.” sözü ile tarih ilminin gerçekçiliğini gösteren önemli bir noktaya işaret etmektedir.
Evet tarih mutlaka tarihçiler tarafından gerçeklere dayanarak yazılmak zorundadır.  Okullarımızda okutulan zorunlu tarih dersleri insanlarımıza kim olduklarını ve nereden gelip nereye gittiklerini öğretip aidiyet duygusunu güçlendirir. Bu şekilde milletleşme yolunda ciddi kazanımlar elde edilmesi sağlanır. Tarih ayrıca, kişilerin geçmişten alacakları derslerle kazanacakları güven duygusu sebebiyle geleceğe daha güvenli bakmalarına ve adımlarını daha sağlam atmalarına yardımcı olur.
Bireylerin kişisel gelişimlerine yönelik olan okullarda öğretilen tarih derslerinin devletlerin yönetiminde fazla bir etkisi yoktur. Fakat tarih ilminin siyasi kadrolara kazandıracağı özgüven duygusunun devletlerin yönetiminde büyük etkisi vardır. Burada dikkat edilecek husus, tarih ilminden öncelikle siyasi kadroların yararlanmaları gerçeğidir.
Devlet yönetiminde yöneticilerin tarih ilmi ile yakından ilgilenmeleri ve ülkenin tarihi gerçeklerine uygun hareket etmeleri  önemlidir. Özellikle siyasi tarih kitapları yönetim kadrolarının ülkelerini yönetmede asla vazgeçemeyecekleri bir el altı kaynağıdır. Çünkü tarih hep tekerrür eder. Zaman ve mekân değişebilir ama olaylar hiç değişmez. Bu bakımdan tarihi iyi etüt eden ve yakın çevresindeki danışmanlarını tarihçiler arasından seçen liderler çok az yanlış yaparlar.
Bu konuyu özellikle ele almamın sebebi, bir tarihçi olarak bugün ülkemiz üzerinde oynanan küresel oyunlar ile bundan bir asır önce Osmanlı Devletini yıkmaya çalışan batılı sömürgecilerin hedefleri ve hareket tarzları arasında büyük bir benzerlik olduğunu vurgulamaktır. Dünün sömürgeci devletleri bugün küresel güçler haline dönüşmüşlerdir. Çalışma yöntemleri biraz farklı olmakla birlikte seçtikleri hedefler ve üzerinde hareket ettikleri toplum aynidir. Doğal olarak hareket sahaları da aynidir.
Şimdi yüz yıl önceye dönelim Ermeni soykırımı iddialarının en üst düzeyde konuşulduğu günümüzde tarihe ışık tutan bazı olayları gündeme getirip bir asır boyunca ülkemiz üzerindeki emperyalist emellerin değişmediğini ve kaynağının ayni olduğunu görelim.
28 Nisan 1919′ tarihinde bugünkü Birleşmiş Milletlerin ilk sürümü olan “Milletler Cemiyeti Misakı” kuruldu. Cemiyetin kuruluş belgesinde yer alan manda statüsündeki devletlerin durumu ile ilgili madde direkt Osmanlı Devletini  ilgilendiriyordu. Buna göre; “Parçalanacak Osmanlı Devletinden ayrılacak bölümlerin hangi mandacı devletin himayesine gireceği hususunda, o bölgede bulunan halk topluluklarının isteklerinin belirleyici olacağını” öngörüyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Ateşkes Antlaşmalarından sonra yapılacak ilk iş kalıcı barış anlaşmalarının hazırlanmasıydı. 18 Ocak 1919’da Paris’te ilk toplantısını yapan Barış Konferansında dünyanın o güne kadar görmediği önemli sorunlara el atılması gerekiyordu. İngiltere, Fransa, İtalya, ABD ve Japonya’nın yanısıra bu konferansa katılan devlet sayısı 32 idi. Milyonlarca insanın ölümü ile sefaletine yol açmış ve o tarihe kadar görülmemiş bir cihan savaşının sonunda, galiplerin istekleri doğrultusunda dünyanın geleceği hakkında karar verilecekti. Paris Konferansında ağırlık yine İngiltere, Fransa ve ABD’nin elinde idi.
Çözülmesi gereken birinci sorun Avrupa’nın durumu ve sınırlarının çizilmesi, ikincisi sömürgelerin özellikle Osmanlı Devleti mirasının paylaşılması idi.
Paris Konferansı’nda, Osmanlı bünyesindeki toplulukların arzularının ne olduğunu yerinde tespit etmek üzere bölgeye bir komisyon gönderilmesi kararlaştırıldı. Fransa ve İngiltere zaten bölgede işgâlci olarak bulunduğu için bu komisyona katılmayı gereksiz gördüler. Bu durumda sadece ABD heyetine görev verilmesi uygun bulundu ve ABD’nin ünlü “King-Crane Komisyonu” faaliyete geçti.
Amerikan komisyonunun başlıca iki görevi vardı. Birincisi Arap illerinde kamuoyunun genel eğilimlerini saptamak, ikincisi de Arap toprakları dahil olmak üzere savaş öncesi tüm Osmanlı Devleti toprakları genel bir ABD mandasının olabilirliğini araştırmaktı.. Şimdi tarihçi gözlüğü ile komisyonun çalışma alanına baktığımızda bugün ABD’nin ilgi alanına girip üzerinde dikkatle çalıştığı ayni bölgeler olduğunu görürüz.
ABD Heyeti bugün basında adlarını çok sık duyduğumuz Şam, Lazkiye, Gazze,  Beytüllahim, Ramallah, Nablus, Cenin, Nasıra, Amman, Telaviv, Baaalbek, Beyrut, Cebel, Sidon, Zahle, Trablusşam, Hama, Halep, İskenderun, Adana, Mersin ve Tarsus bölgesinde incelemeler yaptı ve 21 Temmuz 1919’da İstanbul’a döndü.
Osmanlı topraklarında manda devletçikler kurulmasını isteyen 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşmasından bir yıl önce hazırlanan 28.8.1919 tarihli King-Crane Komisyonu raporunda; Osmanlı Devletinin, İstanbul, Ermenistan ve geride kalan Anadolu toprakları olmak üzere üç devlete ayrılması ve her üçünün de ABD mandası altına sokulması tavsiye ediliyordu.
İşte bu rapordan günümüzde de geçerliliğini devam ettiren maddelerinden İstanbul ve Boğazlar ile ilgili en çarpıcı olan bir hüküm;
Madde- 4 :  Doğu yarımküresinin üzerinde pek çok devletin hak iddia ettiği bu ‘köprü toprakların’ önemi göz önüne alınırsa, İstanbul ve Boğazlar’ın denetimi konusu farklı bir yaklaşımı gerektiriyor. Boğazların durumu o kadar benzersiz, ilişkiler öylesine karmaşık ve geniş kapsamlı, sorumluluklar öylesine ağır, olasılıklar o kadar tüyler ürperticidir ki, Osmanlı Devleti’nin son derece kötü bir yönetim siciline sahip milleti şöyle dursun hiçbir ulus tek başına böyle bir görev için uygun değildir.
 Dünyada böylesine şiddetle bir uluslararası yönetimi talep eden başka hiçbir yer yoktur; bu bölgenin önemi, ulusların yalnız bencilce itiş kakışlarını ve sonu gelmez entrikalarını bir yana bırakmalarını değil, aynı zamanda bu stratejik fırsattan tüm ülkelerin lehine yararlanmalarını da şart koşuyor.
 Bu, İstanbul devletinin kurulması anlamına geliyor: Doğrudan ve sürekli  Milletler Cemiyeti’ne bağlı, ama muhtemelen vasi olarak Cemiyet’e karşı sorumlu ve onun tarafından azledilebilecek tek bir mandater devletçe yönetilen bir İstanbul.
 Böyle bir çözüme ilk anda Türkler’ in çoğunun karşı çıkacağına kuşkumuz yoktur.  Fakat Osmanlı Devleti bu kadar muazzam bir dünya sorumluluğuna açıkça uygun değildir. Bu büyük sorumluluğun omuzlarından alınması ve hükümetinin yüzlerce yıldır sınırsız entrikaların merkezine dönüşmüş bu yerden çıkarılması, Osmanlı devleti için de daha iyi olacaktır.
 Sade Türk halkı, emperyalizmin erişiminden özgür, çok daha mutlu bir hayat sürecek ve Osmanlı devleti gayretlerini kendi yurttaşlarının refahına verebilecektir.”
Bu maddeyi günümüzde AB, ABD, Vatikan ve Ermenistan kaynaklı olarak ortaya atılıp gerçek olması için her alanda ciddi çalışmalar yürütülen ‘İstanbul Türklere bırakılmayacak kadar önemlidir’ sözü ile birlikte düşünelim. Sevr Antlaşmasının azınlıklar ile ilgili maddelerini dikkate alalım. Milli mücadele öncesinde ülke aydınlarının mandacılık fikrine nasıl sahip çıktıklarını anımsayalım. Bütün bunları günümüz basın organların ve sivil toplum kuruluşu adı altında küresel çıkarlar doğrultusunda faaliyetlerini yürüten gizli maşaların tutum ve davranışlarıyla mukayese edelim. O zaman dünden bugüne değişen fazla bir şey olmadığı görülür.
İşte bunun içindir ki, NUTUK isimli ölümsüz eserini kaleme almış, ülkemiz üzerinde oynanan oyunları bütün çıplaklığı ile açıklamış, bunlara karşı neler yapılması gerektiğini ve neler yaptığımızı ortaya koymuş, sonunda derin anlamlar taşıyan Gençliğe Hitabesini yazmıştır..
Kanaatime göre konulara 100 yıl önceki gözle bakılmadan Ermeni Soykırımı olaylarının arkasındaki gerçekleri anlamamız asla mümkün değildir. Çünkü dün bizi istemeyenler bugünde istemiyorlar. Bu toprakların bin yıldır Müslüman Türklerin hâkimiyetinde olması gerçeğini hâlâ kabul edemiyorlar.
Kendileri doğrudan gelmeseler de Ermeniler gibi küçük maşalarını her fırsatta ortaya sürmekten çekinmiyorlar. Onlar  da her defasında bu küresel oyunun oyuncağı olarak kullanılmaktan asla vazgeçmiyorlar.
Oynanan sinsi ve büyük oyunu görmek ve tedbirleri milli bakış açısıyla üretmek önem kazanmıştır.

Dr. Tahir Tamer Kumkale.,

 https://kumkale.wordpress.com/2015/01/24/gecen-asrin-basinda-ermeniler-icin-abd-king-crane-komisyonu-diyordu-ki/

..

21 Ocak 2015 Çarşamba

AZERBAYCAN’DA 1990 “KARA OCAK”

AZERBAYCAN’DA 1990 “KARA OCAK” 



20 Ocak 1990'da Bakü'de tarihe Kara Ocak olarak geçen katliamda yitirdiğimiz 137 soydaşımızı saygı, minnet ve rahmetle anıyorum.

OSMAN PAMUKOĞLU
HAK ve EŞİTLİK PARTİSİ (HEPAR)
GENEL BAŞKANI

https://twitter.com/OPAMUKOGLU/status/557482826975956992

AZERBAYCAN’DA 1990 “KARA OCAK” (QUARA YANVAR) KATLİAMI

20 Ocak olayları, Azerbaycan'da bağımsızlık harekâtının önemli bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. 20 Ocak 1990'da, Sovyetler Birliği askerleri tarafından Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de 137 Azeri katledildi. Dönemin Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov'un emriyle Sovyet tankları, 19 Ocak'ı 20 Ocak'a bağlayan gecede, Bakü sokaklarında bağımsızlık yürüyüşü yapan kalabalığın üzerine acımasızca ateş açmıştı. Ateş sonucu aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 137 kişi hayatını kaybetti, 700 den fazla kişi de yaralandı. Yüzlerce kişi ise tutuklandı ve ülkede olağanüstü hal ilan edildi. Azeri Halkı’nın tepkisinin artması üzerine Sovyet ordusu, Bakü'yü terk etti

Bu katliama “Kara Ocak” (Quara Yanvar) denmektedir ve asıl neden ise Ermenilerle alakalıdır. Ermenilerin artan toprak talepleri karşısında büyük bir Azeri kitlesi tepki göstermiş ve “Ermeniler Dışarı” sloganları atarak yürüyüşler tertiplemişlerdi. Buna misilleme olarak Ermenistan’da yaşayan çok sayıda Azeri kovulmuştu. Süreç; çok ustaca hazırlandı. Gorbaçov döneminde, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin 25 Temmuz 1990’da yayınladığı bir kanuna dayanarak Dağlık Karabağ’da da av tüfekleri dâhil olmak üzere tüm ateşli silahlar toplandı. Karabağ’da bu toplama işini bizzat Rus askerleri yönetti.

Ağustos ayından itibaren direk olarak Azerileri hedef alan Ermeni saldırıları başladı. Aslında plan göstere göstere uygulanmaya başlamıştı. Toplu taşıma araçları taranmaya, evler yakılmaya velhasıl terör yapılmaya başlanmıştı. Kısa bir süreçte; 186 bin Azeri Azerbaycan’a gitmeye zorlandı. Bu tam anlamıyla bir “Etnik Temizlik Operasyonu” olarak tanımlanabilir. Amaç; topyekün olarak o coğrafi alanda bir tek Azeri’nin kalmaması, Karabağ topraklarının tamamen Ermeni ve Ruslarca iskân edilmesi şeklindeydi.

1991’de ilk Azeri köyü Ermenilerce işgal edildi ve öldürülme korkusuyla evlerini terk edenlerin Azerbaycan’a göçü başladı. “Hocalı Katliamı” esnasında 10 Bin kişinin yaşadığı Hocalı’da sadece 3 bin Azeri kalmış, keskin nişancı dehşeti içinde olan halk yolda yürümekten dahi korkar olmuştu. Resmi kayıtlara göre; 613 olarak anılan hayatını kaybedenlerin sayısının gerçek olmadığı ve bu rakamın 1300’den fazla olduğu ifade edilmektedir. Burada yaşayan az sayıdaki Ahıska Türkü’nün de katliamdan etkilendiğini, evlerinin yakıldığını ve öldürülenler olduğu gerçeği de bulunmaktadır.

Zorlukla 12 kilometre ötedeki Ağdam Kenti’ne gelmeyi başaranların büyük kısmı soğuktan kangren olan bacaklarını kaybetti. Hocalı, Ağdam arasındaki orman yoluna; aralarında göğüsleri kesilmiş kadınların, bebeklerin, yaşlıların, kafa derileri yüzülmüş cesetlerin dizildiği, katliamı yaşayan görgü tanıklarınca aktarılmıştır.

Katliamı; “Monte Melkolyan” adlı bir Ermeni komutan yönetti. 


Melkonyan; birçok diplomatımızın öldürülmesinde rol almış, “Orli Baskını” ile de ilgisi olan eski bir “ASALA” lideridir. Bugün Ermeni Cumhurbaşkanı olan “Serj Sarkisyan” ise o tarihte Ermeni kuvvetleri komutanıydı ve Monte Melkonyan’ın kardeşi olan ünlü Ermeni yazar “Markar Melkonyan” da Sarkisyan’ın yanında yer almaktaydı.

Mackar Melkonyan; Amerika’da çıkardığı “Benim Kardeşimin Yolu” (My Brother's Road) adlı kitapta kardeşinin yaptığı katliamı şöyle yazmıştır:

“Bir gece önce 23.00 saatlerinde, 2.000 Ermeni savaşçısı, Hocalı'nın üç tarafındaki yüksekliklerden ilerleyerek, kasaba sakinlerini doğuya doğru sıkıştırmışlar. 26 Şubat sabahına kadar Azeriler Dağlık Karabağ’ın yüksekliklerine ulaşmış ve alta olan Azeri kenti Ağdam’a doğru inmeye başlamışlar...

...Şu anda yalnız kuru çimenden esen rüzgârın sesi ıslık çalıyordu ve ceset kokusunu uçurması için bu rüzgâr henüz erkendi...

...Monte üzerinde kadınların ve çocukların kırılmış kuklalar gibi saçıldığı çimene eğilerek "Disiplin yok" diye fısıldadı. O bu günün önemini anlıyordu: bu gün Sumgayıt Olayları’nın dördüncü yıldönümüne yaklaşıyordu. Hocalı stratejik bir amaç olmasından başka aynı zamanda bir öç alma eylemiydi.”

SSBC’nin (Azerbaycan) Sumgayıt Şehri’nde, Ermenistan’da öldürülen ve zorla göçe zorlanan 250 bin Azerinin intikamını almak için 27 Şubat 1988’de ortaya çıkan olaylar Ermenilerce “Sumgayıt Pogromu” olarak adlandırılmıştır. Pogrom; etnik bir gruba etnik, dinsel ya da siyasi nedenlerle yapılan şiddet olaylarını tanımlar. Bu olayların bizzat Ermeniler tarafından organize edildiğini savunan tarihçiler de vardır. (Örneğin: Azeri Tarihçi Ziya Bunyatov) Bu olaylarda, SSCB Genel Savcılığı (Генеральный прокурор СССР) tarafından açıklanan resmî rakamlar; 26 Ermeni ve 6 Azeri olmak üzere toplamda 32 kişinin öldüğü şeklindedir

“Sumgayıt Olayları”nın tetiklediği, 13 Ocak’ta başlayan olayları durdurmak bahanesi ile 20 Ocak’ta yapılan katliam; “Ermeni/Rus” işbirliğinin bir eseridir.

Şu an içinde bulunduğumuz 20 Ocak günü vesilesi ile bir anımsatma yapmak ve hem 20 Ocak 1990’da, hem de Şubat 1992’de Hocalı’da ölenlere rahmet dileriz…

...................................................................................

(1) Bu makalemizde neden “Azeri Türkleri” değil de “Azeri” sıfatlanması yaptığımız hakkında bir eleştiri yapıldı.

Yazıdaki “Azeri Halkı” ya da “Azeri Milleti” içindeki tüm etnik unsurlar ile birlikte yapılan bir tanımlamadır. Azerbaycan’da; Azeri Türklerinin çoğu Şiilik Mezhebi’ne bağlıdırlar ama aralarında Sünni, Zerdüst, Hıristiyan, İranlı ve Bahai olanlar da vardır.

20 Ocak Katliamı, Ruslarca yapılmıştır ve SSCB kayıtlarına göre sadece 32 kişidir ve 32 kişinin 26’sı Azeri Türküdür. Azerbaycan kayıtlarına göre ise bu doğru değildir,  137 kişidir ancak 137 kişinin hepsi Azeri Türkü değildir.

Bu bağlamda; yazının çok yerinde kullanılan “Azeri Halkı” ya da “Azeri” kelimeleri ile vurgulamak isteriz ki Azerbaycan Ulusu’nun tümü tanımlanmaktadır. En kolay kaynak olarak başvurulabilecek Wikipedia’da da “Azeri” maddesindeki tanımlama; Azeriler, Azərbaycan Türkləri ve Azərbaycanlılar şeklindedir ve yukarıda vurgulandığı üzere bir ulusu tanımlamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti de içinde farklı etnik grupları barındırır ve bunların toplamına verilen ad; “Türk Halkı” ya da “Türk Milleti”dir. Azerbaycan’ı çok kez ziyaret ettim ve halkına da son derece saygı duymaktayım ve yazımdaki kelimeler özenle seçilmiştir. 


..