21 Ocak 2017 Cumartesi

ASALA Terör Örgütü’nün Kuruluşu, Faaliyetleri, Finansal Kaynakları ve İşbirliği Yaptığı Örgütler, BÖLÜM 5


ASALA Terör Örgütü’nün Kuruluşu, Faaliyetleri, Finansal Kaynakları ve İşbirliği Yaptığı Örgütler, BÖLÜM 5



ASALA’ya Türkiye’nin Gizli Eylemler Yaptığı İddiaları
Esenboğa Havaalanına Ermeni teröristlerce düzenlenen 7 Ağustos 1982’deki kanlı baskından üç hafta sonra, 27 Ağustos 1982’de Türkiye’nin Kanada Askeri Ataşesi Kıdemli Hava Kurmay Albay Atilla Altı kat, JCAG militanlarınca hunharca katledilince, Günaydın gazetesi ilk defa vurucu Türk timlerinin Ermeni teröristlere karşı eylem emri aldıklarını açıklar (Ağustos 1982). Daha da önemlisi Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren önemli gelişmelerin işaretini veren şu açıklamayı yapar: “…Türk Hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti’ne açılmış bir savaş olarak gördüğü bu cinayetleri sona erdirmek için gerekli bütün önlemleri almakta kararlıdır. Bu bağlamda, gücümüzü gerekli gördüğümüz yerlerde ve gereken zamanlarda kullanmamız doğal karşılanmalıdır…”  “Bunca kanın hesabı tarihe miras bırakılmayacak” . Evren’in bu demeçlerini resmi ağızlardan yapılan Ermeni terör örgütlerine yönelik “Türk diplomatlarını katleden teröristlerin, bundan böyle dünyanın hiçbir ülkesinde güven içinde olamayacakları” açıklamaları izler. Bu açıklamaları izleyen günlerde Paris bir dizi bombalama eylemleri ile sarsılır. Bir hafta içinde Ermenilere ait üç yer bombalanır. Paris’in merkezinde, Champs Elysees civarındaki St. John Ermeni kilisesine konulan dördüncü bomba patlamasından yalnızca dört dakika önce, bomba imha ekiplerince zararsız hale getirilir. Marsilya’da, 1915 Ermeni katliamı anısına yaptırılan ve açılısını, Marsilya Belediye Başkanı’nın yaptığı anıt, töreninin üzerinden 10 saat bile geçmeden havaya uçurulur. ASALA’dan ayrılarak Monte Melkonyan ile birlikte ASALA-RM’yi kuran Ara Toranyan’ın arabası bombalanır, Toranyan şans eseri yaralı olarak kurtulur. Bu gelişmeleri, Belçika, Yunanistan ve İsviçre’de bazı ASALA militanlarının kendi aralarındaki iç çatışmalarda vurularak öldürüldükleri haberleri izler. Avrupa ülkelerinde anlatılan olaylar yaşanırken, yine Günaydın gazetesinde; beş kişilik bir vurucu timin Türkiye’den Lübnan’a gönderildiği haberi yayınlanır. Bu haberin arkasından, Ermeni terör örgütü arasındaki iç çatışma her nedense Lübnan’a sıçrar ve çok sayıda ASALA militanının bu çatışmalarda öldüğü haberi yabancı başında yer alır. Ancak Türkiye hiçbir zaman ASALA’ya karşı mücadeleyi resmen üstlenmez. Hatta 27 Temmuz 1983’de BBC Televizyonu News Night (Gece Haberleri) programına konuk olan devrin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen, “Türk gizli servisinin, Batı Avrupa ülkelerine gönderdiği timlerle teröristleri tesirsiz kılmak için eylem yaptığı doğru mu?” sorusuna “Hayır, biz resmi terörü reddediyoruz ve bu tür eyleme başvurmuş değiliz” cevabını verir. Ancak bu açıklamanın üzerinden çok uzun bir zaman geçmeden, daha önce yaralı kurtulan Ara Toranyan’ın (ASALA-RM) yine bir iç çatışmada öldürüldüğü basında yer alır. Olayların gelişimine göre gizli bir el Ermeni terörüne bulaşmış, militanları izlemekte ve teker teker yok etmektedir. ASALA militanları artık hiçbir ülkede güven içinde değillerdir. Son olarak ASALA lideri Agopyan da Atina’da bir trende öldürülmüştür (28 Nisan 1988). Atina’da trende bulunan cesedin ardından artık Agopyan’ın adı da hiçbir eylemde duyulmamıştır . Günümüz Türkiye’sinde ASALA’ya yönelik operasyonların başarı derecesi yaygın bir biçimde tartışılmaktadır. Hatta, bu eylemlerin gerçekleştiricilerinin Susurluk Kazası sonrasında çete olduğu iddia edilen Abdullah Çatlı ve arkadaşları olduğu yaygın bir kanaat haline gelmiştir.
ASALA’ya yönelik düzenlenen operasyonlarla ilgili olarak Can Dündar tarafından 3 Kasım 1999 yılında yazılan Çatlı değil MİT çökertti başlıklı, bazı kısımları aşağıda sunulan köşe yazısı yukarıda da değinilen bazı noktalara ışık tutar niteliktedir: Oral Çelik, TBMM Susurluk Komisyonu’nda verdiği ifadede; “ASALA’yı biz ortadan kaldırdık. Çatlı liderimizdi. 4 kişiydik. 5’inci ben vardım’ diyen, hangi makamsa gelsin, desin ki, ‘Ben de vardım’” demiştir. Bu meydan okuma karşısında, ASALA operasyonunun gerçek mimarları isyan etmiş, yeminlerine sadık kalarak yıllardır suskun
kalanlar, ilk kez bazı dosyaların kapağını açma ihtiyacı duymuşlardır .
ASALA, kanlı eylemlerini yoğunlaştırıp, 15 Temmuz 1983’de Orly katliamıyla Türk vatandaşlarının yanı sıra diğer ülke vatandaşlarını da katledince kendi ölüm fermanını da imzalamış ve hem kendi içinde bölünme yasayarak, hem de üzerindeki Avrupalı koruma kalkanının kaldırılmasıyla yok olma sürecine girmiştir. Bu süreç yaşanırken T.C. devletinin katkısının ne olduğu hep tartışma konusu yapılmıştır. Kamuoyu açısından bakıldığında, ASALA ile mücadelede sadece Abdullah Çatlı ve arkadaşlarının görev aldığı izlenimi hakim bulunmaktadır. Devletin bu arada neler yaptığı isin daha az bilinen bir boyutunu oluşturmaktadır. Bazı kaynaklara göre, devletin zirvesinde bu konu ilk kez 12 Eylül 1980 öncesi bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında gündeme getirilmiştir. Bazı Devlet yetkilileri, hızla tırmanan ASALA terörü karşısında öfkeyle Biz de onları öldürelim deyince, bu öneriye dönemin MİT Müsteşarı Korg. Hamza Gürgüç karşı çıkmıştır .
Hamza Gürgüç, MİT’in yurtdışında silah kullanmasının mümkün olmadığını, böyle bir eğitimi de bulunmadığını belirtip “Böyle bir şey devlet olmaya yakışmaz. Üstelik diplomatlarımıza yapılan suikastları da artırabilir” demiş ve “Öldür emrini verecek makamlar, bu makam ne olursa olsun günün birinde açıklanacaklardır” uyarısında bulunmuştur. Ancak 12 Eylül’den sonra ASALA kaynaklı saldırılar artarak devam edince devlet bir şeyler yapmaya karar vermiş ve korkunç bir ASALA eylemi sayesinde beklediği fırsatı yakalamıştır. Kanlı Esenboğa katliamında sağ olarak ele geçirilen Levon Ekmekçiyan, Devlet Başkanı Kenan Evren’in damadı ve Köşk’ün güvenlik danışmanı olan istihbaratçı Erkan Gürvit tarafından sorgulanmış, Ekmekçiyan, hayatı karşılığı bazı isimler ve adresler vermeye ikna edilmiştir. Bu dönemde, Korg. Hamza Gürgüç’ten farklı bakış açısına sahip MİT Kontrespiyonaj Dairesinden emekli olmuş olan Hiram Abas Ankara’ya gelmiş ve
ASALA’nın temizlenmesi amacıyla yurtdışında eylemler düzenlenmesi için yapılacak operasyonlarda gönüllü olmuştur. Yapılan planlamaya göre, operasyonları Köşk finanse edecek, ancak Hiram Abas Köşk’ün kadrosunda görünmeyecekti. Dış temsilciler lojistik konusunda destek olacaktı. Hiram Abas’ın ekibi 5 kişiden oluşmaktaydı. Bazıları asker kökenli olan ekibin üyeleri iyi lisan biliyor ve çok iyi silah kullanıyorlardı. Hazır olduklarında kendilerine yakalandıkları takdirde birbirleriyle ve devletle herhangi bir ilişkiyi asla kabul etmeyeceklerine dair bir belge imzalatıldı. İşlerin ters gitme olasılığına karşılık olarak, tim mensuplarının sol koltuk altlarına bir ameliyatla üç küçük siyanür içeren hap yerleştirildi. Kriz anında ameliyatlı yer, tırnakla açılacak ve haplar alınıp intihar
edilecekti. Yemin böyleydi. Ekmekçiyan tarafından Erkan Gürvit’e isimleri verilen şahıslar, Lübnan’da yasamaktaydı. O dönemde, İsrail, Lübnan’ı işgal etmiş ve FKÖ Gerillalarıyla birlikte ASALA militanlarının üslerine de baskınlar düzenlemişti. Ayrıca, MOSSAD, bir jest yaparak MİT’i bu baskınlara davet etmişti. 5 kişilik tim vakit kaybetmeksizin Bekaa’ya geçmiş, bazı belgelere ulaşmış ve Ekmekçiyan tarafından isimleri verilen kişiler, belirli adreslere çekilerek imha edilmişti.
ORLY baskınının ardından başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa ülkeleri ASALA’yı korumacı tavrını terk edince, Avrupa Türk istihbaratçılar için rahat operasyon yapılabilir bir alan haline dönüşmüştü Avrupa’ya geçen timler, Paris ve Atina’da çok önemli faaliyetlere imza atmışlardır. Bunlardan bazıları; Hiram Abas’ın St. Jeanne de Chantal Ermeni Kilisesinin avlusuna bırakıp patlamaya 15 dakika kala bizzat ihbar ettiği bombalar, Paris’te Pont de L’alama köprüsünün sahanlığında çapraz ateşe tutularak öldürülen ASALA militanı, timin bir hatası sonucu Pire-Atina seferini yapan banliyö treninin bir vagonunda, kovaladıkları hedefle teke tek kalan ve kanlı bir boğuşa giren “Yakup Cemil” kod adlı tim üyesi .
Can Dündar’ın yukarıda verdiği bilgilere ek olarak, Ercan Çitlioğlu’nun ASALA’ya yönelik olarak gerçekleştirilen operasyonlarla ve konuyla ilgili olarak T.C. Devleti’nin izlediği politikalarla ilgili verdiği bilgiler ve değerlendirmeler de oldukça önem arz etmektedir: “ASALA’nın ortadan kaldırılma sürecinde, devletin ciddi rolü olmuştur. Elbette bu tür operasyonlar hiçbir şekilde kamuoyuyla
paylaşılacak operasyonlar değildir. Ama mesela Iraklı Türkmenler bu operasyonlarda yer almışlardır. Çünkü onlar bir başka ülkenin yurttaşları, Türkmen kardeşlerimiz Irak vatandaşı. Dolayısıyla onların bir eylemde aktif rol almaları ve yakalanmaları halinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bu isin içinde devlet olarak olduğunu kanıtlayacak hiçbir şey yoktur. Türkmen kardeşlerimiz bu operasyonlarda kullanılmışlardır ve görevlerinde başarılı da olmuşlardır.”
Özetle, bu operasyonların ardından ASALA etkinliğini geniş ölçüde yitirmiş, bir takım söylentiler dışında bu operasyonlarla Türk Gizli Servisi arasında doğrudan bir ilişkinin kanıtları ortaya konamamıştır. Yalnızca bu durum bile önemli bir başarı göstergesidir. ASALA’nın eylemlerine karşılık olarak T.C. Devleti’nin izlediği politikalar ve aldığı önlemlerle ilgili bir soruya karşılık olarak E. Çitlioğlu Londra Büyükelçiliği’nde Basın Müşaviri olarak görev yaptığı sırada Türkiye’nin Londra Turizm Ofisine 1979’da yapılan bombalı saldırı sonrasında basına açıklama yaparken karşılaştığı bir olayı şu şekilde aktarmaktadır :
” Ben BBC ve ITN gibi televizyonların kameralarıyla orada karşı karşıya kaldım. BBC muhabirinin bana sorduğu ilk soru şuydu: “1915’te Osmanlılar tarafından veya Türkler tarafından Ermenilere
uygulanan soykırım konusunda ne düşünüyorsunuz?” Ben Ermeni soykırımı konusunu ilk defa bombalanmış ve paramparça olmuş Türk turizm ofisinin önünde bir İngiliz televizyon muhabirinin ağzından duydum. Düşününüz ki; ben bir devlet görevlisiyim, Londra gibi önemli bir merkezde basın müşaviriyim ve elçiliğin sözcülüğünü ifaediyorum. Ermeni soykırımı konusunda en ufak bir bilgim yok, bu göreve gidene kadar da böyle bir eğitimden geçirilip, ‘böyle bir iddia, böyle sorun vardır Türkiye’nin karşısında, dolayısıyla sizin de buna karşı aksi yönde tezler ileri sürüp karşı bir tez oluşturmanız gerekir’ tarzında hiç kimseden bir tek kelime dahi duymadan atandım Londra’ya. Bu sadece benim başıma gelen ya da benim yasadığım bir olay değildir. O dönemde yurtdışına tayin olan hem Dışişleri Bakanlığı mensupları hem Başbakanlık ve diğer Bakanlık mensupları bu konuda en ufak bir eğitimden geçmeden gitmişlerdi. Yani bunu şunu açıklamak için söylüyorum. 1978 yılına gelinceye kadar Türkiye’nin bu konuda antitez üretmeye yönelik bir politikası yoktu. Zamanla ASALA terör eylemleri tırmanmaya başladı. Onun üzerine Devlet bir çalışma yapma, belgelere girip, arşivlere girip antitezler oluşturma veya antitez demeyelim de gerçekleri gün ışığına çıkarma tarzında bir yöntemi izlemeye karar verdi. Bu olayların başlangıcından herhalde bir 50-60 yıl sonra yaptı bunu ve bu maalesef Ermenilere kendi tezlerinin dünya kamuoyunda yerleşmesi ve yaygınlaşması için çok büyük bir zaman kazandırdı. Bizim olayı geriden takip etmemizin temel nedenlerinden bir tanesi budur. Burada hemen şunu da eklemek istiyorum, bu olaydan veya olaylardan sonra acaba bize Ankara’dan ‘bu konuda şunları söyleyebilirsiniz veya şu kaynaklara başvurabilirsiniz’ tarzında bir talimat geldi mi diye merak ederseniz, hayır gelmedi. Ben bana sorulan bu soruyu yanıtlayamamanın acısını içinde hissettiğim için kişisel imkânlarımla bu konuyu araştırmayı tercih ettim. Ve 20-25 yıldır da hâlâ bu konuyu araştırmaya ediyorum. Ama arzu ederdim ki böyle bir olaydan sonra bu konuyu araştırma ihtiyacı hissetmeyeyim de devlet beni bu göreve gerekli tüm donanıma sahip kılarak göndermiş olsaydı. Çok kıymetli zaman yitirmemiş olurdu . ”
ASALA Terörüne Türk Kamuoyunun Tepkileri
Vartan
1973 yılından itibaren yabancı ülkelerde görev yapan Türk diplomatlarına yönelik silahlı, bombalı saldırılar düzenlenmiş ve 34 vatandaşımızı katleden Ermeni teröristlerin büyük çoğunluğu da yakalanamamıştır. Yakalananlar ise çok az bir cezaya çarptırılarak serbest bırakılmışlardır. Tüm bu cinayetler ve cinayetlerin faillerinin cezasız kalması Türk kamuoyunda tepkilere neden olmuş ve zaman zaman infiallere neden olmuştur.
Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’in 1973 yılında öldürülmesi sonrasında, Hükümet terör olayları zincirinin ilk halkası olan bu olayı şiddetle kınamış ve ABD’ye protesto notası vermiştir. Dışişleri Bakanı Ümit Haluk Bayülken’in tabiri ile “bu ilk menfur saldırı” nefretle karşılandı (Hürriyet,29 Ocak 1973). Türk basınında ise farklı yorumlar yer almıştır: İsmail Cem olayı “talihsiz bir oyun” olarak değerlendiriyor, Burhan Felek Cumhurbaşkanını dahi korumaktan aciz ABD’nin Türk hariciyecileri nasıl koruyabileceğini sorguluyor ve Abdi İpekçi ise “Türk basını kendi kendini denetledi. ABD’ deki Ermeni oyunlarından bahsetmedi. Halbuki yıllardır bir senaryo oynanıyor. Buna rağmen kin ve intikam dolu yayınlar sürdürülüyor. Neticede iki masum öldürüldü” diyordu . 22 Ekim 1975 tarihinde Viyana Büyükelçisi Danis Tunalıgil’in öldürülmesi sonrasında, olay Türkiye’de şaşkınlıkla karşılanmış ve dönemin Başbakanı tarafından “gereği yapılacaktır”, ana muhalefet partisi lideri tarafından ise “tedhişçiler iğrenç hareketleriyle kendi amaçlarına zarar vermiştir” seklinde açıklamalarda bulunulmuş , basın ise katillerin kimliğini sorgulamakla meşgul olmuştur. Tepkilere bakıldığında bir Ermeni terör silsilesi ile karşı karşıya olduğumuzu kimse idrak edememiştir. Milliyet gazetesi ise “Tunagil’in öldürülmesini protesto eden İstanbul üniversitesi öğrenciler Vatan caddesinden üniversite rektörlüğüne kadar yürürdü. 1500 gencin katıldığı mitingde atılan sloganlardan bazıları ‘Türklük öldürülüyor’ ve Kahrolsun Palikarya’”olmuştur (Milliyet, 25 Ekim 1975). 24 Ekim 1975 günü Paris Büyükelçimiz İsmail Erez ile şoförü Talip Yener öldürülmüş ve sonrasında Hükümet tarafından yukarıdakine benzer açıklamalar yapılmıştır (Milliyet, 26 Ekim 1975). Bununla birlikte, basının sesini daha fazla yükseltmeye başladığı, olayı sorgulamaya başladığı görülmektedir. Bu arada, Türk halkının belirli bir kesiminde şiddetle karışık tepkiler oluşmaya başlamıştır. Bir Ermeni vatandaşımızın evinin Elazığ’da kundaklanması, bazı batılı ülkelerin protesto edilmesi ve Hükümetin gerekli tedbirleri alması için sert bir şekilde uyarılması bu tepkilere örnek olarak gösterilebilir. Bu olaylar karşısında İpekçi Milliyette ki köşesinde “bunların amacı Türkleri gazaba getirip Dünya’ya barbar diye yutturmak. Oyuna gelmeyelim. Onları kendi iğrençlikleri ile baş başa bırakalım” (Milliyet, 26 Ekim 1975) diyerek tansiyonu düşürmeye çalışmaktadır. 16 Şubat 1976’da Beyrut’ta Başkatip Oktar Cirit’in öldürülmesi haberi Türkiye’yi sarstı. Olay sırasında Olso gezisinde bulunan Dışişleri Bakanı Çağlayangil “cinayeti şiddetle pretosto etti”(Cumhuriyet, 2 Şubat 1976). 9 Haziran 1977’de Vatikan Büyükelçisi Taha Carım’ın öldürülmesi sonrasında hükümet benzer tavrını sürdürmüş ve rutin açıklamalarını yapmıştır. Öte yandan, yazılı basın Hükümete nazaran daha keskin bir tonla olayları kınarken, daha çok terör olaylarının nedenlerini araştırmakla meşgul olmuştur. Genel olarak bakıldığında, Hükümet tarafından Ermeni terörü karşısında pasif olarak nitelendirilebilecek tavrın 1980’lere kadar belirli bir çizgide sürdürüldüğü, aktif bir politika izlenerek Ermeni terörü ile mücadele edilmeye başlandığı görülmektedir.
Ermeni terörünün ülkemizdeki yaralayıcı etkilerine karşılık olarak diğer ülkelerde de Türkiye’nin aleyhine olan sonuçları olmuştur. Bunlardan en önemlisi, daha önce de belirtildiği gibi, Ermeni meselesinin diğer ülkeler nezdinde gündeme gelmesi ve gündemde tutulmasıdır. Zira Hürriyet Gazetesi’ne Ermeni teröristleri uluslar arası gizli güçler besliyordu. Bunlar arasında fanatik zengin Ermeniler, Rum Senatörler, papazlar ve Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen kuvvetler vardı. (Hürriyet, 12 Haziran 1976) Aynı gün, aynı Gazete yazarlarından Dayanalp “eğer bu asırda bu insanlar böyle düşünüyorlarsa, başta Almanlar olmak üzere her milletin birbirinden hesap sorma günü gelmiştir. Bu insanlar Türk milletinin sabrının taşacağını düşünmüyorlar mı?” demekteydi (Hürriyet, 12 Haziran 1976).
 Yabancı Yazarların Olaylara Bakışı
I. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin uygulamak zorunda kaldığı zorunlu iskan kanununun günümüzde Ermeniler ve kimi Ermeni sempatizanları tarafından “soykırım” diye lanse edilmesi, aslında önyargılı tutumun göstergesi olup, olayları saptırma amacı gütmektedir. Bu dönemde gerçekleşmiş olayların daha iyi değerlendirilmesinde, olaylara dış kaynaklar açısından bakmanın isabetli olacağını ve daha tarafsız karar vermemize olanak sağlayacağını düşünerekten bu başlıkta bu doğrultuda yapılmış araştırmalara yer verilecektir. Mr. Harbord’un olayların gidişatını anlatan aşağıdaki sözleri aslında gerçekleri en anlamlı şekilde ortaya koymaktadır:
“Türkiye hastalık ve harplerden nüfusunun %20’sini kaybetmiştir. Yerlerinden çıkarılan Ermeniler yavaş yavaş ve hiçbir korku duymadan yerlerine dönüyorlar. Bütün seyahatimiz boyunca
Türklerin Ermenileri öldürmek istediklerine dair bir işaret görmedik… Üç ay önce Ermenilerin tek bir adam kalmayıncaya kadar kesildiğini duymuştuk, halbuki duyduklarımızın hiçbiri doğru değildi. Zaten ben bu katliam söylentilerini her zaman şüpheyle karşılamıştım. Fransızlar Türkleri mandaları altına almak istiyorlardı, bunun için de dünyanın şüphesini Türklerin üstüne
çekmek gerekirdi….
Bu doğrultuda J.Mc.Carthy de “Ölüm ve Sürgün” adlı eserinin Önsöz’ünde, Osmanlı’nın tarihi ile ilgilendiği zaman, XX.yy’ın sonu, XX.yy’ın başlarındaki olaylarda Osmanlı’nın Müslüman nüfusunun dörtte birinin hayatlarını kaybettiklerini öğrendiğinde bu durum karşısında şaşkına döndüğünü itiraf etmiştir . Diğer taraftan olayların içinde olan ve gelişmeleri bizzat kendileri izleyen yabancı subayların anılarından malum oluyor ki, bu dönemle ilgili katliam ve soykırım iddiaları basitçe uydurulmuş ve maksatlı amaç gütmüştür. Fransız gazeteci Michel Paillares, görgü tanığı bir Fransız deniz subayının anlattıklarını şöyle aktarmaktadır: “Eşkıya hikayeleriyle bizi aldattılar. Aslında Hıristiyan katliamı diye bir şey olmamıştı. Sadece hıyanet edenlerin idamı vuku bulmuştur. İçeride Ermeniler memleketi Ruslara teslim ettiler. Bu ıslah olmaz bozgunculara karşı kendilerini savunmak için Türkler köklü tedbirler aldılar. Pek çok mürekkep lakin az kan akıtmış olan mecburi göçler bundan dolayı yapılmıştır. Savaş esnasında düşman ile karşı karşıya iken sırtımıza hançer saplamak isteyen alçaklara karşı merhametsizce hareket etmek tamamen haklı bir davranıştır.”

Halkımız böyle kırılmıştı
George de Maleville’nin, olaylarla ilgili “Ermeni Trajedisi” adlı kitabında yapmış olduğu, kendine özgü aşağıdaki yorumu da o dönemin gerçeklerine çok anlamlı ışık tutmaktadır:
“…Ermenilerin yerlerini almak üzere ortadan kaldırmak amacına yönelik sözde bir gizli plan masalı temelsiz olduğu kadar da değersizdir. 1917’de Yunanistan, Türkiye’ye karşı savaşa girdiğinde
buna benzer bir olay olmadı ve Osmanlılar, Küçük Asya’da çok olan ve onlarla ilgili olarak acılı anılara sahip bulundukları Yunanlıları sürmeyi akıllarından bile geçirmediler. Neden? Çünkü Osmanlı Yunanlıları sakin kaldılar. Dolayısıyla, Ekim 1918 ateşkesine kadar başlarına kötü bir şey gelmedi. Şayet Ermeniler de öyle yapsalardı sürgün de, sürgünle birlikte görülen öldürme olayları da olmazdı” .
Aslında biliyoruz ki, zorunlu iskan zamanı (1915) Ermenilerin önemli çoğunluğu kıtlık yüzünden hayatlarını kaybetmiştir. Yalnız, bu kötü kader sadece onlara ait olmamıştır. O dönemde açlıktan ölen Türk sivil ve askerlerin sayısı Ermenilerden çok daha fazla olmuştur. Bu kıtlık ve sefalet dönemini bizzat yaşamış Bavyeralı Alman Binbaşı Schmid, Vossiche Zeitung gazetesine gönderdiği
mektubunda yaşananları şöyle dile getirmiştir: “Ben harp esnasında iki buçuk sene Türkiye’de idim. Kafkasya, Mezopotamya, İran ve Filistin cephelerinde bulundum. Ermeniler, Türklerin asi tebaaları idiler. Askeri ve siyasi sebeplerden onların harp mıntıkalarından uzaklaştırılmaları zaruri idi. Türkiye gibi hiçbir şeyin bulunmadığı bir memlekette bir kütle sürgünü sırasında birçok insanın ölmesi açık bir şeydir… Fırat bölgesinde ayda ne kadar Türk askerinin açlıktan öldüğü düşünülüyor mu? Ayda yüzlerce, hem de 1917 yılında” . I Dünya savaşında Osmanlı Devletinin Ermenilerden çektikleri yabancı ülke yetkilileri tarafından sık sık dile getirilmiştir. 19 Aralık 1915 tarihinde Alman “Deutche Tage Zeitung” gazetesinde Kont Reventlow konu ile ilgili şunları yazmıştı:
“Türkiye’nin, Ermenileri cezalandırmak için aldığı önlemler yalnız bir hak gibi değil, fakat bu asi ve kana susamış insanları yola getirme konusunda yerine getirilmesi gerekli bir görev olarak kabul
edilmelidir. Gâsıp ve isyankar olan Ermenilerin layık oldukları son karşısında merhamet hissi duymak zamanının çoktan geçmiş olduğunu biz Almanların anlaması gerek. Eğer, Türkler Ermeni
tehlikesine karşı kendilerini koruyamazlarsa, müttefiklerine daha ağır bir iş yüklemiş olacaklardır” .
Kont Reventlow’un bu söyledikleri Osmanlı Devleti’nin bu dönemde önlemler alma doğrultusundaki zorunluluğunu ortaya koyduğu gibi, Ermenileri de en iyi şekilde tanımlamıştır.
ABD’deki Alman Büyükelçisi Kont Bernstorff ise Ermeni komitecilerin Batı kamuoyuna empoze etmeğe çalıştığı soykırım iddiaları ile ilgili, Rene Pinon’un notlarına atfen, Washington’da Wolff Ajansına vermiş olduğu demeçte şöyle demiştir:
“Ermenilere yapıldığı iddia edilen bütün bu mezalim hikayeleri tamamen uydurulmuş şeylerdir. Ermenilerin öldürüldüğü veya onlara işkence yapıldığı hakkındaki haberler baştan aşağı asılsızdır”.
Savaş döneminde İstanbul’da görev yapan Avusturya-Macaristan Askeri Ataşesi Joseph Pomiankowski de savaş dönemindeki durumu şu şekilde yorumlamıştır: “Hükümetin tüm uyarılarına rağmen Ermeniler gene de Türkiye aleyhine hasmane davranışlarda bulunmaktan ve hatta Türk birliklerine saldırmaktan hiç çekinmiyorlardı. Harbin başlamasından hemen sonra, Ermeni asıllı pek çok asker ile subay, başlarında bir Ermeni mebusu ile sınırı geçtiler. Bunlar, sonra Ermeni gönüllü teşkilatına girdiler. Teşkil edilen bu birlikler, Rus cephesindeki sınırdan geçerek Müslüman halkın oturduğu Türk topraklarını kasıp kavurdular. Türk Hükümeti ve ordu kumandanlığı Ermeni halkının büyük bir isyan çıkaracağından endişe ediyordu. Gerçekten de böyle bir hadise, Rusların yardımı ile Ermenilerin Türk birliklerine saldırıya geçtikleri ve bu mücadelelerini aylarca sürdürdükleri Van’da ortaya çıktı” . Aslında bu dönemde Anadolu’da yaşananlara bakılırsa, gerçekten bir soykırımın gerçekleştirildiğini, ama bunun Türkler tarafından Ermenilere değil, Ermeniler tarafından Türklere uygulandığını söyleyebiliriz. Mc. Carthy’nin bununla ilgili görüşleri aslında her şeyi ortaya koymaktadır. “… I Dünya Savaşı sırasında doğuda Ermenilerin Müslümanlara karşı giriştiği saldırıların odaklanışı, göç ettirmeye zorlamak amacına değil, öldürmenin kendisi idi (bir miktar kişi öldürüp çoğunluğu dehşete düşürerek göç etmeğe zorlamak amacı güdülmüyordu, olabildiğince çok Müslüman öldürülmesi doğrudan doğruya amaç idi)…”
Bütün bunlara rağmen, bazı Batılı yetkililerin, Türk milletini Batı kamuoyunun gözünde lekeleme görevine soyunmasını doğrusu içte kalan, gerçekleşememiş planların hazmedilemeyip dışa vurulması gibi algılamak mümkündür. ABD Büyükelçisi Morghentau, “Büyükelçi Morghentau’nun Öyküsü” adıyla yayınladığı kitabında bu konuda özellikle büyük çaba sarf etmiştir. Büyükelçinin, bu hayal ürünü öyküsüne en iyi cevap, yine Amerikalı bir gazeteci olan Schreiner tarafından Morghentau’ya gönderilmiş mektupta yer alan şu cümlelerle verilmiştir: “… Doğruyu söylemem gerekirse Türklere mal ettiğiniz acımasızca davranışlara siz pek tanık olmadınız. Bunun yanı sıra ayaklanmanın olduğu yörelerde yaşayan Ermenilerin sayısından çok Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia ettiniz… Acaba bütün hükümetlerin kendilerine karşı ayaklanmaları bastırma hakkına sahip oldukları hiç aklınıza gelmedi mi? Bana öyle geliyor ki, Büyük Britanya bile bu hakkını Cumhuriyetimiz kurucularına (ABD’ye) karşı kullanmaktan geri kalmadı… Ancak biz Batılılar kendimizi melek saymamız halinde Türkleri toptan silebiliriz. Türklerin dünyada nesli tükenmiş son
birkaç centilmen ulustan biri olduğu hususunda sizin de benimle aynı fikirde olduğunuzdan eminim…”
Büyükelçi Morghentau’nun Türklere karşı önyargılı tavrını Georges Maleville’de şu ifadelerle dile getirmiştir: “…Peşinen Ermeni davasının yandaşı olan ve kendisini Türklerin arasında
‘Ermeni dostu’ sayan bu garip elçi, Türklere en küçük bir sempati duymuyor, onları ‘tembel ve geri zekalı’ görüyordu…”
Günümüzde sözde Ermeni soykırımı sorununu ikide bir gündeme alıp adeta politika malzemesi haline getiren Batılı ülkeler her ne sebeptense, kendi arşivlerini bile incelemekten kaçınmaktadırlar. Aslında bu zahmete katlanabilmeleri durumunda gerçeklerin ortaya çıkması işten bile değil. Mr. Kitston’un Sir E. Crowe’a göndermiş olduğu 28 Kasım 1919 tarihli belge
arşivlerdeki belgelerden sadece bir tanesidir:
“…Ermenilerin Müslüman komşularını kesmesinden hiç şüphe etmem ve Erivan’ı kontrol altında tutan Taşnak çetesine en küçük bir itimat göstermemek lazımdır. Bu Taşnaklar müthiş bir vahşetle çalışıyorlar ve talihsiz Ermenilerin hiç de yararına hareket etmiyorlar…”(Ulubelen, 1967: 215) Daha önce de belirttiğimiz gibi Ermenilerin I. Dünya savaşında Türklere karşı
tavır almalarında, Rusya’nın verdiği destek ve cesaretin büyük etkisi olmuştur. Hatta, Ermeniler bu dönemde Rusların bir nevi yerli müttefiki olmuşlardır. Buna rağmen, Ermenilerin sergilemiş oldukları tutum kimi zaman Rus yetkililerini de etkilemiştir. Paris’teki Rus Büyükelçisi İzvolski’nin Başbakan ve Dışişleri Bakanı Shturmer’e gönderdiği 24 Ekim 1916 tarihli telgrafta bu durum açıkça gözükmektedir: “Ermeniler, ihtilalci komitelerin kararlarına uyarak, yurdun birçok yerlerinde devlet kuvvetleri ve ordu birlikleri aleyhine saldırıya geçip Hükümet memurlarını ve Müslüman halkı katlettiler. Bu saldırılar bazı yerlerde gerçek birer isyan halini aldı. Ermeni ayaklanmasının ortaya çıkardığı büyük tehlike üzerine Hükümet bütün Ermenileri askeri bölgelerden uzaklaştırmak zorunda kalmıştır. Bu hareket esnasında bazı yakışıksız davranışlar olmuşsa da bundan zarar gören Ermenilerin haklarını kanun yoluyla korumak ve suçluları bulup cezalandırmak üzere derhal komisyonlar gönderilmiştir.”
Ancak ne yazık ki, Hükümetin, oluşturduğu bu komisyonlara katılma teklifinde bulunduğu, kimi Avrupa ülkeleri ( Hollanda, Danimarka, İspanya, İsveç ) her defasında bu teklifi her ne sebeptense reddetmişlerdir . Ancak, hükümetin cesaretle olayların üzerine gidişi, bu olaylarda her hangi bir sorumluluğunun olmadığının göstermiştir. Bu durum gösteriyor ki, Osmanlı Hükümeti, I. Dünya Savaşı zamanı, Ermeni nüfus tarafından maruz kaldığı ihanet sonucu 1915’te zorunlu iskan uygulamasına gitmek zorunda kalmış ve bu zorunlu iskanda Ermenilere hiçbir “soykırım” uygulamadığı gibi, güvenlikleri için de elindeki tüm imkanları kullanmıştır. Ermeni sorununda tartışılan konulardan biri de zorunlu iskan döneminde (1915) ölen Ermenilerin sayıları ile ilgili iddialardır. Bilindiği gibi, Ermeniler tarafından bu rakamlar 1.500.000–2.000.000 olarak lanse edilmektedir. İngiliz Yıllığından verilen örnekte Doğu Anadolu’daki Ermeni nüfusunun 480.000 olduğunu söylemiştik. Şimdi, sorulması gereken, madem zorunlu iskan kanununun uygulandığı Doğu bölgesindeki Ermeni nüfusu 480.000 ise, o zaman, göçürülenlerin çoğunun savaş sonrası geri dönüşünün de sağlanmış olduğu dikkate alınırsa, ölenlerin sayısını 1.500.000– 2.000.000 olarak lanse etmek hangi mantığa uymaktadır? Aslında, bu rakamın Ermeniler tarafından katledilen Türklerin sayısına daha yakın olduğu söylenebilir. Mc Carthy’ye göre, bu dönemde Anadolu’da ölen Ermenilerin sayı 600.000, Ermeniler tarafından öldürülen Türklerin sayı ise 3.000.000’a yakındır (Hürriyet,21.03.2001).
Ermeni Diasporasının1 Faaliyetleri
6f3932db23f6939e222eb57977011da8
Amerikalı emekli bölge savcısı ve yazar Samuel A. Weems Ermenilerin ABD Kongresi üyelerini etkileyebilmek için bir kampanyalarında 14 milyon dolar sarf ettiklerini yazmaktadır . Bir diğer kaynak, Ararat filminin maliyetinin 15 milyon dolardan fazla olduğunu belirtmektedir. Bunlara Ermeni Soykırım Endüstrisi’nin ürettiği kitaplar, makaleler, romanlar, şiirler, piyesler, filmler, sergiler ve çeşitli toplantılar da eklendiğinde ve bu tür faaliyetlerin sadece ABD’de değil Fransa, Kanada, Avustralya ve Lübnan başta
olmak üzere diğer bazı ülkelerde de yapıldığı düşünüldüğünde, harcanan rakamın yılda en az 100 milyon dolar olacağı sonucuna varılmaktadır .
Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun siyasi faaliyetlerinin esas amacı soykırım iddiasını bazı ülkelerin yerel veya milli meclislerine kabul ettirmek üzerine inşa edilmiştir. Ermeniler, yoğun olarak bulundukları ülkelerde oy silahını kullanarak siyasi nüfuz sahibi olmuşlar, bunu soykırım iddialarını o ülkelere kabul ettirmek ve bu ülkelerin Ermenistan’a yardım yapması için kullanmışlardır. Örneğin, Ermenistan, Rusya ile gayet yakın ilişkiler yürütmesine ve Güney Kafkaslarda Rus çıkarlarının korunmasına hizmet etmesine rağmen ABD’den, büyük yardım sağlamış bulunmaktadır. Ermenilerin bulundukları ülkelerde, Türkiye lehine olabilecek her türlü gelişmeye karşı çıkmaları bir görev haline dönüşmüştür. Baku ve Ceyhan petrol boru hattının inşa edilmesinin engellenmeye çalışılması ve ABD tarafından Türkiye’ye tanınmak istenen bazı ticari kolaylıklarına itiraz edilmesi bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
1982’den günümüze kadar olan dönemde Ermenilerin çeşitli ülkelerin parlamentolarına taşımakta başarılı oldukları kararlar aşağıda sunulmuştur. Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin yabancı parlamentolar uygulamaları iki ayrı nitelikte olabilmektedir: Politik değerlendirme ve beyanlar, yasal düzenlemeler. Hukuksal açıdan bir bağlayıcılığı olmadığından, Türkiye’nin yabancı devlet parlamentolarının kararına uymasına gerek bulunmamakla birlikte, söz konusu kararların Türkiye’nin imajı açısından yaralayıcı olacağı göz ardı edilmemelidir. Çeşitli Devletlerin Parlamentolarında alınan Kararlar:
29 Nisan 1982’de Kıbrıs Rum Kesimi Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
15 Nisan 1995’de Rus Duma’sı 1915 ila 1922 yıllan arasında Ermeni halkını imha edenleri kınayan ve 24 Nisan’ı soykırım kurbanlarını anma günü olarak tanıyan bir karar kabul etmiştir.
25 Nisan 1996’da Yunanistan Parlamentosu, aldığı bir kararla, 24 Nisan tarihini Türkler tarafından Ermenilere yapılan soykırımı anma günü olarak kabul etmiştir.
26 Mart 1998’de Belçika Senatosu, Türkiye’de yasayan Ermenilerin 1915’teki soykırımı ile ilgili bir kararı kabul etmiş ve Türk Hükümetinin 1915 soykırımını tanımasını istemiştir.
28 Mayıs 1998’de Fransız Ulusal Meclisi, Fransa 1915 Ermeni soykırımını resmen tanır hükmünü içeren bir yasayı kabul etmiştir.
29 Mart 2000’de İsveç Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
11 Mayıs 2000’de Lübnan Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
16 Haziran 2000’de İtalya’da Roma Şehir Meclisi, aldığı bir kararla İtalyan Hükümetinden Ermeni halkının “soykırımını” resmen yasayla tanımasını istemiştir.
8 Kasım 2000’de Fransız Senatosu, sözde soykırım konusunda bir yasa tasarısını kabul etmiştir.
15 Kasım 2000’de Avrupa Parlamentosu, Ermeni soykırımı kararı almıştır.
16 Kasım 2000’de İtalyan Yasama Meclisi, Avrupa Parlamentosunun kararına atıfta bulunarak aynı doğrultuda bir karar almıştır.
30 Ocak 2001’de Fransız Parlamentosunun kabul ettiği sözde Ermeni soykırım yasası Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir.
13 Haziran 2002’de Kanada Senatosu sözde soykırım hakkında bir kararı kabul etmiştir.
30 Ekim 2002’de İngiltere Galler Bölgesi (Wales) Milli Meclisi, Ermeni soykırımını kınayan bir karar almıştır
23 Eylül 2003’te İsviçre’nin Vaux (Vaud) kantonu sözde Ermeni soykırımını tanımıştır.
16 Aralık 2003’te İsviçre Parlamentosu, Ermeni soykırımı iddiasını tanıyan bir karar almıştır.
18 Mart 2004’te Arjantin, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir yasa çıkarmıştır.
26 Mart 2004’te Uruguay, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir yasa çıkarmıştır.
31 Mart 2004’te Arjantin Kongresi, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
21 Nisan 2004’te Kanada Parlamentosu Temsilciler Meclisi sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
30 Kasım 2004’te Slovakya Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
05 Aralık 2004’te Hollanda Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
6 Mayıs 2005’te Arjantin Senatosu, Türkiye’yi 1915-1923 yılları arasında Ermenilere soykırım yapmakla itham eden bir karar almıştır.
12 Ekim 2006’te Fransa Meclisi Genel Kurulu, Sosyalist Parti’nin sunduğu sözde Ermeni soykırımını reddetmenin suç sayılmasını öngören yasa teklifini kabul etmiştir.
30 Ocak 2007’de sözde Ermeni soykırım iddialarının, ABD Kongresi’nin alt kanadında tanınmasını öngören tasarı, Temsilciler Meclisi’ne resmen sunulmuştur .

Yararlanılan Kaynak :

Ali Haydar Savran , Ermeni Terör Örgütleri Ve Faaliyetleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder