7 Kasım 2020 Cumartesi

Devletler Hukukuna göre Ermeni Sorunu BÖLÜM 2

Devletler Hukukuna göre Ermeni Sorunu  BÖLÜM 2


II. Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu  BÖLÜM 2 

Devletler Hukuku, Ermeni Sorunu, Osmanlı İmparatorluğu,İngiliz, Fransız, Rus,Gündüz AKTAN,


KORUNAN GRUPLAR

2. maddede zikredilen, Sözleşme ile koruna­cak grupların dörtle, yani milli, etnik, ırki ve dini gruplarla sınırlı olduğu görülüyor. Soykırım sözcüğünün mucidi Lemkin’in kendisi ‘siyasi gruplar’ın Sözleşme kapsamı dışında tutulmasını önerdi. 96(1) sayılı karardan farklı olarak hem si­yasi gruplar hem de”diğer gruplar” Sözleşme dışı tutuldu. Bu, çok önemli bir fark oluşturuyor. Zira tarihte en sık görülen ve en çok sivil ölümüne neden olan mücadeleler siyasi amaçlar güden gruplar arasında cereyan ediyor. Örneğin, Kam­boçya’da Pol Pot rejiminin yaptığı ve 2 milyona yakın sivilin hayatına mal olan katliamlar Sözleş­me’deki soykırım tanımının dışında kalıyor. Aynı şekilde Sovyetler Birliği’nde Ekim Devri-mi çerçevesindeki ölümler de soykırım sayılmı­yor. Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahke­mesi’nin birçok kararına göre, bazı istisnai fiiller hariç, Bosna-Hersek’te Sırpların etnik temizliği bile soykırım suçu dışına çıkıyor.
Siyasi grup tanımı içine, o grubun siyasetle uğraşan ya da silahlı mücadele veren unsurlarının yanında siviller de giriyor. Bu ilk bakışta ka­rışıklığa yol açıyor. Grubun siyasi grup olarak nitelenip sivillerin yok edilmesinin neden soykırım olmayacağı sorgulanıyor. Oysa bir gruba, siyasi amaçlarla yok edilmeye kalkışılması halinde, si­yasi grup deniyor. Yani iki grup arasında siyasi bir mücadele varsa, bu mücadelede bir grup diğeri aleyhine öldürme, yaralama, katliam, tehcir gibi fiiller işliyorsa, zarar gören gruba siyasi grup deniyor. Sorun bir tanımlama sorunu. Yoksa siyasi mücadelede sivil öldürme yine suç. Ancak bu suç soykırım değil.
96 (1) kararında grupların insanlığa yaptığı kültürel katkılara Sözleşme’de değinilmemesi kültürel soykırım kavramının da Sözleşme dışın­da kaldığını gösteriyor.
Sözleşme’de siyasi gruplara karşı yapılan eylemlerin ve azınlıkların kültürünün zorla yapılan asimilasyon sonucu yok edilmesinin soykı­rım suçu sayılmaması, Sözleşme’nin uygulama alanını iyice daralttı. Bu nedenle Sözleşme’nin kabul edildiği 1951’den 1992’ye kadar geçen süre içinde, birkaç fazla önemli olmayan istisna dışında uygulanamaması sert tepkilere yol açtı. Sözleşme’nin hiçbir işe yaramadığı söylendi. Buna karşılık, çoğunluğu tarihçi, sosyolog veya düşünürler, Sözleşme metnindeki soykırım tanı­mını geniş yorumlama yoluna gittiler. Araştırdıktan olaylarda önemli sayıda sivil nüfusun ölmüş olması halinde soykırım işlendiğini iddia ettiler. İkinci bir grup bilim adamıysa, Sözleşme’nin 2. maddesini genişletmek için yeni tanımlar önerdi. Her iki taraf da Sözleşme ile soykırıma karşı korunan dört grubun dışında kalan gruplara dönük katliamların zaten insanlığa karşı suç kavramı çerçevesinde korunmakta olduğunu görmezden geldiler. Zira uluslararası toplum, soykırımdan farklı olarak insanlığa karşı işlenen suçlara karşı aynı duyarlılığı göstermiyordu. Onların korunması için Nuremberg türü uluslararası mahkemeler kurmaya hazır değildi. Özetle, bu grupların barışta insan hakları hukuku, savaşta da insani hukuk ya da savaş hukuku çerçevesinde etkin koruması sağlanamıyordu. Sonuç olarak, soykırım tanımı bazı yorumcular tarafından savaş hukuku ve insan hakları konuları altında işlenen tüm ciddi suçları da kapsayacak şekilde genişletilmişti.
Bu durum Bosna-Hersek ve Rwanda’da cereyan eden olaylardan sonra kurulan iki uluslararası ceza mahkemesinin çalışmalarıyla büyük ölçüde değişti. İnsanlığa karşı suçlarla savaş suçları işleyenler cezalandırılmaya başladı. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ilişkin Roma Statüsü ise hukuktaki tüm boşlukları kapattı. İnsanlığa karşı suçların barış zamanında işlenebileceğine ilave olarak, bu suçların ve savaş suçlarının sadece devletlerarası savaşlarda değil, iç çatışmalarda da işlenebileceği kabul edildi. Roma Statüsü soykırıma ilişkin Sözleşme’nin 2.maddesini aynen alıp kendisinin 6.maddesi yaptı. Buna karşılık yeniden yazımdan geçen insanlığa karşı suçlara iliş km Roma Statüsü’nün 7.maddesiyle, eski Yugoslavya ve Rwanda için kurulan uluslararası mahkemelerin statülerindeki ilgili maddeler, Sözleşme’nin kapsamadığı diğer gruplara karşı işlenen katliam, mezalim ve tehcir vb suçlarını da içerdi.

KASIT

Suç iki kısımdan oluşuyor. Birincisi zihni veya sübjektif unsur ya da mens rea. Bu, suç fiilini işlemek niyeti, amacı ve iradesi anlamına geliyor. Diğeri suç filmin bizzat kendisi, maddi veya objektif unsur ya da actus reus. Sözleşme’nin 2.maddesinde zihni unsuru “yok etmek kastıyla” ibaresi temsil ediyor. Bu iradeyle işlenen fiiller ise (a)’dan (e)’ye kadar sayılıyor.
Sözleşme’nin en önemli özelliklerinden biri, soykırım suçunun oluşması için soykırım fiillerinin ancak dört gruptan birini yok etme iradesiyle işlenmesi gereği. Grup olarak yok etme iradesi ‘özel kasıt’ şeklinde olmak zorunda. Yani kuşkuya. meydan bırakmayacak, son derece belirgin biçimde ortaya çıkmalı.. Yok etme niyeti soykırım fiillerini işleyen veya işlenmesini sağlayanlarca açıkça beyan edilirse mesele kalmıyor. Şayet böyle açık bir sözlü ve yazılı beyan yoksa, soykırımın varlığı tartışmalı hale geliyor. Bazı hukukçular bu noktada fiillerin sonucuna bakmak gerektiğini vurgularken, bu fiiller sonucun da söz konusu gruba ilişkin ciddi sayıda ölümün vuku bulmuş olmasını yeterli sayıyorlar.
Ancak, adi suçlar için geçerli olan ‘genel kasıt’ yani filin sonucunu görüp, bu filin işlenmesinde filin sonucuna uygun bir kasıt güdüldüğü yolundaki basit yorum, soykırım filmin tanımlanması için yetersiz kalıyor. Öte yandan, soykırım yapanlar yok etme iradesini genellikle açıklamıyorlar. Soykırımı kanıtlamak için yok etme iradesine ilişkin yazılı ve sözlü açık kanıtlar bulunmaması halinde, ciddi sayıdaki ölümün dışındaki bazı unsurları da göze almak gerekiyor. Soykırım suçu çoğunlukla devletlerin ya da devlet gibi yaygın örgütlerin iradesiyle işlendiğin den, ‘özel kasıt’ şartının yerine gelmesi için suçun örgütlü bir güç tarafından işlenmiş olup olmadığına bakılıyor. Soykırım bir grup gibi çok sayıda kişinin yok edilmesi olduğundan bu örgütlü gücün çok önceden bir plan hazırlayıp hazırlamadığı önemli. Ayrıca bu örgütlü gücün planını örgütleyerek, eşgüdüm içinde, sistematik ve kit­lesel biçimde uygulaması lazım.
Örgütlenmesi, uygulanması ve sonuçları açısından Yahudi soykırımı belki istisnai bir örnek olarak diğer durumlara uygulanamayabilir. Yahudi soykırımı için “nihai çözüm” kararı, 1941 Wansee toplantısında alındı ve suç Nuremberg mahkemesinde ikrar edildi. Ancak yok etme iradesi böyle açıkça ortaya çıkmasaydı bile, Yahudilere karşı çıkarılan ayırımcı yasalar, 1938’deki ‘Kristal Gecesi’ dahil düzenlenen ‘pogrom’ türü saldırılar, Yahudileri toplum dışına çıkarıp normal insan ihtiyaçlarının karşılanamadığı gettolar da yaşamaya zorlamalar, soykırımın öncüleri olarak görülebilirdi. Kaldı ki soykırımdan en az on beş yıl önce başlamış olan militan anti-semitizm akımı çerçevesinde Hitler’in ve Nazi ideologların söz ve yazılarında Yahudileri yok etme niyeti açıklıkla ortaya konuluyordu. Sırplarda ise, 1981 yılından itibaren etnik bakımdan homojen bir vatan toprağına.sahip olma söylemi yaygındı. Nitekim etnik temizlik kavramı Sırp paramiliter liderlerden biri olan Seselj tarafından icat edilmişti.
Soykırım için gerekli yok etme iradesinin varlığını ispat için, soykırım fiillerinin uygulan masından önceki döneme bakıp, bu iradenin oluşmaya başlayıp başlamadığını araştırmak gerekiyor.
Örgüt, plan ve örgütlü uygulamanın mevcudiyeti, yok etme kastının mevcudiyetine karine sayılıyor.

SAİK (MOTİF)

Suçun amacı yanında bu amacın nedeni de hayati önemi haiz. Buna motif ya da saik deniyor. Nuremberg İlkeleri 6(c)’de tanımlanan in-sanlığa karşı suçların “sivil halklara karşı siyasi, ırki ve dini nedenlerle” işlenmesi öngörülüyordu[4]. 96 (1) sayılı kararda ise soykırımın “dini, ırki, siyasi ve diğer herhangi bir nedenle” işlenebileceği kaydediliyordu[5]. Bu haliyle soykırımın saiki insanlığa karşı suçun saikinden bile geniş tutulmuştu. Bir başka ifadeyle, bir grupla mevcut dini veya siyasi ya da akla gelebilecek herhangi bir ihtilaf nedeniyle (saik) çıkabilecek bir silahlı mücadelede önemli sayıda sivilin öldürülmesi hem soykırım hem insanlığa karşı suç olabiliyordu.
Sözleşmedeki durum ise çok farklı. 2.madde, soykırımdaki yok etme kastını, belirtilen dört gruba inhisar ettirmekle kalmıyor, yok etmenin nedenini de yukarıda işaret edilen iki belgedeki nedenlere oranla, son derece daraltıyor. Sözleşme müzakerelerinde yok etmenin nedeni konusu uzun tartışmalara yol açtı. Bir çok ülke temsilcisi saikin kanıtlanmasının çok zor olduğunu; böyle bir Şart aranması halinde mahkemelerin soykırım suçuna karar vermelerinin imkansızlaşacağını; önemli olanın yok etme iradesiyle fiillerin işlenmesi olduğunu ileri sürdüler. Ancak Ad hoc komitede Lübnan temsilcisi saikin öne-mini vurguladı ve soykırımın ‘ırkçı nefretle’ bir grubu yok etme olduğunu söyledi. Ardından VI. Komitede yapılan müzakerelerde İngiliz ve Amerikan delegelerinin itirazlarına karşılık, ‘anti-faşist cephe’nin liderliğini yapan Sovyetler Birliği’nin ısrarı, çoğunluğun desteği ve Venezuela’nın aracılığıyla, dört gruptan birini, başkaca bir neden olmadan, sadece o grup olması nedeniyle yok etme amacına dönük fiillerin soykırım olması anlamına gelen “as such” ibaresi Sözleşme’nin 2. maddesine eklendi[6]. İlk bakışta gözden kaçabilen ve Türkçe karşılığı olmadığın dan açıklayıcı biçimde tercüme etme zorunluluğu yaratan bir ibare bu. Belki de bu nedenle tarihçiler tarafından hep ihmale uğruyor.
Soykırım suçunu işlerken saikin kolektif veya bireysel olma niteliğini göz önüne almak gerekiyor. Bir birey suç işlerken hedef grubun bir mensubunu sadece o gruba ait olduğu için öldürmeyebilir. Parasını ve malını almak, haset duymak, siyasi ihtirası olmak gibi saiklerle de hareket edebilir. Ancak soykırım kolektif bir suç. Soykırımın örgütleyicileri ve plancılarının ırkçı motifle hareket etmeleri, yani soykırım motifine sahip olmaları gerekli. Eğer bunlar gruba karşı ırkçı nefretle değil de başka saiklerle hareket ediyorlarsa, işledikleri suça soykırım denemiyor. Sonuç olarak, soykırım suçunun başarıyla kovuşturulabilmesi için sanıkların bir grubu grup olarak yok etmek nedeniyle nefret duyduklarının kanıtlanması gerekiyor. Soykırımın cezalandırılması bu tür suçlan kapsıyor. Başka saiklerle işlenen kolektif suçlar bunun dışında kalıyor. Bu bağlamda klasik soykırımlar Nazilerin Yahudi soykırımı ile Rwanda soykırımı oluyor[7].
Sosyolojik ve psikolojik olarak, bir grubu grup niteliği dolayısıyla yok etme iradesi zaten sadece ırkçılıkta, daha doğrusu ırkçılığın en yoğun en son aşamasında, ortaya çıkıyor.
Irkçı nefret duygusu somut bir ihtilafta tarafların birbirlerine karşı duydukları kızgınlıkla karışık doğal nefretten çok farklı. Bu, anti-semitizm gibi Batı Avrupa’daki ırkçı akımların 2 bin yıldır, ama aktif olarak da son bin yıldır Yahudilere duydukları, nedenleri kolay açıklanama yan yoğun ve marazi bir duygu kompleksi. Ön-yargıların hastalıklı biçimi. Naziler bu kültürün ürünü. Bu duyguyu anlayabilmek için kütüphaneler dolusu yayımlardan bir kaçını okumak yeterli[8]. Öte yandan Rwanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Akayesu davasına ilişkin belgelerinde Bantu kabilesi çiftçi Hutular ile kıtanın kuzeyinden gelen çoban Nilo-Hamitik Tutsiler arasındaki ırkçı ilişkilerin tarihine dair bilgiler de göz önüne alınabilir.
Dünyanın her yerinde ırksal duygular var. Bunlar hedef grupları derece derece rahatsız edebiliyor. Ancak grubun yok edilmesine varan, yani ırkçılık düzeyine çıkan ırkçılığa yalnızca Batı Avrupa ve onun kuzey Amerika, güney Afrika ve Avustralya’daki beyaz sömürgelerinde rastlanıyor[9]. Bu çerçevede 1206-48’lerde Katarlar’ın Fransa’da, 1492’de Yahudilerin İspanya’da, 16 ve 17. yüzyılda İnka, Aztek ve Maya uygarlıklarının mirasçısı yerlilerin İspanyollarca, 18 ve 19. yüzyılda Kızılderililer’in Amerikalılarca, 19-20.yüzyılda Hollandalı Boerlerin ‘apartheid’ rejiminin güney Afrika’da, aynı dönemde Avustralya yerlilerinin İngiliz kökenlilerce, soykırıma tabi tutulması sayılabilir.
Diğer uygarlıkları oluşturan toplumların da düşman saydıkları sivil nüfuslara mezalim yaptıkları görülüyor. Ancak bunlarda bir grubu grup olarak yok etme iradesine yol açan ırkçı nefret bulunduğu saptanamıyor. Özellikle İslam ve Türk uygarlıklarında soykırım uygulaması bulunmuyor. Aksi halde bu uygarlıkların yüzyıllarca yaşayan imparatorluklar kurmaları mümkün olamazdı. Unutulmaması gereken husus, Batı uygarlığına ait güçlü ülkelerin büyük teknolojik üstünlüğüne rağmen, kurduğu sömürge imparatorlukları bir yüzyıldan biraz fazla yaşayabildi.
Sözleşme’de soykırımın bir grubu grup olarak yok etmek amacıyla sınırlandırılması, başka amaçlarla sivil toplumlara dönük mezalimi dışarıda bırakıyor. Bu boşluk Nuremberg İlkeleri 6-c maddesinde yer alan insanlığa karşı suçların tanımının bu tür suçları kapsamasıyla gideriliyor. Bir yandan eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesi diğer yandan Rwanda Uluslararası Mahkemesi statüleri, nihayet Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü’nde bulunan insanlığa karşı suçlar maddeleri bu işlevi görüyor[10]. Böylece soykırım suçu, insanlığa karşı suçların mezalim kategorisinin içinden çıkmakla birlikte, onlardan ayrılıyor ve suçlar hiyerarşisi içinde en yüksek veya en aşağı yeri alıyor.

KISMEN VEYA TAMAMEN

Sözleşmenin 2. maddesinde bir grubun, kısmen veya tamamen, yok edilmesi amacıyla işlenen fiillere soykırım deniyor. Yani bu fiillerin soykırımı oluşturması için, bir grubun tümünü yok etmek gerekmiyor. Oysa bir grubu grup olarak yok etme iradesini doğuran ırkçı nefretin, grubun bir kısmını yok etmekle yetinmesi çelişkili görünüyor.
Ancak, Naziler bile tüm Yahudileri yok edemediler. Savaşın başladığı yıla kadar Yahudilerin yaşam şartlarını olağanüstü zorlaştırarak Almanya’yı terk etmelerini sağladılar. Savaş başladıktan sonra kaçmak isteyenlere dahi izin vermediler ve Almanya içindeki tüm Yahudileri yok ettiler İşgal ettikleri yerlerdeki Yahudileri de sınır dışına atmak yerine soykırıma tabi tuttular.
Buradan iki çıkarsama yapılabilir: Naziler için bile bir grubu grup olarak yok etme saikinin kritik yoğunluğa ulaşması ancak savaş Şartlarında gerçekleşti. Veya Almanların Yahudilere erişme imkanı her şeye rağmen sınırlıydı. Erişebildiklerinin kaçmasına izin vermeden yok ettiler.
Sözleşme’nin yapıcıları, bu hükümle, muhtemelen, bir grubun tümünün yok edilmesini beklemeden, uluslararası toplumun soykırım yapıldığı sonucuna varmasını ve 1. maddede öngörülen soykırımın engellemesi ve cezalandırmasını zamanında sağlamayı amaçladılar.

HUKUKUN ERMENİ OLAYLARINA UYGULANMASI

21 Eylül 2000’de Amerikan Temsilciler Meclisi'nin 21 Eylül 2000’de Amerikan Temsilciler Meclisi'nin bir alt komisyonunda yapılan sunuşta (hearing) Ermeni yanlısı tarihçiler Türk arşivlerinin açılmasına artık ihtiyaçları olmadığını; mevcut bilgilerle Ermenilere soykırım yapılmış olduğu konusunda bir mutabakat hasıl olduğunu söylediler (The verdict is in). İddiaları bir bakıma doğruydu. Ama gerçek onların söylediklerinin tam tersiydi. Mevcut arşiv bilgileri soykırım yapılmadığını kanıtlamak açısından yeterliydi. Yeni arşiv bilgilerinin de mevcut bilgilerle çeliş kili olması mümkün değildi.
Aşağıdaki değerlendirme Ermeni olaylarının tarihi hakkında yeterli bilgiye sahip olunduğu varsayımıyla yapılıyor. Yine de olayların cereyan ettiği tarihi bağlama kısaca bakmakta yarar olabilir. 19. yüzyılda Rusya’nın Kırım ve Kafkaslara doğru genişlemesi bölgede yaşayan çoğunluğu Türk kökenli Müslüman nüfusu birbiri ardına gelen göç dalgaları ile Anadolu’ya sürdü. Göç edenlerin pek çoğu da yollarda öldü. Kafkaslarda Ermeniler Rus ordularının ilerlemesine yardım ettiler ve bunun karşılığında etnik olarak Türklerden temizlenmiş bölgelere yerleştirildiler. Bu sürgünler ve yeniden yerleştirmeler 20. yüzyılda bölgede bir Ermeni devletinin doğuşuna yol açtı. Ruslar güneye doğru genişlemeleri sırasında 1827-29, 1854-56 ve 1877-78 savaşları ile Doğu Anadolu’ya girdiler ve her defasında Ermeniler Rus ordularının ilerlemesine yardımcı oldular. Böylelikle gelecekte meydana gelebilecek etnik bir çatışmanın da tohumlarını ektiler.
Balkan Savaşları 1912-13 yıllarında oldu. Osmanlılar Doğu Trakya hariç, tüm Avrupa topraklarını kaybettiler. Bu toprakların büyük bölümünde çoğunluktaydılar. Çok büyük sayıda Türk, Arnavut ve Pomak sivil nüfus hayatını kaybetti. Büyük bir grup da yerlerinden yurtlarından sökülüp Anadolu’ya doğru atıldı. Bir yıl sonra da imparatorluğun bekasının tayin edecek 1. Dünya Savaşı başladı Osmanlılar doğuda Çarlık Rusya’sının orduları, Çanakkale’de İngiliz ve Fransız donanmaları, güneyde Mısır, Suriye ve Irak cephelerinde de bunların ordularıyla savaşıyordu.
I.Dünya Savaşı’nın başlarında Anadolu’nun nüfusunun 17.5 milyon civarında olduğu hesaplanıyor. Bunun 1.3 milyonunun Ermenilerden, 1.4 milyonun Rumlardan, geri kalanın da Türk ve Müslümanlardan oluştuğu tahmin ediliyor[11]. Ermeni kilisesinin, Avrupa Katolik ve Protestan kiliseleri gibi, nüfus kayıtları tutmadığı biliniyor. Bu nedenle Ermenilerin verdiği abartılı istatistikler sağlıklı bir kaynağa dayanmıyor. Osmanlı istatistikleri doğruya en yakın olarak kabul ediliyor. Avrupa kaynaklı istatistikler de Osmanlı istatistiklerine çok yakın. İstanbul’da 1892’de kurulan, nüfus sayımından sorumlu idarenin ilk müdürü bir Türk olmakla birlikte, daha sonra Fethi Franco adlı bir Yahudi, 1 893-1903 arasın da Mıgırdıç Şınabyan adlı bir Ermeni ve 1908’den itibaren de bir Amerikalı tarafından yürütülmüş.

ERMENİLERİN SİYASİ HEDEF VE MÜCADELELERİ

Çoğu Ermeni, tarihçilerin büyük bölümü, 1915-16 olaylarının bir soykırım olduğunu; yani Ermenilerin bir siyasi grup olarak değil de, bir etnik ya da dini grup olarak, soykırım gibi bir tehcire tabi tutulduklarını kanıtlamak için, Ermenilerin terörizm de dahil siyasi amaçlı faaliyetlerinden ya hiç söz etmiyorlar ya da çok kısa geçiştiriyorlar. Bir kısmı da Osmanlı yönetiminin baskıcı olduğunu, buna karşı Ermenilerin kendilerini savunmak ve haklarına sahip olmak amacıyla siyasi faaliyetlerde bulunduklarını bildiriyor. Ermenilerin terör türü şiddete başvurması, Balkanlar’daki Hıristiyan halkların komitacıları, hajduk, klepsos ya da çetnikleri gibi, büyük ve zalim bir güce karşı, meşru savunma olarak hoş görülüyor[12].
Tarihsel olarak devletler hedef gruplara ırkçı saldırılar olmadığı sürece etnik çatışma başlatmazlar. Ancak, daha önce de açıklandığı üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nda ırkçılık yoktur. Etnik grupların imparatorlukları parçalamak suretiyle bağımsızlıklarını kazanmak üzere mücadele başlattıkları daha mantıklı bir varsayımdır. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın sonlarında görülen de budur.
Ermeniler de, bu Balkan kurtuluş mücadelesi modelini benimsiyorlar. Hıristiyan Balkan halkları gibi örgütlenip siyasi faaliyette bulunuyorlar. Aslında bunu fazla yadırgamamak da gerek. Zira Fransız devriminden sonra ortaya çıkan ulus-devletin hakim olmaya başladığı bir çağda, çok dinli ve uluslu bir imparatorluğa karşı bağımsızlık mücadelesi meşru sayılıyor. Ermenilerin de bu faaliyetlere giriştikleri açıkça görülüyor. Bu mücadelenin Şiddete başvurmadan başarıya ulaşması da imkansız. Tabiatıyla şiddetin savaş hukuku kurallarına uyması gerekiyor. Ancak imparatorluktaki Hıristiyan halkların silahlı faaliyetleri birçok ahvalde açıkça hukuku çiğniyor. Balkan modeli şiddet genelde komitacı denen terör gruplarının sivil Müslüman halka saldırarak Müslümanları misillemeye tahrik etmesi; Müslüman halkın misilleme yapması ya da yönetimin askeri önlem alması halinde de, Batı Avrupa’yı mezalim çığlıklarıyla müdahaleye davet etmesi şeklinde de işliyor. Büyük Hıristiyan güçler ya da Düvel-i Muazzama Osmanlı’nın Hıristiyan ahali lehine reformlar yapmasını dayatıyor. Bu reformlar yerel yönetim haklarından giderek otonomiye uzanıyor. Bir süre sonra belli bölgelerde Osmanlı egemenliği nominal hale geliyor ve ilk silahlı ihtilafta, dış müdahale ve yardımla bağımsızlığa kavuşuluyor[13] [14] [15] [16].

1880’lerde Hınçaklar siyasi ve silahlı mücadelelerinin amacı olarak Anadolu’nun doğusunda altı vilayeti kapsayan ve ‘vilayat-ı sjtte’ denen Erzurum, Van, Elaziz, Diyarbakır, Bitlis ve Sivas’ı kapsayan bölgede bir hayali Ermenistan kurduklarını açıkladılar. Bu, bugünün idari taksimatına göre Erzincan, Ağrı, Muş, Siirt, Hakkari, Bingöl, Malatya, Mardin, Amasya, Tokat, Giresun, Ordu, Trabzon’u da kapsıyordu.
Ermeniler bu mücadelelerinde başarılı olamadılar. Bu nedenle kendilerini daha şanslı olan Balkan Hıristiyan halklarıyla kıyaslayıp, mazlum ve mağdur hissedebilirler. Ancak soykırım tezini savunabilmek için, siyasi ve silahlı faaliyette bulunduklarını inkar ederek, Türklerin kendilerini durup dururken tehcire tabi tuttuğunu; aslında kendilerinin siyasi emelleri dahi olmayacak kadar masum olduklarını; bu nedenlerle Sözleşme’nin 2.maddesine göre, Türklerin kendilerine etnik-dini-ırki grup olarak tehcir yoluyla soykırım yaptığını iddia edemezler.
Tarih, Ermenilerin bağımsızlık için silahlı siyasi faaliyette bulunan bir siyasi grup olduğunu açıkça gösteriyor. Düşmanla birleşip hedeflerini gerçekleştirmek için silaha ve bu arada savaş hu kukunun ihlali olan sistematik terörist eylemlere başvuran bir siyasi gruba karşı mücadelede, askeri nedenlerle tehcire başvurulması hukuken soykırım tanımına girmediği gibi, bu süreçte işlenen suçlar da, ayrıca işlendikleri kanıtlanmış olsa dahi, soykırım değildir.

SAİK

Bir grubun siyasi emelleri nedeniyle siyasi grup olması, aynı zamanda milli, dini, ırki veya etnik grup olmasını etkilemez. Zira siyasi gruplar da diğer özellikleriyle, Ermeniler gibi, etnik, dini grup veya diğer bir grup olarak da nitelendirile bilirler. Ancak siyasi grup olmak, o grubun maruz kaldığı olayların, grup olmasından değil de siyasi nedenlerden kaynaklandığını gösterir.
Bir grubun siyasi ve silahlı faaliyette bulunduğu kanıtlandığı andan itibaren Sözleşme tarafından soykırıma karşı korunması gereken gruplar içinde bulunmasına imkan kalmıyor. Ermeniler adına hareket eden parti ya da benzeri kuruluşların, ilk adımda kolektif haklarının genişletilmesi anlamına reformlarla başlayıp, oradan otonomiye geçmek, sonra da bağımsızlığını gerçekleştirmek istediğini ve bu amaçla siyaset yaptığı ve terörizm de dahil silaha başvurduğunu Yukarıda kısaca. anlatmaya çalıştım. Söylediğim gibi, bu yönleriyle Ermeniler tehcir başlamadan önce siyasi bir grup oluşturuyorlardı.
Kaldı ki bir grubu grup olarak yok etme iradesinin ancak o grup mensuplarına karşı duyulan ırkçı nefretin yoğunlaşması sonunda ortaya çıktığını yukarıda soykırıma ilişkin hukuku anlatırken gördük. Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere karşı ırkçı nefretin duyulmadığı biliniyor. Aslında, Batı’daki anti-semitizm türü bir ırkçı nefrete İslam ve Türk toplumlarının tarihinde hiç rastlanmıyor. Örneğin, Almanya’da Yahudiler bağımsızlık için mücadele etmediler; teröre başvurmadılar; toprak istemediler; Alman­ya’nın savaş düşmanlarıyla işbirliği yapmadılar; Alman ordularını arkadan vurmadılar, lojistik yollarını kesmediler; nihayet terör örgütleriyle Alman sivilleri katletmediler. Alman toplumuna tümüyle entegre olmuş, 40 Nobel ödülünün 11’ini kazanmış, barışçı, uygar ve başarılı. bir grup, başka hiçbir neden yokken, sadece grup olması nedeniyle, önceden planlanarak, büyük bir örgütlenme sonucu sistematik ve kitlesel biçimde yok edildi.
Hitler başta, sayısız yazar derin bir Yahudi düşmanlığını yıllarca dile getirdiler. Anti-semitizm Holokost’tan on beş yıl öncesinden itibaren tehlikeli biçimde yükselmiş olmakla birlikte, ikinci binin başından bu yana aktif biçimde devam eden bir akımdı. Genelde Batı Avrupa, özelde Almanya’da veba gibi epidemiler, sel ve deprem gibi doğal afetler ve savaşlarda yenilgilerden sonra toplumların içindeki Yahudilere saldırıldığı, mensuplarının öldürüldüğü, mallarının yağmalandığı görülüyordu. Yani Hıristiyan toplumlar başlarına gelen felaketlerden Yahudileri sorumlu tutuyorlardı. Yahudileri, Tanrı sayılan İsa’nın öldürülmesi nedeniyle, tanrı-katili (deicide) olarak suçluyorlardı. Bu nedenle onları Deccal olarak görüyorlardı. Anti-semitizmin birçok yönünü açıkça gösteren binlerle belge ve yayın mevcut. Akılcı olması beklenen Rönesans yazarları içinde bile Yahudi düşmanları vardı. Aydınlık çağında romantik yazarlar arasında anti-semitizme sık sık rastlanıyor. Geçen yüzyılın en büyük filozoflarından Heidegger’in ve ünlü psikiyatrist Jung’un bile anti-semit olduğu biliniyor.
Buna karşılık Osmanlı’da böyle bir anti-Ermenizm hiç olmadı. Onları aşağılayan, insan altı ırk olduklarını ileri süren bir biyolojik akım ve bunun tamamlayıcısı sosyal Darwinizm bulunmuyordu. İslam’da Hıristiyanlar ‘ehli kitap’ sayıldığından, Hıristiyanların Yahudilere yönelttikleri suçlamaların benzeri Müslümanlarca Hıristiyanlara karşı hiç yapılmadı. Doğa ve insan kaynaklı felaketlerde Ermenilerin veya diğer Hıristiyan gruplar günah keçisi olarak hiç kullanılmadılar. Tersine, Ermeniler ‘millet-i sadıka’ diye vasıflandırıldılar. Kamu alanında da aktiftiler. İçlerin de merkezi idarenin yüksek kademelerinde yer alan memurların yanında, kaymakam, paşa, vali, büyükelçi, hatta dışişleri bakanı olarak Türkiye’yi temsil eden çok sayıda insan vardı. Misyonerler tarafından XIX.yüzyılın başından itibaren açılan okullarda eğitildiklerinden, kısa zamanda zenginleştiler ve imparatorluğun ekonomisine hakim oldular. Yahudiler gibi bazı mesleklerden men edilmediler. Gettolarda yaşamaya mahkum edilmediler. En müreffeh sınıfı oluşturdukları halde, haset ve kıskançlıktan ‘pogrom’lara maruz kalmadılar.
Bu şartlar altında Ermenilerin grup olduklarından dolayı ırkçı nefretle yok edildikleri söylenemez. Bu durumda tehcirin ardındaki saikin saptanması önem kazanıyor. Bu saik Ermenilerin, Ermeni olmalarının dışında bir başka nedene, örneğin askeri ve siyasi bir nedene dayanıyorsa, bu soykırım kavramına girmez.
Olanları anlayabilmek için yakın tarihe kısa bir bakış atmakta yarar olabilir. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının sonunda Yeşilköy’de imzalanan San Stefano Antlaşması’na göre Balkanlar’da Ege ve Karadeniz’e sahildar olan ve Makedonya’yı da içine alan büyük Bulgaristan bağımsız bir devlet oluyordu. Bu ülke, savaş sırasında. 260 bin sivil Türkün ölmesi ve 515 binin de ülkeden atılması sonucu nispeten daha homojen bir nüfusa kavuşuyordu. Aynı şekilde savaş sırasında Erzurum a kadar ilerleyen Rus ordularından kaçan 70 bin Türk doğu Anadolu’ya sığınmıştı. Bu bölgede ölen sivil halkın sayısı ise bilinmiyordu[17]. Antlaşma’ da ayrıca Osmanlı topraklarındaki Ermeniler için “reform” yapılması öngörülüyordu. Yeşilköy’e gelmiş olan Grandük Nikola’yı ziyaret eden Ermeni patriği Narses’in talebi üzerine reforma ilişkin bir madde antlaşmaya ilave edildi. Ermeniler böylece Rusya’nın himayesine girdiler. O güne kadar Tanzimat ve Islahat Fermanları ile yapılması istenen reformlar, tüm Hıristiyan tebaayı hedef alıyordu. Bu kez bir grubun tek başına reform. konusu olması ve bunun Rusya tarafından denetlenmesi söz konusuydu.
Diğer büyük devletlerin Rusya’nın tek başına sağladığı bu ödünleri kabul etmemesi üzerine yapılan Berlin Kongresi’nde Bulgaristan’ın boyutları küçültüldü. Ama yurtlarını terk eden Türklerin geri dönmesi sağlanmadı. Ermeni konusunda öngörülen reformlar ise teyit edildi. Ancak uygulamanın denetlenmesini büyük ülkeler birlikte üstlendiler. Anadolu’da Ermeni nüfusun bulunduğu. yerlerde konsolosluklar açtılar. Tehcire kadar geçen 30 yıllık süre içinde Ermenilerin siyasi ve silahlı faaliyetleri, büyük devletlerin bu himayesinin yarattığı Ermeni yanlısı Şartlarda gelişti.
1912-13 yıllarında bir yanda Osmanlı İmparatorluğu, öte yanda Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan arasında Balkan Savaşları oldu. Bu sa­vaşlarda 1,450,000 Türk, Arnavut ve Pomak Müslüman öldü; 410 bini ise saldırgan orduların önünden kaçarak, yakılan yıkılan yerleşim birimlerini geride bırakarak, bombardımanlar altında Anadolu’ya doğru sürgün edildi. Böylece Türklerin 500 yıldır vatanı olan, çoğunlukta oldukları bir çok yerde Türk ve Müslüman varlığı sona erdi. Yılların biriktirdiği kültür varlıkları tahrip edildi. I. Dünya Savaşı patladığında yüz binlerle mültecinin gelişinden henüz bir yıl geçmişti.
Osmanlılar Taşnak liderleriyle Ağustos 1914’te bir toplantı yaptılar. Ermenilerden sadık Osmanlı vatandaşları olarak hareket edeceklerine dair söz aldılar. Ancak iki ay önce Erzurum’da yapılan gizli bir Taşnak toplantısında, savaştan bilistifade Ermenilerin Osmanlı devletine karşı geniş bir ayaklanma yapması kararlaştırılmıştı. Papazyan’ın da bilahare teyit ettiği gibi, Ermeniler sözlerinde durmadılar ve Rus çıkarlarına hizmet ettiler.
Rus Ermenileri de Osmanlı’ya saldıracak Rus ordularında yerlerini aldılar. Eçmiadzin Katolikos Rusların Kafkasya genel valisini, “Rusların Osmanlıların Ermeniler için reform yapmasını sağlamalarına karşılık, Ermenilerin Rus savaş çabalarını kayıtsız Şartsız destekleyeceği”ni temin ediyordu[18]. Daha sonra, Rus çarı tarafından Tiflis’te kabulünde Katolikos Çar’a “Ermenilerin kurtuluşu Anadolu’da Türk hakimiyetinin dışında otonom bir Ermenistan’la sonuçlanacak ve bu Rusya’nın yardımıyla geçekleşecek” dedi[19]. Mart 1915’te Rus kuvvetleri Van’a doğru harekete geçtiler. 11 Nisan günü Van Ermenileri isyan etti ve Müslüman halka saldırdı. 21 Nisan günü Çar II. Nikola Van Ermeni Devrimci Komitesi'ne bir telgraf çekerek, “Ruslara hizmetlerinden dolayı” teşekkür etti. Amerika’daki Ermeni gazetesi Gochnak 24 Mayıs tarihli sayısında 
“Van’da sadece 1 ,500 Türk” kaldığı müjdesini veriyordu.
Osmanlı sınırını aşan Rus ordusu içindeki Ermeni güçlerine, devrimci ismi Armen Garo olan eski Osmanlı milletvekili Karekin Pastırmacıyan kumanda ediyordu; Diğer bir eski milletvekili Hamparsum Boyacıyan, Murat kod adıyla, Türk köylerine saldıran ve sivil nüfusu katleden gerilla gücünün başındaydı. Yine bir eski milletvekili Papazyan Van, Bitlis ve Muş bölgesinde çarpı Şan gerillaların lideriydi.
Osmanlı yönetimi Ermeni patriği nezdinde sonuçsuz kalan bir uyarıda daha bulunduktan sonra 24 Nisan günü Ermenilerin entelektüeller dediği , komitacı liderleri tutuklamaya başladı.
Bu gelişmelerden tehcir kararının nedeni açıkça görülüyor. Ermenilerin Rus ordusuyla işbirliğine başlaması; Van’da isyan çıkarması; Er-meni gerillaların civar illerde etnik temizliğe girişmesi, Osmanlılar için, bilinen eski bir hikayenin tekrarı niteliğindeydi. Balkanlar’da Ruslarla birlikte Balkan Hıristiyanların yaptığı gibi, bu kez Rus ordularıyla birlikte hareket eden Ermeniler, bölgedeki Türk ve Müslümanları etnik temizliğe tabi tutmaya, katletmeye, yerlerini yurtlarını yıkmaya başlamıştı . Ermenilerin önce bu askeri faaliyetlerine, sonra da siyasi emellerini gerçekleştirmelerine imkan vermemek amacıyla imparatorluğun doğu cephesinden uzak bir bölgesine taşınması kararlaştırıldı.

***

Devletler Hukukuna göre Ermeni Sorunu BÖLÜM 1

 Devletler Hukukuna göre Ermeni Sorunu BÖLÜM 1 



II. Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu  

Devletler Hukuku, Ermeni Sorunu, Osmanlı İmparatorluğu,İngiliz, Fransız, Rus,Gündüz AKTAN,

Devletler Hukukuna göre Ermeni Sorunu




Gündüz AKTAN *
* Emekli Büyükelçi.

--------------------
 
GİRİŞ

1915-1916 yıllarında yani 1. Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda vuku bulan Ermeni olayları konusunda çok yazıldı. Bu konuda yazılanların 26 binden fazla olduğu hesaplanıyor. Büyük çoğunluğu Ermeni olan yazarların daha ziyade tarihçi oldukları ve Ermeni olaylarını soykırım olarak niteledikleri görülüyor. Türk yazarların hemen tümü de konuya tarih açısından yaklaşmış ve tehcirin soykırım olmadığını savunmuşlar.
Konunun duygu yüklü oluşu, yayımlara taraf-sız bir tarih görüşünün hakim olmasını güçleştirmekle birlikte, dikkatli bir okuyucunun olayların tarihi hakkında yeterli bilgi edinmesi için ortada yeterli yayım bulunduğuna kuşku yok. Türkiye’deki ve Ermenistan’daki arşivlerin açık olmadığı ya da bunlara erişimin tam olmadığı yolundaki iddialara rağmen, olayların niteliğini değerlendirmek için yeterli arşiv çalışmasının yapılmış ve yayımlanmış olduğu da söylenebilir.
85 yıl önce cereyan etmiş olayların anlaşılması için tarihi çalışmalar olmazsa olmaz nitelikte. Ancak uluslararası hukuk alanında eğitim ve tecrübesi yoksa, tarihçi bu olayların soykırım olup olmadığı konusunda yargıda bulunamaz. Görülen o ki, tarihçiler başta olmak üzere, bu konular üzerinde çalışan sosyolog ve siyaset bilimci gibi akademisyenlerle düşünürler, önemli sayıda ölümle sonuçlanan olayları soykırım olarak nitelemek eğilimindeler[1]. Oysa soykırımın, uluslararası bir suç olarak, ancak hukukçular tarafından değerlendirilmesi mümkün.
Konuya ilişkin hukuki çalışmalar yok denecek kadar az. Bu durumun çeşitli nedenleri var. Türklerin hukuka fazla ilgi duymadıkları biliniyor. Ermenilerin hukuku kasten ihmal etmelerinin nedeni, hukuki değerlendirmelerin, soykırım iddialarını güçlendirmekten ziyade zayıflatma olasılığının daha yüksek olması. Ermeni taraftarı yazarlar olayların trajik niteliğini vurgulamak ve soykırım suçlamasını kolayca yapabilmek için tarihi yaklaşımı yeğlemişler. 1948’de oluşturulan ve 1951’de yürürlüğe giren ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin (bundan böyle Sözleşme) 1990’ların ortasına kadar ciddi biçimde kullanılmaması veya kullanma fırsatının çıkmamış olması nedeniyle gelişmiş bir içtihadın da bulunmaması, hukuki yolun tercih edilmemesinin bir nedeni olabilir. Nihayet, Sözleşme’nin kabulünden yaklaşık 40 yıl öncesinin olaylarına uygulanmasındaki güçlükler de ortada. Sözleşme öncesi dönemde mevcut olmayan ve Sözleşme tarafından oluşturulan ‘soykırım’ dahil bir çok kavramın, geriye dönük uygulanması hukukla bağdaşmadığından konu hukukçuların ilgisini çekmemiş olabilir.
Buna rağmen bazıları geçmiş olayları soykırımla tanımlayabildiğine göre, sanki bu olaylar bugün oluyormuş ya da soykırım hukuku o günlerde de geçerliymiş gibi bir tür spekülatif yaklaşım yine de yararlı görülebilir. Bu makalede böyle bir yaklaşım benimseniyor.
Konunun hukuk yönüne yeterince ağırlık verebilmek için, okuyucunun konuya ilişkin tarihi belli ölçüde bildiği varsayılıyor ve tarihi verilere hukuki değerlendirmelerin gerektirdiği kadar değiniliyor.

SÖZLEŞME’YE KADAR HUKUK

1648 Westphalia devletler sistemine göre devlet egemenliği mutlak ilkeydi. İçişlerine karışılamazdı. Azınlıklar devletlerin iç işiydi. Devletler ülke içinde vuku bulan olaylarda iç mevzuatı uyguluyorlardı. Uluslararası suç kavramı yoktu. 1839 Tanzimat Fermanı’nı takiben Osmanlı azınlıkları uluslararası anlaşma ve antlaşmalara konu olmuştu. Bu istisnai bir durumdu. Bir yandan çok kültürlü ve çok milletli Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı Avrupa ulus-devletleriyle mücadelesinde zayıf düşmesinin, öte yandan da Batı’nın Balkanlar’daki Hıristiyan azınlıkları desteklemeyi dış politikasının bir unsuru haline getirmesinin sonucuydu.
Ermeni tehciri 1915 yılının Mayıs ayında başladığında, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşmakta olan İngiliz, Fransız ve Rus hükümetleri 24 Mayıs 1915’te yayınladıkları ortak bildiride “...Türkiye’nin insanlığa ve uygarlığa karşı bu yeni suçları karşısında, müttefik hükümetler, Osmanlı hükümeti mensuplarını ve katliama katılan memurlarını şahsen sorumlu tutacaklarını Bab-ı Ali’ye alenen bildirirler.” denmekteydi. Buna karşılık, Türk sempatizanı olmadığı bilinen Amerikan Dış İşleri Bakanı Robert Lansing’in “askeri harekat bölgesinde olması halinde” Türk hükümetinin Ermenileri tehcire (deport) “az veya çok hakkı olduğu”nu söylediği de biliniyor. Öte yandan 1912-13 Balkan savaşları sırasında 1907 Lahey Kurallarını ihlal suretiyle işlenen savaş suçlarını araştıran bir raporda, özellikle Türklerin başına gelen facialar karşısında insanlığa karşı suçlardan söz edilmemesi manidar olmalı[2].
1907 Lahey kuralları bir ülkenin savaşta işlediği suçlarla ilgiliydi. Kendi ülkesinde işlediği iddia edilen suçlara uygulanması öngörülmüyordu. Barış Konferansı’nda Yunan Dışişleri Bakanı’nın yeni bir insanlığa karşı suç ihdas edilerek Ermeni katliamının yargılanması önerisine, Başkan W. Wilson’un ex post facto hukuk olacağı gerekçesiyle önceleri itiraz ettiği biliniyor. Amerika böyle bir suç oluşturulmasına karşıydı. Almanya ile ilgili Versailles Antlaşması’nda bir uluslararası mahkeme kurulacağı belirtildi. Bu, tarihte ilk kez vuku buluyordu. Ama Hollanda kendisine sığınan Kayser II. Wilhelm’i iade etmediğinden yargılama gerçekleşemedi.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevres Antlaşmasında Osmanlı İmparatorluğu, söz kon usu suçlarla ilgili olarak, Türkiye’de yapılacak bir mahkemeye razı oldu (m. 226). Mahkemeyi oluşturmak galiplere bırakılıyor; istenen kişilerin yakalanıp mahkemeye teslimi taahhüt ediliyordu. Savaş sonunda işgal altındaki İstanbul’da kurulan Nemrut Mustafa divan-ı harbi, Malta’ya götürülen sanıkların, İngiliz Kraliyet savcısının kanıtları yetersiz bulması sonucunda salıverilmeleri, hep tarihçiler tarafından bilinen hususlar. Sevres yerine 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması geçti. Bunda 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen tüm suçların affı için bir bildiri yer aldı.
Bilindiği gibi, soykırım II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının ‘nihai çözüm’ adı al-tında Yahudileri yok etmesiyle gerçek boyutlarına kavuştu. ‘Genocide’ sözcüğü bir Polonya Yahudisi olan Raphael Lemkin tarafından icat edildi. Lemkin daha öğrenciyken, bir soykırım saydığı Ermeni olaylarına ilişkin sanıkların yargılanmasını yakından izlemişti. Lemkin’in soykırım anlayışı çok genişti. Azınlıkların siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, moral, fizik ve biyolojik olarak yok edilmesini kapsıyordu. Sonradan gelişen hukuk, her grubun değil, sadece bazı grupların ve sadece fizik ve biyolojik olarak yok edilmesi amacıyla işlenen fiilleri soykırım saydı. Yani Lemkin’in tanımını çok daralttı.
1940’ların başında Nazi’lerin Yahudilere yaptıkları henüz tam açıklığıyla bilinmediğinden, özellikle İngiltere ve Amerika, Almanya sınırlan içinde işlenen suçların bir uluslararası mahkemede ele alınmasından yana değildiler. Buna karşılık Almanya’nın ülke dışında, işgal ettiği ülkelerde işlediği fiillerden dolayı sorumluların yargılanmasını savunuyorlardı. Böylece ulus-devlet egemenliğine saygı devam edecekti. Zira savaş hukuku sadece savaş sırasında ülke dışındaki sivillere karşı işlenen suçlardan dolayı bir ülke sorumlularının uluslararası yargıya tabi olmasını öngörüyordu. İnsanlığa karşı suç kavramı doktrinde tartışılmakla birlikte, ülke içinde işle-nen suçları kapsayacak şekilde henüz devletler hukukuna girmemişti.
Almanların Yahudilere yaptıkları yavaş yavaş ortaya çıktıkça, ülke içinde işlenen suçlar için de sorumluların yargılanması görüşü ağırlık kazanmaya başladı. 1941 ‘de başlayan çalışmalar 1945’te Amerika’nın Londra Konferansı’na sunduğu bir öneriyle yeni bir aşamaya ulaştı. Bunda Lahey sözleşmelerinde yer alan ‘Martens Hükmü’nden yararlanıldı. Böylece, bir suç önceden açıkça tanımlanmamışsa, ‘uygar halkların teamülü, insanlık hukuku ve kamu vicdanının emirlerinden çıkan milletlerin hukuk ilkeleri’nin uygulanması öngörüldü. Ancak ‘Martens Hükmü’ bir savaş hukuku kavramı olduğundan, ülke içinde işlenen suçların yargılanması, saldırı kavramıyla yani savaşı başlatmayla ilişkilendirildi. Böylece savaşa atıf, iç işlerine karışmanın mazereti oluyordu. Londra Konferansı’nın tutanakları incelendiğinde, Almanya’nın iç işlerine karışmanın ilerde kendi iç işlerine de karışmaya emsal oluşturmasına karşı, özellikle Amerika’nın ne denli hassas olduğu görülüyor.
Alman savaş suçlularını, bu arada Yahudi soykırımından sorumlu olanları yargılayacak Nüremberg Mahkemesi’nin aynı adla anılan ilkeleri bu anlayış çerçevesinde oluşturuldu. İlkelerin 6 (a) olanına göre,
a. Barışa Karşı Suçlar
(i) Uluslar arası anlaşmaları, antlaşmaları ve teminatları ihlal ederek, bir saldırı savaşı yapmak veya planlamak, hazırlamak ve başlatmak;
(ii)(i)’de sözü edilen fiilleri gerçekleştirmek için ortak bir plana veya entrikaya katılmak
b. Savaş Suçları
(i) İşgal edilen arazinin sivil nüfusunun veya bu arazide yaşayan sivil nüfusun katli, kötü muameleye tabi tutulması, köleleştirilmesi veya herhangi bir nedenden dolayı sınır dışı edilmesi, savaş esirlerinin veya denizde bulunan insanların katli veya kötü muameleye tabi tutulması, rehinelerin öldürülmesi, özel veya kamu mülkünün yağma edilmesi, şehirlerin, kasabaların veya köylerin nedensiz yere yıkıma uğratılması veya askeri gerekçelerle haklı gösterilemeyecek şekilde zarar verilmesini içeren fakat bunlarla sınırlı kalmayan savaş hukuku ve teamüllerinin ihlalleri
c. İnsanlığa Karşı Suçlar
Barışa karşı suçlar veya savaş suçları ile ilişkili olarak işlenmesi kaydıyla, katil, yok etme, köleleştirme, göçe zorlama ve sivil bir topluma karşı işlenen diğer insanlık dışı fiillerle, siyasi, ırki veya dini nedenlerle yapılan mezalim.
İnsanlığa karşı suç tanımından da görüleceği üzere, Yahudilere karşı işlenen suçlar Almanya’nın içinde işlenmiş olsa dahi, yargı konusu olabilecekti. Tek şart bu suçların savaşla ilişkili olarak savaş sırasında işlenmiş olmasıydı (nexus). Böylece galipler bir ülkenin iç işlerine karışmak için, o ülkeyle bir savaş olması gerekçesini aramaktan vazgeçemediler. Yahudilerin ve diğerlerinin, tarihin görmediği bir vahşetle yok edilmesi dahi, bir ülkenin içinde işlenen suçların, kendi başına uluslararası yargıya konu olmasına yetmemişti. 0 sırada sözcük olarak bilinmesine rağmen soykırım kavramı Nuremberg ilkeleri arasında sayılmadı; insanlığa karşı suçlar kavra mı soykırımı da içerdi. Soykırım henüz bağımsız bir suç kategorisi olacak kadar açıklık ve kesinlik kazanmamıştı.
Nuremberg Mahkemesi Ekim 1945’te 24 Nazi sanık hakkında iddianamenin okunmasıyla başladı. Bir yıl sonra on dokuz sanığın hüküm giymesi ve on ikisinin idamıyla sonuçlandı. Savcı yargılama sırasında zaman zaman soykırım sözcüğünü kullandı; ama mahkeme kararın-da bu suça atıf yoktu.

B.M. GENEL KURULU 96 (1) SAYILI KARARI

Soykırımın yer aldığı ilk hukuki nitelik taşıyan belge, BM Genel Kurulu’nun 1946 Aralık ayında, Nuremberg Mahkemesi sonuçlandıktan kısa bir süre sonra, yaptığı ilk toplantısında aldığı 96 sayılı karardı.
Bu kararın amacı, sonuncu işlem paragrafın da belirtildiği gibi, soykırım konusunda ECOSOC’un bir yıl içinde bir sözleşme taslağı hazırlamasının istenmesiydi. Ancak bu arada, Genel Kurul soykırımdan ne anladığını da açıkladı.
Soykırım, insan gruplarının, grup olarak tümüne yaşama hakkı tanımamaktı. Bu, kişiye yaşama hakkı tanımamaya benzetildi. Yaşama hakkına yapılan bu atıf, bilahare insan haklarıyla soykırım arasında bir bağ oluşturdu. Zira soykırımda esas olan kişilerin katledilmesiydi.
Soykırımın, bu insan gruplarının insanlığa yaptığı kültürel ve diğer katkılarının kaybına yol açtığı belirtildi. Böylece Lemkin’in önem verdiği kültürel soykırım kavramı kısmen metne girmiş oldu.
Soykırıma tabi tutulan gruplar, ırki, dini, siyasi ve diğer gruplar olarak sayıldı. Böylece tüm insan gruplarının soykırıma uğrayabilecekleri kabul edilmiş oldu. Soykırım, bir grubun tümünün olduğu gibi, bir kısmının yok edilmesini de kapsadı. Kararın belki de en önemli yanı, soykırımın devletler hukukuna göre bir suç sayılmasıydı.
Bu, bir ülke içinde işlenmiş olmasının, devlet egemenliği ilkesi çerçevesinde iç işleri olarak sayılmasına ve uluslararası kovuşturmadan kurtulmasına imkan vermemeyi amaçlıyordu. Soykırım suçunu işleyenlerin, özel veya kamu memuru ya da devlet adamı olmasına bakılmadan cezalandırılması kabul edildi.
Soykırım hukuku henüz gelişmemiş olduğundan, kaynak olarak ‘ahlaki hukuka’ (moral laws) aykırılığı vurgulandı ve uygar devletlerin soykırımı kınadığı bildirildi.
Soykırımın gerekçesi ya da soykırım yapanın amacı olarak, soykırıma maruz gruplarla örtüşmek üzere, “dini, ırki, siyasi ve diğer nedenler” sayıldı. Bu açıdan Nuremberg ilkeleri arasındaki insanlığa karşı suç çerçevesinde yer alan 6 (c)’deki tanım “diğer nedenler”in ilavesiyle daha da genişletilmiş oldu.
Bu kararda, siyasi grupların soykırıma uğrayabileceği hükmü, siyasi mücadele yapan, örneğin sol ideolojik amaçla silaha başvuran veya bağımsızlık için mücadele eden grupların içindeki sivillerin, kısmen dahi olsa, önemli sayıda katledilmesi halinde soykırım işlenmiş olacağını gösteriyordu. Bu haliyle Nuremberg ilkeleri içindeki insanlığa karşı suç kavramı hemen tümüyle soykırım sayılmış olmaktaydı. Ancak, bu karar soykırımla savaş arasındaki bağı ortadan kaldırıyordu. Yani soykırımın savaş sırasında olduğu gibi barış döneminde de işlenebileceği kabul ediliyordu. Öte yandan, soykırım, savaşan ülkenin işgal ettiği yerlerde işlenebileceği gibi, o ülkenin kendi sınırlan içinde de işlenebiliyordu.
Böylece hangi nedenle, zamanda ve yerde olursa olsun, ciddi sayıda insan ölümü soykırım suçu sayıldı.

SÖZLEŞME

Soykırım Sözleşmesi 9 Aralık 1948’de kabul edildi; 12 Ocak 1951 ‘de de yürürlüğe girdi. Soykırım suçu Sözleşme’nin 2. maddesinde tanımlanıyor[3]. Maddenin uzman olmayan bir çevirisini aşağıya kaydediyorum:
“Madde 2. Bu Sözleşmeye göre, soykırım, bir milli, etnik, ırki veya dini grubu, grup olarak, kısmen veya tümüyle, yok etmek kastıyla, aşağıdaki fiillerin işlenmesidir:
(a) Grubun mensuplarını katletmek;
(b) Grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zarar vermek;
(c) Grubun bedeni varlığının kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak;
(d) Grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler dayatmak;
(e) Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek.”
Sözleşmeyi B.M. Sekretaryası’nın sunduğu taslak metin üzerinden Ad hoc komite ile BM Genel Kurulu’nun hukuk işlerinden sorumlu VI. Komitesi müzakere etti. İleride bu Sözleşme’nin hükümlerini Ermeni olaylarını uygulayıp yorumlarken, müzakerelere atıflar yapılacağından, bu aşamada genelde Sözleşme metninin, özelde 2. maddenin kısa bir değerlendirmesiyle yetinece­ğim.

***

22 Ekim 2020 Perşembe

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 3

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 3





İngiliz istihbaratı da Kemal’in Pan-İslamist politikalarından haberdardır ve bölgeden düzenli raporlar gönderilmektedir. 28 Aralık 1919 tarihli bir rapora göre, 
M. Kemal her fırsattan yararlanarak Halep, Şam ve diğer şehirlerde bildiriler dağıttırmakta, Müslümanların aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırarak 
birleşmeleri ve silahlarını Fransızlara karşı çevirmeleri çağrısında bulunmaktadır. Türk savaşçılarının “yakında Arap kardeşlerinin ziyaretine geleceklerini, 
düşmanı [birlikte] defedeceklerini ve ... din kardeşi olarak yaşamak” gerektiğini söylemektedir.  17 Ocak 1921 tarihli bir başka rapor Kemal’in, “[Türk] 
ordusunun başarılarından... Halep ve Şam halkları ile birleşerek Suriye'nin güneyine doğru ilerlemekten” bahsettiğini aktarmaktadır.  Eklemek gereksizdir ki, 
tüm bu dönem boyunca Mustafa Kemal hakkında, onun İttihatçı olduğu ve Pan-İslamist politikalar yürüttüğü konusunda Batı Basınında bolca yayın da 
yapılmıştır. 
Görüldüğü gibi, Türkiye’nin gerek geçmişte gerekse bugün bölgede izlediği politikalar ve de Batı’nın geçmişte ve bugün gösterdiği tepkiler arasında büyük 
farklar yoktur. Ve bu siyaset, ‘silahın gücünün yettiği kadar sınırları genişletmek’ olarak formüle edilebilir. Ortadoğu’da şu anda yaşanan koşulların büyük 
ölçüde Birinci Cihan harbi sonrası dönemi andırıyor olması, bu benzerliğinin önemli bir nedenidir. Bilindiği gibi, bölge sınırları, bu harbin sonunda bir tarafını 
Türkler ve Bolşeviklerin diğer tarafını İngiliz ve Fransızların oluşturduğu iki blokun çatışması ile belirlenmişti. Sovyetlerin çökmesi, ABD’nin Irak’a müdahalesi 
ve Suriye iç savaşı ile birlikte bölgede sınırlar yeniden açık ve sorgulanır hale geldi. Ve bugün yine bir tarafta Türkiye ve Rusya ve diğer tarafta Batı Blokunun olması tesadüf değildir.

Erdoğan, kurmakta olduğu devletin sınırlarını, M. Kemal’in izinden giderek ve onun deyişiyle, “kuvvet ve kudretle tespit edilecek” kadar geniş tutmaya 
çalışarak çizmeye çalışmaktadır ama aralarında bir farktan da bahsetmek gerekirse, Türkiye bugün geçmişine göre çok daha kuvvetlidir ve 1920 Misakı 
Milli sınırlarına kısmen ulaşma şansına daha fazla sahiptir. Tayyip Erdoğan bu nedenle Misak-i Milli yeminini ve Lozan antlaşmasını bilerek tartışmaya açmıştır. 
2016 Ekim’inde söylediği şu sözler çok anlamlıdır: “Maalesef [Lozan’da] hem batı hem de güney sınırlarımızda Misak-ı Milli hedeflerimizi koruyamadık. 
Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir. Bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. 
Asıl vahimi, zorunluluklardan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. 

Bu anlayışı reddediyoruz.”  Erdoğan, Lozan’ın “zafer diye yutturulmaya” çalışılmasına karşı çıkar.  Ona göre, “Ülkemizin güney sınırında [Suriye sınırında] 
yaşanan güvenlik sorunlarının sebebi Misak-ı Milli'den taviz verilmesidir.”  İşin özeti şudur ki, “İslami-Muhafazakar” blok, “Batıcı, laik ve modern” blok’a, 
Misaki Milli konusunda “sizin yapamadığınızı biz yapacağız”, der gibidir.
Erdoğan’a yönelik, yüzünü Batı yerine doğuya çevirdiği eleştirilerini ayrıca ele almaya gerek yok. Türk yönetici elitlerinin Batı ve NATO tercihi esas olarak 
İkinci Dünya savaşı koşullarında verilmiş pragmatist bir karardı. Birinci Cumhuriyetin kuruluş koşullarında tercih açık olarak “Doğu’dan yana” yapılmıştı zaten. 
Mustafa Kemal’in, ‘güneşin doğu’dan yükseldiğine’ ilişkin onlarca sözünü bulmak mümkündür. “Doğu ihtilali artık bir masal değildir... Doğu ihtilali namını 
verdiğimiz Asya ve Doğu Avrupa milletlerinin Batı Emperyalistlerine karşı tasavvur ettikleri isyan çoktan beri bir tasavvur olmaktan çıkmış, faaliyet sahasına 
intikal etmiştir....”
Ayrıca, daha çok jeo-stratejik çıkarlara bağlı olarak Türkiye’nin uluslararası düzeyde kendisini hangi güçlerin yanında konumlandıracağına ilişkin bir tartışmayı, günümüzde çok anlamı olmayan “Doğu-Batı” gibi kültürel kategorilerle izah etmenin çok anlamlı olmadığını görmek gerekiyor. 

Esas olan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası oluşmuş uluslararası sistemin çökmüş olduğudur. Ve “Doğusu ve Batısı” ile tüm küresel güçler yeni 
müttefik arayışına girmişlerdir. Türkiye de bu arayıştan payını almaktadır.
Tarihle Yüzleşme Önce iki olay: HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan Paylan, 14 Ocak 2017 tarihinde Meclis’te yaptığı bir basın toplantısında “Ermeni halkı başına ne geldiğini çok iyi biliyor. Ben bunun adına soykırım diyorum”, sözlerini kullandı. Bu nedenle hakkında, Türk Ceza Kanununun 301’inci maddesi uyarınca, “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Alenen Aşağılama ve Cumhurbaşkanına Hakaret” suçlarından soruşturma açıldı. 
İlgili ceza maddesinden dava açabilmek için Adalet Bakanlığı izni gerekiyordu ve Bakanlık bu izni 7 Aralık 2017 tarihinde vermişti.
Yine Garo Paylan, 6-7 Eylül 1955 Rum, Ermeni ve Yahudilere yönelik İstanbul pogromunun yıldönümünde, “faillerin ortaya çıkarılması, yaşanan can ve 
mal kayıplarının tespit edilmesi, mağdur olan kişilerin maddi ve manevi kayıplarının tazmin edilmesi, bu sayede geçmişle yüzleşme adına bir adım atılması amacıyla” Meclis Araştırması açılması teklifinde bulundu.  4 Ekim 2018 tarihinde Meclis Başkanlığı önergeyi “kaba ve yaralayıcı sözler” bulunduğu gerekçesi ile işleme bile koymadı. 

Bu iki olayın gösterdiği gerçek çok basit. Türkiye’de tarihle yüzleşmeye çağrı yapmak hala bir suç telakki edilmekte ve konuyu gündeme getirenler hakkında 
soruşturma açılabilmektedır. 2007 yılında Hrant Dink hakkında “Türklüğe Hakaret” maddesinden soruşturma açıldığı, soruşturmanın büyük bir linç kampanyasına dönüştürüldüğü ve Dink’in 19 Ocak 2017’de öldürüldüğü hala hatırlardadır. 
Erdoğan döneminde gündeme gelen bu uygulamalar aslında tarihi bir geleneğin devamından ibarettir. 1920 ve 30’lu yıllarda, M. Kemal döneminde de, 
“Türklüğe hakaret” suçlamalarıyla Gayrimüslim vatandaşlar sindirilmeye çalışılıyordu. 1926 ile 1942 yılları arasında toplam 554 “Türklüğe hakaret” davası 
açılmıştı ve bunların %60’dan fazlası, nüfusun %2’sini oluşturan Gayrimüslimlere yönelikti.  Ortada, M. Kemal’den Tayyip Erdoğan’a uzanan bir süreklilik vardır.
Tarihle yüzleşmenin suç olarak telakki edilmesi meselesi bir tek fikir özgürlükleri ile sınırlı değildir. Yüzleşmeyi başaramamanın daha başka ciddi sonuçları var. 
Türkiye bugün eğer demokrasi, insan hakları ve özellikle de Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerine ilişkin ciddi sorunlar yaşıyorsa; komşuları ile barış istikrar ve 
güvenlik içinde yaşama gibi ciddi bir probleme sahipse bunun temel nedeni tarihiyle yüzleşemiyor olmasıdır.

Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi büyük katliamlar sürgünler ve bunların yarattığı acıların tarihidir. Cumhuriyet öncesi yaşananlardan bazıları şunlardır: 1894-7 ve 
1904 Abdulhamit dönemi Ermeni katliamları, 1909 Adana Ermeni katliamı, 1913-4 Rumlara yönelik etnik temizlikler, 1915-8 Ermeni ve Suryani soykırımı, 1921 Pontus-Rum soykırımı ve 1924 zorunlu nüfus değişimi. Bu imha ve sürgünlerle 19’uncu yüzyıl sonlarında Anadolu Osmanlı nüfusunun %30’unu oluşturan  Hristiyan nüfus %2 civarına indirilmiştir.  

Aynı uygulamalar, Cumhuriyet döneminde de bu sefer Kürtleri’de içererek biçimde devam etmiştir; 1927 sonrası Ermenilerin zorunlu Suriye veya İstanbul’a 
sürgünleri, 1934 Trakya Yahudi pogromu, 1938 Dersim Soykırımı, 1942 Varlık vergisi uygulaması ve 6-7 Eylül 1955 Ermeni Rum ve Yahudilere yönelik pogrom, 1964 Rum sürgünü, 1980 Askeri darbesi sonrası binlerce gencin idam ve işkence ile imha edilmeleri, 1990 yılı boyunca binlerce sivil kürt vatandaşının faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi sadece bazılarıdır. 

Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bugüne kadar, tüm bu katliam ve insan hakları ihlalleri üzerine hiçbir açık konuşma, yüzleşme yapılmadı. 
Olayların hemen hepsi yok sayıldı, inkar edildi. AK Parti’nin 2011’de sınırlı bir biçimde gündeme getirdiği 1938 Dersim soykırımını saymazsak ki buradaki 
amaç da yüzleşme değil, katliamın organizatörü CHP’ye karşı puan toplamaktı  
bu olaylar siyasetin hiçbir biçimde gündeminde yer almadı. 
Bilinçli bir hafıza boşluğu yaratıldı; ve bu hafıza uydurmalarla dolduruldu ve yalana dayalı bir tarih yaratıldı.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, siyasetin ana zeminini bu yalan ve yok saymalar oluşturdu. Oysa bilinen kural çok basittir: acılarla dolu bir tarih yok 
sayılır, bu acıları yaratan koşullar ve zihniyet üzerine konuşulmaz ise; üstü örtülen ve inkar edilen her kıyım/yok etme, yeni kıyımların tekrarının zeminini yaratır. 
İşlenmiş cinayetleri ve onun acılarını hatırlatmamak, üstünü örtmeye çalışmak veya bunları hatırlatanların üzerinde baskı uygulamak aynı suçların tekrar 
edilebileceği anlamına gelir. Bireyler ve topluluklar arası yaşanmışlar üzerine konuşmamak ve yok saymak güvensizlik duygusunun temelini oluşturur. 
Bu nedenle, bölge halk ve devletleri, Türkiye’ye karşı büyük bir güvensizlik duygusuna sahiptirler ve Türkiye’nin geçmişini inkar etmesini, aynı suçu tekrar 
işleyebileceği biçiminde yorumlamaktadırlar ki bunda da çok haksız sayılmazlar.
Osmanlı-Türk tarihinde yaşanan yıkım ve katliamların yok sayılması ve inkar edilmesi siyasetinin temelleri, Talat Paşa tarafından 1916 yılında İttihat ve 
Terakki Partisi Kongresinde, daha Ermenilerin imhaları devam ederken atılmıştır. Talat Paşa ilgili konuşmasında, başta Ermeniler, Hristiyanların yabancı 
devletlerin ülke içindeki uzantıları oldukları, onlar tarafından kışkırtıldıkları ve savaş sırasında Osmanlı Ordusunu arkadan vurduklarını iddia eder ve Ordunun 
cephe gerisi güvenliği için Ermenilerin bulundukları yerlerden başka bir yere göç ettirildiklerini söyler. Paşa’ya göre, göç sırasında “bazı taşkın hareketler” de 
olmuştur; ama olayları soruşturmak amacıyla bölgelere teftiş heyetleri gönderilmiş ve ayrıca Ermenilerin mal varlıkları, yağma tehlikesine karşı güvence 
altına alınmıştır. 
Talat Paşa aynı görüşleri İttihat ve Terakk’nin 1918 tarihindeki son Parti Kongresinde de tekrar etmiş ve ama “meydana gelen hadiselerin mesuliyeti(nin) her şeyden önce onlara sebebiyet veren” Hristiyanlara ait olduğunu söylemiştir.  
Talat Paşa’nın sözleri 1919-22 döneminde Mustafa Kemal tarafından da sıkça tekrar edilmiştir.  Örneğin 1919 Aralık’ında Ankara’nın ileri gelenlerine yaptığı bir konuşmada, “Memleketimizde yaşayan anasır-ı gayrimüslimenin başına ne gelmiş ise, kendilerinin ecnebi entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını suiistimal ederek vahşi şekilde takip ettikleri ayrılıkçı siyasetin neticesidir”, der. 

1922 Lozan Barış görüşmelerinin ilk gününde, Türk Delegasyonu başkanı İsmet İnönü, Talat Paşa ve M. Kemal tarafından çeşitli vesilelerle gündeme getirilen 
görüşleri geliştiren tarihi bir açış konuşması yapar. İsmet Paşa’nın ileri sürdüğü tezler, bugün de Hristiyanlara yönelik katliamlarının yok sayılması ve inkar 
edilmesinin temelini oluşturur. Cumhuriyet dönemi boyunca, konuya ilişkin yapılan tüm yayınlar, bu konuşmadaki ana fikirlerin tekrarından ibarettir. 

Cumhuriyet tarihi dönemi boyunca inkar edilen sadece katliam ve imhalar değildir. 1931 yılında Mustafa Kemal’in önderliğinde yazılan 611 sayfalık Türk Tarihinin Ana Hatları kitabı ve bunu esas alırak hazırlanan ve okullarda ders kitabı olarak kullanılan 4 ciltlik Türk Tarihinin Ana Hatları kitapları ile, bu toprakların kadim halklarının varlıkları tarih kitaplarından neredeyse çıkartılmakla kalmamış, Gayrimüslimler yaşanmış tüm felaketlerin de sorumlusu olarak gösterilmiş ve “iç düşman” olarak tanımlanmışlardır. Üstelik bu fikri kuvvetlendirme amacıyla, M. Kemal’in Nutuk’undan çok uzun alıntılar yapılmıştır. 

Özetle, tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca ders kitaplarında Gayrimüslimlerin ve kısmen Kürtlerin “iç düşman” olarak tanımlanması ilk defa 1930’lu yıllarda 
dile getirilmiştir. 

Bu zihniyete bağlı olarak, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, Hristiyanlar ve Yahudilerin özgür ve eşit vatandaşlar olarak yaşamaları önünde hukuki, siyasi ve 
kültürel engeller çıkartılarak, onlar için hayat yaşanmaz bir hale sokulmuştur. Hristiyan ve Yahudilerden istenen ülkeyi “gönüllü” olarak terk etmeleriydi. 
Zaman zaman zorunlu sürgün olarak da uygulana bu dışlama politikalarıyla, 1927’de nüfusun %2,8’ini oluşturan Hristiyan ve Yahudiler bugün yok denecek 
bir seviyeye indirilmişlerdir.

Bu politikanın temellerinin de Mustafa Kemal tarafından atıldığını söyleyebiliriz. 

   1923 yılında Mustafa Kemal’in Adana esnafına bir konuşma yapar ve  konuşmasında şunları söyler: “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşıyacaktır... Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.”   

Bu sözler ve bunu takip eden uygulamalar, Hristiyan ve Yahudi nüfusunun bugün niçin yok sayılma düzeyine indiğini bize anlatır. 
Eğer bugün, tarihle yüzleşmenin şart olduğuna, yüzleşme olmadan insan haklarına saygılı demokratik bir devlet ve toplum kurulamayacağına ve komşu 
halk ve devletlerle barış ve istikrar içinde yaşamanın mümkün olamayacağına inanıyorsak, Talat Paşa’dan Mustafa Kemal’e ve oradan Tayyip Erdoğan’a 
kadar devam eden bir inkar çizgisiyle hesaplaşmak gerektiği görülmek zorundadır. Erdoğan, sadece köşe taşları 1920 ve 30’larda döşenmiş bir siyaseti 
devam ettirmektedir, o kadar.

Son Söz Yerine

“Biz Bugün Reis’e Adam Diyoruz; Yarın Torunlarımız Atam Diyecek,” soysal medyada çok sıkça dolaşıma sokulan bir slogan bu. 

Türkiye nüfusunun önemli bir kesiminin, Tayyip Erdoğan’da Mustafa Kemal gördükleri ve belki ondan daha da çok sevdikleri bir gerçek.
Önümüzdeki dönem, M. Kemal ile Erdoğan kıyaslamaları gittikçe artan bir biçimde yapılmaya devam edilecek. Ve ülkedeki kültürel yarılmanın hangi bloğunda yer alıyorsak, buna bağlı olarak ya Erdoğan’ı, ya da M. Kemal’i ötekine tercih edeceğiz. Ve galiba Türkiye’nin temel problemi bu “ Tercih tartışması” nda 
yatıyor. Çünkü bu tercih tartışmasının demokratik bir gelecek kurma arzusu ile çok fazla bir ilgisi yok, hatta onun önündeki en önemli engellerden birisi. 

Konuya, Türk siyasal hayatının yetiştirdiği iki devlet adamı arasında kıyaslamaya indirgeyenler, sadece mevzut kültür bloklarının daha da derinleşmesine 
hizmet etmiyorlar, aynı zamanda tercih ettikleri tarafa karşı daha anlayışla ve hoş görü ile yaklaşıyorlar. Ve belki de en önemlisi, o dönemin mağdurlarını 
anlamayı merkezlerine koymuyorlar. 

Dahil olduğu kültür grubu ve onun önderine karşı anlayış ve hoş görülü bakışın en büyük kaybedenleri, her iki dönemin mağdurlarıdır. Tayyip Erdoğan’a 
muhalefet eden ve karşı çıkanlar, aslında mağdur oldukları için karşı çıkıyorlar. Onların bugün mağdur durumda olmaları, Erdoğan’a itirazlarının ana nedeni… 
Belki de bu mağduriyet onları oldukça öfkeli de kılıyor. Benzeri durum T. Erdoğan taraftarları için de geçerli. Onlar da, gerek M. Kemal gerekse CHP dönemine 
karşı çıkarken kendilerini o dönemin mağdurları olarak görüyorlar.
Fakat bu iki taraf da, kendi tercih ettikleri dönemin mağdurlarına aynı tarzda çok uzaklar. M. Kemal’i tercih edenler, o dönemi dönemin mağdurlarının gözüyle 
değerlendirmiyorlar. “O dönemin koşulları…”; “karşılaştıkları sorunlarla kıyaslayınca…”; “o zaman bu devrimci bir adımdı…”; “bazı şeyler katlanılması gereken zorunlu şeylerdi…” gibi tezlerle mağdurlara, “siz acı çektiniza ama bir nedeni vardı”, der gibiler. Döneme yöneticilerin gözüyle bakıp, yapılanlara daha anlayışla yaklaşıyorlar. Erdoğan’ı tercih edenler de, Erdoğan döneminin mağdurlarından uzaklar. Soruna Erdoğan’dan bakıp, yapılanları daha anlayışla karşılıyorlar. 

Onların da kendilerine göre “ama”ları var.

Oysa Türkiyenin ihtiyaç duyduğu şey, hangi dönem olursa olsun, mağdurları esas alan bir bakış açısıdır. Her dönemin mağdurların penceresinden her iki dönemi okumak şarttır. Bunu başaramazsak demokratik bir gelecek kuramayız. Buna tarih yazımında “mağdur perspektifi” diyoruz.

Özetle, M. Kemal’i Savunarak, tercih ederek Erdoğan Rejimine karşı çıkılamaz. 

   Demokratik bir Türkiye ancak ve ancak hem tarihindeki hem de bugünkü Tek Adam Rejimlerini eleştirerek kurulabilir.


***

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 2



Talat Paşa,İsmet İnönü,Lozan Barış görüşmeleri,Taner Akçam,DEVLET AKLI,1915,Yeni Rejimin, Esas Ötekisi,


2011-2012 yıllarını bu yeni sisteme geçişin başlangıç yılları olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. AKP, ilk defa 30 Eylül 2012 Parti Kongresinde “Yeni Türkiye Vizyonu” sloganı ile birlikte, Başkanlık Sistemini bir siyasi bir program olarak formule etti.  16 Nisan 2017 referandumu ve “Allah’ın büyük bir lütfu” saydığı 15 Temmuz 2016 askeri darbesi ile Başkanlık Sistemini yani İkinci Cumhuriyeti pratik olarak inşa etmeye başladı. 

AK Parti ileri gelenleri, yeni devlet kurmakta olduklarını ve yeni devletin kurucu liderinin Tayyip Erdoğan olduğunu açık olarak dillendirdiler.  

M. Kemal’e ve dönemine, daha önce örneği görülmemiş biçimde övgüler düzülerek sahiplenilmeye başlanması da bu yeniden inşaanın başladığı 2016 sonrasına denk düşer.

Şu anda ortaya çıkan tabloyu, Birinci Cumhuriyeti birlikte kuran eski ortakların yeni koşul ve şartlarda yeniden bir araya gelmeleri olarak okumak mümkün. 
Bu sefer egemen konumda olan “İslami-Muhafazakar” blok. Getirilen Başkanlık sistemi ile “Batıcı, Seküler ve Modernist” kesim iktidara ortak edilmiş ama 
onların tek başına iktidara gelmelerinin önü kapatılmıştır. “İslami-Muhafazakar” blokun bir başka iddiası daha vardı: “biz daha iyisini yaparız”.

“Atatürk'ü sadece anmakla kalmamalı, anlamaya da çalışmalıyız,”  diyen Erdoğan, kendi yaptıklarını ve yapacaklarını M. Kemal dönemi ile kıyaslayarak anlatmayı tercih etmesi bu nedenledir. 
“İslami-Muhafazakar” blok, vaktiye kendilerini iktidardan uzaklaştıran yeni müttefiklerine sanki, “yaşananlar sizlerin  beceriksizlikleriyle oldu, şimdi biz daha iyisini yapacağız, yapacağınız tek şey bize destek olmaktır”, der gibidirler.

İşte bu eski ittifak güçlerinin yeniden buluşması nedeniyledir ki, Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Erdoğan rejimine karşı, “Batıcı, Seküler ve Modernist” 
Mustafa Kemal’e sahip çıkılarak çözülebileceğini zannetmek ciddi bir yanılsamadır. Bu iki ana blok, 1920’lerde olduğu gibi bugün yeniden buluşmuşlardır. 
M. Kemal’i ve onun Birinci Cumhuriyetini esas alarak, Erdoğan rejimine muhalefet etmenin imkanı yoktur.

Altı Nokta Etrafında İki Rejimin Benzerlikleri

Bugün Erdoğan rejimine yöneltebileceği temel siyasi eleştirileri, birbirleri ile bağlantılı altı ana noktada toplamak mümkündür. 
a) Demokratik hukuk sistemi: ya da kuvvetler (yasama yürütme ve yargının) ayrılığı ilkesi,
b) Temel hak ve özgürlükler: fikir özgürlükleri, özgür basın, toplantı ve yürüyüş hakkı, siyasi örgütlenme hakkı ve seçimlerin özgür koşullarda yapılması 
vb. gibi temel özgürlükler ve insan haklarını ilgilendiren hususlar,  
c) Birlikte Yaşama: ulus, din ve kültür gruplarına yönelik politikalar; başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere toplumu oluşturan Hristiyanlar ve Yahudiler 
gibi tüm farklı grup ve çevrelerin eşit ve eşdeğer koşullarda birlikte yaşamlarının nasıl sağlanacağı ya da bir başka deyişle, toplumsal hayata kimlerin dahil 
edilip kimlerin dışlanacağına ilişkin hususlar,
d) Cinsel ayrımcılık: kadınların sadece hukuk alanında değil, toplumun her boyutunda cinsel ayrımcılığa tabi tutulmayarak, eşit katılımlarının nasıl 
sağlanacağı hususu,
e) Uluslararası ilişkiler: “Doğu-Batı geriliminde” Türkiye’nin yeri ve Ortadoğu’ya yönelik politikaların ne olması gerektiği konusu,
f)  Tarihle yüzleşmeni zorunluluğu: ya da bilinçli yaratılan toplumsal hafızasızlığın uydurmalarla doldurulması ve tarihte yaşanmış kitlesel katliamlarla 
açık ve dürüst bir yüzleşme yerine bunların inkar edilmesi ile ilgili hususlar.
Elbette bu noktalar artırılabilir. Ama ana iddiam Erdoğan rejiminin ve geçmişteki Tek Parti döneminin (ve Mustafa Kemal’in) bu konulara verdikleri cevapların 
esas olarak aynı olduğu ve Erdoğan’ın bugünkü sorunları esas olarak Kemalist dönemin tepkilerini vererek çözmeye çalıştığıdır. 

Burada sadece Kuvvetler ayrılığı, Suriye politikaları ve tarihle yüzleşme itibarıyla rejimler arasındaki benzerlikleri göstereceğim.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi: 

Bugün Türkiye’nin en temel sorunu, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılmış olmasıdır. Özgür seçim mümkün değildir, özgür basın susturulmuştur ve temel 
hak ve özgürlükler sınırlanmıştır. Devlet kaynakları esas olarak iktidar partisine aktarılmaktadır. Bu nedenle Erdoğan’a yasama, yürütme ve yargının tüm 
yetkilerini elinde toplayarak bürokrasiyi yıktığı ve devlet geleneğini ortadan kaldırdığı, partisi ile devlet arasındaki sınırları yok ederek ve devlet kurumlarını 
partizanca partisinin şubeleri haline getirdiği eleştirileri yapılmaktadır.  

Oysa Erdoğan kuvvetler birliğini (yürütmenin kesin kontrol ve denetimini) hayata 
geçirirken aslında M. Kemal’in izinden gitmektedir. M. Kemal’e göre de kuvvetler birliği esastır ve bunun içinde yürütme kesin belirleyicidir. 

M. Kemal bu ilkeyi, sadece savaş yıllarına ilişkin zorunlu bir tercihi olarak değil, doğru hükümet modeli olarak ölümüne kadar savunmaya devam etmiştir.
Burada sadece birkaç örnek vermek gerekirse:
1921 yılında Mecliste yaptığı konuşmasında, “Efendiler! Tabiatta kuvvetler ayrılığı yoktur... Milli İrade, Milli hakimiyet denilen kuvvet taksim edilemez ve ayrılamaz”, diyerek açıktan kuvvetler birliğini savunmuştur.  
1923 İzmir iktisat kongresinde, Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyarak kuvvetler birliği ilkesini savunur. Konuşmasında, Batıda birçok hükümet şeklinin “dayandığı 
esas kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir”, dedikten sonra, “TBMM Hükümeti bu hükümet şekillerine benzemez... bizim hu¨ku¨metimiz kuvvetler birliği esasına 
göre kurulmuş bir hu¨ku¨mettir”, diye ekler.  Kuvvetler ayrılığını ise “irtica” olarak tanımlar. 

1927 yılında uzun Nutuk’unda ve aynı yıl Meclisin yasama yılını açış konuşmasında bu ilkeyi tekrar eder ve “hükümet teşekkülünde esas, kuvvetler birliği 
nazariyesidir”, der.  

1931 yılında üvey kızı Afet İnan’a yazdırdığı ilk ve orta okullarda okutulmak üzere yazdırdığı Medeni Bilgiler Kitabında, “kuvvetler ayrılığı nazariyesi bizim 
için esas değildir... Türk Milletinin idare şekli kuvvetler birliğidir”, ifadelerine yer verir.  

1934 yılında CHP üçüncü Kurultayında, parti programına “kuvvetler birliği” ilkesi eklenir.  Bu ilke 1935 Parti Kurultayında tekrar edilir. M. Kemal, kuvvetler 
birliği ilkesini bir adım daha ileri götürür ve 1935 Kurultayında parti ve devlet birlikteliğini ilan eder. 

18 Haziran 1936’da alınan bir kararla, İçişleri Bakanı aynı zamanda CHP genel başkanı, her ilin valisi de, CHP il başkanı olmuştur.  1 Kasım 1937’de, 
ölümünden bir yıl kadar önce, Meclisin yasama yılının açılış konuşmasında, “bizim devlet idaresinde ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır,” 
diyerek parti ile devletin birleştirilmesini, valilerin CHP il başkanı yapılmasını kuvvetler birliği ilkesinin gelişmesi olarak tanımlar. 

M. Kemal’in kurduğu bu ‘Parti-Devlet birlikteliği’ sistemi, “Şef sistemi” olarak tanımlandı ve 1938’den itibaren okullarda ders kitabı okutulmaya başlandı. 
Kitaba göre, “Şef sistemi Bu¨yu¨k Dâhi’nin bir buluşudur. Mussolini ve Hitler ondan öğrenmişler, fakat ölçu¨yu¨ kaçırmışlardır.”   Bu sisteme göre, “Şef ile ihtilafa du¨şen, Şefin kudretini sınırlayacak veya ona rakip olacak kuvvetler ortadan silinmelidir veya ona tâbi olmalıdır.” 

Özetle, gerek M. Kemal gerek Erdoğan (birincisi açıktan savunarak, diğeri açık söylemese bile pratikte gerçekleştirerek) kuvvetler birliği sağlayarak, devletin 
organları u¨zerinde kurdukları kontrol ile yeni bir toplum ve insan tipi yaratmak amacıyla otoriter bir rejim inşa etmişlerdir.

Bu bilginin bize gösterdiği gerçek, eğer kuvvetler ayrılığını esas alan, çoğulcu demokratik bir sistem savunulmak isteniyorsa, bu Kemalizmin eleştirisini de 
içermek zorundadır. M. Kemal’in siyasi felesefi, oturttuğu sistem eleştirilmeden, Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı çıkmanın imkanı yoktur. 

Bugün muhalefet kesimlerinin en büyük açmazı budur.

Mustafa Kemal ve Suriye Politikaları.,

Batıda son yıllarda özellikle Suriye politikaları nedeniyle Erdoğan çok yoğun bir eleştiriye tabii tutulmuş ve hala da tutulmaktadır. 
Buna göre, Erdoğan Mustafa Kemal’in Batı ile dostluk siyasetinde vazgeçmekte ve Batı’dan uzaklaşarak Doğu’ya (özellikle Rusya’ya) yakınlaşmaktadır. 
Ayrıca, Suriye’de başta ISIS olmak üzere İslami terör örgütlerini desteklemekte ve bölgedeki diğer fundemantalist İslami akımlarla birlikte şeriat devleti kurmayı amaçlamaktadır. 
Bu iddiların, Türkiye’nin ABD’nin bölge politikalarını desteklemediği için bilinçli olarak üretilen bir “savaş propagandası” olduğu ileri sürülebilse de, bir başka nedeni de bölgedeki gelişmelerin ve daha da önemlisi özellikle M. Kemal’in 1918-1924 döneminde izlediği Suriye politikalarının bilinmiyor olmasıdır, diyebiliriz. 

Buradaki ana iddiam, Erdoğan Hükümetinin izlediği Suriye politikası ile 1918-1923 döneminde izlenen politikaların benzerlikler gösterdiğidir. 

M. Kemal’in kendi koşullarını okuması, sorunları tanımlaması ve ileri sürdüğü çözüm önerileri ile Erdoğan yönetiminin koşulları okuma, sorun tanımlama 
ve çözüm önerileri de birbirine benzemektedir.

Her iki Cumhuriyet de esas olarak, yıkılan bir İmparatorluğun üzerinde, Türklerin neyi ve nasıl inşa etmeleri gerektiği sorusuyla uğraştı ve uğraşıyor. 
İkinci Cumhuriyet, Birincinin verdiği cevapları yetersiz ve eksik bulsa bile, gerek Erdoğan’ın gerekse M. Kemal’in verdiği cevaplar, bölgede büyük bir güç 
olma arzusu ve ama aynı zamanda bölünme ve parçalanma korkusu cenderesine sıkışmanın ürünüdür. Büyük, güçlü bir devlet olma ile dağılma korkusunun 
yarattığı bu gerilimi her iki liderin siyaset yapma tarzlarının her alanında gözlemek mümkündür.

Bilindiği gibi, Türk Kurtuluş Savaşının köşe taşları sayılan Temmuz ve Eylül 1919’da toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve daha sonra Ocak 1920’de 
İstanbul Meclis-i Mebusan’da, Osmanlı’dan kalan toprakların nasıl savunulacağına ilişkin olarak, Misak-i Milli adı verilen bir yemin kabul edilmişti. 
Bu yeminde olası devletin sınırlar açık ve net tanımlanmamıştı ve bugünkü Suriye ve Irak’ın önemli bir kısmını da içermekteydi. Bu sınırların nereden 
geçtiği konusunda yapılan Meclis tartışmaları sırasında Mustafa Kemal, “menfaatlerimize azami uygun çizdirebileceğimiz sınır hangisi ise, işte o milli 
sınırımız olacaktır... kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, sınır hattı olacaktır”, der.  Yani, M. Kemal’e göre, yeni Türk devletinin sınırları silahla 
ulaşılabileceği yere kadar gidilerek çizilecektir. Meclisteki çeşitli konuşmalarında Mustafa Kemal, bu sınırların Halep’i de kısmen içerecek şekilde, Deyri-Zor 
ve Musul’u kapsadığını dile getirir. 

M. Kemal bu sözleri, Fransızlarla 20 Ekim 1921’de imzalanan ilk sınır antlaşmasından, yani sözü edilen bölgeler Fransız mandasına bırakıldıktan sonra 
söylemektedir. Nitekim 1924 yılında TBMM, yayınladığı özel bir haritada Fransa – Türkiye antlaşması ile belirlenen sınırları dikkate almamış ve Türkiye’nin 
sınırları, “Halep'in güneyinden Rakka ve Deyr-i Zor’u içine alacak şekilde doğuya doğru uzanmakta ve Deyr-i Zor’un doğusundan güneye kıvrılarak Kerkük 
ve Musul’u” kapsayacak şekilde çizilmiştir. 

M. Kemal’in Suriye ve Irak’a yönelik politikaları, onlarla bir federasyon veya konfederasyon biçiminde birleşmek biçiminde idi.  20 Şubat 1920’de, Talat Paşa’ya gönderdiği bir mektupta, Mustafa Kemal bu politikayı şöyle açıklar: “Suriye ve Iraklılarla... münasebet tesis etmiş ve kendileri İngiliz ve Fransızlar aleyhine teşebbüslere geçirilmiştir. Daha ciddi esaslar dahilinde harekât birliği için nezdimize gelmiş olan salahiyettar Arap delegeleri ile kararlar alınmıştır. 
Araplara karşı başından beri ifade ettiğimiz siyasi formül şudur: Her millet kendi dahilinde bağımsızlığını kurduktan sonra konfederasyon halinde birleşmek. 
Bu esas Araplarca memnuniyetle kabul edilmiştir.”  

Benzeri görüşleri 24 Nisan 1920 tarihli Meclis’in gizli oturumunda tekrar eder ve oturum gizli olduğu için Suriye ve Irak başta, Pan-İslamist politikalar 
izlendiğini açık olarak itiraf eder. “Yabancıların en çok korktukları, fevkalade ürktükleri İslamiye siyasetinin” açıktan dillendirmediğini ama “bütün cihan ve 
Hristiyan aleminin... Haçlı muhaberesine karşı” elbette İslam alemi ile ilişkiye geçilmiş olduğunu söyler.  Nitekim, Suriye ve Irak’ta bir gizli örgütlenmeler 
yapılmış ve kurulan örgütler, Suriye Filistin Kuvayı Osmaniye Heyeti örgütünün genel yönetimi altında faaliyet göstermişlerdir. 



***

DEVLET AKLI VE 1915 Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 1

DEVLET AKLI VE 1915  Yeni Rejimin Esas Ötekisi., BÖLÜM 1


Talat Paşa,İsmet İnönü,Lozan Barış görüşmeleri,Taner Akçam,DEVLET AKLI,1915,Yeni Rejimin, Esas Ötekisi,


Taner Akçam


Erdoğan’ın İkinci Cumhuriyeti (2018) ve Atatürk’s Birinci Cumhuriyeti (1923): Kuvvetler Birliği Suriye Politikaları ve Tarihle Yüzleşme

Taner Akçam

Türkiye, 24 Haziran 2018 seçimleri ile birlikte “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen yeni bir sisteme geçti ve Parlamento’ya dayalı güçler ayrılığı 
sistemine son verdi. Bu yeni sistemde tüm yetkiler Cumhurbaşkanında. Bakanlar kurulu kaldırıldı. Cumhurbaşkanı sadece Bakanları değil, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyeleri, Hakimler ve Savcılar Kurulu, Valiler ve Merkez Bankası Başkanı gibi üst düzey kamu görevlilerinin neredeyse tamamını atama yetkisine sahip. Meclisin, Bakanlar Kurulunu onaylamak, gensoru, bakanlar hakkında güvensizlik oyu vermek gibi yetkileri yok. 

Yeni seçim kararı verebilmesi için bile 5’de 3 çoğunluk şart. Parlamento’nun ve partilerin tüm etkisini yitirdiği, yasama yürütme ve yargının tüm yetkilerinin 
tek elde toplandığı bu sistemi bazı siyaset bilimcileri “rekabetçi otoriter sistem” olarak adlandırıyor.  Düz deyişle kurulan bir Tek Adam rejimidir. 

Veya benim tanımımla İkinci Cumhuriyet.

Birinci Cumhuriyet Mustafa Kemal tarafından 1923’de kurulmuştu.Ve bu da Tek Adam rejimi idi. Bu sistemde de Yasama Yürütme ve Yargı birliği esas alınmış, tüm yetkiler Yürütmenin başı olan ve “Ebedi Şef” olarak adlandırılan Mustafa Kemal’in elinde toplanmıştı. Ana iddiam, Birinci ve İkinci Cumhuriyet arasındaki benzerliklerin tesadüfi olmadığıdır. Her iki lider de kendilerinden önce hem toplum hem de kurumlar düzeyinde kısmen mevcut çoğulculuğu yıkarak toplumsal homojenliği esas alan tek adama bağlı otoriter bir rejimi kurma iddiasındaydılar ve esas olarak bunu gerçekleştirdiler. 

Birinci Cumhuriyet kurulurken, zaten büyük bir bölümü ya imha edilmiş ya da sürülmüş olan Hristiyan vatandaşlar tamamıyla dışlandı; seçimlere katılmalarına 
bile izin verilmedi. Yeni rejime karşı oluşan yeni muhalefet, önce Birinci Meclis 1923’de dağıtılarak ve daha sonra Şubat 1925 Kürt isyanı vesilesiyle Mart 1925’te çıkartılan Takrir-i Sükun (huzurun sağlanması) kanunu ve İstiklal Mahkemeleriyle ortadan kaldırıldı. 1926’da İzmir’de M. Kemal’e başarısız suikast girişimi bu süreçte büyük bir fırsat olarak değerlendirildi, basını susturmak ve kalan muhalefeti tamamıyla yok etmek için bilinçli olarak kullanıldı.

Tayyip Erdoğan’ın özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra yaptıkları esas olarak öncülünün yaptıklarından farklı değildi. 17 Haziran 1926’da İzmir Suikast 
girişimi sonrası İnönü’nün, Mustafa Kemal’e çektiği ve ‘suikast meselesinin siyaseten iyi kullanılması gerektiğini’ bildiren telgrafı  ileTayyip Erdoğan’ın 
Temmuz darbesini “Allahın lütfu” olarak değerlendirmesi  arasındaki benzerlik çok önemlidir. Erdoğan’ın, ikinci cumhuriyeti kurarken Birinci Cumhuriyet 
dönemini çok iyi çalıştığını ve M. Kemal’in ayak izlerini, sadece muhalefeti ezme noktasında değil, daha birçok baska hususta da takip ettiğini iddia ediyorum.

Semboller Önemlidir

Anadolu ajansı 18 Nisan 1920 günü yaptığı bir açıklama ile yeni Meclisin Ankara’da 21 Nisan’da açılacağını duyurur. Ama 21 Nisan Çarşamba’ya geliyordu. 
M. Kemal bir emirle açılışı 23 Nisan’a alır ve Anadolu’nun her tarafındaki askerî ve mülkî erkâna bir emir göndererek, Meclis’in açılış gününün mübarek Cuma’ya 
alındığını bildirir. Açılıştan önce Hacı Bayram Camiinde Cuma namazı kılınacak “Kuran’ın nurlarından ve salâttan feyz” alınacak; “Buhârî-i Şerîf (Kuran’dan 
sonra gelen en önemli Hadis kitabının birinci cildi) okutularak” hatimler indirilecektir. M. Kemal, Anadolu’nun her köşesinde de aynı gün törenlerin yapılmasını, Namaz öncesi “hutbede halifemiz padişahımız efendimizin (Sultan Vahideddin’in) isminin zikredilerek padişahın ve teb’anın biran önce kurtulup saadete ermesi” için dua edilmesini ister.  Zaten 16 Nisan 1919 günü, İslam Halifesini kurtarmak amacıyla Şeriat savaşının başladığı bir fetva ile ilan edilmiş bulunuyordu. 

Tayyip Erdoğan 9 Temmuz 2018’de Meclisin ilk açılış gününde yemin ederek Cumhurbaşkanı oldu. 

Ama o gün bir Pazartesi idi, bu nedenle 13 Temmuz 2018 Cuma günü ayrı bir tören daha düzenlendi. Hacı Bayram Camiinde kılınan bir öğlen namazı sonrası 
eski Meclis binasına gidildi ve Erdoğan, İlk Meclisin açılışının Cuma gününe denk getirildiğini hatırlattıktan sonra, “kabinemizin bu ilk toplantısını... tıpkı bundan 
98 yıl önce olduğu gibi yapalım istedik. Duyguluyum; zira bu çatının altında böyle bir başlangıç yapmak çok şeyler hatırlatıyor bize... 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü... rahmetle yad ediyorum... Birinci Meclis başlangıçtı... Şimdi ise bizler de... devamını yapıyoruz... 

Tıpkı 98 yıl önce olduğu gibi bugün de milli iradenin üzerinde hiçbir fâni güç tanımadığımızı belirterek sözlerime başlıyorum. Türkiye'yi muasır medeniyetler 
seviyesinin üzerine çıkaracağız”, diyerek hem M. Kemal’e ve onun düstur olmuş sözlerine ve hem de dönemine doğrudan gönderme yapıyordu. 

 Herşey, tüm ayrıntılarıyla düşünülmüş bir gösteridir.

Oysa gerek Türkiye’de gerekse Batı ülkelerinde bugünkü Türkiye hakkında çizilen tablo çok farklıdır. 27 Ağustos 2018’de Fransa’nın yeni dış politika öncelikleri 
üzerine bir konuşma yapan Macron, “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiye'si, Cumhurbaşkanı Atatürk döneminin Türkiyesi değil,” diyerek, Kemal’i “seküler ve 
Avrupa yanlısı” olarak tanımlarken Erdoğan’ı ise “pan-İslamist” ve “Batı düşmanı” olarak tanımlıyordu.  Macron’un muhtemel Mustafa Kemal’in de 1920’li yılların başlarında, “İslam Halifesini kurtarmak amacıyla şeriat savaşını başlattığı nı” ilan ettiğinden ve Avrupa tarafından “Batı düşmanı” sayıldığından haberi olmadığını düşünsek bile, Batı’da, “İslamcı-gerici ve Batı Düşmanı Erdoğan ile seküler, modern ve Batı yanlısı M. Kemal” imajının çok kuvvetli olduğu tartışma götürmez. Özellikle Suriye iç savaşı boyunca, Batı basınında Erdoğan’ın Suriye’de ISIS’in bir numaralı destekçisi olduğu ve Ortadoğu’da Halifeliği yeniden ihya etmek istediği yolunda bolca propaganda yapıldığı hatırlardadır.

Benzeri anlayış Türkiye’de de çok yaygın ve kuvvetlidir. M. Kemal Batı’yı, sekülerizmi, aydınlanmayı ve modernleşmeyi temsil eder. Bunu karşısındaki kitle 
ise İslamcı, şeriatçı ve gericidir. Ve bu kesimler, ülkenin modernelşmesine karşı, İslam dini temelinde bir devlet ve toplum kurmayı amaçlamaktadırlar.
“Kultur Kampf” ve Osmanlı-Türk Tarihinin İki Ana Gövdesi Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Almanca’dan ödünç alacağım “Kultur Kampf”  (Kültür Kavgası) olarak ele alınması ve açıklanması aslında yanlış bir açıklama sayılmamalıdır. 19’uncu yüzyıldan bu yana, Osmanlı-Türk kültürel ve siyasi hareketi, bir tarafta “Batıcı, ilerici, aydınlanmacı ve moderleşmeciler,” diğer tarafta ise “İslamcı ve muhafazakarlar” olarak tanımlanabilecek iki büyük bloğun/gövdenin kavgası etrafında şekillenmiştir. Bu iki blok, 150 yılı aşan bir dönem boyunca, Türkiye’nin hangi “kültür dünyasına” dahil olması gerektiği üzerine yoğun bir kimlik kavgası vermişler, hala da vermektedirler. Ve hatta iddia edilebilir ki, özellikle “hayat tarzları” konusunda farklılık olarak yaşanan bu kültür çatışması bugün Türkiye’nin çok önemli kırılma noktalarından, önemli fay hatlarından bir tanesidir. 

Fakat kültür, kolektif kimlik ve yaşam tarzı konularında aralarındaki tüm ayrılıklara rağmen bu iki büyük blok, özellikle siyasi temsilcileri itibarıyla birbirlerine çok benzerler. Deyim yerindeyse bir diğerinin aynadaki görüntüsünden ibarettiler; otoriter rejim özlemcisidirler, demokratik hak ve özgürlükler ve insan haklarına saygı gibi kaygılardan son derece uzaktırlar. Ve aralarındaki bazı nüanslara rağmen tarihte yaşanmış büyük kitlesel katliamların üstünü örtmek konusunda da anlaşırlar. Yüzleşme gibi bir konu bu iki bloğa ve siyasi temsilcilerine çok uzaktır.
Osmanlı’nın çöküşü sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu iki ana gövdenin ortak eseridir. 1918-1923 Türk Kurtuluş Savaşının esas olarak İslami motiflerle 
ve İstanbul’da esir bulunan İslam Halifesini kurtarma amacıyla yürütüldüğü bilinen bir gerçektir. Fakat, “Batıcı, Seküler ve Modernist” kesimin radikal temsilcisi M. Kemal, 3 Mart 1924 yılıyla birlikte Halifeliği kaldırarak, “İslami-Muhafazakar” yol arkadaşlarından ayrılmış ve bu kesimleri baskı altına alarak kendi otoriter Tek Adam rejimini kurmuştu. 1938’de M. Kemal’in ölümü ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası bu rejim, ‘vesayetçi demokrasi’ (askerin, sivil siyaset üzerinde doğrudan veya dolaylı denetim kurduğu bir sistem) olarak yeniden düzenlenmiş, ve rejimin rayından çıkma tehlikesi görüldüğü her seferinde, düzenli askeri darbe yapılarak rejim yeniden rayına sokulmaya çalışılmıştır. 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbelerinin esas nedeni budur.

AKP’nin 2002 yılında iş başına gelmesi, tüm Cumhuriyet dönemi boyunca dışlandığı ve ezildiğine inanan İslami-Muhafazakar bloğun intikamı olarak da 
okunabilir. Ve AKP’nin ilk iş olarak ‘vesayet demokrasisini’ ortadan kaldıracak uygulamaları gündeme sokması şaşırtıcı olmadı. Bunun için, burada detayına 
giremeyeceğim, popular mobilizasyon (Kürt açılımı, Alevi açılımı vb.) ve cezai soruşturmalar gibi değişik mekanizmalar kullanıldı.  Bu dönem boyunca liberal 
demokrasi ile çoğulcu demokrasi arasında gidilip gelindi ve ama sonuçta, “rekabetçi otoriterlik”te karar kılındı. Benzeri sistem, erken cumhuriyet döneminde zaten kurulmuştu. Şimdi bunun tekrarını yaşıyor gibiyiz.

AKP niçin otoriter bir rejimde karar kıldı? İki önemli hususun belirleyici olduğunu düşünüyorum: birincisi, Ortadoğu’daki politik gelişmelerdir. Osmanlı-Türk siyasi tarihinin son 200 yılına baktığımızda, büyük iç altüst oluşların esas olarak uluslararası gelişmelere bağlı olduğu görülür. Gerek rejimin demokratikleşmesi doğrultusunda yapılan reform girişimleri gerekse otoriter seçeneklere yönelme ve/veya ulus-din gruplarına yönelik kitlesel katliamlar, Osmanlı-Türk yönetici elitlerinin dış gelişmeleri anlama ve yorumlama tarzları ile doğrudan bağlantılıdır.
 Bugün de farklı olmamaktadır. Türk yönetici elitleri Ortadoğu’da yaşananları, Birinci Dünya savaşı çıkışındaki koşullara benzetmekte ve “İkinci Kurtuluş Savaşı” 
vermekte olduklarına inanmaktadırlar. Burada, 2011’de başlayan ve en son tepe noktasını 15 Temmuz 2016 darbe teşebüssünün oluşturduğu bir dizi iç ve dış 
olayın, Türkiye’nin varlığına ve ulusal güvenliğine yönelik tehdit olarak algılanması önemli bir rol oynamıştır.

Türk yönetici elitleri, ABD’nin Ortadoğu stratejsinin, geçmişte İngiltere ve Fransa’nın izlediği stratejiye benzetmekte ve bu stratejinin bölge sınırlarını Türkiye 
aleyhine değiştirmek gibi opsiyona sahip olduğuna inanmaktadırlar. Mustafa Kemal’in, İngiliz ve Fransızlara karşı Lenin’in Rusya’sına yaklaşması ile Erdoğan’ın, Amerika’ya ve kısmen de Avrupa’ya karşı Putin’in Rusya’sına yaklaşması arasında yapısal benzerlikler vardır. Geçmişte olduğu gibi, bugün de ülkeyi kuşatan “iç ve dış düşmanlara” karşı bir var oluş (survial) savaşı verilmek zorunda olunduğuna inanılmaktadır. Bu savaş ise, ancak daha önce M. Kemal ve arkadaşlarının yaptığı gibi, yürütmenin gücü artırılarak ve “düşman” telakki edilen iç muhalefet susturularak yürütülebilir.

İkinci neden, 1945 sonrası kurulan çok partili demokratik sistemin zayıflığıdır. Oluşturulan sistem, zaten güçler ayrılığına dayalı gerçek bir hukuk devleti değildi. 
Sivil ve askeri bürokrasinin rejim üzerindeki vesayetini garanti altına almak ana hedefti. Bu nedenle, oluşturulan demokratik kurumlar, onları hayata geçiren 
kişilerce bile ciddiye alınmadı. Ve belki daha da önemlisi, bu sürecte toplumda bu kurumların içini dolduracak siyasi bir kültür oluşmamıştı.

Antik Yunan döneminden, Aristo ve Eflatun’dan bu yana, toplumları bir arada tutan ya da parçalanmalarına yol açan faktörlerin ne olduğuna kafa yoran bir 
geleneğin iddiasının doğru olduğunu kabul etmek gerekir. Bu geleneğe göre, toplumların istikrara sahip olabilmesi için, objektif olarak varolan kurumlar ile 
toplum üyelerinin bu kurumlara yönelik tutumları arasında bir uyum olması gerekir.  Eğer bu uyum yoksa, demokratik kurumlar ile topluma egemen normlar 
arasında bir uçurum ortaya çıkar, sistem kırılganlaşır ve yıkılması çok kolay olur. Belki buraya bir üçüncü faktör daha eklemek gerekir. Belirli koşullarda 
insanlar demokratik hukuk devleti ve özgürlükleri değil, bu kurumların yokluğu veya yıkılması pahasına güvenlik ve istikrarı tercih ederler.

Bu nedenlerden dolayı, AKP’nin, Birinci Cumhuriyet benzeri otoriter bir sisteme geçmesi, kısmi bir direniş ile karşılaşmış olsa bile, kolay oldu.  


***