11 Mayıs 2020 Pazartesi

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013.

ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013




Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) 2009 yılı başında Ankara’da Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı tarafından kurulmuştur. 

Merkez’in görevi, Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Avrupa, Asya ( Özellikle Rusya, Türk Cumhuriyetleri, Irak başta olmak üzere Türkiye’nin diğer komşuları ve Asya kıtasının büyük ülkeleri) bölgelerinde ve Avrupa Birliği Teşkilatı ve ülkelerinde Türkiye’yi ilgilendiren konularda araştırmalar yapmak, bunları yazılı ve dijital ortamlarda yayımlamak, bu konularda toplantılar düzenlemek, toplantılara katılmak ve eğitim vermektir. 

Bunlar haricinde AVİM, Ankara’da 1999-2009 yılları arasında faaliyet göstermiş olan Avrasya Stratejik Araştırmaları Merkezi’nin (ASAM) Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün faaliyetlerini de üslenmiştir. AVİM bu Enstitüce çıkartılmış olup halen Terazi Yayıncılık tarafından yayımlanan üç derginin hazırlanmasına yardımcı olmaktadır. Söz konusu dergiler şunlardır: 

Ermeni Araştırmaları (İlk yayın 2001) 
Review of Armenian Studies (İlk yayın 2002) 
Uluslararası Suçlar ve Tarih (İlk Yayın 2005) 

AVİM her İş günü Kafkasya ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Irak ve Asya ve 
Avrupa’yı (AB) ilgilendiren haber ve yorumlardan oluşan, e-posta ile yaklaşık 

7.000 aboneye gönderilen bir bülten çıkarmaktadır. 
AVİM ayrıca bir ana sayfa ve dört ayrı dosyadan (Kafkaslar ve Ermeni Sorunu, Balkanlar, Asya ve Avrupa) oluşan bir Web Sitesine sahiptir. 

E. Büyükelçi Alev KILIÇ AVİM’in başkanlığını yapmaktadır. 

AVİM Rapor No: 1 
Şubat 2014 
JEREMY SALT 
ERMENİLER VE SURİYE 1915 VE 2013 

Jeremy SALT 

Özet; 

Bu kısa makale İngiliz gazeteci Robert Fisk trafından Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında ve günümüzde Suriye’de çektikleri acı arasında kurduğu paralelliği konu almaktadır. Yazar başka paralellikler de kurmaktadır: örneğin 1914-1918 arasında Ermeniler ve diğer etnik-dini grupların itilaf devletlerinin 
çıkarları doğrultusunda manipüle edilmesi ile günümüzde Suriye’ye batılı hükümetler ve bölgedeki müttefikleri tarafından yapılan müdahalelerin insani sonuçları arasında. Gerçekten de Orta Doğu’nun ve Kuzey Afrika’nın tamamı 19ncu yüzyılın başından bu yana batılı güçler için bir müdahale alanı olmuştur. 
Yazar “Ermeni sorununun” gözler önüne serilmesinden zafer kazanmış savaş dönemi büyük devletlerinin himayesinde yürütülmüş ve hem Anadolu Türkleri hem de Yunanlılar için felaketle sonuçlanmış olan Anadolu’nun 1919’da Yunan işgaline uğramasına kadar birçok anahtar tarihsel olaya göz atıyor. Makale 
dünya tarihinin en yıkıcı savaşının gerçekleştiği dönemin şartlarında tüm dinsel-etnik grupları arasında şiddeti uygulayanlar ile bu şiddetin mağdurları arasında çizilen ayrımı sorgulamaktadır. Yazar bu gerçeğin kabul edilmesinin bugün hala derin bir şekilde kutuplaşmış bulunan tarihsel anlatılara tutunan gruplar 
arasında hakiki bir uzlaşının sağlanabilmesi açısından en temel dayanak olduğu nu ifade etmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Fisk, Ermeniler, Osmanlı hükümeti, tehcir, Justin McCarthy, Avustralya, Rusya, Osmanlı vilayetleri, ayaklanma, Van, Üçüncü Ordu, Andonian belgeleri, lobiciler, Fransa, Kürdistan, savaş dönemi mezalimleri ve yargılama ları, Asuriler, Balkan Müslümanları, 1919 Yunan İşgali, Suriye Hristiyanları ve Müslümanları, 1915 ve 2013 arasında paralellikler. 

Yakın zamanda yayınlanan bir makalede.
1 Robert Fisk, “Nearly a century after the Armenian genocide, these people are still being slaughtered in Syria”, (Ermeni soykırımından yaklaşık yüzyıl sonra bu insanlar hala Suriye’de katlediliyor). The Independent, December 1, 2013. 


Robert Fisk 1915’te Ermenilerin katledilmesi ile 2013’te Suriye’de çektikleri acılar arasında bir paralellik kurmuştur. Gelişen olaylara verilen bu yanıtın dayanağı Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda başlarına gelenler, şu an Suriye’de olanlar ve tarihte bu iki olay arasındaki diğer paralelliklerdir. 

Uzun bir süre boyunca Fisk’in Osmanlı hükümetine karşı yönelttiği suçlamalar, Osmanlı hükümetinin yerel görevlilere Ermenileri yok etme emri verildiğini “gösteren”, ancak aslında sahte olan ve kötü üne sahip Andonian “belgelerine” dayanmaktaydı. Yazarın kendine ait iddialarının birçoğu da Birinci Dünya Savaşı propagandası veya kendi hayali varsayımlarına dayanıyordu. 

  1915 katliamlarından hayatta kalan yaşlı Ermenilerin ona anlattığı hikâyeler ancak Ermeniler tarafından yapılan katliamlardan hayatta kalan yaşlı Müslümanlarca anlatılanlarla ölçülebilirdi, tabi Fisk bunlardan haberdar olsa, ya da bu insanlarla ölmeden önce konuşmak için Doğu Anadolu’ya gitme zahmetine girseydi. 

2015’in yaklaşmasıyla beraber kültürel anaakım Türk hükümetini 1915’te olan olayların bir soykırım olduğunu, yani Ermenilerin sırf Ermeni 
oldukları için yok edildiklerini “itiraf etmesine” yönelik propaganda dalgasına maruz bırakacak. 
Bu konuda herhangi bir tartışma bulunmamaktadır; ama bu yokluğun sebebi, bu konuda karşı anlatıların bulunmaması değil bu karşı anlatıların dikkate alınmamasıdır. 

Görünüşe bakılacak olursa son dönem Osmanlı tarihi hakkında Ermeni propagandacılarının önlerine koyulanlar dışında hiçbir şey bilmemelerine rağmen veya derin bir şekilde önyargılı, sıklıkla dürüst olmayan veya bilgiden yoksun kaynakları okuyanlar için hakikat çok açık bir şekilde ortadadır. 2010 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin bu konuda geçirdiği karar bu tarzda çarpık bir zihniyetin ürünüdür. Komite kararında yer alan iki milyon Ermeni’nin “sınır dışı” (deport) edildiği iddiası saçmalıktan ibarettir. 

Ermeniler sınır dışı edilmemiş, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yerleri değiştirilmiştir. Sınır dışı edildiği iddia edilen Ermeni sayısı ise imparatorluğun toplam Ermeni nüfusundan yarım milyon daha fazladır. Bu iki çarpıtmanın yanında bu kararın yalanlarını ortaya çıkaran birçok farklı hakikat vardır. 

Bu mesele söz konusu olduğunda tarih teolojiye dönüşmüştür. Tanrı’nın olmadığını söylemek onun varlığını “inkâr” etmektir. Yıldız Mahkeme’sinin2 özünde bu zihniyet vardı, ve Ermeni lobicileri ve propagandacıları dünya çapında bu taktiği kullanmaktadırlar. “Soykırım araştırmacıları” aynı ahlaksız taktiği kendi tarih anlatılarına katılmayanları karalamak ve ötekileştirmek için “inkârcı” terimini kullanarak uygulamaktadırlar. Bu ahlaksız taktiği kullanmalarının sebebi Ermeni sorununun doğru bir şekilde çerçevesine oturtulması karşısında kendi çarpık tarih anlatılarının gözler önüne serilmesidir. İşte bu sebepten dolayı Ermeni sorunu hakkındaki tartışmalar daha başlamadan bitirilmelidir. 

Bu bağlamda Amerikalı araştırmacı Justin McCarthy’nin Avusturalya’yı ziyareti sırasında gördüğü kötü muamele, gerçek olduğunu düşündüğü şeyleri dillendirmeyi cüret eden ve bu uğurda mücadele edenlere yine önemli bir ders olmuştur. Profesör McCarthy tanınmış bir araştırmacıdır ve son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun demografik yapısı konusunun ileri gelen uzmanlarındandır. Bu konuda pek çok yayınlanmış kitabı ve makalesi bulunmaktadır. 

Ancak tüm bunların Avusturalya’da hiçbir önemi olmamıştır. Avusturalya medyası McCarthy’i bir “holokost inkârcısı” olarak tanıtan Ermeni, Yunan 
ve Musevi lobilerine uymuştur. Bu muamelenin öncüleri arasında ise Avusturalya Yayın Komisyonu yer almıştır; bu kuruluşun muhabiri Michael Brissenden Profesör McCarthy’i “dünyanın en azılı soykırım inkârcılarından biri” olarak tanıtmıştır. Lobicilerin çabaları istenilen sonucu vermiştir. Profesör McCarthy Melbourne Üniversitesi’nde ve Güney Galler Sanat Galerisi’nde halka açık konuşmalar yapacaktı, ancak iki mekân da “inkârcı” görüşlerini öğrendikten sonra ona konuşması için olanak sağlamayı reddetti. Amerika’dan Avusturalya ’ya bu konuşmaları yapmak üzere gelen Profesör McCarthy’nin yapabildiği tek konuşma Avusturalya İşçi Partisi senatörü Laurie Ferguson’un Canberra Parlamento binasının bir komite odasında ayarladığı küçük özel bir etkinlikte gerçekleşti. Profesör McCarthy’nin maruz kaldığı bu kötü muamele azimli lobiler ile karşılaşan basının korkaklığının ve cehaletinin örnek bir göstergesiydi. Böylece basın ve lobiciler bir araya gelerek dürüst tartışmaların önünü kesmiş ve Avustralyalıların ilgilenebileceği konuları duymalarını engellemişlerdir. 

Böyle bir manzara karşısında bir kâfirin bazı kilit meseleler üzerine görüşleri şöyledir: 

1. Rakamlar. Ermeni ve Ermeni yanlısı kaynakların ölen Ermenilerle ilgili verdikleri rakamlar kimi okuduğunuza bağlı olarak değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir. Savaşın sonunda müttefiklerin tahminleri 600.000-800.000 
ölü sayısına işaret etmektedir. Ermeni kaynaklarının genel olarak verdiği rakamlar artık bir milyon ile bir buçuk milyon arasında değişmektedir. 

Türk “tarafında” ise tahminler 300.000 ile 600.000 arasındadır. 

İngiltere’de 15. ve 16. yüzyıllarda faaliyet göstermiş; siyasi çıkarlar doğrultusunda katı, keyfi hüküm veren ve gizli kapaklı yargılama yapan mahkeme. 

Yaklaşık olarak 1,6 milyon Osmanlı Ermenisi vardı ve yüz binlercesi savaşta hayatta kaldığına göre Fisk ve diğerlerinin verdiği rakamlar doğru değildir ve olamaz. Ermeniler çok büyük acılar çekmiştir, ancak tarihsel gerçek adına 1,5 milyon Ermeni’nin 1915’te ve hatta savaşın tüm gidişatı sırasında “katledildiği” söylemi reddedilmelidir. Osmanlı Ermeni nüfusundaki ölümlerin sebepleri çatışma, kötü savaş koşulları, yetersiz beslenme ve hastalıktı. 
Bu sebeplerden ölen Ermeni sayısı gerçekten katledilen Ermenilerin sayısının çok üstündeydi. Standart tarih anlatısında hiçbir zaman bahsedilmeyen ise aynı sebeplerden dolayı muhtemelen iki ila iki buçuk milyon sivil Müslümanın ölmesiydi. Onlar haklarında hiç bahsedilmeyen hayaletlerdir; çünkü haber muhabirleri, konsoloslar ve misyonerler sadece Hristiyanların çektiği acı ile ilgileniyorlardı. Ölen Müslümanlar sanki hiç var olmamışçasına tarihten yok olup gittiler. 

2. Askeri Gereklilik. 

   “Soykırım network”ü içindeki Ermeni propagandacılar ve “araştırmacılar”ı tarafından tümüyle gözardı edilen askeri gereklilik Türk “tarafı”nın tarih anlatısının en önemli kısmını oluşturan öğedir. 

Buradaki iki önemli soru: 

a) Bir hükümet savaş döneminde isyankâr bir grup insanı yerlerinden etme hakkına sahip midir? ve 

b) Savaş hatları arkasında Ermeni silahlı isyan gruplarının yaptığı sabotaj Ermenilerin “tehcirini” haklı kılacak kadar savaş faaliyetlerini tehdit ediyor muydu? 

Burada en önemli meseleler arasında Ermenileri bir savaş aracı olarak kullanan Rusya’nın rolü bulunmaktadır. Rus ordusunda savaşan Ermeniler dışında, Rus Çarı nüfusunun yüzde sekseninden fazlasının Müslüman olduğu (çoğunlukla Kürt ya da Türk) Doğu Anadolu Osmanlı vilayetlerini “kurtarmak” ile görevlendirilmiş özel Ermeni birlikleri kurdu. Ermeniler fethedilmiş Osmanlı topraklarının bulunduğu bir bölgede özerklik vaatleriyle ikna edilmişlerdi. Bu Rus Ermenileri nin vuruş gücü Osmanlı İmparatorluğu içindeki on binlerce Osmanlı Ermesi ile arttırılmıştı. Bu Ermeni gruplar erzak ve iletişim hatlarını koparmış, askeri konvoylara saldırmış ve sivil Müslümanları katletmişlerdir. Sergiledikleri vahşet 1916 - 18 arası kuzeydoğu Anadolu’nun Rus-Ermeni işgali sırasında en vahim boyutlarına ulaşmıştır. 

Köyler, kasabalar ve şehirler resmen ölü mahzenleri haline gelmiş ve Ruslar dahi çırakları olan Ermenilerin sergiledikleri vahşet ve gaddarlık karşında şok olmuşlardır. 

Ermeni isyanları-ayaklanmaları, askeri konvoylara ve Müslüman köylerine yapılan saldırılar, telgraf hatlarının kesilmesi ve hükümet binalarının sabotajı gibi faaliyetler doğu şehri olan Van’daki ayaklanma ile doruğa çıktı. Ayaklanmaya binlerce Ermeni karıştı. İyi bir şekilde silahlanmış ve hazırlanmışlardı; hatta siperler kazmışlar, kendileri için üniforma dikmişlerdi. Askerlerin bulunmadığı bu durumda hükümet mevkilerinin savunulması işi jandarmalara ve gönüllülere kalmıştı. 

İsyan Nisan ortasında muhtemelen İngiltere ve Rusya ile koordine edilmiş olarak başlatılmıştır; ki böylece tam İngilizlerin Gelibolu’ya çıkarma yapmaya hazırlanmalarına ve Rusların kuzeybatı İran’daki Dilman’a büyük bir taarruz yapmalarına yakın bir zamana denk getririlmiştir. 

İsyanın zamanlaması İngilizlerin Basra’daki tutunma noktalarından kuzey istikametinde yaptıkları manevralarının çıkardığı Mezopotamya’daki 
çatışmalarla da bağlantılı olabilir. Van’ı ele geçiren Ermeniler şehri Ruslara devretmişlerdir. 

Van ayaklanmasının başlatılmasından bir hafta sonra 24 Nisan’da Osmanlı hükümeti İstanbul’daki Ermeni komitelerini kapattı, tutukladığı yüzlerce insanı imparatorluğun iç kısımlarına doğru Ankara çevresinde, çoğunlukla Çankırı ve Ayaş’a aktardı. Ermeniler Van’da gerçekleştirdikleri isyanın bir hafta sonrasında o kritik an olan 24 Nisan’ı “soykırım” tarihi olarak belirlemişlerdir. Ordudan Ermeni firarları, savaş hatların arkasında Ermeni çetelerinin yaptıkları ve Ermeni ihtilalci komitelerinin düşman ile işbirliği yapmaları göz önünde bulundurul duğunda 24 Nisan’da alınan kararın tek şaşırtıcı yanı bu kararın nasıl 
daha önceden alınmamış olduğudur. 

Mayıs ayının sonlarına doğru Osmanlı ordu yönetimi, savaş alanında bulunan Ermeni nüfusun Suriye’nin güney bölgelerine “tehcir”ini tavsiye etti. Van isyanıyla güvenlik sorununun had safhaya ulaşmış olduğu kesindir. 

1915 başlarında Sarıkamış'taki tahrip edici yenilgi dolayısıyla, Osmanlı Üçüncü Ordu'nun kuzeydoğu Anadolu'yu Rus istilası ve saldırısına karşı savunabilecek durumu kalmamıştı. 1914 sonlarında iyi başlayan Sarıkamış seferi dağlardaki kar fırtınası çıkmasıyla bir felakete dönüşmüş, on binlerce Osmanlı askeri çetin kış şartlarına hazırlıksız yakalanmış ve bir gecede donarak hayatını kaybetmiştir. Üçüncü Ordu’nun büyük bir kısmı hayatını kaybetti ve üç yıl boyunca saldırı stratejisi belirleyemedi. Tüm bölgedeki sivil halk resmen tek başına kaldı. Askeri yönetim bazı Ermenileri çoktan taşımıştı, fakat daha sonra yönetim ayaklanmalara ve hat arkasındaki savaş sabotajlarına karşı direnç gösterememiştir. Askeri yönetim sonuç olarak Ermeni nüfusun çoğunluğunun "tehcir" edilmesini önerdi. 

Bu gerçekler askeri gereksinimlerin özünü oluşturmaktadır. Vahakn Dadrian ve onun Türk çırağı Taner Akçam'ın, Osmanlı hükümetinin Van ayaklanması ile daha önce karşı karşıya kaldığını ve Ermenileri yok etmeye karar verdiklerini göstermeye dair girişimlerinin hiç bir temeli yoktur. 
Bu iki isim de savlarını "Andonian belgeleri" ve sözde "on emir" adlı sahte dokümanlarla  desteklemektedirler. Bir Osmanlı görevlisi tarafından İngiliz yetkililerine savaştan sonra teslim edilen bu ikinci kâğıt parçası, iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi yetkililerini İstanbul'da bir masa etrafında otururlarken ve tüm Ermeni erkeklerini yok etme, kadın ve çocukları ise İslam dinine döndürme kararı alırlarken göstermektedir. 

İngilizler, önde gelen Osmanlı hükümeti yetkilerine karşı kullanılacak tüm deliller için herkesi inceden inceye araştırmışlardır. Osmanlı arşivlerini didik didik aramışlar, kendi arşivlerini taramışlar ve Amerikalılara ellerinde bir tane bile suçlayıcı belge olup olmadığını sormuşlardır. 
Bu “on emir” olarak nitelendirilen sahte belgelerin dünyaya gerçek olduklarını kanıtlamanın bir yolu olsaydı İngilizler bu fırsatı kaçırmazlardı, ancak belgeler o kadar bariz bir şekilde sahteydi ki İngilizler bu belgeleri hemen bir kenara atmak zorunda kaldılar. 
Fakat Yale Üniversitesi Soykırım Çalışmaları Programı Başkanı, Ben Kiernan, Kan ve Toprak: Sparta'dan Darfur'a Bir Soykırımın Tarihçesi adlı kitabında, bu düzmece "belge"yi savaş dönemi Osmanlı hükümetine yönelik soykırım suçlamasına temel olarak kullanmıştır. 

Bu sahtecilikler istisnai de değildir, çünkü Ermenilerin "Türkler" aleyhindeki davası, sayısız uydurma yazılı ve görsel örnekle desteklenmektedir. 

3. Birleştirme. 

Ölü sayısının artırılmasının son zamanlarına doğru, Ermeni lobici ve propagandacılar "soykırım"ın zaman aralığını 1922 hatta 1923'e, yani Birinci 
Dünya Savaşı, 1919'da batı Anadolu'daki Yunan istilası, ve Kafkaslar ve Türkiye'nin güneydoğusunda devam eden mücadelelerin vuku bulduğu 
dönemi de içine alacak şekilde uzatmışlardır. Aslında, tarihin bu dönemlerinin her biri ayrı ayrı incelenmelidir. Kafkaslarda toprak ve kaynak (Hazar Denizi petrolü) üzerine yaşanan savaş, İngilizler ve Batılı müttefiklerini, Beyaz Rusları, Bolşevikleri, Azerileri, Gürcüleri, Ermenileri ve diğer başka etnik-dini grupları Kafkas mozaiğine dâhil etmiştir. İnsanlar birbirinin canına kıymış ve hastalık, kötü beslenme çeşitli sebeplerle hayatlarını kaybetmişlerdir. 

Aynı zamanda Fransa, yanında bir Ermeni lejyonu ile birleşmiş ve Fransız koruması altında otonom veya yarı-bağımsız bir Ermeni "devleti" kurmaya niyetli olarak bugünkü Türkiye'nin güneydoğusunu işgal etmiştir. İngiltere ile imzalanan bölgeden çekilmeye ilişkin anlaşma ile - "etki alanı" 

- Van Gölü'nün kuzeyinde uygulamaya konulmuştur. Fransa için Türkiye'nin güneydoğusu la Syrie integrale - büyük Suriye - ki bölgenin çekim merkezleri Çukurova'nın pamuk tarlaları ve doğu Akdeniz'in köşesinde saklanıp kalmış, 
Cezayir ile oluşturulabilecek bir trans-Akdeniz deniz anlaşması geliştirilebilecek olan İskenderun limanıdır. Fransız işgali yeni bir Müslüman katliamı dalgasını tetiklemiştir ve Müslüman mallarının imhası, Fransız ve Ermeni lejyonları Türk 
milliyetçileri tarafından geri püskürtülene kadar devam etmiştir. 

4. Kayıp Müslümanlar. 

   Birinci Dünya Savaşı sırasında kimsenin elinde Osmanlı'da ne kadar Müslüman sivilin öldürüldüğüne dair kesin bir bilgi yoktur, fakat mücadele sırasında ve sonrasında hayatını kaybedenlerden bahsetmek önemlidir. 

Müslüman nüfusun yüzde 80'den fazlası okuma yazma bilmemekteydi ve sonuç olarak katlandıkları sıkıntıları kaleme alıp anlatmaktan yoksundurlar. 
Yuvarlanmış rakamlarla iki ila iki buçuk milyon Müslüman sivilin öldüğünden bahsetmek, rakamlar üzerinden tartışma başlamaktan başka bir şey değildir. Birçok Müslüman sivil - Osmanlı belgelerinden edinilen rakamlara göre yarım milyon - savaşın seyri boyunca katledilmiştir. 
19 ncu yüzyılda “Ermeni sorununu” devraldıklarında, Ermenilerin küçük birer azınlık oluşturduğu ve “Ermenistan” olarak adlandırdıkları Osmanlı vilayetleri toprakları üzerinde İngilizlerce başlatılan Ermeni-Kürt mücadelesinin devamı olduğunu gösterir şekilde katledilenlerin çoğu Kürt ve katledenlerin çoğu da Ermeni’ydi. Kürtler ve hatta sultan ve Osmanlı hükümeti tarafından kullanılan sözcük "Kürdistan"dır. 

Kendi yurtları içerisinde İngilizlerin Ermenilere özerklik verme çabalarından dolayı tehdit altına giren Kürtler kendilerini savunmak için hazırlığa girişmişlerdir. 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler tarafından işlenmiş suçların çoğu Osmanlı ordu komutanları ve vilayet yetkilileri tarafından doğu Anadolu'ya dönecekleri sıralarda yani 1918'de belgelerle arşivlenmiştir. Bu açıklamalar, 1915-16 yıllarında, James Bryce ve Arnold Toynbee tarafından "Türklere" karşı yürütülen kan dondurucu iddialar gibi propaganda amacıyla da yazılmamıştır. 

Bu bilgiler sadece hükümetin bilgilendirilmesi için kayda geçmiştir. Bu diğer hakikat fail ile mağdur arasındaki ayrımı bulanıklaştırır ve Ermeni milliyetçiliğinin kalbinde yatan Manişeist anlatıyı da tehdit eder. Eğer Ermeni gençleri atalarının kurban oldukları kadar katleden de oldukları sonucuna varırlarsa, milli anlatıları patlak verecektir. Bu sebeple karşı anlatı ortadan kapatılmalıdır. 

Daha dengeli bir tarihsel değerlendirme, ancak tüm atalarının işledikleri suçların ve Müslüman da Hristiyan da olsa masum sivillerin acılarının karşılıklı olarak tanınması temelinde Türkler ve Kürtlerle gerçek bir uzlaşmaya imkan verecektir. Bu noktaya bir gün ulaşılabilir ama hali hazırda psikolojik, kültürel ve siyasi açıdan Ermeniler için ataları tarafından gerçekleştirilen mezalimlerin (her ne kadar az sayıda kabul edenler olsa da) kabul edilmesi imkânsız görünüyor. Doğal olarak, onlarca yıldır "Türkler"in soykırımdan sorumlu tutulmalarında ısrar ettikleri gibi, kendileri de Ermenilerin Müslümanlara yaptıklarının aynı şekilde soykırım olarak anılması gerekliliğini düşünmeye zorlanmalıdırlar. 

Ermeni mezalimlerinin raporları Doğu Anadolu’dan gelmiştir. Bu katliamlar geniş çaplı ve büyük ölçüde insanlık dışıdır. Ekmek fırınlarına atılan bebekler; canlı canlı derisi yüzülen insanlar veya atların altında ezilerek öldürülenler; ahırlara veya evlere kilitlenerek canlı canlı yakılan insanlar; toplu olarak alınıp götürülen ve Ruslara görünmeyecek şekilde katledilenler. Osmanlı kuvvetleri cesetler ve ceset parçaları ile kaplanmış şehirlere girmişlerdir. Raporlarda bazı Rus yetkililer 
himayeleri altındaki Ermenilerin davranışları karşısında iğrendiklerini ifade etmişler ve Ermenileri Müslümanları yok etmek istedikleri için suçlamışlardır. 

Bu katliamlar Ermeni vahşetini had safhaya çıkarsa da, Kürtlerin ve diğer 
Müslümanların daha evvel katledilmesi, intikam fikrini 1915’te güneyde Suriye’ye gönderilen Ermenilere yönelik toplu saldırılar için bir motivasyon haline getirmiştir. 

5. Duruşmalar. 

Taner Akçam yazılarında duruşmaların İngiliz yetkililerinin işgali altında İstanbul'da görüldüğüne oldukça fazla dikkat çekmiştir. 

Bunlardan bir kaçı Ermenilere karşı suç işlemekten mahkûmiyetle sonuçlanmış tır. Her halükarda, çok daha güvenilir mahkemeler Osmanlı hükümeti tarafından 1915'te Ermeni kafilelerine yapılan saldırılardan hemen sonra kurulmuştur. Soruşturma komisyonları 1915 yılının sonlarına doğru kurulmuş ve 1600 kadar kişi askeri mahkemede yargılanmıştır. 

Suçlu bulunanlardan bazıları idam edilmiş ve aralarında ihmal ve suç ortaklığından hüküm giymiş Osmanlı yetkililerinin de bulunduğu bazıları hapis cezasına çaptırılmıştır. Kafilelere saldırıldığı haberleri gelirken, İstanbul'daki hükümet, vilayet yönetimlerine Ermeniler için daha fazla korunmalarını talep eden şifreli mesajlar göndermiştir. 

Bunun gibi pek çok belge arşivlerde mevcuttur ve açıkça belirtilmiştir ki Ermeni "tehcir"i öldürme niyeti barındırmamaktadır. "Tehcir" düzenlemesinde sorumluluk alan pek çok vilayet yetkilisinin yetersiz olduğu, aktif bir şekilde Ermenilere kötü davrananlarla suç ortağı olduğu ve diğerlerinin de kasıtlı olarak ihmalkâr davrandığı açıktır. Aynı zamanda, ordunun hareket kabiliyetini kısıtlayan ciddi problemleri varken, bütün hayati ihtiyaçların karşılanması ve böyle büyük bir toplu yer değiştirmenin organize edilmesi son derece zordur. Yiyecek, sağlık imkânları, ulaşım ve kafileyi koruyabilecek silahlı birlikler yoktur. Sivil halk gerçekten çaresiz bir durumdadır ve hatta cepheye dahi ulaşamadan gelemeden hastalıktan veya kötü beslenmeden pek çok asker de hayatını kaybetmiştir. Osmanlı hükümeti nasıl sonuçlanacağını bilmese dahi, "tehcir" 
kararının felaket sonuçlarından sorumlu tutulmak zorundadır. Yine de, ordu yönetiminin öngördüğü şekilde hareket eden hükümetin nasıl bu kadar kötü sonuçlanacağı konusunda bir fikri var mıydı? Ordu yönetimi bu durumun 
meydana gelmesi gerektiği sonucuna varsa bile, herhangi bir konumdaki herhangi bir yetkili kalkıp da "bu olamaz" demedi mi? 

Hemen hemen bir asır sonra, muhtemelen bu sorulara yine net cevaplar verilemeyecektir. 

6. Yunanlılar ve Süryaniler. 

Her iki toplum da Türkler tarafından soykırıma uğradığını iddia ettiği için, burada genel literatürde yer almayan bazı kavramlardan bahsedeceğiz. 

1897’de Yunan ordusu Osmanlı İmparatorluğu’na saldırdı ve onlara yenildi. Yunanistan, 1912’de şansını Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ yanında tekrar denedi. Osmanlılar, sayıca üstün olmadıklarından tüm cephelerde kısa bir 
sürede yenildiler. İmparatorluk, Avrupa kıtasındaki topraklarının neredeyse tümünü kaybetti. Balkan müttefikleri 1913’de dağılmamış ve adeta Müslüman düşmanına saldırır gibi birbirlerine saldırmamış olsalardı, Osmanlılar bu toprakların muhtemelen tümünü kaybedebilirdi. Balkan ordularının işgaline uğrayan topraklarda yaşayan Müslüman halk, 1870’lerden beri ikinci defa –bugünün tabiriyle- etnik temizliğe uğramış oldu. Balkan devletlerinin niyeti güneydoğu Avrupa’daki Osmanlı varlığını sona erdirmek ve mümkün olduğu kadar çok Müslüman öldürmek ve onları dışarı sürmekti. 1904 - 1907 
arasında, Almanlar, şuan Namibiya olarak bilinen bölgede, Herero halkından neredeyse 100,000 kişinin katledilerek veya başka türlü ölümlerine yol açtı. Eğer bu 20. Yüzyılın ilk soykırımıysa, Balkan Müslümanlarının uğradığı katliamlar ve 
tahliyeler - Kiernan ve soykırım konusunda çalışan diğer ‘bilim adamlarınca’ tamamen göz ardı edilse dahi- 20. yüzyılın ikinci soykırımı olarak değerlendirilmelidir. Justin McCarthy’nin tahminlerine göre, Balkan Savaşları, 632,000 Müslümanın, ya da Osmanlı İmparatorluğunca fethedilmiş Avrupa topraklarında yaşayan Müslümanların yüzde 27’sinin, ölümüyle sonuçlanmıştır. 

   Katliamlardan ve köylerinin askerler ve hunhar çeteler tarafından yağma edilmesinden kurtulanlar Ege’ye veya İstanbul’a kaçtılar. Geri çekilen askerlerle birlikte, onlar da, kitleler halinde hastalıktan, yetersiz beslenmeden ve 
tehlikeli hava şartlarından öldüler. İstanbul’a ulaşmayı becerebilenlere kalacak yer verilmiş, camilerde ve hükümet binalarından dönme binalarda tıbbi tedavi olanağı sağlanmıştı. Şehre çıkan yolların etrafındaki alanlar, ölülerin ve ölmekte 
olanların cesetleriyle dolmuştu. Bugün bile, 1877-78’de ve yine 1912-13’de Müslümanların köklerinin kurutulması, Balkanlar’ın ‘batı’ tarihinde yer edinmemektedir. 

Yunanlılar, 1919’da Osmanlı topraklarını yeniden istila etmişlerdir. İmparatorluk, Libya’nın 1911’de İtalyanlar tarafından istila edilmesinden beri savaştaydı. Libya savaşını, Balkan savaşları (1912-1913), ardından Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve daha sonra Kafkasları ve bugünün Türkiye’sinin güneydoğusu olan bölgeyi sarsan mücadele takip etmişti. Harap olmuş bu topraklarda başka bir savaş başlatmak neredeyse sadistçe bir acımasızlıktı, ama bu tam da, İngiliz Başbakanı David Lloyd George’un –Yunanlılara olan sevgisi kadar, “Türklere” karşı yoğun bir ırkçı nefret duygusu besliyordu- ve onun can dostu, Yunanlı Başbakanı Eleftherios Venizelos’un yaptığıydı. Yunan ordusu, Mayıs 1919’da, müttefik bir filonun koruması altında, Ege kıyılarından İzmir’e ulaştı. Katliamlar gecikmeden başladı. Ölüler arasında, fes giymiş oldukları için Müslüman sanılan 
Hristiyanlar da vardı. 

Teoride, Yunanlı ordusu, İzmir’i çevreleyen kısıtlı bir alanda kalacaktı; ama kısa bir sürede hudutlarından çıktı ve İstanbul yönünde kuzeye doğru ve Ankara yönünde doğuya doğru ilerlemeye başladı. Bunu takip eden süreci Yunanlıların köylerde ve kasabalarda yapmış oldukları katliamlar; kundaklamalar; yağmalamalar ve yıkımlar izledi. Aynı zamanlarda bölgede bulunmuş olan Arnold Toynbee, Yunanlıların mücadelesini Türkleri yok etmek olarak tarif ediyordu. Müttefikler arası tahkikat komisyonu ve Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün temsilcisi de aynı fikirdeydi. Nihai olarak, 1922’de Türkler tarafından 
tutulan ve yenilen Yunanlıların Ege kıyılarına çekilmeleri de aynı vahşet ve yıkıma işaret ediyordu. İşgalci orduyu destekleyen Ermeni ve Yunanlı siviller de Müslümanlara ait mal ve mülklerin yağmalanmasına ve yıkımına katıldı. Bu 
macera, 1,5 milyon Yunanlıyı Anadolu’dan ve 1 milyon Türk’ün Yunanistan’dan koparan, 1922’de gerçekleşen mübadeleyle sonuçlandı. Lloyd George’un ve Venizelos’un bu trajediden direkt olarak sorumlu tutulmaları gerekmektedir. 

Güçlenen Türk milliyetçileri ile karşı karşıya kalan İngiliz bölüklerinin yanında, Lloyd George, kendi bölükleri yerine başkaları savaştığı sürece bir başka savaşa daha atılmaya hazırdı, ama Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya, Kanada’ya ve Güney Afrika’ya yaptığı asker talebine kulak verilmemişti. 

Soykırım ithamı yapan üçüncü etnik-dini grup Süryanilerdi. Türkiye’nin güneydoğusu ve İran’ın kuzeybatısında bulunan ve küçük bir topluluk olan Süryaniler, İngilizler ve Ruslar tarafından verilen sözlerle savaşa itilmişlerdi; ama Osmanlı ordusuna, Türk ordusuna veya Kürtlere başkaldıracak halleri yoktu. Osmanlı topraklarından, yurtlarından ayrılan Süryaniler, Irak’a doğru, binlerce kişinin öldüğü yola çıkmadan önce, kuzeybatı İran’daki dindaşlarına katıldılar. Sağ kalanların çoğu kendini Bağdat’ın kuzeyindeki Bakuba sığınmacı kampında buldu. Onlar, cesur askerler olarak biliniyorlardı; ama yine de, disiplinsizlik ve vahşi davranışlara yatkınlardı. 1924’te, İngiliz kuvvetlerine bağlı bir grup Süryani asker, Kerkük’ün merkezinde bulunan bir pazar yerine makinalı tüfeklerle ateş açarak yüzlerce kişiyi öldürdü. 

Yine 1933’te, bir grup silahlı Süryani, Dicle nehri yakınlarında bulunan Iraklı kuvvetlere saldırarak büyük bir krize yol açtılar. 

Bu kriz sonucunda, 34 kişi ölmüş, 100’e yakın kişi yaralanmış, ölülerin vücutları tahrip edilmişti ve karşı saldırıda bulunan ordu, Simel’in Musul bölgesinde yüzlerce masum insanı katletmişti. İngiliz valisi Arnold Wilson’a göre de, Kürtler, Süryanilerin Bakuba’da ki sığınmacı kampına saldırınca yakalanmış ve kafaları kesilerek öldürülmüşlerdi. 

7. Yani, Kim tüm bunlardan alnı ak bir şekilde çıkabilirdi? 

Görünüşe bakılırsa hiç kimse. Bir tarafta, suçluların ve diğer tarafta, mağdurların olduğu söylenemez. 

Tüm taraflarda da suçlular ve mağdurlar vardı. ‘Yer değiştirme’ sırasında bile, birçok Müslüman Ermenilere yardım etmeye çalışıyordu. İhmalkâr Osmanlı memurları yanında da, yanlarında çalışan Ermenilere göz kulak olmak için, son derece zor koşullarda, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışanlar vardı. Anaakım ‘batı’ tarihinde, hala, savaşın Osmanlı halkı için ne kadar yıkıcı olduğu konusunda bir anlayışa yer vermemektedir. Savaş bittiğinde, insanlar at gübresinden arpa çıkarıyor ve hayatta kalabilmek için ot yiyordu. Savaş sırasında bile, 19151916’da, insanlar, Beyrut sokaklarında ve Suriye’nin diğer kasaba ve şehirlerinde, açlıktan ve hastalıklardan ölüyorlardı. 

   Ailelerini besleyemeyen Lübnanlı erkekler, dağlarda utanç içinde ölmeyi bekliyorlardı. Bazı köyler tamamen boş kalmıştı. Savaşın zorlu koşulları, cephedeki askerler için gıdanın ve ilaçların tükenmesi, ulaşımın oldukça zor olması ve askerler ve halk arasındaki kolera ve tifüs gibi hastalıkların neden olduğu büyük sayılarda ölüme ek olarak müttefiklerin Akdeniz kıyısını deniz 
ablukasına alması durumu iyice kötüleştirmiş, para ekonomisinin sonunu getirmiş ve çiftçileri mahsullerini yetiştirmek için gerekli olan malzemelerden yoksun bırakmıştır. 1915’de yaşanan çekirge istilası, devam eden sefalete ve 
yoksulluğa ek olarak, mahsulleri ve ağaçları çıplak bırakmıştı. Arap tarihçi George Antonius’un hesaplamalarına göre, sadece Suriye’deki ölü sayısı 400,000 civarındaydı. 

Doğu Anadolu’daki durum da en az Suriye’deki kadar kötüydü; bazı vilayetlerin nüfusu yüzde 40 ila 60 arasında azalmıştı. 
Yüz binlerce insan savaş bölgesini terk etmiş; sağ kalanlar, sadece Osmanlı topraklarında değil, ama aynı zamanda Kafkaslarda ve kuzeybatı İran’da yerlerinden edilmiş ve açlıktan ölmeye terk edilmişti. Bu, kılıçtan geçirilen, hayatta kalabilmek için mücadele veren bir imparatorluğun ve müttefik güçlerin hile ve asılsız vaatlerinin girdabında kalmış azınlıklarının bir imha etme savaşıydı. 

8. Son olarak, 1915 olayları ve 2013’de Suriye arasındaki diğer paralelliklere değineceğiz. 

Şu anda Suriye’de katledilenler ve ülkeden atılanlar sadece Ermeni Hristiyanları değil, tüm Hristiyanlardır. 

   İki Ortodoks piskopos hala kayıp, eğer hayattalarsa Çeçenler tarafından Halep’te tutuldukları düşünülüyor; papazlar katledildi, eski Ma’lula şehrine saldırıldı ve şehirdeki kiliseler kötü amaçlara alet edildi; yakın zamanda Ma’lula şehrine yapılan bir saldırıda, 12 rahibe, silahlı adamlar tarafından rehin alındı; kısa bir süre önce, Sadad köyünde, 40 Hristiyan- erkek, kadın ve çocuk- katledildi. El Kaide’nin kara bayrakları, batılı devletler ve bölgesel müttefiklerinin Suriye’ye yaydığı karanlık güçler tarafından kiliseler üzerine çekildi. 

El Kaide, 60’dan fazla kiliseyi ve manastırı yok etti ve on binlerce Hristiyan’ı evlerinden etti. 

Sadece Vatikan, Hristiyanlığın, doğduğu bu topraklarda maruz kaldığı bu katliam lar ve yıkıma karşı açıkça sesini çıkarıyor. İşlerine gelince Hristiyan geçinen batılı liderlerin, kendilerini garip bir şekilde ‘Suriye Halkının Dostlar Grubu’ olarak adlandıran işbirlikçi devletlerin Suriye’ye müdahalesinin direkt bir sonucu olarak hayatlarını kaybeden Hristiyanlar veya on binlerce Müslüman ve hatta yer değiştirmek zorunda kalan milyonlarca insan hakkında diyecek hiçbir şeyi yok. Eğer şuan geri çekiliyorlarsa, bunu sebebi, onları, kendi sınırları dâhilinde ve kendi çıkarları karşısında tüm dünyada tehdit edebilecek bir canavar yarattıklarının farkına varmalarıdır. 

“Batı” ve onun bölgesel müttefikleri, iki yüzyıldır, Orta Doğu insanının hayatını mahvetmekte. Azınlık, mezhep, iç savaş, istila ve işgal, suikast, sabotaj, rüşvet, yaptırım, ekonomik boykot ve yıkma kartlarını kullanmışlardır. Bu kartları 
ihtiyaca göre değerlendirmişler ve şimdiye kadar, hiçbir şeyin, onlaraistediklerini almak konusunda engel olamayacağını göstermişlerdir. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’nda olanlara tamamen paraleldir. 1918’de büyük güçlerin çıkarları 
doğrultusunda ortaya çıkan dünya bugün yine büyük güçlerin çıkarları için parçalanmaktadır. Irak kaybedilmiştir ve Suriye yıkılmaktadır. Orta Doğu’nun merkezi toprakları sığınmacılarla dolmaktadır. 2003 sonrası Irak’tan kaçan 
mülteciler 1948’den sonraki en vahim mülteci sorunuydu; şuanda Suriye’den kaçan mülteciler de, daha beter olmasa da, en az Irak mültecilerinin yarattığı sorun kadar vahimdir. 

Ermeniler ve Süryaniler müttefiklerin savaştaki mücadelelerine yardım etmekten dolayı hiçbir kazanç elde edemediler. 

Yapılan vaatler ya yerine getirilmedi ya da getirilemedi. Bolşeviklerin yardımıyla Ermeniler kendi özerk cumhuriyetlerini elde ettiler ama Süryaniler Irak veya onları almaya razı diğer ülkelerde mülteci konumuna düştüler.Araplar kandırıldılar ve ihanete uğradılar. Yerine getirilen tek vaat Siyonistlere yapılandı, ve 1918 sonrası olduğu gibi şimdi de aynı durum söz konusu: 
Irak’ın yok edilmesinden ve Suriye’nin şu anda yok edilişinden en çok kazançlı çıkan Orta Doğu’ya Batı stratejilerinin çıkarı doğrultusunda yerleştirilen sömürgeci yerleşimci devlet olmuştur. Bugün Suriye'de acı çeken Ermeniler bütün resmin yalnızca bir parçasıdır. 

   Orta Doğu'nun merkezi toprakları hayrete düşüren bir şekilde tahrip edilmektedir. Bölgenin insanları onlara karşı kurulan tuzaklara bilinçsiz bir şekilde düşmektedirler. Tanrının gerçek düşmanları olan, toplumun içine fitne sokan dini liderler ve onları destekleyen hükümetleri yüzünden bölge halkı, geri adım atıp esas manzarayı görememektedir. Bir yüzyıl öncesinde geçerli olduğu gibi, şimdi de, uzak ‘batı’ başkentlerinin belirlediği büyük stratejiler çerçevesinde ülkeler yok edilmektedir. 

Hükümetleri ve kurumları kendi ihanetleri, işbirlikçilikleri ve adi bir şekilde paraya ve güce teslim olmalarıyla kendilerini rezil etmektedirler. 

Kuşkusuz, bu kadar zûl bir noktaya Arap tarihinde ve İslami Orta Doğu’da çok az düşülmüş tür. 


***

30 Ocak 2020 Perşembe

OSMANLI DÖNEMİNDE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ BÖLÜM 2


OSMANLI DÖNEMİNDE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ  BÖLÜM 2


IV.PROTESTAN MİSYONERLERİ

Katolik misyonerlerinden  başka Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren diğer Hıristiyan mezhebine mensup kişiler Protestanlardı. Bu misyonerlerin Osmanlı topraklarındaki çalışmaları 1840’lardan itibaren hız kazanır. Tanzimat Döneminde yayınlanan 1856 tarihli Islahat Fermanı’nın getirdiği vicdan hürriyeti prensibi ile tanınan mezhep değiştirebilme serbestliğinden en fazla yararlananlar Protestan misyonerleri oldu.
Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel olarak yürütülen planlı çalışmalar sonunda dış devletlerin Osmanlı içindeki Hıristiyanlar üzerindeki etkilerini arttırmaya yönelik çalışmaları bilinen bir gerçektir. Yürütülen çalışmalar sonucunda Fransa ile Avusturya Katoliklerin, Rusya ise Ortodoksların hamisi olarak ortaya çıktı. Bu üç devlet 1840’dan sonra Lübnan ve Suriye’deki Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında meydana gelen olaylardan yararlanarak Katolik ve Ortodoksları himaye etme bahanesiyle müdahalede bulunarak nüfuzlarını kuvvetlendirmeye başladılar. İngiltere de kendi nüfuz alanını oluşturmak için Protestan topluluğu meydana getirecek faaliyetlerde bulundu. Bu konudaki ilk girişimi 1842’de Kudüs’te bir Protestan Kilisesinin açılmasıyla başladı. Bu kiliseye İngiltere, Almanya ve Amerika’dan Protestan misyonerleri gönderildi. Bölgedeki İngiliz konsoloslarının[32] da destekleri sayesinde misyonerler başka din ve mezhepteki unsurları Protestanlaştırmaya çalıştılar. Osmanlı topraklarına ayak basan ilk Protestan misyonerin 1815’te Mısır’a gönderilen ‘The Church of Missionary  Society’ [33] adlı bir İngiliz örgütüne bağlı bir papaz olduğu görülür[34]. 19.yüzyıldan itibaren daha çok Mezopotamya ve Ege bölgesine gelerek okullarını açan İngiliz misyonerleri ayrıca İstanbul, Antakya, Harput, Ankara, İzmir, Erzurum, Bursa ve Antep gibi şehirlerde de faaliyette bulundular[35]. World’s Missions’un 1914 tarihli istatistiklerine göre Osmanlı topraklarında faaliyette bulunan İngiliz Misyoner Cemiyetlerinin (British Missionary Societies) 12800 öğrencinin okuduğu 178 okulu vardı[36]. 1919 tarihli bir rapora göre ise Milli Mücadele öncesi Anadolu topraklarındaki İngiliz misyoner sayısı 23, İlkokul 7, Ortaokul 5 adetti. 86 çocuğun bulunduğu bir de çocuk yuvası vardı. 7401’i ilkokullarda, 134’ü ise ortaokullarda olmak üzere toplam 2190 öğrenci bu okullarda öğrenim görüyordu.[37] Kendilerine yandaş Protestan topluluğu oluşturmak için Osmanlı topraklarında faaliyette bulunan İngiliz misyonerleri Asyalı Hıristiyanlar olarak nitelendirilen Nasturilere  yönelik olarak çalışmalarda bulunurlar. İlk kez 1842’de başlattıkları bu faaliyetler için bir İngiliz Din adamı olan Dr. Badger,  Kanterbury Başpiskoposu tarafından görevlendirilir ve İngiliz Kilisesi ile Nasturilerin Patriği arasında dostluklar kurulur. İngiliz Misyonunun esas amacı diğerleri gibi eğitime ağırlık vermekti. Bu amaçla 1886’da Nasturiler için bir erkek ve bir kız okulu ile matbaa kurdular. Daha çok Urumia ve Güneydoğu Anadolu’da faaliyette bulunan İngiliz misyonları 20.yüzyılın başlarında Van civarında da okullar açarak çalışmalarda bulundular[38]. Bölgedeki Dürziler üzerinde de etkinlik kurmaya çalışan İngilizler Ortadoğu’daki güçlerini sağlamlaştırmaya çalıştılar. Daha önce de belirtildiği gibi İngiliz misyoner faaliyetlerinin temelinde dini ve mezhebi gerçekler olduğu kadar Fransa ve Rusya gibi ülkelere karşı Osmanlı topraklarında bir Protestan kesimin oluşmasını sağlamak amacı da yatıyordu.
Türkiye’de yaygın olarak faaliyette bulunan diğer İngiliz dini örgütlerinden bazıları şunlardır:[39] Suriye’de örgütlenen The British-Syrian Mission, The Babtist Missionary Society, The Christian Alliance, The Friends of Foreign Mission, The British and Bible Society. İngiliz hayır kurumlarından hastanelerin dağılımı  ise şöyleydi.İzmir’de British Sea Man’s Hospital, Yafa ve civarında Church Missionary Society’nin dispanserleri, Amman’da British Syrian Mission’un küçük bir hastanesi, Kudüs’te iki hastane. Kısacası okulları, dini kurumları, matbaa ve hastanelerinde görev yapan çok sayıda eğitimcisi ve doktoru ile faaliyette bulunan İngiliz misyonerleri bu çalışmalarının sonucunda bölgedeki etkinliğini ortaya koydu.
İngiliz Protestan misyonerleri daha çok Ortadoğu’ya yönelik olarak çalışırlarken,  Amerikalı misyonerler Anadolu’ya ağırlık verdiler. Burada etkili olan en güçlü Amerikan misyoner örgütü  ise 1810’da Boston’da kurulan ‘American Board of Commissioners For Foreign Missions’ du. Kısaca ‘American Board’ olarak anılan bu örgütün ilk misyonerleri Pleny Fisk ve Levi Parsons 1820 yılının Ocak ayında İzmir’e gelerek ilk misyonu burada kurdular.[40] Bunu İstanbul (1831), Trabzon (1835), Erzurum (1839), Antep (1847), Sivas (1851), Adana (1852), Merzifon (1852), Diyarbakır (1853), Kayseri (Talas 1854) ve Harput (1855)’ta açılan misyonlar takip etti.[41] American Board’dan başka Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren diğer Amerikan misyoner örgütleri arasında 1868’de kurulan ‘Woman’s Board of Missions’ (WBM) ve ‘Woman’s Board of Missions of The İnterior’ (WBMI) isimli kadın misyoner dernekleri ile ‘American Bible Society’, ‘The Near East Relief’ teşkilatları ve Young Men’s Christian Association’(YMCA), ‘Young Women’s Christian Association’ (YWCA) cemiyetleri vardı.[42]
1880’li yıllara kadar İngiliz hariciyesi himayesinde çalışan Amerikalı misyonerlerden istenen şey, öncelikle gittikleri yerlerde halkın arasına karışarak bilgi sahibi olmaktı. Özellikle halkın dini durumunu tespit etmek, din adamları hakkında (sayıları, bilgi düzeyleri, eğitim durumları vs.) bilgi edinmek, ülkedeki eğitim ve öğretim durumunu tespit etmek ve halkın moral durumunu öğrenmekti. Bunlar yapıldıktan sonra ne tür bir çalışmada bulunulacağı belirlenecekti. Onlardan istenen bir diğer şey ise “... Bu mukaddes ve vaadedilmiş toprakların silahsız bir haçlı seferiyle geri alınması”[43] nı sağlamak için gerekli olan herşeyin yapılmasıydı. Bu amaçla işe koyulan misyonerler kurdukları “misyon”lar yanında ilk, orta ve yüksek seviyelerde açtıkları okullar ile matbaa, hastane ve yardım kurumlarıyla çok yönlü bir Protestanlaştırma faaliyetlerine giriştiler.
Önceleri İstanbul ve İzmir gibi kıyı şehirlerinde faaliyet gösteren misyonerler, daha sonra aynı gayelerle iç bölgelere doğru yayıldılar. İlk gelenlerin ve sonrakilerin nihai hedefi Kudüs’e giderek bu mübarek topraklardaki bütün dinsizleri, Müslümanları, Musevileri ve Protestanlar dışındaki Hıristiyanları doğru yola davet etmekti.
19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren hız kazanan misyonerler faaliyetleri sonucunda okullarının sayısında önemli artışlar görüldü. Daha çok Yahudi ve Müslüman olmayan azınlıkların yaşadıkları bölgelerde çalışan Amerikalı misyonerler gayelerine ulaşabilmek için Osmanlı topraklarını dört misyon bölgesine ayırmışlardı. Bunlar Avrupa, Batı, Doğu ve Merkezi Türkiye Misyon’larıdır.
 Avrupa Türkiye’si Misyonu Filibe, Selanik ve Manastır’ı içine alıyordu ve Bulgarlar’ın bilinçlendirilmesi için çalışıyordu.
Batı Türkiye Misyonu, İstanbul, İzmit, Bursa, Merzifon, Kayseri ve Trabzon yörelerini, Doğu Türkiye Misyonu, Harput, Erzurum, Van, Mardin ve Bitlis’ten başka Rus ve İran sınırına kadar olan bütün Doğu Anadolu’yu içine alıyordu.
Merkezi (Orta) Türkiye Misyonu ise, Torosların güneyinden Fırat nehri vadisine kadar olan bölgeyi (Özellikle Maraş ve Antep illerine ağırlık veriliyordu) içine alıyordu. Bu son üç misyonun Ermeniler üzerinde çalıştıkları dikkati çekmiştir.[44]
Bu derece örgütlü ve planlı bir faaliyet sonucunda hem mezheplerini yayıyorlar hem de başta Ermeniler olmak üzere Bulgar, Rum vb. azınlıkları etkileyerek onları Osmanlı’dan koparmak ve dolayısıyla ait oldukları ülkelerin emperyalist politikalarını uygulamalarına yardımcı olmak işini de gerçekleştiriyorlardı.
En önemli Protestan Kolejleri İstanbul ve Beyrut gibi merkezlerde açılmıştı. Bunlardan 1863 yılında Cyrus Hamlin isimli bir misyoner tarafından İstanbul’da açılan Robert Kolej’in Bulgaristan’ın bağımsızlığını sağlayacak kadroların yetişmesinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Nitekim, kurucuları, yöneticileri ve çoğu öğretim elemanı misyonerlerden meydana gelen bu Kolej’in 1863-1903 tarihleri arasındaki mezunlarının çoğunu Bulgar öğrenciler oluşturuyordu. Yine, Kolej’in ilk Bulgar mezunlarından beşinin Bulgaristan’da başbakanlık görevinde bulunduğu ve Birinci Dünya Savaşı önce Bulgar kabinelerinden her birinde en az bir Robert Kolej mezununun yer aldığı görülüyordu.[45] Yüklü bir program uygulayan Kolej’de Almanca, İngilizce ve Fransızca gibi Batı dilleri yanında başta Bulgarca ve Ermenice olmak üzere on beşe yakın değişik dilin öğretilmesi Kolej’in çok yönlü amaçlarını ortaya koyması açısından önemli bir husustur.[46]
Bulgarlar için çalışan Avrupa Türkiye’si Misyonu’da 1899’da on misyoner, on iki Amerikalı misyoner yardımcı ve 81 yerli yardımcı görev yapıyordu. Bölgedeki Protestan Kiliselerinin sayısı ise on beşi bulmuştu. 1870-80’li yıllarda, İstanbul’da misyonerlerin kurduğu matbaada yayınlanan eserlerin yarıya yakınının Bulgarca olması bu konu üzerindeki çalışmaların ciddiyetini ortaya koymaktadır.
“American Board”dan başka Bulgarları Protestanlaştırmak için çalışan bir diğer Amerikan Misyoner örgütü olan “Methodist Episcopol Mission”da 1858’de Bulgaristan’da birer “Misyon” merkezini kurmuştur.
American misyonerlerinin İstanbul’da kurduğu Robert Kolej’in Bulgarlar için üstlendiği görevi, Beyrut’ta açılan Protestan Koleji de oradaki Arapları bilinçlendirip, Osmanlı’ya karşı kışkırtma olarak yerine getirdiği ifade edilir.
Bu iki Kolej’den başka Anadolu’da açıdan pekçok Amerikan misyoner kolejleri, aynı şekilde daha çok Ermenilere yönelik olarak faaliyet göstermişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır: Anadolu’da ilk Amerikan misyoner merkezi 1852’de Harput’ta kurulmuştur. Aynı yerde 1878’de açılan Osmanlıların “Fırat Koleji” dedikleri “Ermenistan Koleji” (Armenian College) protestan papazı yetiştirmek ve Ermenileri dilleri, tarihleri, edebiyatları, milliyetleri hakkında bilgilendirmek için faaliyete geçti. Aynı dönemde Merzifon’da “Anadolu Koleji” (Anatolia College), İzmir’de Millletlerarası Kolej (İnternational College) ile kızlar için açılan Amerikan Koleji, Antep ve Maraş’ta kızlar ve erkekler için açılan “Merkezi Türkiye Kolej”leri, Tarsus’taki St. Paul Enstitüsü gibi kolejler başlangıçta Hıristiyan azınlıkların çocuklarını eğitmişler, onlara milli duygular kazandırarak bilinçlendirmişler ve sonuçta Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmalarını sağlamışlardı.[47] İçeride azınlıkları bu şekilde yetiştirerek kışkırtan misyonerler dışarıda da Avrupa ve Amerikan kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirmek için kendi tahrikleriyle çıkan ayaklanmaların bastırılmasını “Türkler Hıristiyan ahaliyi kesiyor!” propagandalarıyla etkilemeye çalışarak batı dünyasını Osmanlı Devleti aleyhine tavır almak üzere harekete geçiriyorlardı. İyi yetiştirilmiş Ermeniler ABD’ye götürülüyorlar ve çoğu Amerikan vatandaşlığına geçdikten sonra Osmanlı topraklarına geri dönüyorlar ve özgürlük propagandası yaparak lehlerinde reformlar yapılmasını istiyorlardı. [48].
Özetle verdiğimiz bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere “American Board” teşkilatı Osmanlı topraklarındaki misyonerlik faaliyetlerinin çoğunu üstlenmektedir. Bu faaliyetlerin % 30’a yakını anılan kurum tarafından yürütülüyordu.
Böylece “American Board” ve diğer teşkilatların bu derece etkin ve yoğun çalışmaları sonucunda misyonerler, 1880’lerden itibaren A.B.D.’ye Ortadoğu’da ekonomik, sosyal ve kültürel bir hayat sahası oluşturmada aracı rol oynamışlardır. Başlangıçta Ermeni ve Bulgarlara yönelik olarak çalışan Protestan misyonerleri daha sonra Rum, Hıristiyan Arap, Nasturi, Süryani, Kürt ve Yahudiler üzerinde de etkili oldular .
Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yürüttükleri çalışmalarla bölgedeki Kürt ve Nasturilerin ayaklanmalarında rol oynadılar. Bunda ayrıca 17.yüzyıldan itibaren bölgeye gelen Fransız ve İtalyan Katoliklerinin de payı büyük olmuştur[49]

SONUÇ

Batılı ülkelerin Osmanlı Devleti’ndeki misyonerlik faaliyetleri hakkında verilen bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, çalışma alanları, amaçları ve metotları göz önüne alınırsa, Devlet 19.yüzyılda en yoğun ve çok yönlü bir misyoner faaliyetine sahna olmuştur. Ülke adeta bir baştan bir başa misyonerler tarafından açılan okullar ve sağlık kuruluşları ve dini kurumlarla donatılmıştır.
Yabancı misyoner okulları olarak nitelendirilen bütün bu misyoner eğitim kurumlarında din propagandasının yoğun olarak yapıldığı, kendi dil ve kültürlerinin öğretildiği, ayrıca Fransız İhtilali sonrasında gelişen milliyetçilik akımlarının azınlıklar üzerinde uygulanmaya çalışıldığı düşünülürse ne denli etkili görev yaptıkları hesap edilebilir.
Osmanlı Devleti bu kurumları kapitülasyonlardan dolayı dış devletlerin  müdahaleleri yüzünden denetlenemiyordu. Dolayısıyla anılan kurumlarda bir taraftan İslam ve Türk aleyhtarlığı işleniyor, diğer taraftan da Türkçe yetersiz olarak veriliyordu. Ayrıca devletin bazı bölgelerindeki eğitim ve öğretim kurumlarının yeterli olmaması misyoner okullarına olan ilgiyi arttırıyordu. 1900’de sadece Amerika’ya ait 400’ü aşkın okulda 20.000’e yakın öğrenci öğrenim görürken, aynı yıllarda faaliyet gösteren İdadi ve Sultani sayısı 69 olup 7000’e yakın öğrenci vardı. Aynı yıllarda Osmanlı topraklarındaki misyonerlere ait toplam yabancı okul sayısı 2.000 civarında idi. Bunlara azınlıkların kendi okulları da ilave edilirse bu sayı 10.000’e yaklaşmaktaydı.
Son yüzyıllarda batı karşısında sürekli gerileyen Osmanlı Devleti azınlıklar üzerinde hamilik iddia eden batılı büyük devletlerin baskılarına maruz kalmıştı. Başında güçlü idarecilerin bulunmadığı bu dönemde Osmanlı Devleti olumsuz faaliyetlerle zayıflatılmaya çalışılıyordu.
19.yüzyılda patlak veren ve Devletin dağılmasına yol açan ayaklanmalarda, misyonerlik faaliyetleri ile bu faaliyetlerin tabii bir sonucu olarak kurulan çeşitli seviyelerdeki okul ve kolejlerin payı büyük olmuştur. Misyonerler, söz konusu eğitim faaliyetleri ile azınlıklar üzerinde bu şekilde etkili olurlarken, yabancı okullara devam eden Müslüman Türk unsurları da dinlerinden uzaklaştırma, kültürlerinden koparma ve çoğunlukla hayranı insanlar olarak yetiştirmede etkin rol oynamışlardır.
1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile azınlıklara tanınan siyasi ve hukuki hakların genişletilmesinden yararlanan misyonerler faaliyetlerini arttırmışlardı. Çeşitli dini teşkilatlar hem dinini yaymak hem de Osmanlı’daki Hıristiyanları devlete karşı kullanmak için akın akın Türkiye’ye gelerek yüzlerce okul, hastane ve yetimhane açmışlardı.
Bu dönemde politika ile iç içe olan hatta politikanın emrinde çalışan misyonerler, ait oldukları ülkelerden gördükleri büyük destekler sayesinde dikkate değer başarılar göstermişlerdi. Faaliyet alanlarını köy kasaba gibi ülkenin en ücra köşelerine kadar götüren misyonerler çalışmalarının sonuçlarını almaya başlamışlardı.
Bundan dolayıdır ki, Devletin zayıfladığı dönemlerde azınlıkların ayaklanmaları sonucunda Batılı devletlerin de yardımlarıyla birer bağımsız devlet haline gelmelerinde misyonerlerin bu tür faaliyetlerinin etkisi oldukça büyüktür.
Nitekim, 1829’da Yunanistan’ın 1908’de Bulgaristan’ın ve I. Dünya Savaşından sonra da Arap topraklarının Osmanlı’dan kopmasına misyoner faaliyetlerinin küçümsenemeyecek katkıları olmuştur. Daha da önemlisi, Yusuf Akçuraoğlu’nun da vurguladığı gibi[50], ülkemizdeki okumuş aydınlar arasında ortak bir düşünce ve idealin olmamasında misyonerler tarafından açılmış olan yabancı kolejlerde verilen eğitimin etkisi büyük olmuştur

                                   KAYNAKÇA
Akgün, Seçil, “Amerikalı Misyonerlerin Ermeni Meselesindeki Rolü”, Atatürk Yolu, Mayıs 1988, yıl:1, sayı:1, s.1-13

Cilacı ,Osman, Hıristiyanlı Propagandası ve Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara 1990.

 Çavdar,  Tevfik, Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, İstanbul 1970.

Çavdar, Tevfik Milli Mücadele Başlarken Sayılarla Manzara-i Umumiye, İstanbul 1971.
Dinçer,Nahit Yabancı Özel Okullar, s.70.

Ergin,Türk Maarif Tarihi, İstanbul 1977, cilt:1-2.

“Genç Hıristiyanlar Cemiyeti”, Sebilürreşad , Cilt.19, 20,21,24,25.

Gordon, Leland James, American Relations With Turkey, 1830-1930, Philadelphia University of Pensilvania Press 1932.
Grabil ,Joseph L, Protestant Diplomacy  And Near East: Missionary Influence on American Policy, 1810-1927, University of Minnesota 1971.
Greenwood,  Keith Maurice Robert College: The American Founders, The Johns Hopkins University, Ph D 1965.
Güngör , Erol, “Türkiye’de Yabancı Kültürü II”, Türk Yurdu, sayı:2, cilt:1.

Güngör, Erol “Türkiye’de Yabancı Kültürü II”, Türk Yurdu, sayı:2, cilt:1, Haziran 1959.
Halidi -Mustafa -Ömer Ferruh, İslam Ülkelerinde Misyonerlik ve Emperyalizm, 3.baskı, İstanbul 1968.
Karabekir, Kazım, “Misyonerlerin Faaliyeti”, Yeni Sabah Gazetesi, 11-12 Kanunusani (Ocak) 1939.
Karal,  Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, cilt:3, kısım:2,  2.baskı, Ankara 1977.

Kırşehirlioğlu ,E., Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri, İstanbul 1963.

Kocabaşoğlu, Uygur, “Doğu Sorunu Çerçevesinde Amerikan Misyşoner Faaliyetleri”, Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu, Ankara, 1992.
Kocabaşoğlu, Uygur, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları, İstanbul 1989.
Kodaman, Bayram, “Şark Meselesi”,Türk Yurdu, Ekim 1997, cilt:17, s.122, s.22-32.

Kodaman, Bayram, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan Abdülhamid’in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul 1983.
 Latourette,  Kenneth Scott “YMCA TÜRKİYE’DE”, Toplumsal Tarih,  Kasım 1997, sayı: 47, (Çeviren:Hülya Balcı).
Mears ,Eliot Grinnel, Modern Turkey, New York 1924.

“Misyon”, “Misyonerlik”, Meydan Larousse, cilt:9, s.843.
“Misyoner”, AnaBritannica, cilt:16.
National Archives of the United States , M.C.1107/20. Report on the Assyrian Christians by DAVİD MAGİE, August 24,1918.
National Archives of United States,,”Some of the Current Problems of the Foreign Schools in Turkey”, başlıklı  rapor. Microcopy No:1224, Roll No:12, Enclosure No:1, Despatch No: 885,
Ortaylı, İlber Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul 1983.

Özel Okullar Rehberi,  İstanbul 1964.

 Polvan ,Nurettin, Türkiye’de Yabancı Öğretim,  cilt:I, İstanbul 1952, s.145.

Putney, Ethel W., A Brief History of American Board Schools in Turkey, İstanbul 1964.
Sausa,Nasım The Capitulatory  Regime of Turkey , Baltimore 1933.

Stone, Frank Andrew Academies for Anatolia, 1830-1980, University Press of America, 1984.
Sunguroğlu, İshak Harput Yollarında,  cilt:2, İstanbul 1959.

Şimşir,  Bilal “Ermeni Propagandasının Amerika Boyutu Üzerine” , Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri”, Ankara 1985. 
Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara 1996.

Uralgiray ,Yusuf, İslam Aleminde Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara 1977.

White, George E. Adventuring With Anatolia College, First Edition 1940, Grinnel, Iowa, s.11.
Who is Who RC-ACG Alumni Community, RC-ACG Mezunlar Topluluğunda Kim Kimdir?, İstanbul 1985.




* Dr. Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü
[1] “Misyon”, “Misyonerlik”, Meydan Larousse, cilt:9, s.843; “Misyoner”, AnaBritannica, cilt:16, s.144.
[2] Mattaya Göre, Bab 28, İNCİL, 8.baskı, İstanbul 1979, s.75-76; Benzer ifadeler Markoso göre şöyledir: Hz. İsa “ Ve onlara dedi: Bütün dünyaya gidin, İncili bütün hilkate vazedin”. Bkz İNCİL, Bab 16, s.123.
[3] Tarihi gelişim için bkz. Yusuf Uralgiray, İslam Aleminde Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara 1977, s.6-7; Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara 1996.
[4] Henry Harris Jessup, Fifty Years in Syria, N.y, 1910, s.562,592’den nakleden Mustafa Halidi-Ömer Ferruh, İslam Ülkelerinde Misyonerlik ve Emperyalizm, 3.baskı, İstanbul 1968, s79.
[5] Les Jesuites en Syrie, X/97’den nakleden, Halidi-Ferruh, age, s.85.
[6] Anna A. Milligan, Facts and Falks In Our Fields Abroad, Philadelphia 1921, s.133’ten nakleden Halidi-Ferruh, age, s.68-69.
[7] The Ascending Cross, London 1905’den nakleden Erol Güngör, “Türkiye’de Yabancı Kültürü II”, Türk Yurdu, sayı:2, cilt:1, s.34.
[8] Kazım Karabekir, “Misyonerlerin Faaliyeti”, Yeni Sabah Gazetesi, 11-12 Kanunusani (Ocak) 1939; E.Kırşehirlioğlu, Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri, İstanbul 1963, s. 25.
[9] Osman Cilacı, Hıristiyanlı Propagandası ve Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara 1990, s.14-15.
[10] Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren misyonerler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Joseph L. Grabil, Protestant Diplomacy  And Near East: Missionary Influence on American Policy, 1810-1927, University of Minnesota 1971; Uygur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları, İstanbul 1989.
[11] Erol Güngör, “Türkiye’de Yabancı Kültürü II”, Türk Yurdu, sayı:2, cilt:1, Haziran 1959, s.33.
[12] Kırşehirlioğlu, age, s.15.
[13] Mustafa Halidi-Ömer Ferruh, İslam Ülkelerinde Misyonerlik ve Emperyalizm, Çeviren: Osman Şekerci, İstanbul (?), 3.baskı, s.142-143.
[14] ‘Şark Meselesi ‘ kavramı 19. yüzyılın başlarında kullanılmakla beraber kökenleri Türklerin Anadolu’ya geldikleri tarihe kadar götürülür(1071). Söz konusu  meseleyi bu tarihlerden itibaren Müslüman-Hıristiyan, Doğu-Batı ve Avrupalı-Türk mücadelesi olarak nitelendirmek mümkündür.17.yüzyılın sonlarına kadar Türklerin Anadolu’ya ve Balkanlara geçmelerine engel olmak şeklinde görülen ‘Şark Meselesi’nin bu birinci aşamasında batılılar başarısız oldular. Nitekim,  bu dönemde Türkler Anadolu’yu yurt edinmişler, İstanbul’u fethetmişler ve Balkanlara geçerek Avrupa içlerine kadar ilerlediler. Ancak bu ilerleyiş 17.yüzyılın sonlarında Viyana’da durduruldular (1683). Bundan sonra Türkler batılılar karşısında sürekli toprak kayıpları ile gerilemeye başladılar. O günden  bugüne çeşitli  politikalarla devam eden ‘Şark Meselesi’nin ikinci aşamasında Batılı Hıristiyan devletler sanayi devrimi sonrası sömürgeciliğin de gelişimiyle Osmanlı’yı zayıflatıp parçalayarak elindeki önemli topraklara sahip olmak istediler. ‘Şark Meselesi’ için bkz .Bayram Kodaman, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan Abdülhamid’in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul 1983, s.162-180; aynı yazar, “Şark Meselesi”,Türk Yurdu, Ekim 1997, cilt:17, s.122, s.22-32.
[15] Bu okul Osmanlı topraklarında açılan ilk yabancı okul olarak kabul edilmektedir. Bkz.Nurettin Polvan, Türkiye’de Yabancı Öğretim,  cilt:I, İstanbul 1952, s.145.
[16] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, cilt:3, kısım:2,  2.baskı, Ankara 1977, s.118-119
[17] Katolik misyonerlerine ait okullar hakkındaki sayısal bilgiler için bkz. Tevfik Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, İstanbul 1970, s.89-92.
[18] Okulları çok yaygın olan bu örgütün bir de Beyrut’ta ‘L’universite Saint-Joseph a Beyrouth’ isimli bir üniversiteleri  vardı. Çavdar,  age,  s.91.
[19] Çavdar, age, s.92.

[20] 1870’de öğretime başlayan bu okulda diğer misyoner okullarından farklı olarak Türkçeye büyük önem verildiği ve alanında değerli pek çok şahsın çalıştığı görülüyordu. Bu özelliklerinden dolayı daha çok üst düzeyde durumu iyi ailelerin rağbet ettiği okulun  etkisi oldukça büyüktü. Okulun tarihçesi hakkında bkz. Özel Öğretim Kurumları Arşivi, 420-4 Nolu Okula ait dosya. Ergin, age , cilt:1-2, s.780-782.
[21] Tevfik Çavdar, Osmanlıların Yarı-Sömürge Oluşu, İstanbul 1970,  s.91.
[22] Eliot Grinnel Mears, Modern Turkey, New York 1924,  s.130, 135. Aynı tarihlerde sadece İstanbul ve civarında yaklaşık 53 Fransız okulunun olduğu tahmin edilmektedir. İstanbul’daki Katolik okul ve dini teşkilatları için bkz. Osman Nuri Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, cilt:1-2, İstanbul 1977, s.769-775.
[23] Çavdar, age, s.93.
[24] Çavdar, age, s.94.
[25] Polvan, age, s.94, 116, 134-135, 141-142, 218-219.
[26] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul 1983, s.63.
[27] Frank Andrew Stone,  Academies for Anatolia, 1830-1980, University Press of America, 1984, s.172; İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında,  cilt:2, İstanbul 1959, s.97.
[28] Tevfik Çavdar, Milli Mücadele Başlarken Sayılarla Manzara-i Umumiye, İstanbul 1971, s.87.
[29] Çavdan, Osmanlıların Yarı Sömürge..., s.96.
[30] Polvan, age, s.132, 168, 181; Özel Okullar Rehberi,  İstanbul 1964, s.156, 158.
[31] National Archives of United States,,”Some of the Current Problems of the Foreign Schools in Turkey”, başlıklı  rapor. Microcopy No:1224, Roll No:12, Enclosure No:1, Despatch No: 885,
[32] 20.yüzyılın başında Dünya Savaşı öncesi  İngiltere’nin Asya Türkiyesindeki temsilcilikleri şunlardı: İstanbul’da Büyükelçilik;  Beyrut, Bağdat ve İzmir’de Genel Konsolosluklar; Halep, Ankara, Basra, Şam, Erzurum, Kudüs, Mersin Trabzon ve Tripoli’de Konsoloslukları; Ayvalık, Hayfa, Lazkiye, Midilli, Sayda, Amman, Sisam, Kuşadası, İzmir ve Van’da Konsolos  yardımcılıkları. Bkz. Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürge ..., s.86.
[33] Dünya Savaşı öncesi bu  misyoner örgütün 14 rahip ve 25 rahibe ile Yakın Doğu’da, özellikle Mezopotamya bölgesinde çalışıyordu Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürge... s.86.
[34]  Leon Arpee, The Armenian Awakening A History of Armenian Church, 1820-1860, Chicago, The University Press 1909, s. 93’ten nakleden, Kocabaşoğlu, age, s.16.
[35] Nahit Dirçer, Yabancı Özel Okullar, s.70; Kırşehirlioğlu, age, s.27,30.
[36]  Mears, age, s.131.
[37] Çavdar, Milli Mücadele Başlarken... s.87-88.
[38] National Archives of the United States , M.C.1107/20. Report on the Assyrian Christians by DAVİD MAGİE, August 24,1918 tarihli  rapor.
[39] Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürge.. s.86-87.
[40] Leland James Gordon, American Relations With Turkey, 1830-1930, Philadelphia University of Pensilvania Press 1932, s.221; Anadolu ve Yakın Doğu’ya gönderilen misyonerlere şu sorulara karşılık aramaları istenmiştir: “Yapılabilecek en iyi şey nedir? ve ne vasıtasıyla yapılabilir? Yahudiler, Putperestler, Müslümanlar ve Hıristiyanlar için ne yapılabilir?” Bkz. Ethel W.Putney, A Brief History of American Board Schools in Turkey, İstanbul 1964, s.1.
[41] Nasım Sausa, The Capitulatory  Regime of Turkey , Baltimore 1933, s.140-142, Kırşehirlioğlu, age, s.74-75; Kocabaşoğlu, age, s.126-127, 146,176;
[42] Bu cemiyetlerden YMCA ve YWCA ‘nın İstanbul’da yaptığı işler arasında kamplar,  öğrenci kongreleri, spor oyunları, öğrenci yurtları , çocuk yuvaları ve kitap yayıncılığı sayılabilir.  Bunlardan YMCA ilk defa olarak 1844’te Londra’da  George Willams adlı bir İngiliz’in öncülüğünde kurulmuş ve bütün Avrupa’da,  Amerika’da, Hindistan’da, Çin’de, Japonya’da, Kore’de, Avusturalya’da ve Yeni Zellanda , Filistin , Mısır ve Afrika’da şubeleri vardır. Cemiyetin gayesi “ Bedenen , fikren, manen kuvvetli gençler yetiştirmek ve onları gerek kendilerine, gerek diğerlerine yardım etmeğe teşvik etmek” şeklinde açıklanmıştır. Cemiyetin gayesi gayet insani görünmekle beraber başta Sebilürreşed Mecmuası olmak üzere pek çok yayında çok sayıda Müslüman Türk gençlerinin bu yolla Hıristiyanlaştırıldığı ifade edilmektedir. 1913’ten 1939’a kadar İstanbul’da da faaliyet gösteren bu cemiyet , kapatıldığı bu tarihten sonra ‘Amerikan Lisan ve Ticaret Dershanesi’ adıyla yeniden açıldı. Bu cemiyetler hakkında şu eserlere bakılabilir: “Genç Hıristiyanlar Cemiyeti”, Sebilürreşad , Cilt.19, 20,21,24,25. Bu ciltlerin muhtelif sayılarında (293, 298, 493, 495, 498, 604, 611)  yayınlanmış yazılar; Kenneth Scott Latourette, “YMCA TÜRKİYE’DE”, Toplumsal Tarih,  Kasım 1997, sayı: 47, (Çeviren:Hülya Balcı), s.29-31; Kırşehirlioğlu, age, s.31.
[43] Kocabaşoğlu, age, s.30-33.
[44] Bilal Şimşir,  “Ermeni Propagandasının Amerika Boyutu Üzerine” , Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri”, Ankara 1985, s.92-93;, Kocabaşoğlu, “Doğu Sorunu Çerçevesinde Amerikan Misyşoner Faaliyetleri”, Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu, Ankara, 1992, s.68, 92-93; George E.White, Adventuring With Anatolia College, First Edition 1940, Grinnel, Iowa, s.11.
[45] Keith Maurice Greenwood, Robert College: The American Founders, The Johns Hopkins University, Ph D 1965, s.10l-104; Who is Who RC-ACG Alumni Community, RC-ACG Mezunlar Topluluğunda Kim Kimdir?, İstanbul 1985, s.21; Seçil Akgün, “Amerikalı Misyonerlerin Ermeni Meselesindeki Rolü”, Atatürk Yolu, Mayıs 1988, yıl:1, sayı:1, s.1-13; Şimşir, agm; Mears, age, s.119.

[47] Türkiye’deki Amerikan okulları için bkz.  Kocabaşoğlu, age.
[48]  Seçil Akgün, “Amerikalı Misyonerlerin Ermeni Meselesindeki Rolü”, Atatürk Yolu, Mayıs 1988, yıl:1, sayı:1, s.9-10. 1914 yılına kadar yaklaşık 60 binin üzerinde Ermeni’nin ABD’ye  göç ettiği tahmin edilmektedir. Ercüment Kuran, “ABD’de Türk Aleyhtarı Ermeni Propagandası”, Uluslar arası Terörizm ve Gençlik Sempozyumu Bildirileri, Sivas 1985’ten ayrı basım, s.55-56.
[49]  National Archives  of the United States,  M.C, 1107/20, Report on the Assyrian Chiristians by David Magie, August 24 1918 tarihli rapor.
[50] Yusuf Akçuraoğlu, “Emel (İDEAL)”, TÜRK YURDU,  sayı:16,  14 Haziran 1328, s.489-490


http://www.ait.hacettepe.edu.tr/akademik/arsiv/misy.htm
***