14 Şubat 2016 Pazar

AB’nin Türkiye’deki Terör Örgütüne Desteği



AB’nin Türkiye’deki Terör Örgütüne Desteği




OZAN CEYHUN
Avrupa Parlamentosu 4. ve 5. Dönem Milletvekili

Brüksel’deki dostlarıma sormak istiyorum: „Eğer bir Alman savcı odasında RAF terör örgütü mensubu teröristler tarafından rehin alında ve ardında öldürülseydi. Olayın peşinde Alman Polisi RAF terör örgütünün hücre evlerine yaptığı baskınlarda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir serbest gazeteciyi yakalasaydı ve bu serbest gazetecinin Türkiye’nin istihbarat teşkilatı MİT için çalıştığı ortaya çıksaydı ne olurdu?“

AB Türkiye’ye yönelik çok sert açıklamalar yapardı. AP milletvekilleri Türkiye hakkında demediklerini bırakmazlar ve „Türkiye’nin üyelik sürecinin sona ermesini“ bir kez daha talep ederlerdi. Almanya’da medya ve politika Türkiye’yi „Almanya’da teröristlere destek veren ülke olarak“ kelimenin tam anlamıyla „düşman“ ilan ederlerdi!

Böyle bir durumda „ haklı “ olduklarını söylerdim.

Peki ama geçen hafta Türkiye’de meydana gelen terör olaylarına baktığımızda nedense AB ve AP çok sessiz. Oysa örnekte dile getirdiklerimin hepsi gerçekleşti. Teröristler bir savcıyı katletti ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne saldırdılar.
Savcı Mehmet Selim Kiraz, adliyedeki odasında Almanya’da „ Dev-Sol “ adıyla yasaklanan bir terör örgütü kategorisinde olan terör örgütü DHKP-C’li iki terörist tarafından rehin alındı.

Saaterce süren müzakereler sırasında aniden odadan silah sesleri gelince polis operasyon düzenlemek zorunda kaldı ama savcıyı kurtaramadı. Çünkü teröristler Yunanistan’daki liderlerinden aldıkları emir ile savcıyı katledip polislerle çatışarak öldürülmeyi tercih ettiler. Bu olayın ardından ertesi gün bir kadın terörist İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne iki elbombası atarak ve elindeki uzun namlulu silah ile ateş ederek saldırdı ve iki polisi yaraladıktan sonra ölü ele geçirildi.

İstanbul Polisi olaylar sonrası terör örgütü DHKP-C’ye ait hücre evleri bastığında da Stephan Shak Kacynski (52) adında bir İngiliz pasaportlu şahsı da gözaltına aldı. İngiliz pasaportu olan bu şahsın Polonya asıllı Alman ajanı olduğu iddia edilmekte. Serbest gazeteci kimliği ile 1996, 2007, 2009, 2011 ve 2014 yıllarında sürekli Yunanistan ve Türkiye arasında DHKP-C terör örgütü liderleri ve militanları arasında kuryelik yaptığı da tespit edilen bu şahsın 2015 yılında iki kez Türkiye’ye geldiği ve üç terör eylemi planlamasında yer aldığı da iddialar arasında.

Türk istihbarat birimleri, bu şahıs ile ilgili soruşturmayı derinleştirdikten sonra onun DHKP-C ile Almanya İstibarat Teşkilatı „BND“ arasındaki irtibatı sağlayan isim olduğunu deşifre ettiklerini açıkladılar. İddialara göre örgütün Avrupa kanadı ile Türkiye arasındaki eylem talimatlarını taşımaktaydı. Daha da ötesi istihbarat kaynaklarına göre terör örgütüne finansal destek sağlıyan kişi.
Bu iddiaların sadece yarısı doğru ise AB açısından bu aslında tam bir „skandal“ olmalıydı. Nedense AB, AP ve adı geçen ülke olarak Almanya çok „sessiz“.
Üstelik DHKP-C örgütü „Dev-Sol“ adıyla Almanya’da yasaklanmış terör örgütleri listesinde de yer almakta. Interpol ve Europol bu terör örgütü hakkında çok detaylı bilgilere ve analizlere sahipler. Yani istendiği takdirde her türlü hareketini ve faaliyetini kontrol altında tuttukları bu terör örgütüne yönelik adım atmaları hiç güç değil.

Ancak buna karşın DHKP-C terör örgütünün tüm AB genelinde bir çok AB ülkesinde çok rahat hareket edebilir konumda olması kafalarımızı karıştırmakta. Terörün her türlüsüne karşı değil miyiz? Yoksa „AB’nin „desteklediği ya da kolladığı“ terör örgütleri de var mı?“ sorusunu sorarsak haklı değil miyiz?

İşte DHKP-C’nin terör merkezi olarak kullandığı ülke AB üyesi Yunanistan! Kendi memuruna maaş ödeyemeyen Yunanistan terör örgütüne her türlü desteği sunmakta! DHKP-C’nin eğitim kampının bulunduğu ülke Yunanistan bir AB ülkesi.

DHKP-C terör örgütünün AB üyesi ülkeler olan Belçika, Hollanda, Avusturya, Almanya, Romanya, Bulgaristan, Fransa ve İtalya’da çok sayıda militanını barındırdığı da AB ülkelerinin istihbaratçılarının çok iyi bildiği bir konu.

Yukarıda sıraladığım ülkelerin istihbarat teşkilatları nedense DHKP-C terör örgütünü sürekli izlemelerine ve Türkiye’deki terör faaliyetlerine yönelik hazırlıklarını bilmelerine rağmen hem Türkiye’yi uyarma hem de dost-müttefik Türkiye’ye zarar verememeleri için polisiye tedbirlerin alınmasını sağlamaya pek niyetli değiller.

Sözünü ettiğimiz DHKP-C’nin bir yönetim kadrosu Yunanistan’da yerleşik. Diğer yönetim kadrosu ise Suriye’de Diktatör Esed’in kanlı istihbarat örgütü „El Muhaberat’ın“ tamamen kontrolü altında ve Türkiye’ye yönelik kanlı eylemlerde kullanılarak ülke karıştırılmak isteniyor. Kısacası DHKP-C „taşeron“ bir terör örgütü olarak „ısmarlama“ eylemler yapmakta.

AB ve AB üyesi ülkeler nasıl oluyorda bu terör örgütünün bu şekilde kendi topraklarında serbest dolaşımına göz yumabilmekteler?

Tüm dünyaya „ demokrasi ve hukuk devleti “ örneği olma iddiasında olan AB ve AB üyesi ülkeler bu şekilde mi örnek olacaklar?
Suriye istihbaratı „El Muhaberat’ın taşeronu“ bir terör örgütünün AB üyesi Yunanistan’ı „ana karargah“ haline getirmesine AP milletvekilleri niçin ses çıkarmıyorlar?

AP’de niçin hiç bir milletvekili bu konuda AB Komisyonu’na „soru önergesi“ vermiyor?

Belçikalı, Alman, Yunanlı ve diğer AB üyesi ülkelerin AP’de oturan milletvekilleri niçin kendi ülkelerine yönelik olarak dile getirilen „Türkiye’de bir terör örgütünü destekleme“ iddiasını araştırma ihtiyacı duymamaktalar?

Bu „ Çifte standart “ değil de nedir?

AB ve AP bir kez daha kamuoyu nezdinde kendi inandırıcılıklarına en büyük zararı vermekte!

Willy Brandt’ın „daha fazla demokrasi“ talebi acilen AB için geçerli bir talep konumunda.

http://akademikperspektif.com/2015/04/15/abnin-turkiyedeki-teror-orgutune-destegi/


***

ERMENİLERİN OSMANLIDAN TALEP ETTİĞİ TOPRAKLAR




ERMENİLERİN  OSMANLIDAN TALEP ETTİĞİ TOPRAKLAR


Osmanlı İmparatorluğu’ndan istenilen Topraklar..,


    Osmanlı İmparatorluğu’ndan istenen topraklar konusunda Ermenistan Cumhuriyeti ile Bogos Nubar Paşa arasında fark bulunduğunu belirtmemiz gerekmektedir.
Aharonyan Erivan’dan ayrılmadan önce, o sıralarda parlamento görevini üstlenmiş olan Ermeni “Horhunt”u kendisine Barış Konferansı’nda altı vilayet ile Karadeniz’e bir çıkış istemesi talimatını verilmişti. Ancak adıgeçen Paris’te Ermenistan için istenilecek topraklar konusunda Bogos Nubar Paşa’nın görüşlerini benimsemiş ve böylelikle Konferansta iki Ermeni delegasyonunun aynı talepleri ileri sürmesi mümkün olmuştur.



HARİTA 1

Aharonyan’ın konuşmasındaki “Kafkas Ermenileri, Cumhuriyetin (Ermenistan’ın) Türkiye’nin Ermeni Vilayetleriyle birleşmesini... hararetle istemektedirler” sözleriyle esas
toprak taleplerinin Altı Vilayet olduğunu açıkça belirtmiştir. Buna karşın konuşmasında Bogos Nubar Paşa’nın ısrarla istediği Kilikya hakkında bir belirsizlik vardır. Adıgeçen bu
konuda “Ermenistan’ın iki kısmı, Kuzeyde Gori ve Borcalı’dan aşağıya Akdeniz’e ve güney’de Ermeni Toroslarına uzanan tek bir coğrafya ve ekonomik bütünlüğü temsil
etmektedir” sözleri Altı Vilayet dışında da bazı toprakların istendiğini düşündürmekte ve bu toprakların hem Akdeniz’e hem de Toroslara kadar uzanan yerler olduğu anlamı çıkmaktadır.
Ancak Akdeniz Torosların güneyinde olduğundan bu fiilen mümkün değildir. 

Bir yandan Erivan’dan aldığı talimata uymak diğer yandan Müttefiklerin karşısına tek cephe olarak çıkmak için Bogos Nubar Paşa’yı desteklemek durumunda kalan Aharonyan’ın, kasten
belirsiz beyanlarda bulunduğu, Akdeniz sözcüğünü telaffuz ederek Bogos Nubar Paşa’yı tatmin ettiği, toprak talebinin Toroslara kadar (Torosların ötesindeki Akdeniz’e kadar değil)
olduğunu ifadeyle de Erivan’ın talimatına sadık kalmaya çalıştığı izlenimi edinilmektedir. 

Aharonyan’ın Kilikya sözcüğünü hiç kullanmamış olması bu düşünceyi desteklemektedir. Bogos Nubar Paşa ise taleplerine Kilikya ile başlamaktadır. Kilikya Romalılardan kalma bir coğrafya terimidir. Genel olarak Toros Dağları ile Akdeniz arasında, Batıda yaklaşık Anamur, Doğuda ise İskenderun arasında kalan bölgedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Kilikya adında bir idari bilim yoktur.


HARİTA 2

Bogos Nubar Paşa Kilikya’ya ek olarak Maraş Sancağını talep etmektedir. Böylelikle Kilikya ile Altı Vilayet arasında bir köprü kurulmakta ve tek parça halinde bir Ermenistan vücuda getirilmeye çalışılmaktadır.

Bogos Nubar Paşa’nın diğer bir talebi Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır, Harput (Mamüret-ül Aziz) ve Sivas vilayetleri, diğer bir deyimle Altı Vilayet’tir. Son talep olarak da, Karadeniz’e bir çıkış sağlamak üzere, Trabzon Vilayeti’nin bir bölümü istemiştir. Bogos Nubar Paşa daha sonra bu taleplerinden bazılarından kısmen vazgeçerek Hakkâri’nin ve Diyarbakır’ın güneyinin Kürt, Sivas’ın batısının da Türk bölgesi olduğunu ifadeyle buraları istemediklerini bildirmiştir. 
Bu “ Çömertçe ” hareket, herhalde, istenilen diğer tüm yerlerin Ermeni toprağı olduğuna dinleyenleri ikna etmek amacıyla yapılmış olsa gerektir. Bogos Nubar Paşa’nın talep ettiği yerler 387.424 km2 kadardır. Bu yerler günümüz

Türkiyesinin yaklaşık yarısına (% 49,6) tekabül etmektedir. 


Türk Tarih Kurumu  
Sayfa 24,

DİĞERBİR  BAKIŞ  AÇISIYLA  KONU  ŞÖYLE  DEĞERLENDİRİLİYOR..
( ERMENİ ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ YAZISI )


Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir uluslararası düzen  kurmak üzere Paris’te toplanan Barış Konferansı, taleplerini öğrenebilmek için bazı ülke veya toplumların temsilcilerini dinlemişti.

Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerini temsilen Bogos Nubar Paşa, Kafkasya’daki Ermenistan Cumhuriyeti’ni temsilen de Avetis Aharonyan 26 Şubat 1919 tarihinde Barış Konferansı’nın Onlar Konseyi’nde birer konuşma yapmışlardır. Bu konuşmaların İngilizcesi ve tarafımızdan yapılan Türkçe çevirisi Derginin Arşiv Belgeleri bölümündedir.   

Bogos Nubar Mısırlı bir paşadır. Babası Mısır’da bakanlık yapmış, kendisi de bir süre Mısır Demiryolları Müdürlüğü’nde bulunmuştur. Zengin ve kozmopolit bir kişi olan Bogos Nubar Paşa 1912 yılında, Balkan Savaşlarından sonra, Eçmiyazin’deki Katolikos (Baş Patrik) Beşinci Kevork tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “Ermeni Vilayetleri”nde[1] reform yapılmasını konularını görüşmek üzere, Avrupa ülkelerine özel temsilci olarak atamıştır. Bogos Nubar Paşa bundan sonra Osmanlı Ermenilerinin daimi temsilcisi gibi hareket etmeye başlamıştır. Ayrıca 1916 yılında büyük çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu Fransız “Legion d’Orient’ının kurulmasına yardımcı olmuştur. Bilindiği gibi bu birlik Filistin ve Suriye’de çarpışmalara katılmış, savaştan sonra da Fransız bayrağı altında Güney Anadolu’nun bir kısmını işgal etmiştir.

Avetis Aharonyan bir yazardır. Taşnak Partisi üyesidir. 1918 yılında bir süre Tiflis’teki Ermeni Mili Konseyi’nin başkanlığını yapmış ve sıfatla İstanbul’da ateşkes müzakerelerini yürütmüştür. Ermenistan Hükümeti tarafından Paris Barış Konferansı’na temsilci olarak atanan Aharonyan’ın Erivan’dan Paris’e gelmesi yaklaşık iki ay sürmüştür. Bunun başlıca nedeni İngiliz makamlarının kendisine ve beraberindekilere Ermeni Devleti’nin temsilcisi olarak vize vermekte tereddüt etmeleridir. İngilizler, Komünist idareye karşı Beyaz Rusların isyan ettiği bir dönemde Rusya’nın bölünmesi anlamına gelebileceği için Ermenistan’ın bağımsızlığını tanımaktan ve resmi temasta bulunmaktan bir süre kaçındıkları anlaşılmaktadır.

Onlar Konseyi’nde ilk konuşmayı Aharonyan yapmıştır. Ermenilerin savaş sırasında Müttefiklerin yanında yer aldığını uzun uzun anlatarak, Ermenistan Cumhuriyeti’nin usulüne uygun bir tarzda kurulduğunu vurguladıktan sonra, Konferanstan başlıca iki talepte bulunmuştur. Bunlardan birincisi Ermenistan Devleti’nin tanınmasıdır. Aharonyan bu talebini Paris Barış Konferansı’nda yer almalarına izin verilmesi olarak ifade etmiştir. İkinci talep ise Ermenistan Cumhuriyeti’nin Türkiye’nin “Ermeni vilayetleriyle” birleşmesidir.

Bogos Nubar Paşa’nın konuşmasıysa çok daha uzundur. O da Ermenilerin savaşta Müttefiklerin yanında yer aldığını, Légion d’Orient’a da atıf yaparak söylemiş, Ermenilerin ayrıca Fransız Légion Etrangère içinde de çarpıştığını belirtmiş, İtilaf Devletlerinin Müttefiklerin davasına bağlılığının Ermenilerin “maruz kaldıkları katliam ve sürgünlerin saiklerinden biri” olduğunu iddia etmiş, Ermenilerin “savaşan taraf” olduğunu vurgulamış ve savaşta Ermenilerin yaşam olarak ödediği bedelin diğer ülkelerinkinden daha ağır olduğunu ileri sürmüştür. Bogos Nubar Paşa konuşmasında yeni kurulacak Ermenistan’ın sınırları konusuna uzun uzun değinmiş, Ermenistan’a verilmesini istediği yerlerdeki nüfustan da örnekler vererek bahsetmiştir. 

Bogos Nubar’ın taleplerine gelince bunlar Osmanlı İmparatorluğu’ndan bazı toprakların Ermenistan’a katılması ve Ermenistan Devleti’nin “mandat” idaresine verilmesi olarak özetlenebilir.

Her iki Ermeni temsilcinin konuşmalarında en önemli konu şüphesiz Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ermenistan’a verilmesini istedikleri topraklardır. Bu taleplerini desteklemek üzere de Ermeni nüfusu hakkında bazı bilgiler vermişlerdir. Bu iki konuyu aşağıda ayrıca inceliyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan istenilen topraklar

Osmanlı İmparatorluğu’ndan istenen topraklar konusunda Ermenistan Cumhuriyeti ile Bogos Nubar Paşa arasında fark bulunduğunu belirtmemiz gerekmektedir.

Aharonyan Erivan’dan ayrılmadan önce, o sıralarda parlamento görevini üstlenmiş olan Ermeni “Horhunt”u kendisine Barış Konferansı’nda altı vilayet ile Karadeniz’e bir çıkış istemesi talimatını verilmişti. Ancak adıgeçen Paris’te Ermenistan için istenilecek topraklar konusunda Bogos Nubar Paşa’nın görüşlerini benimsemiş[2] ve böylelikle Konferansta iki Ermeni delegasyonunun aynı talepleri ileri sürmesi mümkün olmuştur. 

Aharonyan’ın konuşmasındaki “Kafkas Ermenileri, Cumhuriyetin (Ermenistan’ın) Türkiye’nin Ermeni Vilayetleriyle birleşmesini... hararetle istemektedirler” sözleriyle esas toprak taleplerinin Altı Vilayet olduğunu açıkça belirtmiştir. Buna karşın konuşmasında Bogos Nubar Paşa’nın ısrarla istediği Kilikya hakkında bir belirsizlik vardır. Adıgeçen bu konuda “Ermenistan’ın iki kısmı, Kuzeyde Gori ve Borcalı’dan aşağıya Akdeniz’e ve güney’de Ermeni Toros’larına uzanan tek bir coğrafya ve ekonomik bütünlüğü temsil etmektedir” sözleri Altı Vilayet dışında da bazı toprakların istendiğini düşündürmekte ve bu toprakların hem Akdeniz’e hem de Toros’lara kadar uzanan yerler olduğu anlamı çıkmaktadır. Ancak Akdeniz Toros’ların güneyinde olduğundan bu fiilen mümkün değildir.

Bir yandan Erivan’dan aldığı talimata uymak diğer yandan Müttefiklerin karşısına tek cephe olarak çıkmak için Bogos Nubar Paşa’yı desteklemek durumunda kalan Aharonyan’ın, kasten belirsiz beyanlarda bulunduğu, Akdeniz sözcüğünü telaffuz ederek Bogos Nubar Paşa’yı tatmin ettiği, toprak talebinin Toros’lara kadar (Toros’ların ötesindeki Akdeniz’e kadar değil) olduğunu ifadeyle de Erivan’ın talimatına sadık kalmaya çalıştığı izlenimi edinilmektedir. Aharonyan’ın Kilikya sözcüğünü hiç kullanmamış olması bu düşünceyi desteklemektedir.

Bogos Nubar Paşa ise taleplerine Kilikya ile başlamaktadır. Kilikya Romalılardan kalma bir coğrafya terimidir. Genel olarak Toros Dağları ile Akdeniz arasında, Batıda yaklaşık Anamur,  Doğuda ise İskenderun arasında kalan bölgedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Kilikya adında bir idari bilim yoktur.

Bogos Nubar Paşa Kilikya’ya ek olarak Maraş Sancağını talep etmektedir. Böylelikle Kilikya ile Altı Vilayet arasında bir köprü kurulmakta ve tek parça halinde bir Ermenistan vücuda getirilmeye çalışılmaktadır.

Bogos Nubar Paşa’nın diğer bir talebi Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır, Harput (Mamüret-ül Aziz) ve Sivas vilayetleri, diğer bir deyimle Altı Vilayet’tir.

Son talep olarak da, Karadeniz’e bir çıkış sağlamak üzere, Trabzon Vilayeti’nin bir bölümü istemiştir[3].

Bogos Nubar Paşa daha sonra bu taleplerinden bazılarından kısmen vazgeçerek Hakkâri’nin ve Diyarbakır’ın güneyinin Kürt, Sivas’ın batısının da Türk bölgesi olduğunu ifadeyle buraları istemediklerini bildirmiştir. Bu “cömertçe” hareket, herhalde, istenilen diğer tüm yerlerin Ermeni toprağı olduğuna dinleyenleri ikna etmek amacıyla yapılmış olsa gerektir.

Bogos Nubar Paşa’ın taleplerini gösteren bir harita (HARİTA I)[4] eklidir. Talep edilen yerlerin 387.424 km2 kadar olduğu tarafımızdan hesaplanmıştır[5]. Bu yerler günümüz Türkiyesinin yaklaşık yarısına (% 49,6) tekabül etmektedir.

I. Dünya Savaşı sırasında Müttefikler arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına ilişkin anlaşmalarda[6] bağımsız bir Ermenistan kurulmasından ve bu ülkeye Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak verilmesinden bahis yoktur. Çarlık Rusyası devrilince bu anlaşmalarla Rusya’ya ilhak edilmesi öngörülen toprakların Ermenistan’a verilmesi gündeme gelmiştir. Bu hususta hem A.B.D. hem de İngiltere’de, savaşın bitiminden önce, hazırlık çalışmaları yapılmıştır.

A.B.D.’de kamuoyu ve Hükümet,  Ermenilere Osmanlı İmparatorluğu’nda eziyet yapıldığına ve katliama uğradıklarına, o itibarla Ermenilerin Osmanlılardan kurtarılması gerektiğine öteden beri inanmıştı. Bu kanının yerleşmesinde özellikle Anadolu’daki Amerikan misyoneri neden olmuştur. Başkanın talimatıyla,  savaş sonrası toprak düzenlemeleri ve diğer hususlarda tavsiyelerde bulunmak üzere kurulan ve Unites States Inquiry (Birleşik Devletler Araştırması) adını taşıyan bir uzmanlar örgütü, yukarıda değindiğimiz kanının etkisiyle, savaştan sonra Ermenilere en azından özerklik verilmesi ilkesini benimsemiş ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ermenistan’a hangi toprakların verileceği üzerinde çalışmaya başlamıştı. 21 Ocak 1919 tarihinde Başkan Wilson’a sunulan tavsiyeler arasında Ermenistan adını taşıyacak yeni bir ülke kurulması ve Milletler Cemiyeti adına hareket edecek bir büyük devletin “mandat”sına verilmesi hususu yer almıştır. Tavsiyeler Ermenistan’a verilecek toprakları da belirlemektedir. Bu topraklar Bogos Nubar Paşa’nın istediği toprakların hemen hemen aynıdır. Ancak Kayseri ile Kafkasya’daki Ahaltsih bölgesini de Ermenistan’a vermekle Bogos Nubar Paşa’nın taleplerinin bile ötesine geçmiştir[7]. ABD’nin Ermenistan’a vermeyi öngördüğü toprakları yaklaşık 390.318 km2 olarak hesapladık.

İngiltere’de de Ermeniler lehine Osmanlılar aleyhine bir hava mevcut bulunuyordu. Osmanlılar I. Dünya Savaşı’na Almanların yanında yer alınca bu hava daha da ağırlaşmıştı.

İngiltere Başbakanı David Lloyd George anılarında, savaşın başında bu insanlık dışı İmparatorluğu  (Osmanlı İmparatorluğu’nu kastediyor) yenmeyi başardıkları takdirde barışın koşullarından birinin, Türklerin alçakça hareketleriyle lekelenmiş olan Ermeni vadilerini onların kanlı ve kötü idaresinden kurtarmayı düşünmüş olduklarını yazmıştır [8]

İngiltere’de uzun çalışmalar sonunda hazırlanan, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına ilişkin 7 Şubat 1919 tarihli bir muhtırada büyük bir devletin “mandat” idaresine verilecek olan Ermenistan’ın sınırları şöyle belirleniyordu: Güneyde İskenderun-Diyarbakır hattından sonra Fırat Nehrini izlenerek oradan da İran sınırına ulaşan bir hat; kuzeyde Trabzon Sürmene arasında bir noktadan, Batum’a kadar Karadeniz kıyıları; batıda Mersin-Sivas hattı.

Bu plan Akdeniz’den Karadeniz’e kadar uzanan bir Ermenistan kurmakla beraber Bogos Nubar Paşa’nın talepleri ve Amerikan planına nazaran daha az toprak içermektedir. Hesaplarımıza göre İngilizlerin Ermenistan’a verilmesini uygun gördükleri yerler 226.644 km2 tutmaktadır. Diğer yandan İngiliz planında Karabağ Ermenistan’a verilmemiş, Rusya’nın Erivan Guberniia’sının (vilayetinin) Müslüman halkıyla Karabağ’ın Ermeni halkının mübadele edilmesi öngörülmüştür[9].

Amerikan ve İngiliz planlarında Ermenilere verilmesi öngörülen topraklarla Bogos Nubar Paşa’nın talepleri ekteki Harita II’ de gösterilmektedir[10].

Fransa’ya gelince bu ülkenin bağımsız bir Ermenistan kurulmasına itirazı yoktur. Ancak 1916 Skyes-Picot Anlaşması’yla Fransa’ya verilen Osmanlı topraklarıyla Bogos Nubar Paşa’nın toprak talepleri, Adana, Sivas, Mamuret-ül Aziz veDiyarbakır vilayetlerinde büyük ölçüde örtüşmektedir. Diğer bir deyimle bu bölgelerde Fransızlar ve Ermeniler aynı toprakları talep etmektedirler. Skyes-Picot Anlaşması’yla Fransa’ya bırakılması planlanan topraklar ile Bogos Nubar Paşa’nın talepleri Harita III’ de gösterilmiştir.

Fransız-Ermeni anlaşmazlığı zamanla Kilikya üzerinde yoğunlaşmıştır.  Fransa Kilikya’yı “mandat”sını alacağı Suriye’ye dâhil etmek istemiştir. Fransa’nın güdümünde olup, Suriye’nin çıkarlarını savunmak üzere kurulmuş Suriye Komisyonu Baş Temsilcisi Şükrü Ganem 13 Şubat 1919 tarihinde Onlar Konseyi’nde yaptığı konuşmada Suriye’nin iyi belirlenmiş sınırları bulunduğunu söylemiş ve bu sınırların Toros Dağları, Sina Çölü ve Akdeniz olduğunu söylemiştir [11]. Toros Dağlarını sınır olunca Kilikya’yı Suriye içinde kalmaktadır. O nedenle Bogos Nubar Paşa konuşmasında, Suriyelilerin Kilikya’nın büyük bir kısmını ülkelerine dahil etmek için, son derecede yersiz taleplerde bulunduklarını söylemiş ve ayrıca Suriye’nin kuzey sınırının Toros Dağları değil Amanos Dağları olduğunu ifade etmiştir.  

Ermeni Nüfusu

Gerek Aharonyan gerek Bogos Nubar Paşa konuşmalarında Ermeni nüfusu hakkında bilgiler vermiştir. Bogos Nubar Paşa ayrıca savaş sırasında Ermeni kayıplarından da bahsetmiştir.

Aharonyan’a göre Kafkasya’da 2 milyon Ermeni vardır. Bunlara, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaçan, 400 ila 500 bin kişi dâhildir.

Bogos Nubar Paşa ise savaştan önce dünyada 4,5 milyon Ermeni olduğunu, bunun 2 milyonun Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşadığını ve savaşta Ermenilerin kaybının 1 milyonu aştığını söylemiştir; bunun dışında rakam vermemiştir. Ancak talep ettiği muazzam topraklar için, gerekçe olmak üzere, bazı iddialar ileri sürmüştür. Bu konudaki hayli uzun ve karışık ifadelerinin ana noktaları şöyle özetlenebilir:

- Türk (Osmanlı) Hükümeti istatistikleri Ermenileri az göstermek için tahrif etmiştir.
- Ermeniler Savaştan önce Türklerden fazlaydı.
- Savaş içinde katliam ve sürgünlerden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni kalmadığı veya az sayıda Ermeni kaldığı doğru değildir.
- Savaşta ölenler de yaşayanlar gibi sayılmalıdır.
- Türkler savaşta 2,5 milyon kayıp vermiştir. Bunun yarısı Ermeni vilayetlerindendir. Bu nedenle Ermeniler halen de çoğunluktadır.
- Savaştan sonra Ermeniler Türklerden, hatta Türk ve Kürtlerden daha fazla olacaklardır.
- Kafkasya’daki Ermenilerle birleşilirse bu çoğunluk daha da artacaktır.

Osmanlı İstatistikleri devleti oluşturan tüm halkları kapsamaktadır. O itibarla bu istatistiklerin sadece Ermeniler için tahrif edilmiş olması anlamsız bir ifadedir. Ayrıca

Bugos Nubar Paşa’nın bu sözde tahrif için verilmiş olan üç örnek de tutarsızdır[12].

Savaştan sonra Ermenilerin bu bölgede Türklerden fazla olduğuna gösteren hiçbir kaynak yoktur. Mevcut kaynaklar arasında Ermenilerin sayısın en fazla gösteren ancak doğruluğu kanıtlanamayan, Ermeni Patrikhanesine atfedilen istatistiklerinde bile Altı Vilayette Ermeni nüfusu bu vilayetlerdeki toplam nüfusun  % 39’u olarak gösterilmektedir[13]. Diğer bir deyimle Bogos Nubar Paşa’nın savaştan önce Ermenilerin çoğunlukta olduğu iddiası, Patrikhane istatistikleri tarafından bile desteklenmemektedir.

Bogos Nubar Paşa’nin istediği topraklarda, savaştan önce, 1912 yılında yaşayan Ermeni nüfusu şu şekilde hesaplanmaktadır[14].

Vilayet Ermeni nüfusu Toplam Nüfusun %

 Bitlis     191.156                 31.3
 Mamuret-ül Aziz 111.043 16,3
 Diyarbakır 89.131 11,8
 Van 130,500 15,6
 Sivas 182, 912 12,4

 Altı Vilayetin Toplamı 867.960 17,3

 Adana Vilayeti 74.930 11,2
 Trabzon Vilayeti 63.326 4,5

Toplam 1.006.216 14,02

Görüldüğü gibi o dönemde, Ermeni vilayetleri olarak da adlandırılan Altı Vilayetteki Ermeni nüfusunun oranı % 17,3’dür. Bu vilayetlere Adana ve Trabzonvilayetlerinin eklenmesiyle, yaklaşık olarak, Bogos Nubar’ın istediği topraklara ulaşılmaktadır. Buradaki Ermeni nüfusu daha da düşük olup toplam nüfusun %14,02 kadardır.

Bu vesileyle artık ciddi Ermeni yazarlarının, Altı vilayette veya Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir yerinde Ermenilerin çoğunluğu oluşturmadıklarınıkabul ettiklerini belirtelim[15].

Bogos Nubar Paşa’nın tüm gayretinin savaştan sonra Anadolu’da bir Ermeni çoğunluğu bulunduğuna veya olacağına Onlar Meclisi’ni inandırmak olduğu görülmektedir. Bunun için savaşta çok sayıda Türk öldüğünü, buna karşın, sürgün ve katliamlara rağmen, Anadolu’da az olmayan bir sayıda (ne kadar olduğunu söylememektedir) Ermeni kaldığını belirtmekte ve ayrıca ölen Ermenilerin de yaşayanlar gibi sayılması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu düşünceye göre ölen Ermeniler ölmemiş sayılacak, böylece Ermeniler, savaştan önce Türklerden fazla oldukları varsayımına göre savaştan sonra da fazla olacaklardır. Ölenleri de saymak mantığın garabetini ayrıca açıklamaya gerek görmüyoruz. Ne var ki, yukarıda belirttiğimiz gibi, Ermeniler, Bogos Nubar Paşa’nın istediği topraklarda, savaştan önce %14,02 oranında olduğundan savaştan sonra ölüleri de saymak bir çoğunluk yaratmamaktadır.

Ermeni Delegelerinin Barış Konferansı’nda yaptığı konuşmalarda, savaş sırasında Ermeni kayıpları hakkında bazı bilgiler bulunduğu görülmektedir.

Bu konuyu incelemeye başlamadan önce kayıp kavramına açıklık getirmek gerekmektedir. Ermeni Diasporası kayıpları sevk ve iskân sırasında öldürülen Ermeniler olarak kabul etmektedir. Oysa kayıp kavramı, bir ülke veya bölge nüfusunda belirli bir dönemdeki azalmayı ifade etmektedir. Bu azalmanın başlıca nedenleri yaşlılık, iyi beslenmeme, salgın hastalıklar, sağlık hizmetleri yetersizliği, kazalar ve son olarak da şiddet hareketlerinin neden olduğu ölümlerdir.

Aharonyan, Ermenilerin savaş sırasındaki fedakârlıklarından uzun uzun bahsetmesine rağmen, kayıplar hakkında doğrudan bir bilgi vermemektedir. Ancak verdiği rakamlardan Kafkas Ermenilerinin kayıplarının hesaplanması mümkündür. Ahoranyan’a göre Kafkasya’daki Ermenilerin nüfusu Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de 2 milyon, savaştan sonra da 2 milyondur. Bu son rakama savaş içinde Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaçan 400 ilâ 500 bin Ermeni dâhildir. Ermenistan’a sığınan bu kişilere rağmen nüfus aynı kaldığına göre Kafkasya Ermenilerinin savaş içinde 400 ilâ 500 bin kayıp vermiş oldukları sonucuna varılmaktadır.

Bogos Nubar ise kayıplar hakkında birbiriyle çelişen ifadelerde bulunmaktadır. Konuşmasının başında Ermeni sevk ve iskânına değinerek, katliam ve sürgün kurbanlarının bir milyondan fazla olduğunu söylerken, daha sonra Ermenilerin savaşta verdiği 1 milyon kaybın en aşağı yarısının (Osmanlı İmparatorluğu’ndaki) Ermeni vilayetlerinden verildiğini ifade etmektedir. Böylelikle Osmanlı Ermenilerinin kayıpları için biri 500 bin diğeri 1 milyondan fazla olmak üzere iki rakam vermekte ancak ifadesindeki bu çelişkinin nereden ileri geldiğini açıklamamaktadır.

Bogos Nubar Paşa’nın birbirini tutmayan ifadaleri, ayrıca 4,5 milyonluk küçük bir Ermeni nüfusu için milyon ve yarım milyon gibi çok fazla yuvarlatılmış rakamlar vermesi aslında Ermenilerin sayısı hakkında sarih bir bilgisi olmadığını ve mümkün olduğu kadar fazla toprak koparabilmek için abartılı rakamlar öne sürdüğünü düşündürmektedir.

Diğer yandan Müttefiklerin de Ermenilere toprak verilmesini savunmak için bazı alışılmadık formüller icat ettiklerini ve Wilson ilkelerinden sapmaya çalıştıkları görülmektedir. Ermeniler için “ölenlerin yaşayanlar gibi sayılması” fikri bu çerçevededir.  Bu fikrin esasında Ermenilere değil İngilizlere ait olduğu saptanmıştır. 1918 yılı sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun akıbeti hakkında İngiliz Dışişlerinde hazırlanan bir belgede,  bu bölgede tarafların taleplerin orantılı olarak saptanması çalışmalarında, Ermenistan için ölenlerin ve sürgüne gönderilenlerin de dikkate alınması gerekeceği belirtilmiştir. Ayrıca, Yahudi göçmenlere Filistin’de bir yurt kurmak için sağlanacak kolaylıkların yabancı ülkelerdeki Ermenilere tanınması, diğer bir deyimle bunların kurulacak Ermenistan’a göç etmelerine izin verilmesi öngörülmüştür [16]. Bu formülün ileri sürülmesi nedeninin, serf determinasyon ilkesinin uygulanması halinde, Osmanlı topraklarında bir Ermenistan kurulmasının (Filistin’de de bir Yahudi Yurdu yaratılmasının)  imkânsız olmasıdır.  Nitekim yukarıda değindiğimiz 7 Şubat 1919 tarihli İngiliz muhtırasında bu husus “Ermeniler ve Yahudilerin tarihi gerekçelere dayanan talepleri için, sayılarıyla orantılı olmayacak şekilde, self-determinasyon ilkesinin uygulanması“ olarak ifade edilmiştir[17]. Bu sözler, dolaylı bir şekilde, aslında bu bölgelerde self-determinasyon ilkesinin uygulanmayacağını belirtmektedir.

Bu düşünce tarzının adaletsiz olduğunda şüphe yoktur; “tarihi gerekçelere” dayanılarak bir halka toprak verildiği takdirde o topraklarda yaşamakta olan yerli halkın hakkı yenmektedir. Bu da yerli halkın tepkisini neden olmakta ve Arap-İsrail anlaşmazlığında olduğu gibi, çok uzun süren ve ne zaman sona ereceği belli olmayan kanlı bir mücadele başlamaktadır.

Bu vesileyle Anadolu’nun paylaşılmasında Müteffik Devletlerin bu bölgede Türklerin ve diğer Müslümanların büyük çoğunluğunu oluşturduğuna ve self determinasyon ilkesine göre bu bölgenin söz konusu çoğunluk tarafından idare edilmesini gerektiğine hiç önem verilmediklerini belirtelim. Bu davranışın altında mağlup tarafın cezalandırılması isteğinin yatmaktadır. O kadar ki Barış Konferansın başlarında bağımsız bir Türk devleti kurulması düşünülmezken sonraları, özellikle Hindistan Müslümanların halifeliğin ilgasına tepki göstereceği endişesiyle, Sevr Antlaşması’nda, küçük de olsa, bir Türk devletine müsaade edilmiştir.

Diğer yandan Müttefiklerin, Türklerin ülkelerinin paylaştırılmasına direniş göstermeleri olasılığını da dikkate almadıkları görülmektedir. Gerek İngiltere gerek Fransa’nın, fazla sorun yaşamadan idare ettikleri sömürgelerindeki Müslüman halkları örnek alarak, Türklerin de onlar gibi davranacaklarını zannetmiş oldukları anlaşılmaktadır. O dönemde sözünü ettiğimiz Müslüman halklar için önemli olan dini inanç ve geleneklerine karışılmamasıydı. Bu halklar, genellikle aşiret şeklindeki sosyal örgütlenmeleri korunduğu takdirde, yabancıların hâkimiyetini fazla zorlanmadan kabul ediyorlardı. Oysa Osmanlıların son yıllarında yetişmiş olan aydın kuşaklar büyük ve şanlı bir İmparatorluğun mensubu olmanın verdiği gurur ve güvenle kendilerini kimseden aşağı görmüyorlardı. Onların ne büyük devletler ne de düne kadar idare ettikleri haklar (Ermeniler, Yunanlılar) tarafından idare edilmeyi kabul etmeleri söz konusu değildi. Nitekim kısa sayılacak bir zamanda Anadolu’da, Müttefiklerin hayal dahi edemediği bir boyutta, direniş hareketleri başladı. Bir Meclis, bir hükümet ve bir nizami ordu kurularak yeni Türk devletinin temelleri atıldı. Müttefiklerin düşlediği büyük Ermenistan ancak Türklerin karşı çıkmaması halinde kurulabilirdi. Direniş başlayınca Müttefiklerin Ermenistan hakkındaki tutumları da değişti. Nitekim Sevr’in öngördüğü Ermenistan, Bogos Nubar’ın talep ettiği ve başlangıçta İngiliz ve Amerikalarılar tarafından da onaylanan Ermenistan’ın üçte biri kadardır. O dahi gerçekleşmedikten başka Kafkasya’daki Ermenistan Cumhuriyeti de Sevr’den dört ay sonra ortadan kalktı.

Paris Barış Konferansı’nda Ermeni taleplerinin nasıl geliştiği konusuna bir diğer yazınızla devam edeceğiz.


[1] O dönemde ABD ve Avrupa’da bazı basın ve çevreler tarafından kullanılan “Ermeni Vilayetleri” deyimi, Ermenilerin çoğunlukta olduğu iddia edilen, gerçekte azınlıkta oldukları altı vilayeti ifade etmektedir. Bu vilayetler Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Mamuret-ül Aziz (Malatya) ve Diyarbakır’dır.
[2] Anahide Ter Minassian, La République d’Arménie, Bruxelles:Editions Complexe, 1989, ss.158,159 ; Richard G. Hovannisian, The Republic Of , Cilt 1, Berkeley and Los Angeles: 1974, ss. 259-260; Claire Mouradian, L’Arménie, Paris: Que saia-je, 1995, s. 71.
[3] Bogos Nubar Paşa konuşmasında Trabzon ahalisinin çoğunluğunun Rum olduğunu kabul ettiğini ancak bu limanın kuzeyde Ermenistan’ın Karadeniz’e tek çıkış yeri olduğunu, Yunan Başbakanı Venizelos’un  (bu yerleri Ermenistan’a bırakmakla) konuyu büyük bir adalet duygusuyla ele aldığını söylemiştir. Venizelos Barış Konferansı Onlar Konseyi’nde 3 ve 4 Şubat 1919 tarihlerinde konuşmuştur. Amerikan Başkanı W. Wilson’un kendisine yönettiği bir soruya cevaben, 360.000 kişiyi barındıran Trabzon’da bir cumhuriyet kurulması istendiğini,  kendisinin bunu desteklemediğini zira fazla sayıda küçük devlet kurmanın gereksiz olduğunu, ayrıca Trabzon şehri cıvarının çok sayıda Türk tarafından çevrilmiş bulunduğunu ve Trabzon’un Ermeni Devletinin bir parçası olması gerektiği kanısını taşıdığını söylemiştir. (Papers Relating to the Foreign Relations of the . Paris Peace Conference 1919, Cilt IV, United States Government Printing Office,1948, ss. 872,873)
[4] Bu yazıdaki tüm haritalar çeşitlil kaynaklara dayanılarak  Pınar Güven tarafından çizilmiş   ve yüzölçümleri hesaplanmıştır.
[5] Boğos Nubar Paşa’nın ilk talepleri Kayseri ve civarını içermiyordu ve yaklaşık 369.955 km2
kadardı.  Bir yıl sonra, 1920’de, Ermeni Heyetinin konferansa sunduğu bir haritad Kayseri Ermenistan taleplerine dahil edilmiştir. Böylelikle istenen toprakların yüzölçümü 387.424 km2’ye çıkmıştır. 1920 yılı haritası şu kitapta bulunmaktadır: Anita L.P. Burdett, Der.,   Political and Ethnic Bounderies 1878-194,Chipenham, Wilts: Archive Editions, 1998. Map depicting proposed limits of c. 1920. Délégation Nationale Arménienne
[6] Söz konusu anlaşmalar şunlardır: İstanbul ve Boğazlara ilişkin 18 Mart 1915 tarihli Anlaşma, 26 Nisan 1915 tarihli Londra Anlaşması, 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması ve 17 Nisan 1917 tarihli St. Jean de Maurienne Anlaşması
[7] Richard G. Hovannisian, The Republic..., ss. 263–265.
[8] David Lloyd George, Memoirs of the Peace Conference, Cilt 2, London: Victor Gollancz Ltd., 1983, s.496.
[9] Richard G. Hovannisian, The Republic…, ss. 265-272.
[10] Richard G. Hovannisian, The Republic of Armenia..., s. 274’de yer alan harita esas alınmıştır.
[11] Papers Relating to the Foreign Relations..., s. 1025
[12] Bogos Nubar Paşa Türk Hükümeti’nin Van Vilayeti için 80.000 Ermeni gösterdiğini söylemektedir. McCarthy’nin verdiği rakam 130.500’dür; bkz.: Justin McCarthy,  The Population of Ottoman Armenians, The Armenians in the Late Ottoman Period, Ankara: TTK, 2001, s. 70. Maraş Sancaği ve Zeytun Köyü ise küçük yerlerdir. Buralardı Ermeni nüfusu toplam nüfus için bir örnek olamayacak kadar azdır.
[13] Justin McCarthy, The Population of..., s.67. 
[14] Bkz.: Justin McCarthy, The Population of..., s.70’deki tablo.
[15] Ronalds Grigor Suny, Looking Towards Ararat, in Modern History, Indianapolis: Indiana UniversityPress,1993, ss. 128, 129
Richard G. Hovannisian, The Republic of Armenia..., s.265
Anahide Ter Minassian, La République d’Arménie..., s.160
[16] Richard G. Hovannisian, The Republic of Armenia…, s. 267.
[17] Richard G. Hovannisian, The Republic of Armenia…, s. 270
  ----------------------
* Avrasya İncelemeleri Merkezi Başkanı - oelutem@avim.org.tr
- ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 22, Yaz 2006

http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=416

.. 
















1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?





1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?






TRENLE  SEVKİYATI YAPILAN TÜRK ESİRLERİ..


BİLGESAM Araştırmacısı Dicle Sasaoğlu’nun Bilge Adamlar Kurulu Üyesi Büyükelçi Ümit Pamir ile Mülakatı
Bilge Strateji, Cilt 7, Sayı 12, Bahar 2015


SORU- Nisan 2015 Türkiye’nin aleyhine kullanılan “ Soykırım ” suçlamasının 100. yılına denk gelmektedir. Günümüzde sadece siyasi boyutuyla ele alınan bu

sorunun geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu tarihi sorunu değerlendirmeden önce o dönemin genel tablosuna bakmamız uygun olur. Tarihte bütün imparatorlukların yıkılışı ki Roma, Habsburg, Britanya
ve Osmanlı imparatorlukları buna örnek olarak gösterilebilir, beraberinde sancılı, karmaşık, bazen felaketlerle dolu dönemlere sahne olmuştur. 
Osmanlı, Trablusgarp ve Balkanlar’dan sonra Kafkaslar, Suriye ve Irak cephelerinde, Çanakkale’de savaş halindedir. Ermenilerin “ Soykırım”ın başladığı tarih olarak algıladığı ve bazı Ermeni ileri gelenlerinin tutuklandıkları 24 Nisan 1915’te İngiliz donanması Çanakkale önündedir. Ertesi gün saldırıya geçeceklerdir.
Sırpların ve Bulgarların bağımsızlıklarını kazanmaları, çöküntü halindeki Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermeni devleti kurmayı hedefleyen
milliyetçilik cereyanlarını körüklemiş ve “Doğu Meselesi”nin Osmanlı’nın parçalanması suretiyle kesin bir çözüme kavuşturulmasının artık zamanı geldiğini düşünen Rusya, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci Batı ülkeleri Ermenilerin bu hayallerini istismar ederek onları teşvik etmişler, kışkırtmışlar ve ellerinden gelen yardımlarda bulunmuşlardır. Ermeniler de maalesef bu vaadlere kanmışlardır.

SORU- Türklerin ve Ermenilerin yüzyıllarca barış içinde birlikte yaşayan dost milletler oldukları bilinmektedir. Bu çerçevede 1915 yılında alınan tehcir kararını 
nasıl yorumluyorsunuz?

Birden bire bu dostluğun bozulması için yani birisinin sabahleyin kalkıp da “ Hadi ben 800-900 yıldır Birlikte yaşadığım insanları tehcire tabii tutayım ” demesi için
birşeylerin olması gerekir. Birşeyler oluyor ki hükümet tehcire başvuruyor. 

Bunlar nedir? 

Çöküntü halinde bir imparatorluğa dönüşen Osmanlıyı bölmek isteyen büyük devletlerin himayesinde “ Doğu Hıristiyanlarını Koruma Cemiyetleri ” kuruluyor, bunlar ayrıca federasyonlar da kuruyorlar. Bu misyonerlerin kışkırtıcı bir takım faaliyetleri mevcut. Yine bu dönemde bir takım Ermeni çeteleri oluşuyor.

Bu çeteler isyanlar düzenlemeye başlıyor. Bazıları büyük kitleler halinde Rus ve Fransız ordularına gönüllü olarak katılıyorlar, özel taburlar kuruyorlar, onların
üniformalarını giyiyorlar, Doğu’da ilerleyen Rus orduları ile birlikte düşmanla işbirliği yapan bir konuma geçiyorlar. Aynı durum Güneydoğu’da Fransızlarla da
söz konusu.

Yaptıkları mezalime karşı yerel halkta tepkiler oluşuyor. Zaten kendileri de Milletler Cemiyeti’ndeki görüşmelerde “ 200 bin Ermeni’nin İtilaf devletlerine yardım amacıyla” Yaşamlarını kaybettiklerini açıkça kabul ediyorlar. O tarihe kadar “ Sadık Tebaa ” olarak tanımladığı Ermenilerin savaş halinde olduğu ülkelerle işbirliğinde bulunmasını ihanet olarak algılayan ve parçalanma süreci içindeki Osmanlı, çaresizlik içinde tek seçenek olan tehcir kararını alıyor. Ermeniler özellikle Rusların ilerlediği bölgelerdeki lojistik ve destek yollarında etkin olmamaları için bölgeden uzaklaştırılıyorlar. Gönderdikleri topraklar Suriye gibi gene Osmanlı toprağı. Hatırlanacağı gibi, Holocaust’ta Yahudiler Almanya’nın savaşta olduğu başka bir ülke ile işbirliği yapmadılar ve onların üniformalarını giymediler. Ona rağmen onlar Polonya gibi Almanya’nın sınırları dışında bir ülkeye gönderildiler.

Osmanlı ise Suriye topraklarına gönderiyor. 1993 yılında Fransız Le Monde gazetesine verdiği beyanatta Bernard Lewis “ Osmanlı hükümetinin Ermeni ulusuna karşı kitlesel imhayı öngören bir planının olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur ” derken bu hususa da ayrıca değinmiştir.

Bu çerçevede Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’in Taşnaksutyun Partisi’nin kongresinde yaptığı konuşmada “ortada bir emperyalist proje bulunduğunu”,
İngiliz işgalinin Ermeni umutlarını yeşillendirdiğini ”, “ Kayıtsız şartsız Batı’ya Bağımlılıklarını ”, “ Osmanlı ordularına karşı savaşmak üzere gönüllü birlikler oluşturduklarını”, “ Türklerin savunma içgüdüsüyle hareket ettiklerini”, “ Tehcirin amaca uygun olduğunu” içeren ifadelerini hatırlamak ve hatırlatmak uygun olacaktır.
Tehcirin düzenli, kontrollü, kimsenin malına canına dokunulmayacak şekilde uygulanması yönündeki talimatlara rağmen, savaş halinde olan yerel halk Ermeni çetelerinin saldırılarının yarattığı öfke ve kin ile bazı olaylara tevessül ediyor.

Bazı resmi görevlilerin de görevlerini büyük bir titizlikle yapmadıkları durumlar söz konusu. Devlet otoritesinin büyük ölçüde yıpranmasının yarattığı kargaşa
ve zaaflar (açlık, salgın hastalıklar, ulaşım zorlukları, elverişsiz iklim koşulları, iaşe konusundaki ciddi imkânsızlıklar, yağma ve soygun gibi üzücü durumlar)
nedeniyle Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı bu tehcir olayı bir trajedidir. Hiç şüphe yok ki bu felaket karşısında bir empati duymak, tehcirin yol
açtığı acıları paylaşmak, haksızlıklara uğramış olanlardan özür dilemek gerekmektedir.

Bu acıların yaşandığı ortamda Osmanlı Müslüman halklarının da büyük acılar yaşadığı görülmektedir. Balkanlarda, Kafkaslarda milyonlarca ölü ve yaralı
söz konusu. Bir o kadar insan da anayurtlarından sökülmüşler ve Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmışlardır. Sığındıkları topraklarda da savaş süregelmektedir.


Türk tarafında yaşanan bu trajediler için de üzüntü beyan etmek, empati duymak gerekmez mi? Aksi takdirde, bir tarafın uğradığı felaketi dile getirip öbür tarafın felaketini görmezlikten gelmek “seçici unutkanlığa” (selective amnesia) sığınmak olur.

Bir yıkılış döneminin geri planındaki tablo bu.

SORU- Türkiye ve Ermenistan’ın farklı tarih anlatılarına sahip oldukları aşikâr. Bu noktada Türkiye’nin tarihçilerden oluşan bir tarih komisyonun kurulması önerisine nasıl bakıyorsunuz?



Ermeni tarihçilerle Türk tarihçilerin bir araya gelmesi fikri ilk defa 1978 yılında Başbakan Sayın Ecevit tarafından ortaya atıldı. Daha sonra 1989’da Türk Tarih
Kurumu’nun düzenlediği bir sempozyum oldu. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi bir konferans düzenledi. 2009’da yine Tarih Kurumu bir toplantı yaptı. Bunlara
Ermeni tarihçiler katılacağız dediler. Bazen bir kişi geldi bazen hiç gelmediler. Tarihinizle yüzleşin diyorlar. Tarihinizle yüzleşirken “ Ben neyi neden yaptım
diye bakarsınız. Yüzleşmenin geniş ve kapsayıcı bir kavram olduğu unutulma malı. Tarihle yüzleşirken o tarihteki bütün aktörlerle yüzleşmek, onlar ne yaptılar, ne ettiler onu da bilmek istersiniz. Yoksa “ Sen tarihe tek başına bak, ben ‘ Soykırım ’ yaptım de, bu iş bitsin ” denemez. Yüzleşmedeki tüm tarafların ortaya çıkması lazım, bütün tarafların elindeki belgeleri, bilgileri ortaya dökmesi lazım.

Ayrıca büyük kargaşa ve altüst olmaların söz konusu olduğu dönemlere, o tarihte cereyan eden olaylara bugünün gözlükleriyle, parametreleriyle, fikirleriyle ve değer yargılarıyla bakmamak lazım. O günkü dünyaya bugünkü gözlükle baktığımız zaman, başka bir tablo görmüş oluruz ve haksız yargı ve sonuçlara varabiliriz. Biz de bu olaylara, ne olup ne bittiğine o günün koşullarından hareketle bakalım diyoruz.

Ermenileri tehcir etme planı var, ama Ermenileri soykırıma uğratmak gibi bir plan yok. Bunu kanıtlayacak hiçbir belge de yok.
Bizim okullarımızda, üniversitelerimizde çocuklarımıza anlattığımız tarihle sizinki arasında büyük fark var. Bu anlatılar arasındaki farkı gidermemizin mümkün
olup olmadığını araştırmak amacıyla tarihçilerle bir çalışma yapalım diyoruz. Tarihçiler baksınlar eldeki belge ve bilgiler nedir, bunları nesnel biçimde tarasınlar, varacakları sonucu kabul edelim diyoruz. Bundan çekiniyorlar.
Türk, Ermeni ve 3. ülkelerden de tarihçilerin katılacağı komisyon önerisine yanaşmayan Ermenilerin bu konudaki çekincelerine değinmek gerekmekte. Ermeniler tarih komisyonunun kurulup çalışmasının, “soykırım” iddialarını sorgulanabilir hale getirmesinden ötürü çekiniyorlar. Bu özgüven eksikliğinden kaynaklanan bir tutumu yansıtır. Ellerinde “soykırım” konusunda kesin, inandırıcı bilgi ve belge varsa korkmamaları lazım. Türkiye Osmanlı arşivini açmıştır. Rus arşivlerinde çok önemli belgeler var, bir kısmını Mehmet Perinçek yayınladı. Boston’da Ermeni arşivleri var, bir türlü açmıyorlar. Açarlarsa orada kendilerinin de neler yaptıkları ve belki de bu üzücü olayın, bu trajedinin öyle sanıldığı gibi başlamadığı ortaya çıkabilir diye çekiniyor olabilirler. Komisyon çalışmaları sonunda “ Soykırım ” yapıldığı saptanırsa onu kabul ederiz diyoruz. Ama siz baştan “ Soykırım ” olmuştur deyip işe başlayalım dediğiniz zaman bizim, bir soyun “ Soykırım ” gibi çok ciddi bir suçlamayla itibarının lekelenmesini kabul etmemiz söz konusu olamaz.

Ermenistan ile tarih konusundaki anlatılarımız farklı, ama tarihi yeni baştan yazamayız.

Ermeniler bize “ Tarihi bir tek benim versiyonuma uygun şekilde yazalım ” diyorlar. Bunu yapamayız, tarihi yazacaksak birlikte oturup bakmamız lazım. Tarihi yeniden yazamayacağımıza göre hiç değilse geleceği birlikte şekillendirebiliriz.
Tarihteki travmaların esiri olup geleceği de travmatik bir yaklaşımla ele almamamız gerekir. Hiçbir ulustan tarihini unutması istenemez, tabi ki tarihlerini
hatırlayacaklardır ama tarihteki travmalara günümüzdeki davranışlarımızı da etkileyecek şekilde bağlı kalır ve bugünkü ilişkilerimizi, yaklaşımlarımızı bu travmaların etkisinde şekillendirirsek sağlıklı bir konumda olmayız, bir takım hatalar yaparız ki bu hatalar bize pahalıya mal olabilir. Tarihi şekillendirmek lazımdır ama tek bir tarih anlatısını bir tarafa baştan empoze etmek de herhalde oldukça haksız bir durumdur.

SORU- 1915 yılında yaşanan olayları bugün “soykırım” olarak tanımlayan ve bu süreçte 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia eden görüşler mevcut. Bu 
konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dışişleri Bakanlığı’na 1965’te girdiğimde hatta 1970’lere kadar sayı 500 bin civarındaydı. Rakamlar giderek arttı 800 bin, 900 bin şimdi 1,5 milyona kadar çıktı.
Kaldı ki Türkler “soykırım” suçunu işlemişlerdir derken dikkat edilirse bunu belirli bir idareye değil bir ulusa yüklemeye kalkıyorlar. Srebrenitsa’da ve Ruanda’da
idareler söz konusu fakat burada tüm bir ulus “ Soykırım ” la itham ediliyor.

Ermenilerin tezlerinde dayandıkları iddialar Birinci Dünya Savaşı sırasında yayınlanan makaleler, misyonerlerin notları, bir takım hatıratlar ki bunların hiçbiri orijinal nitelikte değil. Üstelik de bunları çarpıtarak kullanıyorlar. Mesela hatırattaki 5 cümleden 1’ini alıyor öbür cümleleri görmezlikten gelip o cümleyi de bazı eklemeler yaparak yayınlıyorlar. Saptırılmış versiyonlarla karşı karşıya kalınca her defasında bunları çürütme konumunda kalıyoruz.

1960’lardan sonra, özellikle Soğuk Savaş’ın da etkisiyle bir Ermeni aktivizmi ortaya çıktı, bu da Türklerin “soykırım” yaptığı tezine dayandı. Giderek bu Ermeni paradigması Ermeni kimliği ile eş anlama gelmeye başladı. Yani biz ancak Türk karşıtlığı üzerinden, Türklerin “soykırım” yaptığını iddia ettikçe Ermeni kimliğini canlı tutabiliriz algısı oluşmaya başladı. Böyle bir paradigma yaratıldığı zaman “ Irkçı Türk ”, “ Hitler’e ilham veren Türk ” gibi ifadelerle karşı karşıya kalınıyor.
Bu yaklaşımın son derece siyasi bir yaklaşım olduğu aşikâr zira soykırım konusunda ortada hukuki ve bilimsel bakımdan bir oydaşma mevcut değil. “Soykırım” olmuştur diyenler de var, hayır olanlar “soykırım” olarak tanımlanamaz diyenler de.

Bizde tarih eğitimi olmasa da tarih bilmese de “ Ermeni Soykırımı Olmuştur ” diyen Taner Akçam, Hasan Cemal gibi gazeteciler var. Buna mukabil 1 Mart 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Sir Eric Drummond “ Türkiye’deki Azınlıklar baskıya uğramış ve başıboş çeteler tarafından katliamlar işlenmiştir. Ancak bunlar merkezi hükümetin kontrolü dışında cereyan etmiştir.” demiştir.

(“Minorities were often oppressed and massacres carried out by irregular bands who were entirely outside the control of the central Turkish Government”). Ayrıca Doğu Perinçek davası var. Bu davada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Doğu Perinçek’in haklı olduğunu, 1915 olaylarına “ Soykırım ” diyenler olduğu gibi böyle tanımlamayanların da bulunduğunu belirtmiştir. Tarihe siyasal bir açıdan değil, tarihçi gibi bakmak lazım yani belgelere inmek lazım.

Hukuki bakımdan ortada “soykırımı” belgeleyecek bir şey bulunmamaktadır. Bilindiği gibi, 1948 Sözleşmesi soykırım için örneğin Holocaust ve Nurnberg’de
olduğu gibi “yetkili bir mahkemenin”, “adil ve hukuka uygun” bir yargılama sonunda vereceği kararın, ayrıca “bir yok etme niyetinin” var olması gerektiğini ifade etmektedir. 1915 olaylarında “soykırım” ile ilgili bir mahkeme kararı ve imha niyeti söz konusu değildir. Zaten “soykırım” kavramı Almanya’da Holocaust’tan sonra ortaya çıkıyor. 1915’lerde “soykırım” kavramı diye bir kavram yok. Tabii bu kavramın o tarihlerde mevcut olup olmamasından çok, neyin yapıldığı önemlidir.
Şimdiye kadar Ermeni “soykırımı” konusunda 20 civarında ülkede, parlamentolarda ya karar alındı ya da deklarasyon yayınlandı. Mesela İsveç’te 150’ye karşı 151 oyla, bir oy farkla kabul edildi. Bazılarında parlamentoda kararlar milletvekili sayısının %10’un oyuyla geçti. Kaldı ki siyasal bir konumda olan parlamentoların, kanun koyucunun tarihi olaylar hakkında kanun koyması sağlıklı bir yaklaşım olamaz.

Bu noktada sömürgecilik zihniyetinden kalma algıların hala devam ettiğini söyleyebiliriz.

Bu algı “ Biz Üstün Toplumuz, Sömürgecilik döneminde yaptıklarımız katliam sayılmaz çünkü biz uygarlık götürdük. Türkler ise Avrupa’ya yakışmayan
barbarlar ve katliam yaparlar ” üzerine kuruludur. Uygarlık götürdük deyip vicdanlarını rahatlatmak ve suçu kendilerinden geri olarak gördükleri toplumlara
mal etmek söz konusu. Bunun geri planda var olduğunu akılda tutmamız gerekir. “Soykırım” temasının, Lozan Barış Antlaşması’ndan 50 yıl sonra uluslararası gündeme taşınmasında,  ASALA gibi terör örgütlerinin işlediği cinayetlerin ki bu çerçevede 31’i Türk diplomatı ve yakınları olmak üzere 90 kişi yaşamını yitirmiştir yanı sıra Avrupa ve ABD’deki bu algının çok önemli rolü olmuştur. O kadar ki bu cinayetler karşısında bigâne kalmak veya olup bitenleri hoşgörüyle karşılamak, bazı Batılı ülkelerde failleri yakalamamak veya asgari cezalarla salıvermek ölçüsüne varabilmiştir.


SORU- Nisan 2014’te Türkiye, 1915 olaylarında ölenler için Ermenistan’a taziye dileklerini iletmiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi amacıyla 
bir sonraki adımın sınırın açılması konusunda olacağının sinyallerini vermişti. Alican Sınır Kapısı’nın açılması halinde bunun yaratacağı etkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?


Bilindiği gibi dünyada 8 milyon Ermeni var, bunun 3 milyonu Ermenistan’da, 2,5 milyonu Rusya’da -ki en büyük Ermeni diasporası Rusya’dadır, 1,3 milyon civarı ABD’de ve 500-600 bini de Fransa’da yaşıyor. 3 milyon nüfusu olan Ermenistan’ın gayrisafi milli hasılası 10 milyar dolar civarında. Türkiye ile ihracatı Gürcistan üzerinden oluyor. Bizim oraya ihracatımız 250 milyon dolar civarında, onlardan da 1 milyon dolar civarında ithalatımız var. 250 milyon dolarlık bir ihracat Türkiye açısından çok önemli bir rakam değil.

Ancak sınırın açılması sayesinde Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye arasında bölgede kurulacak istikrarlı bir barış ortamı her bakımdan 3 ülkenin de yararına
olur. Buraya doğrudan yabancı sermaye akışı artar, ekonomik ve sosyal ilişkiler dokusu oluşur, tarihle barışma süreci de kolaylaşabilir.
Sınırın açılmasının taşımacılık konusunda da bir takım olumlu getirisi olur; Gürcistan üzerinden olan yol kısalır, maliyetler düşer, Türkiye’nin Orta Asya pazarına kuzeyden de gitme imkânı doğar. Sınır ticareti hem Ermenistan hem de Türkiye’deki sınır bölgeleri bakımından kârlı olur. Ancak tüm bunların gerçekleşebilmesi için Yukarı Karabağ sorununda Ermenistan’ın adım atması gerektiğini düşünüyorum.


SORU- Bu noktada Ekim 2009’da ilişkilerin normalleşme süreci bağlamında iki ülkenin dışişleri bakanları tarafından imzalanan Zürih Protokolleri’ni nasıl 

değerlendiriyorsunuz?

Protokollerde sınırın açılması öngörülüyordu. Yalnız Zürih Protokolü’nde bildiğim kadarıyla zımni, bazı kaynaklara göre ise daha kesin ABD vaatleri vardı. Bilindiği
gibi Yukarı Karabağ dışında reyon denilen 7 tane bölge var. Bunlar Ermeni işgali altında. Ermeniler bu protokolleri bizim meclise sevk etme sürecimize paralel
olarak bazı reyonlardan çekileceklerdi. Bunu yapmadılar. O müzakerelerde ABD tarafının “siz merak etmeyin protokolü imzalarsanız, meclise sevk ettiğiniz
aşamaya paralel olarak belli bir takvim çerçevesinde Ermeniler de bu reyonlar dan çekileceklerdir” şeklinde bir vaadi olduğu görüşü doğruysa, bizim bu sözlü vaadlerle yetinmeyip bu anlayışı kâğıda dökmemiz lazımdı. ABD gibi büyük bir devletle iş yaparken çok dikkatli olmanız lazım. Benim anladığım kadarıyla biz bir sözlü vaatle yetindik, Amerikalılar Ermenileri ikna edemeyip de Ermeniler hiçbir reyondan çekilmeyince, Türk hükümetinin bunu parlamentodan geçirmesinin imkânı olmadı. Biz özellikle Yukarı Karabağ sorununda Azerbaycan’ı hesaba katmayan bir tutuma giremezdik. 

Bence hata orada oldu. 

Amerika vaatlerini gerçekleştiremeyince biz de parlamentodaki süreci ileriye götüremedik.

SORU- Türkiye’nin iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için verdiği çabalar ortadadır. Peki, Ermenistan ne tür adım atabilir?


Zürih protokollerinin yürürlüğe girmesini sağlamak için Ermenistan’ın reyonların bazılarından çıkması olabilirdi, yapmadılar. Ortada enteresan bir durum da var. 
Ermeni diasporasıyla Ermenistan hep değişken rollere soyunuyorlar. Bazen Ermenistan yakınlaşmadan yana tutum sergiliyor ama diaspora karşı çıkıyor, bazen de diaspora “ Bu iş artık bitirilmeli ” diyor, bu sefer de Ermenistan hükümeti tutumunu sertleştiriyor. Günlük sıkıntıları çekenler Ermenistan’da yaşayanlar, diasporadakiler değil. Diaspora açısından bir de çıkar meselesi var. 

Diasporadaki Ermeni kuruluşları, özellikle Amerika ve Fransa’dakiler bu işten epey para kazanıyor. Yani bir de işin mali yönü var. “ Soykırım ” temasını işlemekten nemalanıyorlar.
Ermenilerin meseleye Erivan’dan soğukkanlılıkla bakarak “ Evet Tarihte bir felaket oldu, Türkler bu felaketi kabul ediyorlar, ama bunun baştan ‘ Soykırım ’
olmasına karşılar, oturup konuşalım” demesi lazım. Bazı Ermeni aydınları, Ermeni halkı adına işlenen cinayetlerden ötürü Türklerden özür dilenmesi amacıyla bir metin hazırlamaya girişmişler fakat ASALA’nın kendilerini ölümle tehdit etmesi üzerine bu niyetlerini gerçekleştirememişlerdi.
Örneğin bir diğer adım da bu projeyi canlandırmak olabilir. Bir de bildiğiniz gibi 2015 Şubat ayında Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın protokollerin 
parlamentodan geri çekilmesi yönünde almış olduğu karar var. Karşılıklı iyi niyet adımlarının atılması beklenirken böyle bir kararın alınması hayal kırıklığı yaratmıştır.

SORU- Sizce Nisan 2015’te neler olacak?


2015 Nisan’da neler olacak bilemiyoruz, ama parlamentolardan çıkacak kararlarla Türkiye’nin baştan “soykırımı” kabul etmesi bekleniyorsa bu olmayacaktır. Ermenilerin yaklaşımı “soykırım” kararını tanıyan 21 tane parlamentodan hareketle bu rakam büyür ve o zaman Türkler bu suçu kabul eder yönündeyse, bunun gerçekleşebileceğini sanmıyorum. Ermeni ulusu eski bir ulustur, ama Türk ulusu da eski bir ulustur. Yani Ermeniler için tarih ne kadar kutsal ve önemliyse bizim için de kutsaldır. Türkler 1071’den itibaren yaklaşık 10 asra yakın birlikte yaşadıkları Ermenilerin elim trajedisini yadsımamaktadır. Ermeni trajedisini kabulleniyoruz, bunun için taziyelerimizi, empatimizi sunuyoruz ve acılarını paylaşıyoruz ama bizim de bir takım acılarımız var biraz da buna bakalım dendiği zaman da bize karşı cimri davranılmaması gerektiğini düşünüyoruz.

24 Nisan 2015’ten sonra 100. yıl da bittikten sonraki dönemde Ermenilerin tutumlarını yeni bir bakış açısıyla gözden geçirme imkânı bulmalarını, yeni dinamiklerin devreye sokulacağı yaklaşımların benimsenmesini diliyorum. Geleceği beraber şekillendirmemiz için bir 100 yıl daha beklemememiz lazım geldiğini düşünüyorum.


http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0ahUKEwjN-_mC7PvKAhXChSwKHRVPDY8QFggbMAA&url=http%3A%2F%2Fdergipark.ulakbim.gov.tr%2Fbs%2Farticle%2Fdownload%2F5000153348%2F5000138757&usg=AFQjCNGMRUAbeWxTeHRr4yD1k9yoGNQWtw&sig2=vmOGWRDF-7PcpgYpL9aqxQ


..

11 Şubat 2016 Perşembe

1915 Olayları üzerine...


1915 Olayları üzerine...

30122013-1-084620.jpg




ÜMİT YALIM
Ermeniler tarafından katledilen 518 bin 105 Türk'ün hakkına kim sahip çıkacak? Başbakan Erdoğan tarafından 23 Nisan 2014 tarihinde, 1915 olaylarına ilişkin mesaj yayımlandı.


Başbakan Erdoğan tarafından 23 Nisan 2014 tarihinde, 1915 olaylarına ilişkin mesaj yayımlandı. Başbakanlık internet sitesinden basın açıklaması ile yayımlanan mesaj, başta Türkçe olmak üzere toplam 9 dilde yazılmış. İngilizce olarak yapılan basın açıklamasının girişinde, tercümelerin gayri resmi olduğu yazıyor. Böyle bir ifade devlet geleneklerine aykırıdır. Söz konusu ifade yerine “yanlış anlamalara karşı Türkçe metin esas alınmasıdır” ifadesi kullanılmalıydı. Erdoğan’ın mesajı Doğu ve Batı Ermenice dillerine de tercüme edilmiş. Bu durum, Ermeni Devleti’nin ve Diasporası’nın toprak talebi için öne sürdükleri tezlere örtülü destek veriyor. Çünkü Ermenistan devleti, şu anda egemenliğini sürdürdüğü toprakları Doğu Ermenistan, Ağrı Dağı ve çevresindeki Türk topraklarını da Batı Ermenistan olarak adlandırıyor.   Tayyip Erdoğan, yayımlamış olduğu mesajla,   Gezi olayları ve 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları sonrasında, ABD ve AB ülkeleri nezdinde kaybettiği itibarını yeniden kazanmaya çalışırken, Ermeni Diasporası’nın değirmenine su taşımıştır.
12 Yıllık AKP iktidarı döneminde, Ermeni Diasporası’nın “Sözde Ermeni Soykırımı” tezlerini Türk toplumuna kabul ettirebilmek için yoğun bir kamu diplomasisi ve halkla ilişkiler çalışması yapıldı. Diasporanın tezlerini destekleyenler arasında Halil Berktay ve Taner Akçam gibi akademisyenler var.  Bu akademisyenler tarafından düzenlenen toplantılara, karşıt görüşleri benimseyen akademisyenler davet edilmedi. Yani kendileri çaldılar kendileri oynadılar. Anılan akademisyenler, Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili olarak, bu güne kadar somut bir belge de gösteremediler. Ayrıca her iki akademisyen, Yusuf Halaçoğlu, Mümtaz Soysal ve Şükrü Elekdağ tarafından düzenlenen toplantılara da davet edildikleri halde katılmadılar. Halaçoğlu, Soysal ve Elekdağ ise bilimsel belgeler sunarak Diaspora’nın tezlerini çürüttüler.    
Osmanlı Arşivi’nde, Ermeni iddiaları ile ilgili olarak, 70’li yılların sonlarında başlayan ve 2000 yılına kadar süren inceleme ve araştırma çalışması yapıldı. Dışişleri Bakanlığı’nın sorumluluğunda yürütülen çalışmalara diplomatlar ile birlikte akademisyenler ve askerler de katıldı. Çalışma sonucunda elde edilen bilgiler Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından 2001 yılında iki ciltlik kitap halinde yayımlandı. Kitabın adı “Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri”. Kitapta, 1914-1921 yılları arasında, Ermeniler tarafından Türklere uygulanan katliamın, eski Türkçe olarak yazılmış belgeleri ile birlikte belgelerin günümüz Türkçesi’ne uyarlanmış çevirileri ve İngilizce çevirileri de var. Ermeniler tarafından, trenden atılarak, gözleri oyularak, işkence ve diğer yöntemler ile öldürülen Türk sayısı 518.105 (Beşyüzonsekizbin yüzbeş)kişi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 12 Aralık 2013’te, Ermenistan’a giderken yaptığı açıklamada, “Tehciri benimsemiyoruz, gayri insani bir uygulama” dedi. Davutoğlu bu açıklamasına rağmen Erivan’da protestolardan kurtulamadı ve toplantının yapıldığı otele arka kapıdan girmek zorunda kaldı. Ermeniler gösteriler sırasında, Türk bayraklarını yere atarak ayaklarının altında çiğnediler.

Ermenilerin katliama başladığı 1914 yılının başından, Tehcir Kanunu’nun çıktığı 24 Nisan 1915 tarihine kadar olan süre içerisinde öldürülen Türk sayısı 46.659. Tehcirden sonra 1921 yılının sonuna kadar öldürülerek katledilen Türk sayısı 471.446. Toplam sayı 518.105. Belgelerden ve rakamlardan anlaşıldığı üzere, Ermeniler, tehcire rağmen 471.446 Türk’ü, trenden atarak, gözünü oyarak ve işkence ederek öldürmüş. Tehcire rağmen bu kadar Türk’ü öldüren Ermeniler, tehcir olmasaydı ne yaparlardı ? Tehciri kınayan Davutoğlu bu sorunun cevabını vermek zorundadır. Herhalde öldürülerek katledilen Türklerin sayısı, bu sayının iki veya üç misli olurdu.  

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
AKP iktidarının Ermenistan ile ilgili bir politikasının olmadığı, Ermenistan ile olan ilişkileri, ABD, Rusya Federasyonu ve AB ülkelerinin istekleri doğrultusunda yürüttüğü açıkça görülmektedir. Türkiye ile Ermenistan arasında, “Diplomatik İlişkilerin Kurulması Protokolü” ile “İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolü”, 10 Ekim 2009 tarihinde, İsviçre’nin Zürih şehrinde imzalandı. İmza töreninde Davutoğlu ve Nalbantyan’ın arkasında, ABD, Rusya Federasyonu ve Fransa’nın Dışişleri Bakanları ile diğer yetkililer hazır bulundu. AKP Hükümeti bu konuda da başarısız oldu. Çünkü, protokol Ermenistan tarafından donduruldu. 



















Amerikalı Yazar Samuel A. Weems’in 2002 yılında Ermenilerle ilgili olarak yazdığı kitap, İstanbul’da bulunan Kara Kuvvetleri Lisan Okulu tarafından Türkçe’ye tercüme edildi.“Ermenistan, Bir “Hristiyan” Terörist Devletin Sırları” adlı kitap 2005 yılında Yüksek Askeri Şura üyelerine dağıtıldı. Kitap YAŞ Başkanı Tayyip Erdoğan’a da verildi. Anlaşılan Erdoğan kitabın kapağını bile açmamış. Weems kitabında, Japonların 1941’de Hawai Adaları’na yaptığı saldırı sonrasında, Amerikan yönetiminin, ülkede yaşayan Amerikalı Japonları, Amerika’nın batı kıyılarından daha iç bölgelerdeki kamplara gönderdiğini anlatıyor. Weems, Osmanlıların 1915’te yaptıkları da bundan farklı değildi diyor. Weems ayrıca Ermenilerin terörist birlikler oluşturarak Osmanlı’ya karşı savaşan Rus orduları ile ortak hareket ettiğini ve Müslümanlar, özellikle de Türkler üzerinde etnik temizlik hareketi yaptıklarını söylüyor. Burada dikkat edilmesi gereken bir konu var. Japonya’nın Amerika’nın batı sahillerine olan mesafesi 4300 deniz mili veya 7964 km. Bu kadar mesafeye rağmen Amerika ülkesinde yaşayan Japonları doğu bölgesine tehcir ediyor. Osmanlı Devleti ise Ruslar ile cephe savaşı veriyor. Yani mesafe çok yakın.



















Weems, kitabında Ermeni iddiaları ile ilgili bir çok soru soruyor. İşte o sorulardan bir kısmı;
   *Katledilen Türklerin toplu mezarları var. Katledildiği iddia edilen Ermenilerin toplu mezarları nerede ?
   *Ermeni Tehcirinden sonra Osmanlılar soruşturma geçiriyor. Ermeniler neden soruşturma geçirmiyor ?
   *Ermeniler 1992’de 1 milyondan fazla Azeri Türk’ü tehcir ediyor, peki bu nedir ?
Samuel A. Weems’in kitabı, daha sonra bir yayınevi tarafından da tercüme ettirilerek 2006 yılında piyasaya sunuldu.



















Türkiye’de her sene Şubat ayında, Ermenilerin Hocalı’da katlettiği Azeri Türkleri için anma töreni düzenleniyor. Ayrıca Emperyalist devletlerin baskısıyla, Ermeni tehcirinden sorumlu tutularak idam edilen Yozgat Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için Nisan ayında anma töreni düzenleniyor. Törenlere MHP ve CHP’den çok sayıda katılım oluyor. Ama ne hikmetse AKP’den hiçbir temsilci törenlere katılmıyor. AKP’nin Dışişleri Bakanı “Tehciri benimsemiyoruz, gayriinsani bir uygulama” diyerek, Paris Büyükelçisi Hakkı Akil “1915’te olanlar soykırım tanımına uymaz demem” açıklaması yaparak, Tayyip Erdoğan’da Başbakanlık internet sitesinden mesaj yayımlayarak Ermeni tezlerine destek veriyor.
24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Andlaşması, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın muhasebesi şeklinde yazılmıştır. Lozan Andlaşması’nın 59. Maddesinde Yunan ordusu’nun Anadolu’da yaptığı katliamlar tescillenmiştir. Ancak andlaşmanın hiçbir yerinde Ermeni iddialarını doğrulayacak hiçbir ifade yok. İngiltere ve Fransa andlaşmayı imzalayan devletler arasında. Herşey bu kadar açık ve netken Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti ne yaptığının farkında mı ? Kime hizmet ediyorlar? Ermeniler tarafından katledilen 518.105 Müslüman Türk’ün hakkına neden sahip çıkmıyorlar ?
Ümit YALIM
Eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri
Demokrat Parti Yüksek Danışma Kurulu Üyesi



..