28 Şubat 2018 Çarşamba

FAHREDDİN PAŞA VE ERMENİ MESELESİ, BÖLÜM 1

FAHREDDİN PAŞA VE ERMENİ MESELESİ, 
BÖLÜM 1


     
FAHREDDİN PAŞA VE ERMENİ MESELESİ
Yazar: Kursistemin başkanı  
Kategori: haber blog kursistem 
07 Temmuz 2016

FAHREDDİN PAŞA VE ERMENİ MESELESİ,




Fahreddin Paşa, devlete isyan ederek asayişi bozan ve masum insanları katleden Ermenilerin isyanlarını bastırmış olması dolayısıyla haksız yere Ermeni düşmanı olarak suçlanmıştır. Vatanperver ve vazifeşinas bir Osmanlı subayı olarak hizmet eden Fahreddin Paşa yalnız suçlanmakla kalmamış, Ermeni Komita Merkezi tarafından kara listeye alınarak öldürülmesine karar verilmişti…



New York Times’ta “Ermenilerin kendi suçu” başlığıyla yayınlanan, Ermenilerin Türklere karşı isyan ederek Türklerin karşılık vermelerine sebep olduklarını anlatan haber, 29 Eylül 1915

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı başlayınca seferberlik ilan etmişti. 17 
Ağustos 1914’te 12. Kolordu kumandanlığına tayin edilen Fahreddin Paşa, bu 
tarihlerde seferberlik gereği Musul’da bulunan kolordusunu, aldığı emir icabı 
Haleb’e nakletti. Fahreddin Paşa, 26 Ocak 1915’te 12. Kolordu’daki vazifesine 
ilaveten Baskumandanlık tarafından karargâhı Şam’da bulunan 4. Ordu kumandan vekilliğine getirilmişti.

Savaş şırasında Osmanlı Devleti, Mısır’daki İngiliz kuvvetlerine karsı bir cephe 
açmaya karar vermişti. Mısır seferinin kumandanı Cemal Pasa bu harekât için 
çeşitli hazırlıklar yapıyordu. Gerekli olan kuvvet, cephane ve malzeme hakkında 
21 Temmuz 1915 tarihinde Başkumandanlık Vekâleti’ne verdiği bir raporda Cemal Paşa şöyle diyordu: “Suriye’de sabit kuvvetlerin kumandanlığına 12. Kolordu Kumandam Fahri Paşa en münasibidir. 12. Kolordu Erkân-I Harbiye Reisi Kont Volfskel ’yeBseyyar orduda istihdam edeceğinden. Fahri Paşa için muktedir bir erkân-ı harp reisi lâzımdır.” Bu rapordan da anlaşıldığı üzere. Fahri Paşa 4. Ordu kumandan vekili ve 12. Kolordu kumandanı sıfatıyla 8. Kolordu’nun Suriye’de kalan kısımlarıyla birlikte mıntıkanın (Kudüs hariç) savunması, iç ve dış güvenliği ile görevlen- dirilmiştir. o, kolordusuyla Mıstr seferine 
katılmayacak,menzil işleriyle uğraşmayacak, sadece Suriye’nin asayiş ve 
huzurundan mesul olacaktı.

Ermeni Tehciri Sırasındaki Görevleri

Osmanlı Devleti’nin bilhassa Doğu Anadolu bölgesinde bulunan Ermeniler uzun bir süreden beri İngiliz, Fransız, Rus ve Amerikalılar tarafından kışkırtılmak taydı. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti aleyhine çeşitli isyanlar ve zararlı faaliyetlerde bulunmuşlardı. Savaşa girilmesinin hemen ardından Ermeniler başta Ruslar olmak üzere düşmanla işbirliği yapmışlardı. Ermenilerin bu faaliyetlerine karşı cephe gerisi güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. Bu gaye ile Ermenilerin 4. Ordu’nun yetki sahasındaki Suriye bölgesine göç ettirilmesi kararlaştırıldı (27 Mayıs 1915). Tehcir kararının alınmasından sonra da Ermenilerin isyanları artarak devam etti. Ermenilerin iskân bölgesinin sorumlusu olan Fahreddin Paşa, bölgesinde meydana gelen bazı isyanların bastırılmasında görev almıştı.

Ermenilerin Zeytun (Siileymanlı) İsyanları

Zeytun’da ilk Ermeni isyanı 1867’de ortaya çıkmıştı. Zeytun Ermenileri Birinci 
Dünya Savaşı’na kadar defalarca devlete isyan etmişlerdi. Daha savaş başlamadan önce güvenlik kuvvetlerine karşı direniş halindeydiler. Yine 22 Nisan 1914 tarihinde Ermeniler bir evde saklanan sekiz eşkıyanın yakalanması için 
görevlendirilen jandarmalara silah ve taşlarla karşılık vererek suçluların 
yakalanmasına izin vermemişlerdi. 10 Ağustos 1914 tahinde Zeytunlular askere 
çağırıldı. Burada yaşayan Ermeniler askere gitmeyi kabul etmeyerek dağa 
çıktılar. Ermeni çeteleri 30 Ağustos 1914’te Zeytun Askerlik Şubesi’nden 
köylerine dönmekte olan yüzü aşkın Andırınlı Müslümanı soyup, birçoğunu 
öldürdüler. Aynı günlerde kırk kişilik bir Ermeni çetesi de Zeytun’a bir saat 
uzaklıkta yirmi bir Türk yolcusuna saldırıp 12.000 kuruşlarını gasp ettiler.

















Ankara ve Yozgat çevresinde faaliyet gösteren Ermeni çetelerinden bir grup

Birine¡ Dünya Savaşı’mn başlamasından sonra Osmanlı Devleti’nin seferberlik 
kararma uymayan Ermeniler birçok yerde görüldüğü gibi Zeytun’da da askere 
gitmeyi ve vergi vermeyi reddetmişlerdi. Zeytun ؛nirelinemrEbu kadar ce- 
saretlendiren şey, Rus Kafkas orduları komutanından silah ve cephane desteği 
almalarıydı. Yine Zeytun’da bazı asker kaçağı Ermeniler hapishaneye hücum 
ederek, jandarmalarla yaptıkları çatışmalarda birkaç eri şehid ettiler. 
Hapishaneyi basan Ermeni saldırganların kimlikleri tespit edildiğinde şiddetle 
cezadırılacaklardı.

Zeytunlu Ermeniler bu hadiselerden büyük bir telaşa kapılarak İstanbul Ermeni 
Patrikhanesi ve Sis Katagigosluğu’na telgraflar çektiler. Bu telgraflarda bazı 
Ermeni ileri gelenleri büyük bir telaş içinde hapishane baskınının bir kaç 
uygunsuz şahıs tarafından işlendiğini ve bütün Ermeni halkının hükümete karşı 
sadık ve bağlı olduğunu beyan ettiler. Bu istekler üzerine Ermenilerin 
samimiyetlerine inanılarak suçluların cezalandırılmasından vazgeçildi (14 Mart 
1915). Ayrıca hükümet, suçluları cezalandırma hakkının yalnız devlete ait 
olduğunu vurgulayarak, bu vesile ile halktan hiç kimsenin Ermenilere ve diğer 
vatandaşlara karşı teçavüzkâr ve aşağılayıcı davranışlarda bulunmamasını 
yetkililere tebliğ etti. Hükümetin bu yumuşak tavrına rağmen Ermeni isyancılar 
18 Mart 1915 tarihinde Tekke (Tekye) Manastırı’na toplanarak isyan ettiler. 25 
Mart’ta, manastırdaki 500-600 Ermeni ile yapılan çatışmada asker ve 
jandarmalardan on ikisi hafif olmak üzere yirmi altısı yaralanmış, bir binbaşı 
ve sekiz asker şehîd olmuştu. Eşkıyadan otuz yedi ölü ve yüz kadar yaralı vardı. 

1 Mart günü Zeytun’da toplanan Ermeniler, köylerine dağıtılmış ve ertesi gün 
kasabada genel bir arama yapılarak beş eşkıya, on altı şüpheli şahıs 
tutuklanmıştı. Bu aramalarda birçok silah, barut ve zararlı evraklar 
bulunmuştur. Bu harekât etrafta tesirini göstermiş, 300 kadar Ermeni eşkıya 
kendiliğinden güvenlik kuvvetlerine teslim olmuştu. 2 Nisan’da kasabanın dört 
saat güneybatısında yer alan Ali Kayası ve Sultandağı mevkilerine toplanan 
Ermeni direnişçilere karşı Zeytun’dan top takviyeli bir müfreze gön- derilmişti. 
Bu sırada bölgede Binbaşı Hurşid Bey kumandasında 22. Alay’ın bir nizamiye 
taburu, Halep Müretteb Fırkası’na mensup üç depo taburu, iki süvari bölüğü ile 
iki cebel topu bulunuyordu. Ayrıca 4. Ordu Kumandam Cemal Paşa, Maraş’a gidecek olan Fahreddin Paşa’ya gerekli olursa o çevredeki askeri birliklerin artırılması emrini vermişti (5 Nisan 1915). Zeytun’daki bu gelişmeler. Ermeni patrikliğini harekete geçirmişti. Patrik, bazı yanlış bilgilerle OsmanlI Başkumandanlık vekaleti’ne yaptığı başvuruda güvenlik kuvvetlerini suçluyordu. Buna mukabil, Başkumandanlık tarafından 8 Nisan 1915 tarihinde verilen cevabi yazıda; patriğin iddialarımn doğru olmadığı. Ermeni milletine güvenildiği fakat yabancıların iğfallerine kanmış bazı Ermenilerin de bulun- duğu, yabancı oyunlarına kananlara karşı hükümetin, vatanı korumak için en sert tedbirleri alaeağı vurgulanıyordu.

Aynı günlerde Osmanlı hükümeti, OsmanlI ordularının dünya devletlerine karşı 
savaştığı bir sırada isyan ederek dâhil! bir cephe açan Zeytun Ermenilerinin 
Konya’ya göç ettirilmelerini teklif etti ve netieede Zeytun ve Maraş’ta zararlı 
faaliyetlerde bulunan Ermenilerin Konya taraflarına göç ettirilmelerine karar verildi.




Fransız ve Ermenilere karşı Adana ve civarında mücadele eden Kuva-yı Milliye askerleri

Ermenilerin yol esnasında ve gittikleri yerlerde istirahatlarımn temin edilmesi 
hususunda her türlü tedbir alınmıştı. Maraş’tan Konya’ya üç yüz Ermeni ailesi 
gönderildi. Bunlar Karapınar ve Sultaniye eivarında iskân edildi, isyan etmeyi 
adeta alışkanlık haline getirmiş Zeytun ve Maraş Ermenilerinin Konya’ya iskânı, 
o civardaki Ermenilerle işbirliği yapmalarından endişe edilerek bir süre sonra 
durduruldu, o yıllarda Konya’da bulunan Dr. Dodd, şehre gelen Ermenilerin 1000 kişi kadar olduğunu belirtmektedir. OsmanlI Hükümeti’nin Zeytun tehcirinde rahatlığını gösteren en önemli delillerden biri de, Konya ya iskân edilen Ermenilere yardım etmek isteyen Amerikan Heyeti’ne 10 Haziran 1915’te iskân mıntıkasına gitme izni vermesidir. Nitekim kısa bir süre sonra İskenderun, 
Dörtyol, Adana, Haçin (Saimbeyli), Zeytun, Sis (Kozan) gibi yerlerden göç 
ettirilmesi gereken Ermenilerin Haleb’in güneydoğusu ile Zor ve Urfa havali- 
sine yerleştirilmesi kararlaştırıldı (24 Nisan 1915). 

OsmanlI hükümeti başlangıçta Zeytun bölgesinden yalmzea isyan eden Ermenileri tehcir etmişti. Fakat 9 Mayıs’ta Zeytun’daki Ermenilerin tamamının göç ettirilmesi emredildi. Maras’ta alınan bütün tedbirlere rağmen Ermeni hadisele- rinin önü kınamıyordu. 

Bu defa da tehcir edilmelerine karar verilen Fındıcak/Fmdıcık ve Dönüklü köyü 
Frm enileri ken- dilerini yeni iskân merkezlerine götürecek olan yirmi kadar 
jandarmaya silahla karşılık vererek köylerini ateşe verdiler. Zeytun ve Haçin 
eşkıyası burada toplanmış ve rast geldikleri köyleri yakarak, ahalisini 
katletmeye başlamışlardı. Bölgede görevli 132. Alay kumandanıyla Maras 
Mutasarrıfı Fethi Bey karışıklığı önlemeye çalışıyorlardı (29 Temmuz 1915). 
Maras’ın Fındıcak köyünde toplanan ve burayı tahkim eden 400 kadar Ermeni eşkıya yeni bir isyan başlattı. Eşkıyalar birkaç gün içerlsindç çevredeki Müslüman köylerde birçok Müslüman’ın evini yakmış, ondan fazla ؛’namülsüM katletmiş ve yalamıştı. Bu direnişi basttrmak için görevlendirilen 132. Alay ile Ermeniler arastnda 1 Ağustos 1915 tarihinde yaptlan çattşmadajandarmadan iki şehit ve üç yaralı vardı. OsmanlI hükümeti isyanı bir an önce bitirmek için 132. Alay’a takviye olarak bir nizamiye taburu ile bir cebel takımını Adana Valisi Hakkı Bey’in emrinde bölgeye gönderdi. Valiye verilen emirde eşkıyanın imhası 
sırasında, Müslümanların işe karıştırılmaması ve devlete bağlı Ermenilerin 
incitilnıemesini hatırlatıldı. Fındıcak’ta meydana gelen bu Ermeni olaylart 
Sivas vilayetinden sevk ve iskân edilecek 4000 haneden fazla Ermeni’nin de artık güvenli olmayan Maraş yoluyla değil Elbistan üzerinden gönderilmelerine sebep oldu (3 Ağustos 1915).

Amerikan Milli Ermeni Savunma Komitesi Başkanı Miran Seraslan ve maiyetinin 
Ingiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği mektupta; Kilikyaya gönüllü sevk etmek 
için hazırlık yaptıkları, oradaki Ermenilerin Sis, Haçin, Zeytun, Fırnıs( 
Maraş’ta köy), Maras ve Fmdıcak’ta isyan bayrağı açarak Toroslar’dan Akdeniz’e 
kadar bir savaş sahası oluşturacakları, böylece Türklerin Mısır’a doğru 
ilerlemelerine engel olunabileceği bildirilmekteydi. OsmanlI hükümetinin yabancı devletlerin bütün kışkırtmalarına rağmen Zeytun Ermenilerinin savaş sırasında ülke içinde bir cephe açmalarım önlemiş oldu.




Zeytun Ermenileri Birinci Dünya Savaşına kadar defalarca devlete isyan 
etmişlerdi. Daha savaş başlamadan önce güvenlik kuvvetlerine karşı direniş 
halindeydiler

Ermenilerin Urfa isyanı ve Fahreddin Paşa Maraşın Fındıcak köyünde toplanan ve burayı tahkim eden 400 kadar Ermeni eşkıya yeni bir isyan başlattı. Eşkıyalar birkaç gün içerisinde çevredeki Müslüman köylerde birçok Müslüman  evini yakmış, ondan fazla Müslüman’ı katletmiş ve yaralamıştı

19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Urfa ve çevresi Fransız, Italyan, 
Ispanyol, Alman, isviçreli ve Amerikan misyonerlerin yoğun faaliyet sahalarından biri haline geldi, brfa’mn misyonerlerin ilgi odağı olmasındaki en önemli sebeplerden biri şehrin kavm! etnik ve kültür yapısındaki çeşitlilikti, Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde olduğu gibi Urfa şehrinde de Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi unsurlar ile birçok din ve mezhep mensubu yaşamaktaydı. Misyonerler açtıkları okullarda bu yapıya uygun olarak Türkçe, Fransızca, Arapça ve Ermeniçe olmak üzere dört dilde eğitim yapıyorlardı.






Medine dağlarında harekât sırasında karargah mensuplarıyla mela. Ortada Fahreddin Pa§a, sol başta Albay Ali Necip Bey.

1914 yılına gelindiğinde misyonerler tarafından eğitilen ve desteklenen 
Ermeniler sistemli bir şekilde, özellikle Halep yoluyla silahlanmışlardı. Bu 
yıllarda Urfa Sancağı’nda 149.384 Müslüman’a karşılık 18.370 Ermeni ve 1400 
kadar da Süryani nüfus bulunuyordu. Urfa Sancağı, asayişin sağlanması ve ordunun harekâtının güvenliğini temin için bulundukları mahallerden çıkarılan Ermenilere iskân mıntıkalarından biri olarak tayin edilmişti. Ancak Urfa Ermeni- leri Meşrûtiyet’ten bu yana isyan için hazırlanmakta idiler. İsyan için uygun bir 
zaman beklenirken silah toplanması ve 1894 doğumluların askere alınması 
sırasında Sason, Zeytun, Haçin ve Diyarbakır bölgelerinden kaçan Ermeni askerler de komitacılara katılınca, 19 Ağustos 1915 Perşembe günü Urfa’ya 7,5 km. uzakta bulunan Germüş (Dağeteği) köyünde ve Urfa’da ilk isyanlar başladı. Bu başkaldırılar üzerine Urfa’da güvenliği sağlamak için halkın elindeki silahların 
toplanması kararlaştırıldı. Yapılan aramalarda Urfa merkezde 720 tüfek. 406 
tabanca, 74 yaralayıcı afet ile 4922 fişek efe geçirildi.



Tarsus’ta Fransızların kurdukları Ermeni lejyoner okullarından biri

Daha sonra Urfa amele taburunun bir bölüğündeki Ermeni askerler ellerindeki 
kazma küreklerle saldırarak yüzbaşılarını ve bazı Müslüman erlerin bir kısmım 
şehîd ettiler ve bir kısmını yaraladılar. Bu sıralarda menzil nakliye kolları, 
amele taburları, hamal ve inşaat bölüklerinin dörtte üçü Ermeniydi. Bu güne 
kadar zararlı herhangi bir davranışı görülmeyen Ermeni askerlere artık güvenmek mümkün değildi. Osmanlı Devleti’nde huzurve adalet içinde yasarlarken bu son yıllarda bilhassa dış mihrakların kışkırtma ve maddî yardımlarıyla artık hâdiseler vahim neticelere doğru gidiyordu. Meydana gelmesı muhtemel yeni saldırılara karşı 10 Ağustos 1915 tarihinde istenen sekiz yüz tüfekten kalan ah) yüz tüfeğin de fişekleriyle birlikte gönderilmesi ve İslahiye’de kırk bölük kadar askerî kuvvetin bulundurulması Başkumandanlık’tan istendi (28 Ağustos 1915). 

Bu saldırılardan sonra 29 Eylül 1915 tarihine kadar sükûnet sürmüştür. Aynı gün Tarakçıoğ ullarının evinde toplanan Tarakçıoğullarından Bedros, Sarkis 
ve asker kaçağı Yedikardeşoğlu Mıgırdıç ve Sasonlu bir maceraçının sebep- siz 
yere silah atması üzerine, bu evi aramaya giden polis ve jandarmaya ateşle 
karşılık verilmesiyle Url’a’da isyan başladı. Ermeni mahallesinin hâkim konumu 
ve evlerin gayet sağlam olması sebebiyle jandarma kuvvetleri asayişi 
sağlayamıyordu. Çıkan çatışmada altı jandarma yaralandı. Bu yaralılardan biri 
şehîdoldu. Ermeni direnişçiler. Müslüman evlerine hücum ederek bazılarını efe 
geçirmişlerdi.

Urfa MutasarrıfVekili Nazmi Bey, Başkumandanlığa çektiği şifrede bu isyanın 
bastırılması için şehirdeki jandarma kuvvetlerinin iki misline çıkarılmasının 
yetmeyeceğini; bölgeye bir topla birlikte nizamî bir kuvvetin gönderilmesini 
istedi. Bu arada Ermeniler, Müslümanlardan da 10 kadını daha şehîd etmişlerdi. 
Urfa Mutasarrıflığının askerî kuvvet istemesi üzerine Başkumandanlık, 4. ordu 
Kumandanlığına hâdiselerin daha da büyümemesi ve Ermenilerin uzaklaştırılmaları için kuvvet şevkini emretmiştir. Bu sırada jandarmadan iki şehîd, sekiz yaralı ile halktan otuz kadar ölü ve yaralı vardı (5 Ekim 1915). Düşmanlık eden Ermeni tebaasının bulunduğu Urfa’da durum nazik olduğundan gerekli tedbirlerin derhal ve usulünce alınması için 9 Ekim 1915 tarihinde Fahreddin Paşa görevlendirilmişti. Fahreddin Paşa, Urfa’da dayanıklı binalara sığman Ermeni eşkıyası üzerine bir piyade taburu, bir süvari bölüğü ve iki sahra topu ile takviye edilmiş bir kuvvetle harekete geçmiştir. Bu tarihlerde Halep Amerikan Konsolosu Jackson, Urfa Ermenilerinin tehcir edilmemek için isyan ettiklerini belirttikten sonra mahallelerini tahkim ettiklerini, barikatlar kurduklarını ve diğer mahallelere geçmeye yarayan tüneller kazdıklarını anlatarak, direnmek için her türlü tedbiri aldıklarını iddia etmektedir.

Konsolos, Fahreddin Paşa’nın altı bin kişilik birliğine karşı direnen 
Ermenilerin hepsinin tüfekli hatta mitralyözle donanmış, uzun süre yetecek 
yiyeceğe sahip olduklarını anlatmaktadır, isyancıların bir kısmı Ermeni 
mahallesi civarında bulunan Amerikalı Misyoner Leslee’nin yetimhanesine 
sığınmıştı. Bunun üzerine Fahreddin Pasa önce Ermenilere hitaben bir beyanname yayınlayarak, teslim olmalarını istedi. Ama Ermeniler “teslim ol” çağrısına uymadıkları gibi mazgallar açarak savunma vaziyeti almaya devam ettiler. Hal böyle olunca Fahreddin Paşa, Misyoner Leslee’nin yetimhanesine yedi yabancıyı çağırarak Urfa hâdiselerini aynen gördükleri gibi anlatan bir tutanak 
hazırlatmış ve imzalamalarını istemişse de bunlar tutanağı imzalamamışlardır. 
Müteakiben Leslee’ye Ermenilerin teslim olması için iki mektup daha 
gönderilmiştir.



Amerikalı Misyoner Leslee ise bir hileye baş vurarak beyaz bir bez üzerine 
“Çıkmak istiyoruz, fakat bırakmıyorlar” cümlesini yazarak asmıştır. Ermenilerin 
bütün çabalara rağmen direnmeye devam etmesi üzerine, âsilere karsı kullanılacak top ateşi esnasında yetimhane ile içindeki yabancıların zarar görmesi ihtimaline karsı Amerikan sefirine bilgi verilmiştir (9 Ekim 1915). Urfa’daki isyanın bir an önce bastırılması son derece önemli idi. 4. Ordu Kumandanlığı’na gönderilen 12 Ekim 1915 tarihli emirde su maddeler öne çıkmaktadır:

1- İsyan eden Ermeniler bir an önce yola getirilmelidir.

2- İsyanın bastırılması, benzerlerine tesirli bir ders olması bakımından da önemlidir.

3- Gereken tedbirlerin tam vaktinde ve gereği gibi alınması mecburidir.

4- Halen Urfa’da bulunan kuvvetler bir an evvel yerlerine gönderilmelidir. 

Bunun için isyanın hemen bastırılması lüzumlu ve önemlidir. Bu emir üzerine Fahreddin Pasa, emrindeki kuvvetlerle evvela Ermeni mahallelerinin ön kısımlarını ele geçirmiş ve sığındıkları yerlerden bütün ikazlara rağmen çıkmayarak direnmeye devam eden Ermenileri top ateşiyle teslim olmak zorunda bırakmıştır. Ancak kısa bir müddet sonra Ermeni çetelerinin elebasları yine bir kolayını bularak başka bölgelere kaçmış ve isyan ve katliam faaliyetlerine devam etmiştir. Urfa isyanının propaganda malzemesi yapılmasını önlemek amacıyla üç gün sonra Başkumandanlık tarafından itilâf Devletleri ile yabancı vatandaş ve kuramlara hiçbir zarar verilmediği, elçiliklere ve basma duyurularak gerekli bilgilendirme yapılmıştır. Asilerin çok sağlam binalara sığınmış olmaları, onlara karşı top ateşi kullanmayı zaruri kılmış ve isyanın bastırılmasını geciktirmişti.

Konsolos, Fahreddin Paşanın altı bin kişilik birliğine karşı direnen Ermenilerin 
hepsinin tüfekli hatta mitralyözle donanmış, uzun süre yetecek yiyeceğe sahip 
olduklarını anlatmaktadır. İsyancıların bir kısmı Ermeni mahallesi civarında 
bulunan Amerikalı Misyoner Lesleenin yetimhanesine sığınmıştı

Âsilerden, yüz yirmiyi aşkın mavzer ve martin tüfek ile yüzü aşkın revolver 
tabanca ele geçirilmişti. Asker, jandarma ve ahaliden yaklaşık yirmi şehîd ve 
elli kadar yaralı vardı. Diğer taraftan Osmanlı hükümeti, Urfa’da isyanın 
başından beri üç yüz kırk dokuz Ermeni âsinin öldüğünü bildirmektedir. Sağ 
olarak ele geçen direnişçiler Divan-ı Harb-i Örfîlere sevk edilmiş, iki bin Urfa 
Ermenisi güvenlik içinde Musul’a göç ettirilmiştir. isyanın bastırılmasından 
sonra Urfa Amerikan Yetimhanesi Müdürü Leslee ile yabancı uyruklu kişiler 
güvenlik kuvvetlerine teslim olmuş ve koruma altına alınmıştır. Fakat bir süre 
sonra isyanın elebaşlarından biri olduğu anlaşılan Mr. Leslee bir not bırakarak 
intihar etmiştir. Misyoner Leslee’nin intihar etmeden önce bıraktığı not kısaca 
şöyledir: “Benim Urfa’daki eylemlerimden hiç kimse sorumlu değildir. Özellikle 
Kunzler ve Echart aileleri de sorumlu değildir. Bunlar yapmış olduğum hiçbir 
şeye karışmamışlardır, içtiğimi önceki misyonerhâneden getirdim. Ermeni 
ihtilaline katılmadım. Fakat ihtilal beni de sürükledi.” Misyoner Leslee’nin 
mektubu isyanda rolü olan Kunzler ve Echart’ı korumaya yöneliktir. Urfa’daki 
Ermeni isyanında yabancı devletlerin rolünün bulunduğu ortada idi. Bu tarihte 
şehirde beş yüz yirmi dokuz İtilâf Devleti vatandaşının bulunması ve isyanda 
kullanılan silahlar da bu ihtimali güçlendirmektedir. Bu şartlar altında 
Ermenilerin isyanlarına destek veren Alman Misyoner Dr. Kunzler’in, daha sonra 
yazdığı eserinde belki suçluluk psikolojisiyle Fahreddin Paşa’yı ve Türk 
kuvvetlerini suçlaması ne derece doğrudur? Dr. Kunzler anılarında hızım 
alamayarak Fahreddin Pasa’nın kurmay başkanı Kont Eberhard Woltskeel adlı 
soydaşını Ermenilere hain dediği için suçlamaktan geri durmamaktadır. Nitekim bu yıllarda Urfa’da bulunan Alman Doğu Misyonu’na bağlı olarak çalışan Jacob 
Kunzler ve Franz Echart da Urfa isyanını bastıran Fahreddin Paşa hakkında burada yazmaya bile gerek duymadığımız ve asılsız iddialarda bulunmaktadırlar.



Diyarbakır’da faaliyet gösteren Ermenllerden bir grup silah ve bombalarıyla yakalanmışlardı.

Ermeni isyanından önce Urfa gibi Antep de tehcir uygulaması dışında 
bırakılmıştı. Van başta olmak üzere bazı Doğu vilayetlerinden gelecek 
Ermenilerin buraya iskânı düşünülmüştü. 1914 Osmanlı nüfus istatistiklerine göre Antep’te kazalar hariç 14.466 Gregoryen, 393 Katolik ve 4635 Protestan olmak üzere 19.494 Ermeni yaşıyordu. Müslümanların sayısı 90.000 kadardı. Buraya çok yakın olan Zeytun ve Urfa’da İtilâf Devletlerinin desteğiyle çıkan Ermeni isyanları, Antep halkını da kötü yönde etkilemiştir. Antepliler, yaşananlardan büyük tedirginlik duymasına rağmen Ermenilerle Müslü- manlar arasında herhangi bir çatışma meydana gelmemişti. Bazı Ermeni ve Halep Amerikan konsolosluk kaynakları şehirde Ermenilerle Müslümanlar arasında çatışmaların olmamasını Fahreddin Paşa’nın dirayet ve gayretine bağlamıştır. Çünkü Fahreddin Paşa, Hıristiyanların da hazır bulunduğu bir toplantıda Müslümanları da ikaz etmiş, herkesin birbirine karşı hak ve hukuka saygılı olmasını tembihlemişti. Ayrıca Fahreddin Paşa şehirde tek bir Hıristiyan öldürüldüğü takdirde, buna cüret edeni öz kardeşi bile olsa asacağım açıklamıştı. Fahreddin Paşa, şehirdeki gerginliği azaltmak için gayrimüslim ileri gelenleri ile sürekli haberleşme ve işbirliği içerisinde olmuş, Antep Koleji’ni ziyaret ederek himayesine almış, şehirde huzur ve asayişi sağlamıştı.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Türklerin ve Ermenilerin Ortak Yaşama Tecrübesi,

Türklerin ve Ermenilerin Ortak Yaşama Tecrübesi,

Ermeni Kaynaklarına Göre Türk Yönetim Anlayışı


Ermeni Kaynaklarına Göre Türk Yönetim Anlayışı,

XI. yüzyılın ilk yarısından itibaren Anadolu’ya gelerek bu coğrafyayı kendilerine yurt edinen Türklerin, bölgedeki Hıristiyanlara karşı acımasız ve hoşgörüsüz bir politika takip ettiklerine dönük Batı dünyasında, yaygın bir kanaat vardır. 

Bu yaklaşım, zaman zaman yalnızca kanaat olmaktan da öteye geçip ağır suçlamalara, Anadolu’daki Hıristiyanların Türkler tarafından zorbaca bir vahşete maruz bırakılarak atalarının yurtlarından sürüldüklerine dair ithamı da içeren tarihsel bir yargıya dönüşür (Vryonis, 1971: 54 vd.; İskenderian, 1915: 29 vd.). Uzun süre aynı coğrafyada ve yan yana yaşamış topluluklar olan Türkler ile Ermeniler arasındaki ilişkileri anlayabilmek için kullanılması gereken ölçü, her iki topluluğun da var oluşlarını icra ettikleri “tarih” olmalıdır. Söz konusu yargının gerçeği yansıtmadığının şahidi, Türklerin gayrimüslimlere, kendi inançlarından olmadıkları için baskı ve takibat uygulamadıkları, devrin gayrimüslim, bilhassa Ermeni müellifler tarafından kaleme alınan eserlerdeki kayıtlardır.

Selçuklu hâkimiyeti öncesinde Ermenilerin durumu, zaman zaman birbiri ile iç içe geçen iki kronolojik devrede değerlendirilebilir. Bunların ilki, Bizans İmparatorluğu dönemi, ikincisi ise Abbasilerin bölgede hâkimiyet kurdukları dönemdir. Ermeniler, Türk siyasal varlığının Ortadoğu’da belirginleştiği Selçuklu devrinden önce bu iki dönemi idrak etmiş; iç işlerine pek karışmayan Abbasilerin hâkimiyeti altında iken yıllık vergilerin ödenmesi karşılığında sosyal ve dinî anlamda özgür bir hayat sürerken, Bizanslılar tarafından çok yönlü sosyal ve siyasal baskılara maruz bırakılmışlardır. Bizans’ın, bu siyaseti ile bölgedeki Ermeni varlığına ağır darbe vurduğu, bölgeyi ilhak ederek fiilen ve hukuken kendilerine bağladığı görülür. 1096 yılında Doğu Hıristiyanlığını “kurtarmak” parolasıyla harekete geçen Haçlılar da Ermenilerin beklentilerini boşa çıkarmışlardır (Ersan, 2007, s. 57,60,62-63). Selçuklular döneminden itibaren başlayan Türk-Ermeni ilişkileri ele alınırken bu hususların özellikle dikkate alınması gerekir. Dikkat edilmesi gereken bir diğer konu ise, Selçukluların hâkimiyeti altında yaşayan, yani devletin teb’ası olan Ermeniler ile Çukurova’da siyasî bir oluşum meydana getiren Kilikya Ermeni Krallığının Selçuklular ile ilişkilerinin ayrı değerlendirilmesi gerektiğidir.

Türklerin Anadolu’yu fethi, Selçuklu Sultanları ve icraatları hakkında (Lasdiverd’li) Arisdages, (Urfalı) Mateos, (Anili) Samuel, Vardan (Vartabet), Simpat, (Urfalı) Vahram, (Genceli) Kiragos gibi ortaçağ Ermeni yazarlarının eserlerinde, Türk-Ermeni ilişkileri ve Selçuklu idaresinin Hıristiyan halka karşı sergilediği tutumu ortaya koyan önemli kayıtlar bulunmaktadır.
Selçukluların Ermeniler ile olan münasebetleri, XI. yüzyılın ilk yarısında başlar. Ermeni müellifler, gerek Anadolu’nun fethi sırasında, gerekse daha sonraki dönemlerde vuku bulan savaşları anlattıkları kısımlarda Türkler için, “zalim”, “kana susamış” vb. sıfatları, Türkler galip geldiğinde “kan her yerde sel gibi aktı”, “halk kılıçtan geçirildi”, “her taraf kan denizi oldu”; Türkler mağlup edildiğinde ise “kılıçlarımız Türk kanına doydu” anlamlarına gelebilecek ifadeleri sıkça kullanmaktadırlar.
 (Aristakès, 1973, s. 36, 57-63, 75, 79, 107; Mateos, 1987, s. 110, 115, 116, 118) .
Bu ifadeler, savaş manzaralarını aksettiren sözlerdir ve savaşı tasvir etmek için kullanılmıştır. Selçukluların bu ilk döneminde “karşılıklı olarak birbirlerini tanıma” sürecinde olduğu söylenebilecek olan Türkler ile Ermeniler arasındaki ilişkiler, sonraki dönemlerde, kuşkusuz Selçuklu siyasetinin bu coğrafya üzerine yoğunlaşmasından dolayı giderek yükselen bir ivme kazandı.

Alparslan (1064-1072)’dan sonra Büyük Selçuklu tahtına oturan Melikşah (1072-1092)’ın hükümdarlık yılları, Ermeniler açısından tam bir huzur ve sükûnet dönemi oldu. Selçuklu egemenliği altında dinî ve sosyal anlamda özgür bir yaşama alanı elde eden Ermeniler, Ani Piskoposu Barseğ liderliğinde İsfahan’a giderek Sultan’ın katına çıktılar ve ondan, Ermeni Katolikosluğu’nun tek bir makam tarafından temsil edilmesi, bütün kilise ve manastırlar ile buralarda bulunan ruhanîlere vergi muafiyeti getirilmesi hususunda bir buyruk aldılar. Sultanın fermanında görülen emirler, derhal uygulanmaya başlandı (Mateos, 1987, s. 176, 179). 
Görünen o ki, yüzlerce yıldır Ortodoks Bizans’ın dinî ve siyasî baskısı altında var olma savaşı veren Ermeniler, Selçukluların şahsında arzu ettikleri hoşgörülü hamilere kavuşmuşlardı. Sultan Melikşah’ın buyruğundan anlaşıldığı gibi, Ermeniler bu dönemde Selçuklu reâyâsı içerisinde idiler. Toplumsal varlıklarını Selçuklulara tabî olarak devam ettiriyor, gerek sosyal gerek dinî anlamdaki beklentilerini Selçuklu hükümdarına ulaştırıyorlardı.

Melikşah ile ilgili olarak Ermeni kaynakları hemen hemen aynı ifadeleri kullanarak, adil, barışsever, Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu ve herkesin gönlünü kazanmış, geçtiği memleketlerin halkına baba gözü ile bakan bir hükümdar olduğunda birleşmişlerdir. Hatta Ani’li Samuel Melikşah için “milletimizi o kadar çok seviyordu ki, dua ve takdislerimizi talep ediyordu” (Samuel, 1876, s. 451, 455) derken, Mateos, hâkimiyeti boyunca Ermenistan’ı sulh ve asayişe kavuşturduğunu (Mateos, 1987, s. 146, 171, 178) ifade etmektedir.

Yine Melikşah döneminin Azerbaycan valisi Selçuklu hanedanına mensup Yakuti’nin oğlu İsmail ile ilgili olarak Ermeni kaynaklarında yer alan bilgiler de Selçuklu yönetimi ile Ermeni teb’ânın birbirlerine olan bakışını ortaya koyar. Ermeni kaynaklarında “Manastırları güzelleştiren, rahipleri koruyan ve memleketi imâr eden bir idareci” olduğu vurgulanan İsmail döneminde herkes mal-mülk sahibi olmuş, Ermeniler mesut bir hayat sürmüşlerdir (Vardan, 1937, s. 184, Mateos, 1987, s. 179, 181-182).

Anadolu topraklarında hüküm sürmüş olan Türkiye Selçuklu Sultanları, doğal olarak Ermeniler ile çok daha yoğun bir ilişki içinde olmuşlardır. I. Haçlı Seferi’nin düzenlendiği yıllarda hüküm süren I. Kılıçarslan (1093-1107)’ın, devletinin payitahtını kaybetmesine, Hıristiyan Batı dünyası ile mücadele etmek zorunda kalmasına rağmen, teb’ası durumundaki Hıristiyanlara karşı olumsuz tavır sergilemediği, Mateos’un “Sultan Kılıçaslan muharebede öldü. Hıristiyanlar onun için büyük matem tuttular. Çünkü o, her bakımdan çok iyi ve tatlı bir zattı” (Mateos, 1987, s. 231) şeklindeki ifadelerinde açıkça görülmektedir.

Türkiye Selçukluları ile XII. yüzyılın başlarında Çukurova bölgesinde siyasî bir teşekkül oluşturmayı başaran Ermeniler arasındaki ilişkiyi yansıtması açısından, Sultan I. Mesut (1116-1155) ile Ermeni Baronu II. Toros arasındaki yazışma ilgi çekicidir. Bizans imparatorunun teşviki ile Çukurova’ya sefer düzenleyen I. Mesut, saldırıdan önce Ermeni Baronuna haber gönderip, “Ben senin memleketini tahrip etmeye gelmedim. Bize itaat et, Greklerin elinden almış olduğun yerleri iade et, biz sana dost kalacağız” diyerek hareketinin sebebini bildirmiştir. II. Toros’un bu teklife cevabı “Bir hükümdar olan sizlere gönül rızasıyla itaat ediyoruz. Çünkü siz, bizim yükselip gelişmemizi hiçbir vakit kıskanmamış ve memleketimizi tahrip etmemişsiniz. Fakat bizim memleketimizi Romalılara vermek hususuna gelince, bunu asla kabul edemeyiz” şeklinde olmuştur 
(Mateos Grigor Zeyli, 1987, s. 307-308; Simpat, 56).
I. Mesut’tan sonra tahta geçen II. Kılıçarslan (1155-1192) döneminde de taraflar arasındaki ilişkilerin dostane olduğu görülür. Nitekim Grigor ve Simbat bu durumu, II. Kılıçarslan “II. Toros’un samimi bir dostu idi. O, II. Toros ile olan dostluğunu da takviye etti” (Mateos Grigor Zeyli, 1987, s. 317-318; Simpat, 57) şeklindeki sözleriyle teyit etmektedir. Ayrıca II. Kılıçarslan, II. Toros’un kardeşi Stefan’ın Selçuklu hâkimiyetindeki Maraş’a saldırması, şehrin Hıristiyan halkını katlederek mallarına el koyması ve sağ kalanların evini barkını terk etmesi üzerine duruma müdahale etmek zorunda kalmıştır. Maraş’a gelerek tekrar şehre hâkim olan Selçuklu Sultanı, şehirden kaçan Hıristiyan halkın tekrar evlerine dönmesini sağlamıştır.

Yine II. Kılıçarslan, Behisni’ye atadığı valinin “Hıristiyanlara merhametle hareket etmesi” hususunda verilen emre uymadığını ve valinin baskısı sonucu Hıristiyan halkın şehri terk etmek zorunda kaldığını öğrenince yine müdahale etmiştir. Konu ile ilgili olarak Grigor, “Sultanın müdahalesiyle memleket asayişe kavuştu, Sultanın tatlılığı sayesinde halk, birbiri arkasına geri gelip evlerine döndü ve boşalmış olan şehir tekrar eski canlılığını kazandı” (Mateos Grigor Zeyli, 1987, s. 317-318 ) demektedir.

Türkiye Selçuklu Devletine en parlak devrini yaşatan I. Alaeddin Keykubad (1220-1237), 1230 yılında Celaleddin Harezmşah’a karşı kazandığı zaferden dönerken Kayseri yakınlarında Müslüman âlim ve şeyhler ile Hıristiyanlar da papazları ile kendini karşılamaya çıkmıştı. Ermeni kaynağı Genceli Kiragos’un verdiği bilgiye göre, Müslümanların tebrikine katılamayan ve geride kalan Hıristiyanlar bir tepe üzerine çıkmış, bunları gören Keykubad onların yanına gitmiş ve şehre birlikte girmişlerdir (Genceli Kiragos, 1928, s. 148).
Kösedağ’da Moğollar karşısında bozguna uğrayan Türkiye Selçuklularının hâkimiyeti altında yaşayan Ermenilerin savaştan sonraki süreçte ortaya çıkan karışıklıklardan faydalanarak herhangi bir siyasî teşebbüse girişmemiş olmaları da herhalde devletin gayrimüslim teb’asına yaklaşımının bir neticesidir.
Sonuç olarak bütün bu kayıtlar göstermektedir ki, Türk-Ermeni ilişkilerinin başlangıç safhasına bakıldığında, Anadolu coğrafyasındaki Ermeni toplumsal varlığının önemli ölçüde Selçukluların siyasî konumlarından beslenen bir özgürlük üzerinde “yeniden inşâ” edildiği görülür. Bizans döneminde Anadolu’da yaşayan mutlak Ortodoks siyasal iktidarın mağduru durumundaki Ermeniler ile Selçuklu çağının kendilerine özgü bir dünyaya sahip olan Ermenileri arasında böyle bir fark vardır. Bizans döneminde sürekli bir şekilde yok edilme ya da asimilasyona maruz bırakılma tehdidi altında yaşamanın yanında siyasî kimlik sahibi bir topluluk olarak adım adım çözülmeye başlayan Ermeniler, Selçuklu hâkimiyeti döneminde eski sorunlarından kurtulma imkânı elde etmişlerdir. Hatta aynı dinden oldukları Bizanslılar ya da Haçlıların Ermenilere reva gördükleri davranış ile Türklerin Ermenilere yönelik tavrı kıyas edildiğinde, Anadolu’daki Türk hâkimiyetinin onlar açısından bir şans olduğunun ve varlıklarını devam ettirme imkânı sağladığının altını çizerek ifade etmek gerekir.

Kaynakça

Aristakès de Lastıvert 1973, Récitdes Malheurs de la Nation Arménienne, çev. Marius Canard-Haïg Berberian, Bruxelles.
Ersan, Mehmet (2007), Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler,
İskenderian, Ter-Gregorian (1915), Die Kreuzfahrer und ihre Beziehungen zu den armenischen Nachbarfürstenbis zum Untergange der Grafschaft Edessa, Weida in Th.
Kiragos, Genceli (1928), “Ermeni Müverrihlerine Nazaran Moğollar”, çev. Ed. Dulaurier, Türkiyat Mecmuası, II, İstanbul
Mateos, Urfalı (1987), Vekayinâme (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1131-1162), çev. Hrant D. Andreasyan, Ankara
Samuel d’ Ani, Tables 1876, Chonologiques, Fransızca çev. M. F. Brosset, St. Petersbourg
Simbat (ty), Vekayinâme (951-1334), çev. Hrant D. Andreasyan, (TTK’nda basılmamış nüsha).
Vahram (ty), Urfalı Kilikya Kralları Tarihi, çev. Hrant D. Andreasyan, (TTK.’nda basılmamış nüsha).
Vardan, Müverrih Vartabet (1937), “Türk Fütühatı Tarihi (889-1269)”, TSD, I/2, çev. Hrant D. Andreasyan, İstanbul
Vryonis, Speros (1971), The Decline of Medieva lHellenism in Asia Minor and the Process of Islamization from Eleventh through the Fifteenth Century, Berkeley

http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/ermeni-kaynaklarina-gore-turk-yonetim-anlayisi/

***

Ermeni Araştırmaları Merkezi Yayınları.


Ermeni Araştırmaları Merkezi Yayınları.


Sayın Metin Erksan’ın Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan " Bayrak yakmakla Ermeni Soykırım Yalanı Çözülmez " başlıklı yazısı ciddi bir tespiti içermekte ve ev ödevini on yıllardan bu yana iyi yapmayan bir devletin yurttaşlarının çaresiz kalmanın verdiği kızgınlık ile sonuç almaktan ziyade kendini tatmine yönelik eylemlere sürüklediğine dikkat çekmektedir. Bu sadece sözde Ermeni soykırımı ile ilgili değil, bütün karşı karşıya kalınan sorunlar ile ilgili bir hususdur. Ankara, örgütlü, sistemli, sürekli ve bilimsel çalışma yöntemlerini uygulamamakta ısrarcı, kendisini yenilgiye sürükleyen, halkını mağlubiyet ve kızgınlık duyguları ile karşı karşıya bırakan bir tutumu ısrarla ve akıl almaz bir şekilde sürdürmektedir.

Bu tutum Ankara’nın karşı karşıya kaldığı PKK sorunu, Ermeni soykırım iddiaları gibi meselelerin gerçek doğasın kavrayamamasından, bu tür saldırıların esasen Türkiye’ye yönelik ve onlarca yıllık uzun vadeli hedeflerin gerçekleşmesi için gereken politik, askeri, kültürel, sosyal ve uluslararası koşullar sağlamaya yönelik örtülü savaş ve psikolojik harekat olduğunu anlamamasından ve/veya anlasa bile buna göre önlemler almamasından kaynaklanmaktadır.
Ankara’nın Türkiye için sahip olduğu savunma anlayışı ancak nebat dünyasının savunma anlayışı olan bitkisel savunmadır. Bitkisel savunma ise mağlubiyetin diğer adıdır. Bir örtülü savaş ve psikolojik harekat ile karşı karşıya olduğu halde buna karşı gereken önlemleri almayan, diğer bir değişle kendi ev ödevini iyi yapmayan Ankara, olumsuz sonuçlar aldığında kendi hatalarını Israr ile görmemezlikten gelmekte ve suçu hep başkalarına atmaktadır. Ortaya çıkan olumsuz sonuçlar bile Ankara’nın gerekli politikaları oluşturarak gereken şekilde karşılık vermesini engellemektedir.
Oysa politik bir hedef, bu hedefi gerçekleştirecek şekilde örgütlenmiş bir karargâh, gelişmiş bir strateji, bu stratejiyi adım adım gerçekleştirmeye yönelik taktik eylemler bütününden oluşan örtülü savaş ve psikolojik harekata karşı ancak onun kadar örgütlü ve gelişmiş bir karargâha sahip, düşmanın atacağı adımı daha önceden kestiren ve buna göre önlemler alan bir yapı ile karşı konulabilir. Türkiye ne yazık ki diğer bir çok hususta olduğu gibi Ermeni iddialarına karşı da böyle bir karargâhtan yoksun olarak elleri kolları bağlı bir boksörün çaresizliği içinde sözde mücadele etmektedir. Türkiye’deki hiç bir kurum haklı olarak böyle bir mücadelenin kendi işi olmadığını düşünmekte ve bu mücadeleyi "ucundan tutarak" sahiplenmekte / sahiplenmemektedir.
Bu saptamaları başından bugüne değin sözde Ermeni soykırımı örneğinde somutlaştırırsak tespitlerimiz daha kolay anlaşılacaktır. Terörist Ermeni saldırılarının başlamasından sonra bir grup diplomat ve bilimadamının doğal önderliğindeki "gerçekten gönüllü bir grup" kendi gayretleri ile herhangi bir özel karargâh olmadan ağırlıklı olarak Dışişleri Bakanlığı’nın eşgüdüm ve desteği ile Türk tezini bilimsel ve politik çalışmalar ile bütün dünyada anlatmak için çalışmalara başlamıştır. Yine Ermeni saldırılarının ağırlıklı hedefi olan ve bir çok diplomatını Ermeni saldırılarına kurban veren Dışişleri Bakanlığı’nın bir üyesinin, Washington büyükelçisi Şükrü Elekdağ’ın Ankara’ya rağmen gösterdiği çabaları ile Batılı bilimadamları arasında ciddi bir Türk yanlısı grup oluşturulma başarısı gösterilmiştir.
Ermeni terör eylemlerinin sona ermesi ile birlikte savaşın gerçek doğasını anlamayan Ankara bu sürecin bittiğini zannetmiş, zaten örgütlü bir yapı ile yürütülmeyen mücadele sona erdirilmiştir.
Öte yanda Ermeniler, terör sürecini politik savaşın ilk aşaması olarak görmüşler ve terörün sona ermesinden sonra ağırlıklı olarak sözde bilimsel ve özünde halkla ilişkiler boyutu güçlü olan bir süreci başlatmışlardır. Bu sürecin temel hedefi Ermeni tezlerini bütün dünyanın tezleri haline getirmek olmuştur. Sovyetlerin çökmesi ile birlikte Ermeni tezlerinin sadece Ermeni diasporası tarafından değil Erivan tarafından da savunulduğu bir dönem başlamıştır.
Eski Sovyet coğrafyasındaki en saldırgan devlet olan Ermenistan, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü ihlal ederek bu ülkenin topraklarının % 20’sini işgal etmiş, diğer komşusu Gürcistan’ın Cevaheti bölgesindeki Ermenileri örgütleyerek bu bölge üzerindeki Tiflis’in egemenliğini kağıtta kalır bir hale indirgemiştir. Karadeniz’e çıkma planı yapan Erivan için Kelbecer’in de jura Ermenistan’a ilhakI bir ilke değil bir zaman meselesidir. Ermenistan üçüncü komşusu Türkiye ile olan sınırını da kabul etmemiş, Doğu Anadolu bölgemizi Batı Ermenistan olarak gördüğünü ortaya koymuştur. 1990’larIn başında Azerbaycan ile savaştan dolayı İran ile iyi ilişkileri içinde olan Ermenistan, son yıllarda İran-Ermenistan sınırının güneyindeki bir çok İran yerleşim birimine de Ermenice adlar vermeye başlamış, İran’a karşı bile saldırgan bir tutum sergilemeye başlamıştır.
İşte bu küçük, fakir ama saldırgan ülke ve Ermeni diasporası 1990’larIn sonunda, 15 yıldan bu yana bütün Batı dünyasında yapılan ve bilimsel yöntemlerin ve şiddet/tehdit eylemlerinin iç içe geçmiş bir şekilde kullanıldığı sürecin sonunda dünyanın Ermeni tezlerini kabul etmesi için olgunlaştığını düşünerek, harekete geçmiştir.

Ermeniler dünyayı hazırlamak için ne yapmışlardır? Öncelikle, Ermenilerin soykırıma uğradığı tezi bütün dünyada yayınlanan binlerce kitap ve makale ile Yahudi jenosidinden sonra en önemli soykırım olarak dünyanın beynine işlenmiştir. Ermenilerin bu çabalarının bir noktadan sonra Ermeni tezinde kendi ulusal menfaatleri doğrultusunda faydalanmak isteyen ve tarihte ilk soykırımı gerçekleştiren halk olma durumundan kurtulmak isteyen Almanya tarafından desteklenirken, Ermeni sorunu kendi politik kültürünün aşamadığı bir parçası olan Fransa tarafından da hoşgörü ile kabul edilmiştir. Ermeni lobisi böylece Batı dünyasında Ermeni tezini genelgeçerli ve Yahudi soykırımı gibi bir gerçek olarak kabul ettirmeyi başarmıştır.


Bu süreç sadece Batı dünyasında gerçekleşmemiş aynı zamanda Türk kamuoyuda Ermeni tezini destekleyen kitaplar ile beslenmiştir. 1990’larIn sonu 2000’lerin başında Türkiye’de Ermeni tezini destekleyen 25 kitap çıkmış ve en ufak bir tepki görmeden satılmıştır. Bu süreçte Türkiye’de Ermeni yanlısı küçük bir akademisyen/işadamI merkezli grup oluşmuştur. Şimdi bu grup dünyanın değişik yerlerine davet edilerek Ermeni yanlısı platformlarda Türkiye-Ermenistan yakınlaşması adına Ermeni soykırımı için özür dilemektedirler.

Ermeni lobisi Ermeni tezini genel kabul gören bir tez haline getirme sürecini gerçekleştirirken diğer yandan da Türk tezine destek veren başta Amerikalı bilimadamlarını tehdit ve terör kampanyası ile baskı altına almışlar ve Türk tezini desteklemeyi kestirmişlerdir. Bu bilimadamlarından bazıları can korkusu ile Türkiye’ye kaçmış ve bir süre Türk devletinin koruması altında yaşarken bir kısmı ise ne yazık ki Ankara’dan hak ettikleri ilgi ve desteği görmemiş, Ermeni tehditleri ile tek başlarına karşı karşıya bırakılmışlardır.

1990’larIn sonunda Ermeniler tekrar politik faaliyetlerine başladıkları zaman dünya Ermeni terörünü unutmuş, ancak Ermeni tezleri ile beslenmiş bir şekilde Türklerin ilk soykırımı gerçekleştiren halk olduğuna inanmaya hazır hale getirilmiştir.

Öte yandan Türkiye’de aynı süreçte Ermeni meselesi ile ilgili çalışanların sayısı sürekli azalmış, 1970 ve 1980’lerde dünyaya Türk tezini anlatan diplomat / bilimadamı grubu biyolojik olarak aktif mücadelenin dışına çıkmıştır. Ermeni tezlerini çürüten kitapların değil dünya piyasalarına Türkiye piyasalarına dahi hakim olmadığı, kimsenin bu meseleye sahiplenmediği bir döneme girilmiştir. Türk akademisyenleri verimsiz bir alan olduklarını düşündükleri bu alandan uzak durmuşlar, bu konuya girmeye cesaret eden bilimadamları ise en ufak bir destek bulamamışlardır.
Esasen mevcut devlet kurumlarının hiç birisinin işinin Ermeni meselesi ile uğraşmak olmadığı ve bunun için ayrı bir örgütlenmeye gerek olduğu gün gibi açık iken Ankara böyle bir örgütlenmeye gitmemekte ısrar etmiş, tasarıların gelmesinden bir kaç gün önce Washington ve Paris’e parlamenter heyeti yollamanın çözüm olduğu gibi birşeyi düşünebilmiştir. Varılan sonuç ortadadır ve ne yazık ki Ankara’nın Ermeni meselesine tepki göstermek için ciddi bir çabası yoktur. Ancak bütün çözümü Ankara’dan beklemenin ve politikacılar ve bürokratların eylemini beklemenin de aydın sorumluluğu ile bağdaşmadığını söylemek lâzımdır. Ankara bir şey yapmasa dahi yapılabilecek çok şey vardır.

Yapılabilecek şeylerden bir tanesi olan Ermeni örtülü savaşına ve psikolojik harekatına karşı mücadelede bilimsel bir karargâh olacak olan bir merkezin oluşturulmasıdır. Bu merkezde Osmanlıca, Ermenice ve Batı dillerini bilen uzmanlar başlangıçtan günümüze Ermeni tarihini, kültürünü, dinini, politikasını, Ermenistan’ı, Ermeni diasporasını, politik ve kültürel etkinliğini tarihsel ve günlük çerçevede incelemelidir. Dünyanın her yanında Ermenilerle ilgili çıkan her kitap toplanmalı, hangi kütüphanede hangi kitabın olduğu bilinmelidir. Bu merkez sadece Türkçe değil ağırlıklı olarak yabancı dillerde yayınları yurtdışında yapmalıdır. Amerikalı, İngiliz, Fransız, Arap, Rus vs. ülkelerden bilimadamlarına burs vererek bu konuyu araştırmalarını sağlamalıdır. Bu merkezin uzmanları yılın yarısını dünyanın değişik üniversitelerinde konferanslar vererek geçirmelidir. Bu merkez Türkçe ve İngilizce Ermeni Araştırmaları dergisi çıkarmalı, Türkiye’de Ermeni meselesi ve Ermenistan konusunda yüksek lisans ve doktora çalışmalarını desteklemelidir.Bu tür bir merkez yurtiçinden ve dışından bütün araştırmacıların ilk başvuracağı ve araştırmalarında materyale ulaşma konusunda en hızlı ve verimli çalışma alanı olmalıdır.

Böyle bir merkezin oluşturulması için çok mu geç kalınmıştır? Hayır! çünkü Ermeni diasporasının ve Ermenistan’ın yürüttüğü savaşın politik hedefi bugün için gerçekçi görünmeyen "Batı Ermenistan’ın" kurtarılmasını içermektedir. 

Bu hedefe varmadan önceki ara aşamalar ise, 

a) bütün dünyanın Ermeni katliamını kabul ettikten sonra, 
b) Türkiye’nin de sorumluluğunu kabul etmesi, 
c) Türkiye’den tazminat istenmesi, 
d) Türkiye’den ayrılan Ermenilerin geri dönmesi ve nihayet 
e) Türkiye’den toprak talebi şeklinde özetlenebilir.

2 milyonluk bir ülkenin Avrasya ekseninin en güçlü ülkelerinden birisi olan Türkiye’den toprak talep ederek alması bugünkü koşullarda bir hayaldir. Ancak bugünkü koşullarda hayal olması Ankara’nın güzellik uykusuna yatması gerektiği anlamına gelmez. Yukarıda tanımladığımız bu tür bir merkez Türkiye’nin uyumadığının ve izlediğinin kanıtı olacaktır. Böyle bir merkez "Ermeni Araştırmaları Enstitüsü" Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne" bağlı olarak çalışmalarına başlamıştır. Hem de sivil toplumun girişimi olarak. Elinizde tuttuğunuz dergi bu enstitünün çalışmalarının ilk somut örneklerinden birisidir ve Ermenilerin Türkiye’ye karşı açtıkları savaşa karşı koyuşta bu dergi bir yeni adımı temsil etmektedir. Ermeni araştırmaları dergisi bilimsel bir araştırma platformu olarak, Ermeni, politikası, tarihi, kültürü, dini ve tarihi ile ilgili çalışmalara yer vereceği gibi gerek Ermenistan’ın politik yaşamının günlük olarak izlenmesini gerek Ermeni diasporasının gerçekleştirdiği faaliyetlerin takibini sağlayacaktır.
Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün dergisinin editörü sayın E. Büyükelçi Ömer Lütem Beyefendiye bu dergiyi hazırlamakta gösterdiği üstün gayretten dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.



***

Yirmi Altıncı Yılında Uluslararası Hocalı Sempozyumu Başladı,

Yirmi Altıncı Yılında Uluslararası Hocalı Sempozyumu Başladı,


Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesindeki Türk Tarih Kurumu’nun Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, TİKA, Azerbaycan Cumhuriyeti Büyükelçiliği, Pursaklar Belediyesi ve Tarihdaş Milletler ve Topluluklar Derneği ile birlikte düzenlediği “Tarih, Siyaset ve Uluslararası Hukuk Bağlamında 26. Yılında Uluslararası Hocalı Sempozyumu” Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Etlik Yerleşkesinde bulunan Milli İrade Binası Konferans Salonu’nda düzenlenen açılış töreni ile başladı.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Başdanışman Yardımcısı Bahruz Hasanov, Türkiye-Azerbaycan Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanı-Adana Milletvekili Necdet Ünüvar, Amasya Milletvekili Haluk İpek, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Metin Doğan, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Derya Örs, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan, Pursaklar Belediye Başkanı Selçuk Çetin ve Tarihdaş Milletler ve Topluluklar Derneği Başkanı Ahmet Baba tarafından gerçekleştirilen açış konuşmalarında, 26 yıl önce gerçekleştirilen katliam ve bu katliam karşısında dünyanın gösterdiği kayıtsızlık kınandı.


Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Derya Örs, 20. yüzyılın Türk ve Müslüman coğrafyası için pek çok acıya sahne olduğunu belirttiği konuşmasında, sömürgeci güçlerin hırslarının neden olduğu acıların tekrar yaşanmaması için birlik ve beraberliği sağlayarak hareket etmenin önemine değindi. Prof. Dr. Örs, bu tür anma törenlerinde konuya duygusal yaklaşmaktan ziyade sömürgecilerin önünün kesilmesi için aklı öne çıkararak somut ve akılcı tedbirlerin alınmasının gerektiğini ifade etti.




Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan konuşmasında, Selçuklu ve Osmanlı idaresinde iken barış ve nizamın hüküm sürdüğü bölgede yakın dönemde yaşanan sorunların ortaya çıkışında Avrupalı devletlerin rolüne değindi. Avrupalı devletler tarafından dünyaya servis edilen mikro milliyetçilik sonucunda yaygınlaşan terör fikirlerinin yakın dönemde bölgede pek çok soruna yol açtığını dile getiren Turan, geçmişte ASALA’nın, bugün ise PKK ve PYD’nin Türkiye’ye karşı bilinçli bir kuşatmanın aracı olarak kullanıldıklarını dile getirdi.  Prof. Dr. Turan, Hocalı’dan önce Anadolu ve Kafkasya topraklarında gerçekleştirilen diğer katliamlara sessiz kalan dünya kamuoyunun 26 yıl önce Hocalı ’da yaşanan katliam karşısında da sessizliğini korumasının utanç verici olduğunu ifade etti.
26 yıl önce yaşanan katliamın yerli ve yabancı kamuoyuna anlatılması için tarihçi, hukukçu, siyaset bilimcilerin konuya dair çalışmalarını sunacağı sempozyuma yurt içinden ve yurt dışından bilim insanları katılıyor.



24 Şubat 2018 Cumartesi

AMERİKA’DA ERMENİ MESELESİNİN DOĞUŞU

AMERİKA’DA ERMENİ MESELESİNİN DOĞUŞU 

Dr. M. Galip BAYSAN 

 2015 yılı hem yurt dışı ve hem de yurt içinde yaşayan vatandaşlarımız için çok çetin bir yıl olacak. Hiç şüphe edilmemeli ki Diyaspora Ermenileri ve onlara destek veren toplumlar ve kurumlar Ermeni Tehcir olayının 100 ncü yılını ülkemize ve halkımıza nefret tohumları ekerek anacaklar. Diğer ülkelerde olduğu gibi ABD halkı da bu faaliyetlerle yoğun bir şekilde meşgul olacak. Amerikan halkının bu konuya neden bu kadar ilgi gösterdiği ve 1915 olaylarını bir soykırım olarak tanımaya neden bu kadar hazır olduğu Türk kamuoyunca pek bilinmeyen ve garipsenen bir durumdur. Ancak geçmişte Ermeni olaylarının en fazla işlendiği toplum Fransa ve İngiltere’den de çok Amerikan halkıdır. Günümüzde ABD ‘de meydana gelecek gelişmeleri değerlendirebilmek için olayların başlangıcı ile ilgili bilgilerin hatırlanmasının yararlı olacağına inanıyoruz

J. B. Gidney “A Mandate for Armenia/Ermenistan için bir Manda” adlı kitabında, Amerikalıların Ermeni meselesi ile nasıl tanıştığını şöyle anlatıyor: 

  “Bu çalışmamdan haberi olan tanıdık herkes, Ermeniler hakkında çocukluğunda çok şey duyduğunu belirtmektedir. Önüne konan her şeyi yemek istemediği zaman annesinin hemen Ermenileri öne sürdüğünü, Ermeniler bunları bulsalar ne kadar memnun olurlar veya “Ermeniler açlık çekerken bu yiyecekleri bırakmaktan utanmalısın” diye çıkıştığını söylemekteydiler. Bu sözler diğer kişilerin hatıralarıyla uyuşuyor. Hatta bu gün bile herhangi bir kişinin, “Ermeniler hakkında bütün bildiğim onların açlık çektiğidir” dediğini duyabilirsiniz. Bu gibi ve benzer mütalaalar onların hikâyesini anlatır. 

Bir dönemde Amerika’da Ermeniler için yaygın bir sempati oluştu. Bu sempati misyoner gayretleriyle beslendi, sadece kiliseler tarafından değil gazete ve dergilerde canlı tutuldu ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Türklerin zulmü nedeniyle acı çeken Ermenilere yardım kampanyaları düzenlendi. Sempati anlayışa mani oldu. Hatta bugün bile milyonlarca Amerikalıların çocuklarında “Türklerin Allah adıyla isimlendirilen sahte bir tanrıya taptıklarını, ona en büyük hizmetin, ona inanmayan herkesin öldürülmesi olarak kabul ettiklerini öğrendiklerini” söyleyebiliriz. 
İşte bu nedenle “Ermeniler, Hıristiyanlığa bağlılıkta sadakat gösterdikleri için öldürü- lüyorlar.” deniyor (1) 1920 yılından itibaren çocuklara Pazar okulları ve İncil derslerinde iyi Somaritan’ların zulme uğrama sahneleriyle süslü hikâyeler, Ermenilerin durumunun anlatılmasına yardımcı oluyordu. ... 

  Kısaca söylemek gerekirse Amerikalılar Ermenilere Türkler tarafından yapılan çirkin muamelelerin nedenleri hakkında tamamen yanlış bilgilere sahipti ve gerek kendi ülkelerinin gerekse diğer Hıristiyan ülkelerin oynadığı rol hakkında bilgileri yoktu. Ermenilere karşı duyulan sempati, Türklere karşı duyulan nefretten fazla genel değildi. Avrupa güçleri de Ermenileri koruyamadıkları için sert biçimde tenkit ediliyordu.” (2) “Ermenilerin kaderi ile ilgili olarak 1896 yılında Kongre’ye birkaç yasa teklifi verildi. Yazarlar aşırı milliyetçilik ve Monroe Doktrinini değiştirip nefret edilen İngilizlerle müşterek çalışma imkânı doğuncaya kadar konuyu tahrik etmenin uygun olmayacağını anladılar. 

Bu anlayış sağlanıncaya kadar Ermeniler dinlerine bağlılıkları nedeni ile öldürülüyorlardı.” (3) Bu anlayış Türkiye’deki Amerikan misyonerlerin öğretilerinden farklı değildi. İlkel dinsel fanatizmi, devamlı okşayan, olayları daima Türk ve Müslümanların aleyhine olabildiğince egzejere edilerek aktarmayı cazip gören, kolay, sadece inanca dayanan, güç- lü fakat gerçek dışı bir anlayış. Oysa gerçek durumu yakından incelenmiş olan bir rahip Y. G. Cark, 1953 yılında yayınlanan eserinde “Eğer Türkler İstanbul’a gelmemiş veya gelmeleri gecikmiş olsaydı. Ermenilerin İstanbul’a yerleşmeleri ve gelişmeleri pek şüpheli olacak, hatta belki de izleri bile bulunamayacaktı.” (4) sözleri ile bazı gerçekleri hatırlatacaktır. Yer yer temas ettiğimiz gibi, psikolojik olarak Avrupa gibi Amerika da beyaz ırkın ve Hıristiyanların üstünlüğüne inanıyordu. Bu nedenle Batı diğer ırk ve milletleri yönetme, eğitme ve medenileştirmenin kendileri için tabii bir hak olduğu inancını taşıyorlardı. 

Batılılar diğer halkları, Hıristiyanlaştırma ve Batı kültürü anlayışı ve yaşamına kavuşturmayı bir insanlık görevi olarak telakki ediyorlardı (5) ve biz bunu nasıl yapmaya çalıştıklarını bazı yazılarımızda anlatmaya çalıştık. Dinsel anlayışlarda özgürlüğe ve tek ve çok tanrı- lı bütün dinlere saygılıyız ancak İslâm dini için haksız yere yanlış iddialar için basit bir örnek sunmak istiyoruz. Osmanlı Kanunnamelerinde yüzlerce yaşta olan bir madde, Türklerin Hıristiyanları bırakın öldürmeyi veya baskı altına almayı, tam tersine kendi dinlerine saygılı olmayı teşvik ettiğinin bir göstergesidir. Kanun şunu emrediyor: “Hıristiyan olan bir şahıs, sonradan papaz olur ve bunu da Hıristiyanların menfaati için yaparsa, ispençe ve haraç (Hıristiyanlardan alınan vergiler) alınmaz”. (6) 
Merak ediyor ve sormak istiyoruz, acaba Avrupa veya Amerika’nın hangi beyaz, hangi medeni Hıristiyan ülkesinin kanunlarında, ülkedeki diğer dinler, mezhepler veya milletler için buna benzer bir hak tanıyan madde var? Profesör Yurga’nın Türk-Ermeni ilişkileri ile ilgili gözlemleri şöyledir: “Türkler tarafından Ermenilere başka milletlere gösterilmeyen hürmet ve saygı gösterilmektedir. Ermeniler, Rumlardan fazla Türklere verilmiş mezhep hürriyetine sahiptirler” (7) Bu gerçek nasıl unutulabilir ki? 

DİPNOTLAR: 

(1) James B. Gidney, A Mandate For Armenia, s.41-42 (The Kent State University Press, Ohia –196). 
(2) Aynı Eser, s.42. 
(3) Aynı Eser, s.42-43. 
(4) Y. Çark, Türk Hizmetinde Ermeniler, S1 (İstanbul – 1953). 
(5) The Eastern Question: imperialism and The Armenion Community, Bayram Kodaman, s.7 (İnstitute for the Study of Turkish Culture, Ankara – 1987). 
(6) Cemal Anadol, Tarihin Işığında Ermeni Dosyası, s.56 (İstanbul – 1982). 
(7) Prof. N. Yurga, Geschichte des Osmanischen Reciches, Cilt-5, s.606.

http://www.tesud.org.tr/uploads/yayin/dosya/207.pdf

***