11 Şubat 2016 Perşembe

28-29 Kânunisânî’yi Unutmayanlar, 28-29 Ocak 1983’ü de anmalılar !


   28-29 Kânunisânî’yi Unutmayanlar, 28-29 Ocak 1983’ü de anmalılar !






ASALA






12 eylül 1980 askeri faşist darbesi yapılmadan epeyi önce mahpusanedeydim. Hapisliğim öncesi ve esnasında içinde bilfiil aktif bir militan olarak bulunduğum, ideolojik, politik düşünce ve duruşunu savunduğum örgüt, tüm dünyada olduğu gibi benim doğup-büyüdüğüm topraklarda da 1968’de esen sol rüzgârın getirisi 1971’lerin THKP-C hareketini “kitlelerden kopuk bir silahlı mücadele” anlayışının mirasçılığıyla eleştirerek, 1976’da o gelenekten yolunu ayıran devrimci bir yapılanmaydı.
Dünyaya gözlerimi açtığım günden itibaren Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı olan Alevi Kızılbaş köyüm Kırkısrak’ın en saygın insanı olarak kabul gören dedem “Yusuf onbaşı”, yerlilerin deyimiyle “Doç Drej” ve akranı diğer ihtiyarlardan duyarak büyüdüğüm hemen tüm anlatılar, 1915 sonrasında mucizeyle hayatta kalarak “Boğos’un mağarası” olarak adlandırılan mağaraya sığınmış olan bir avuç mazlum Ermeni insanı bağırlarına basarak sahip çıkmasıyla ilgili insanî duruş ve davranışın birebir varislerinden biri olsam da, 1980 yılının 1 mayıs günü Kayseri’de faşistlerin otomatik silahlarla delik deşik ederek katlettiği Sivas Gemerekli Ermeni devrimci Hayrabet Hançer’le, ondan sadece 12 gün sonra Karakoçan’da pusuya düşürülerek öldürülen TKP/ML-TİKKO’nun Diyarbakırlı efsanevî komutanı, asıl isminin çok yıllar sonra Armenak Bakırcıyan olduğunu öğreneceğim Orhan Bakır’ın ve ne de Hollanda’da kahpece vurulan Silopili Nubar Yalımyan’la, İstanbul’da işkence edildikten sonra delik deşik edilerek katledilen Kayserili hemşehrim Manuel Demir gibi değerli kayıplardan hiçbirini devrimci duyarlılıkla yüreğimin derinliklerinde hissederek, arkalarından göz yaşı dökmüş olduğumu hatırlamıyorum.
24 eylül 1981 günü Paris’teki T.C. Konsolosluğu’nu silahlı bir eylemle ele geçiren ASALA üyesi dört Ermeni devrimcinin “12 eylül faşizminin zindanlarında işkence gören politik tutuklulardan, 5 Ermeni, 5 Türk ve 5 de Kürt insanın serbest bırakılması” isteminin basına yansıması sonucu değişik hapishanelerde devletin insanlık dışı işkencelerine aralıksız ve sistematik olarak maruz kalındığı halde, ne Paris eylemini gerçekleştiren Ermeni gençlerin isteklerini, ne onların acılı tarihten omuzlayarak bugünlere taşıdığı Ermeni sorununu, ne de uğratıldıkları vahşi soykırım ve feci sonuçlarıyla, insanlığa karşı işlenmiş bir suça karşı o halkın tek başına vermiş olduğu mücadele ile adalet arayışındaki davalarının bir kez bile önemsenip, konu edilerek mahpusanelerde kendi aramızda konuştuğumuz veya tartıştığımızı da hatırlamıyorum.
Oysa, Ermeni dendiğinde aklımdan çıkmayan tek şey, çocukluğumun geçtiği köyümün insanlarının gurur verici anlatıları dışında, 7 ağustos 1982 günü, Ankara Esenboğa havaalanında ASALA tarafından gerçekleştirilen askeri eylem sonrasında ağır yaralı olarak esir edilen Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan’ın asılmasına mahpusanelerde bulunan ‘devrimcilerin’ tepkisizliği nedeniyle hissettiğim şahsen payıma düşen utancın manevi ağırlığı altındaki ezikliğimdir. Nedenini bildiğimden emin olmadığımdan anlatamasam da, o tarihte bulunduğum Bartın mahpusanesinin avlusunda dondurucu bir kış soğuğunda tek başıma volta atarken, O’nun idam edilişine duyduğum tepkinin elimde olmaksızın boğuk hıçkırıklarla gözyaşlarına dönüşmesiyle ifade edilmesini, o günkü samimi duygularımı kaleme aldığım şu an gibi hatırlıyorum. Vicdanlarımızla yüzleşemeyişimizin verdiği utanç ve zalimin zulmüne karşı biçarelikten ileri gelen kızgınlık ve öfkeden olsa gerek ki, zaten gergin olan sinirlerimin ancak ağlayarak boşaldığını kimselere söyleme cesaretini gösteremediğimi aynı o gün olduğu gibi unutmadım, unutamadım hiç ! Ancak, Levon’un idam edilişinin hemen ertesinde, birkaç günlüğüne yemeden içmeden kesilerek, ölüm sessizliğiyle durgunlaştığım ve her canlıya ‘tek defalığına bahşedildiği’ söylenen yaşamın yerküremizin birbirinden olabildiğince farklı olduğunu düşündüğümüz insanlar için ifade ettiği anlamların da biribirlerinden ne kadar farklı olduğunu sanırım ilk defaya mahsus olmak üzere ciddi ciddi sorgulamayı o dönemimde denediğimi de unutabilmiş değilim.
Şair Nâzım’ın sol dünyanın istisnasız tüm insanları tarafından eminim ezbere bilinen ‘Davet’ başlıklı şiirinin “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim” dizelerinin doğruluğunun vicdanlarımızda sorgulanması anlamında, Levon’un, evet Levon Ekmekçiyan’ın yoldaşı Zohrab Sarkisyan’la Beyrut’tan Ankara’ya gelerek gerçekleştirilen eylemle bilinçaltımızda varedilen ‘Nâzım’ın sözleri doğruyu ifade ediyorsa eğer, bu gencecik Ermeniler niye hiç görüp yaşamadıkları bu memleket için hayatlarını feda ediyorlar peki ?’ sorusuna verilmesi gereken mantıkî cevabın da “o halde bu memleket onların demek” düşüncesine de pekâlâ yaşam hakkı verdiği halde, tarihin onulmaz acılarla yoğurduğu sayfalarının eğrileriyle doğrularını, yalanlarıyla gerçeklerini öğrenme ihtiyacının dahi insanî kişiliğimizin gelişmesi ve uygarlığa aidiyet anlamında ne denli önemli bir kıstas olduğu hâlâ bilincimize ulaşmış değil ne yazık ki !
Benim Mamak’tan Bartın cezaevine götürülmemden az zaman sonra Levon Ekmekçiyan’ın esir tutulduğu Mamak’ın idam edilenlere tahsis edilen 34 No’lu zindanında ölümü beklerken, faşist cuntaya muhalif olduğu iddiasındaki hemen her türden politik örgütün oldukça geniş yelpazesinin insanları tarafından görmezden gelinerek, ona ve gerçekleştirdiği eyleme faşist cuntanın gösterdiği pencereden bakma gibi bir suçu bilinçli olarak işledikleri halde, devrimcilere hiç yakışmayan bir duruşla, prangalanıp, zincirlenerek darağacına götülüşünü de affedilmez bir sessizlik ve tepkisizlikle karşılandığını, aynı dönemde onunla aynı koğuşta bulunmuş “yoldaşlarımdan” daha sonra bizzat duyup-dinlemiş olmanın tüm ezikliğini bunca yıl yüreğimin derinlerinde saklamamın nedeni ise, dedem Yusuf onbaşı-Doç Drej’in öncülüğünde tüm Kırkısrak köylülerinin kendi hayatlarını riske atarak, 1915 mağduru o mazlum insanların erkeklerini anaları, bacıları ve çocuklarına el koyduktan sonra, boğazlayıp-öldürmek yerine koruyup-kollamanın cezasının ölüm olduğunu bile bile, insanca sahiplenişlerinden, yani öylesine onurlu bir duruş sergilemiş olan insanlardan birinin öz torunu olduğum için gizliden gizliye utanmamdı kuşkusuz !
Utanç insana özgü bir hissiyattır ve insanın utandığını yüksek sesle beyan etmesini bir itiraf değil, bir onur olarak kabul edenlerdenim. Mahpusane yıllarımdan beri içimde gayr-ı ihtiyarî hep buruk bir acı olarak kalakalmış bu idama karşı tepkisizliğin aslında kendisini devrimci olarak tanımlayan kesimin öncelikle özeleştiride bulunarak, manevî olarak işlenmiş bir suç olarak değerlendirp, ‘eşyanın tabiatına uygun olarak adlandırması’ gerekirken, sergilenen utanç verici duyarsızlığını, Kırkısraklı Alevi Kızılbaş atalarımın, 20. yüzyılın başlarında onların 1980’lerdeki duruşundan çok ama çok daha ileride, daha onurlu ve insana yakışır bir duruş sergilemiş olduklarıyla karşılaştırdığım için de, kendini “devrimci 78’liler” olarak adlandıran birimde yan yana gelen tüm hareketlerin insanlarına karşı o zamandan beri haklı bir kırgınlık hissiyle dolu oluşumun yanında, onların şimdi de hissettiğini gözlemleyemediğim utancı, onlar adına ve onların yerine de hissedip, taşımanın onurlu sorumluluğuyla kaleme aldığım bu yazının, sözkonusu kesimden insanların ruh sağlığına katkıda bulunacağını sanıyor, doğrudan yana tavır almanın her derde deva olduğuna da samimi olarak inanıyorum.
1982 eylülünde tek celselik göstermelik bir mahkemenin Levon Ekmekçiyan hakkında verdiği idam kararının, 1983’ün o kara 28 ocak günü faşist generallerin emirlerini yerine getiren Milli Güvenlik Kurulu’nun B.29 No’lu kararıyla onaylanmasından sadece saatler sonra, O’nun 29 ocak sabahı darağacında katledilmesi bence, T.C.’de kendisini devrimci adlandıran hemen tüm oluşumların geçmişlerini temellendirmede hep ve sanki vazgeçilmez bir ihtiyaçmış gibi sundukları 1920 TKP’sinin yönetici kadrolarından Bakû’den Ankara’ya yollanan 15’inin Karadeniz’in kara sularında boğdurularak katledildikleri 28-29 Kânunisânî (ocak ayı) gecesi, zalimin zulüm tarihinin de tekerrürden ibaret olduğu gerçeğinin reddedilmez örneklerinden biridir kuşkusuz !
Bu böyle olduğu halde, tarihi geçmişleriyle yüzleşme cesaretini hiç bir zaman gösterememiş ve şimdi de gösteremeyen sol kesimin kendilerini halen devrimci tanımlayan örgütlenmelerinden birçoklarının 1921 yılı “28-29 Kânunisânî”-sini, yani Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz açıklarında hunharca katlinin sembolü o kara geceyi geleneksel olarak unutmazken, hiç ama hiç bir zaman, hiç bir yerde ve hiç bir şekilde “28-29 ocak” gecesi idam edilen Levon Ekmekçiyan’ı anmaması, bu kesimlerin ilericiliğinden de, devrimciliğinden de pek haklı olarak şüphe etmek için ‘yeter de artar bile’ denilesi bir gerekçedir !
Ve böyle düşünmemin doğruluğunu, Osmanlı feodalizminin zifiri karanlığında yaşayan bu toprakların ilk devrimcisi, 1871’de Paris komününü gerçekleştirerek, tarihin onurlu sayfalarına girişini sağlayan öncü kadrolar içerisinde onurlu yerini alan İzmirli Ermeni aydını Stepan Voskanyan’ın Osmanlı tebaalı hem ilk, hem de tek insan olmasından biliyorum. Böyle düşünmemin haklılığını, K. Marx ve F. Engels’in “Komünist Manifesto”sundan esinlenerek 1887 yılında kurulan ilk sosyalist örgütün Sosyal Demokrat Hınçak Partisi ve devrimci ilk yayın organının da Hınçak (Çan) olmasından biliyorum.
İlk defa 1848 yılında Londra’da kaleme alındığı Almanca yayınlanmış olan “Komünist Manifesto”nun Osmanlı topraklarında yaşayan 72 milletten ilk defa Ermeni devrimciler tarafından Ermenice’ye çevrilmiş olması da aynı 1887 yılına rastlar. O günden son baskısının yapıldığı 1979’a kadar Ermenicesi tam 17 kez yayınlanan bu eserin, Türkçe diline ilk çevirisinin Ermenice yayınından 33 sene sonra, 1920 yılında yayınlandığını da burada tarihe not düşerken, o günden 1979’a dek Ermenice çevirisinden tam üç defa daha az sayıda, sadece 6 kez yayınlanmış olduğu bilgisini de bir köşeye kaydetmek gereklidir.
Bu topraklarda olsun gizli, olsun açık ilk devrimci hücrelerden başlayarak, devrimci ilk öğrenci gençlik örgütlenmelerine, işçilerle, köylülerin Ermeniler tarafından örgütlenen ilk sendikal kuruluşlar sayesinde, insan emeğinin sömürülmesine karşı ilk başkaldırı eylemleriyle, grevlerin de yine Ermeniler tarafından örgütlendiğini bilmek, bilinmiyorsa araştırıp, öğrenmek gerek diye düşünüyorum. Osmanlı Meclis-i Mebusanı, yani parlamentosunda insan hakları, kadın-erkek eşitliği, çocuk yaştakilerin çalıştırılmasının engellenmesi, iş günü saatleri ve emeğiyle yaşayanların iş tatili ve dinlenme hakları, mesleki eğitim ve çalışma hakkı, vb. gibi daha birçok sosyal hakkın kanuna dönüşmesi amacıyla sunulan tasarıların da yine, Ermeni Sosyal Demokrat Hınçak Partisi milletvekillerinin çabasıyla gündeme getirildiği, tartşılıp, oylandığı bilinmelidir.
Böylesine insanî bir duruşla, içinde bulunulan koşullar gözönüne alındığında tam anlamıyla devrimci bir tutum sergileyen Hınçak Partisi’nin, panislamist-panturanist-pantürkist ırkçı İttihat ve Terakki hükümetinin başı Talât-Enver-Cemal üçlüsüne karşı planlamakta olduğu silahlı bir eylem hazırlığındayken, haince yapılan bir ihbar sonucu esir edilen üyelerinden 20’sinin, 1915’in 15 haziran günü İstanbul Beyazıt meydanında kurulmuş olan idam sehpalarında 19 yoldaşıyla ölümsüzleşen Paramaz’ın “Yaşasın sosyalizm, yaşasın Ermenistan” şiarıyla ölümü gerçek devrimcilere özgü onurla karşılamış Ermeni devrimcilerin tarihte bıraktıkları iz, her nedense yakınen tanıdığımız ‘sol’ tarafından görülmezden gelinirken, mezar yerleri bile bu devletin her insanından saklanan bu yiğitlerin, ölümsüz anısının yaşatılması için sembolik anlamda bile olsa bir mezar-anıtının yaratılması gibi kalıcı bir çabaya rastlanmadığı da bir sır değildir.
Üyelerinden çok çokları gizli veya açık ittihatçı oluvermiş, içlerinden Ermeni soykırımına en aktif olarak katılmış Tâlat’ın iki celladından biri olarak Der Zor mütasarrıflığı yapmış, “Ermeni kasabı” lakabıyla tanınan Salih Zeki (Zor soyadını gönüllü olarak Der Zor’daki vahşetin Ermenilerce hatırlanması için almış olduğunu düşündüğüm) insan müsveddesi bile sayılamayacak bir mahlûkatın üyesi ve temsilcisi olduğu 1920 TKP’si, yani Mustafa Suphi, Ethem Nejat gibi eski ittihatçılardan başlayarak, onların ardılı Dr. Şefik Hüsnü (Değmer), Vedat Nedim (Tör), Şevket Süreyya (Aydemir), Reşat Fuat (Baraner), Zeki Baştımar (Yakup Demir), İsmail Bilen (S. Üstüngel), Yaşar Nabi Yağcı (Haydar Kutlu)’ya kadar varolagelmiş gelenek örneğinde olduğu gibi, T.C.’de komünist ve devrimci hareketin 1920’den günümüze ulaşan bütünsel tarihinin mirasçılığını üstlenme iddiasındaki, irili ufaklı her ama her yapının “28-29 Kânunisânî” anmalarına paralel olarak, aynada kendilerine bakarak, bundan 33 yıl önce idam edilen Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan’ı hiç anmamış olmaları nedeniyle utanmaları yanında, naaşının da sadece bir ay kadar önce aynı idam edilişi gibi, sessiz-sedasız Ankara’dan götürülüşünün pasif seyircileri olmalarına ‘insanlık adına’ yanmaları gereklidir diye düşünüyorum.
Levon Ekmekçiyan, geçmiş yıllardaki bakışımızla komünist bir şair olarak kabullendiğimiz Nâzım Hikmet’in “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim” dizelerinde ifade edilenin katiyetle gerçeği yansıtmadığı ve doğru olmadığını, soykırıma uğratıldıkları atatopraklarından zorla sökülüp atılmış olan atalarının topraklarına geri dönerek, o toprakların işgalcisi T.C. devletinin başkentinde “ bu memleket bizim” şiarıyla, şiir sadece “ sözlerle değil, uğruna feda edilen yaşamla da yazılır ” gerçeğini tarihe silinmezcesine kazıyan bir yiğittir. O, yaşamdan çok daha değerli idealler olduğunu, ve bu ideallerden en önde geleninin yurtseverlik olduğunu, ölümüne feda ettiği gencecik hayatıyla kanıtlamış Ermeni bir devrimcidir. Öyleki, mangal gibi yürek sahibi bu değerli insanı sonsuzluğa uğurlama görevini insan gibi yerine getirmemiş olan her, ama herkesin hep manen borçlu kalacağı tartışılmaz olduğundan, nasıl 9 yıldan beri her yılın 19 ocak günü değerli Ermeni aydını Hrant Dink’in alçakça katledildiği gün olarak anılıyorsa, 33 yıldan bu yana kendi soydaşları ve birkaç aydın kalem dışında hiç hatırlanmamış olan 28-29 ocak da, bundan böyle Levon’un anısını yaşatma günleri olarak anılmalıdır düşüncesindeyim.
Ermeni halkının yiğit evlâdına tamı tamına İsa peygamberin dünyevî yaşı kadar, tam 33 sene boyunca gösterilen vefasızlık örneğinden bu gün itibarı ile vazgeçilerek, O’nun anısına onca yıldan beri biriken bu manevi borcun, hemen her metrekaresi Ermeni kanına bulanmış bu topraklarda her yılın 30 mart günü Kızıldere şehitlerini, 6 mayıs’ında Deniz, Yusuf, Hüseyin’i, 18 mayıs’ında İbo, ve kitlesel kıyımlardan başta Koçgiri, Ararat, Dersim, Maraş, Çorum, Sivas katliamları olmak üzere Roboski, Lice, Cizre, Silopi ve Sur vahşetine kurban giden tüm mazlumların anısını yaşatma çabalarında bulunan tüm kesimleri temsil eden insanların boynunun borcu olduğunu düşünüyorum.
Birkaç hafta önce geride bıraktığımız 2015’te, 100 yılda bir türlü yüzleşmeyi beceremediğimiz Ermeni soykırımı gerçeğiyle nihayetinde yüzleşebilme çabalarımızın, öncelikle o korkunç facianın mağduru durumundaki 10 milyon Ermeni tarafından samimi olarak kabul edilmesi için, aslında sahip olması gereken içeriğinden olabildiğince arındırılmış 28-29 Kânunisânî anmalarına, ancak böylesine dürüst ve namuslu bir şartın yerine getirilmesiyle manevi bir anlam yüklenebileceğine inanıyor, hangi halk ve inançtan olurlarsa olsunlar, tüm devrimci şehitlerin ölümsüz anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Mahmut UZUN
Londra, 28-29 ocak 2016


Ne Yardan.., Ne Serden!



Ne Yardan..,  Ne Serden!


Nurten AKYAZILILAR

Demokratik ülke Almanya’dan,
‘Ermeni Belgeleriyle 1915’ belgeseline antidemokratik yaklaşım















Serkan Koç, ‘ Ermeni Belgeleriyle 1915 ’ adlı bir belgesel hazırladı. Yapıt, tüm dünyaya gerçekleri göstermek amacıyla İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Arapça, Rusça, Ermenice ve Türkçe gibi birçok lisanda yapıldı.
Belgeseli Almanya’ya gönderdiklerinde polisin el koyduğunu belirten Serkan Koç, “Üzerinde bandrol var. Hukuki hiçbir eksiği yok. İçeriğini izleyip ona göre ülkeye girişine izin vereceklermiş! Uygulama kanun dışı, hatta keyfi... Hükümet ve elçilik derhal devreye girmeli” diyor.
Serkan Koç’un belgeseline Alman polisinin el koyması normal; zira özgür, demokratik, laik ve güçlü Batı ülkelerinden Almanya’nın Cumhurbaşkanı Gauck, Berliner Dom katedralinde, Almanya'daki kiliselerin ortak düzenlediği ‘Ermenilere, Süryanilere ve Pontus-Rumlarına uygulanan soykırımı anma töreni’ne katıldı! Gauck, " Ermenilere soykırımla ilgili, biz Almanların da genel olarak ortak sorumluluğu, belki de suç ortaklığı olup olmadığı konusundaki değerlendirmelerle yüzleşmemiz gerekiyor" dedi. Konuşmasının devamında da sürgünün planlanmasında ve kısmen de uygulanmasında, Alman askerlerinin katkısının bulunduğunu belirtti.

TÜYAP’ta bölücü yayınlar dikkat çekti
Dün sona eren 20. TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’na bu yıl 400 yayınevi ve sivil toplum kuruluşlarının katıldığı ifade ediliyor. Son yıllardaki fuarlarında dinci yayınların artışını gözlemlemiştim ki bu yıl, daha da artmışlar ve üstüne bu sefer bölücü yayınlar da eklenmiş. Dikkatimi çekenler; Belge Yayınları, Na Yayınları ve Aram Yayınları oldu. Türkler ne çok milleti soykırıma tabi tutmuş, görseniz şaşırırsınız. Hele bir tanesi vardı ki Kürt yayını ve Ermeni soykırımı iddiasıyla yazılmış! Kitabın biri de İzmir’i Türklerin yaktığını anlatıyordu. Tezgâhındaki yayınları hararetle savunan stanttaki genç görevli, hayli konuşkan ve ısrarcı olunca, sordum: Siz, nereden göç ettiniz?
 -Tunceli’den, dedi…
Yanımıza sonradan gelen kız arkadaşı da kendinden oldukça emin vücut dili ve ifadesiyle:
“ Gün gelecek Türkiye, Ermeni Soykırımı yaptığını kabul edip özür dileyecek ve bakalım o zaman siz ve sizin gibi düşünenler, nasıl bakacaklar yüzümüze” dedi…

Sonuçta bakın, işe Ermenistan’ı hiç karıştırmıyorum; elin en demokratik ülkelerinden biri olan Almanya’ya dahi 1915 olaylarıyla ilgili belgeselin CD’sini bile sokamıyorsunuz ama Türkiye Cumhuriyeti’nde, Türkiye ve Türk karşıtı yayınlar ulu orta satışta!

Amerika’daki diasporaya bu sefer onurlu ve etkin bir yanıt verdik













Ermeni diasporası, dünyanın birçok yerinde 1915 olaylarının 100. Yıldönümünü anma etkinlikleri düzenledi. Diasporanın son derece aktif olduğu ABD’de, Ermenilerin karşısına çıkan Türkler, asırlar boyu devlet geleneğinden gelen millete mensup olma ile haklılığın taşıdığı asalet ve onurla dimdik durdu. Sayın Orhan Tan’dan aldığım e.posta linkiyle açılan Florida Türk Gazetesi sayfası, “Miami'de Türkler ve Ermeniler karşılıklı sloganlar attılar” başlığıyla ilgili haberi veriyordu.



Haberde Ermenilerin pankartlarının bazılarında 1.5 milyon, bazılarında ise 2.5 milyon insanımız soykırıma uğradı, diye yazdığı dikkat çekilirken Türklerin pankartlarında ise; "Don't teach your kids hatred - teach peace", "Reconsiliation-No Accusation" gibi barışçıl cümleler yazıldığı ifade ediliyor. Bayraklar dışında Ermeni katillerin öldürdüğü diplomatlarımızın portrelerinin taşındığı belirtilen haber, şöyle devam ediyor:













“İşin en iyi yanı, bu sabah Ermeniler uyandıklarında Türklerin sürprizi ile karşılaştılar. Miami Herald'da tam sayfa ilanımızı gördüler. Prof.Dr. Bernard Lewis'in çarpıcı cümleleri vardı. "Ermenilerin maruz kaldığı ile Holacaust'u bir tutmak, Almanya'da yaşayan Yahudilerin düşmanla işbirliği yaparak, yaşadıkları vatana ihanet etmesi gibi bir varsayım yapmak demektir ki, bu tamamen absurd bir paralellik kurmaktır" demektedir.













Haberin fotoğraflarını çekenlerin; Vedat Gürtan, Dr. Ali Nazmi Cora ve Cemil Akbaş olduğu kaydediliyor”.













Yalan ve iftiraya sessiz kalmayalım; gerçekleri belgeleriyle direkt anlatalım

Özellikle diasporanın faaliyetlerini ve yazılı kaynaklarını irdeleyen e.postalar gönderen Sayın Orhan Tan, “Ulusumuzun ve ülkemizin Ermeni meselemizdeki mücadelesine bizlerin yapabileceği çok önemli katkının, uluslararası yayın yapan web sitelerine göndereceğimiz yorumlarla gerçekleşebileceğini unutmamalıyız. Kısaca, meydanı militan Ermenilere ve onları gözü kapalı destekleyen üçüncü kişilere boş bırakmayalım” diyerek akılcı mücadeleye dair önemli bir mesaj veriyor.

100. Yılı derken, bir 24 Nisan daha her zamanki gibi öylesine geçti

Basınımızda fazla dikkat çekmeyen haberlerde ise Ermenilerin, Türklere sözlü sataşmalarda bulunduğu ve iki kere de Türk bayrağını, yerde ayakları altına almak istediklerinde Türk vatandaşların tepkisi üzerine kısa süreli gerginlikler yaşandığı kaydedildi.
Bir başka haberde: Ermeni grubun önünden, aracının içinde bulunan Türk bayrağıyla geçen bir Azerbaycan vatandaşı, Ermeniler tarafından durdurulup aracın içindeki Türk bayrağı alınmış. Türkler olaya müdahale etmiş. Aracından inip Ermenilere karşılık vermeyen isteyen Azeri vatandaş ise çıkan arbedede polis tarafından gözaltına alınmış.
Filistin'in Kudüs kentinde yaşayan Ermeniler de düzenledikleri gösteride yine Türk bayrağı yakmış.

Ermeni soykırım iddia ve çıkışları seçim üzeri AKP’ye yaradı

24 Nisan öncesi ‘ABD, bu sefer soykırım diyecek mi, demeyecek mi’ temasındaki tartışmalar sürerken, ABD’nin Ortadoğu politikası kapsamında Türkiye’yi harcayamayacağına inandığım için, “diyemezler” demiştim; nitekim demediler…
Hangi ülke, hangi temsille Çanakkale anma törenlerine, hangileri Ermenistan’ın sözde soykırım iddialarını desteklemeye gideceği de konuşuldu, uzun uzun...
Süreçte verdikleri milliyetçi mesajlar ve dünya çapında düzenledikleri Çanakkale Anma törenleri sayesinde bu iş yine AKP’ye yaradı, arkadaşlar… Nasıl mı? Bakın, örnekleriyle şöyle:
Sabah’ın, "ALMANYA KONUŞACAK SON ÜLKEDİR" ara başlığındaki haberinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, şunları söylüyor:
“Milletimiz göğsüne namerdin elini değdirmeyeceğini daha önce gösterdi. Hem milletin değerlerine saldırıp hem de kazanamayınca millete hakaret edenler bunlardır.
Biz dünyaya barış mesajı verirken, aralarında Rusya, Almanya ve Fransa'nın bulunduğu bazı ülkeler, Ermenilerin yalanlarını destekleyerek bizi eleştiriyorlar. 100 yıl önce yaşananlar ortak acımızdır. Ermeni iddialarına destek verenler, önce kendi geçmişlerini temizlesinler. Kendi geçmişleriyle yüzleşsinler. Ermenilere yönelik zorunlu göçten bizi mahkûm etmeye çalışanlar, kendi yaptıkları zulümlerin hesaplarını versinler. Arkalarında bıraktıkları kanların, izlerini silsinler. Bu konuda Almanya, en son konuşacak ülkedir. Rusya da Fransa da kendi tarihlerine baksın. Fransa'dan kalkıyorsun; Cezayir'e, Ruanda'ya gidiyorsun. Ne işin var senin Afrika'da!
-Biz dilerdik ki Sayın Putin, Ermenistan'a gitmesin. Oraya 2 devlet başkanı gitti. Çanakkale'ye 20 devlet başkanı geldi. Çünkü biz barış zirvesi düzenledik”…

Yeniakit’in, "AVRUPA BİRLİĞİ BİZE AKIL VERME, KENDİNE SAKLA" ara başlığındaki haberinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Buradan bir kez daha Ermeni toplumuna ve onları destekleyenlere sesleniyorum. Tarihteki olayların hesabının bugün verilmesi gibi bir yol açılacaksa, bu konuda en rahat olan ülke, hiç şüpheniz olmasın; Türkiye'dir, hiç endişeniz olmasın. Yine iddia ile söylüyorum; ey Avrupa Birliği bize akıl verme, kendine sakla. Niye? Bak, diyorsun ki, arşivlerinizi açın. Biz 15 yıldır arşivlerimizi açmaya hazır olduğumuzu söylüyoruz. Bunların kulakları var duymuyor, gözleri var görmüyor, dilleri var hakikati konuşamıyor" dedi.

Hürriyet’in, “Yalçın Akdoğan: Bunlar vız gelir tırıs gider” başlıklı haberinde Akdoğan, şunları söylüyor:
 “Geçmişte savaşmış, birbirimize kurşun sıkmış olabiliriz ama 73 ülkeden insan geldi, Çanakkale ruhunu gördü, Çanakkale ruhunu yaşadı ve nasıl dostluk köprüleri kurulabilirmiş, onu bütün dünyaya gösterdi. Birileri kararlar alır, bir araya gelirler, bunlar ne anlam ifade ediyor? Sadece kin ve nefreti tahrik etmek... Geçmişin kin ve nefreti üzerine geleceği inşa edemeyiz; geleceği dostluk, barış üzerine inşa etmemiz lazım. İşte Türkiye, dün bütün dünyaya bu mesajı verdi. Bu yaşananlar açısından da bu seçimden AK Parti’nin güçlü çıkması, Türkiye’nin güçlü olması gerekiyor.”

Akıl karışıklığı yaratan bir kitap: Ermeni Komşum



İzmir Kitap Fuarı’ndayken sevgili Yaşar Aksoy’u da ziyaret ettik; kendisini çok genç, sağlıklı ve keyifli görmek mutluluk vericiydi. Son kitaplarından ‘Ermeni Komşum’u imzalayarak adresime göndermişti zaten ama fuara beraber gittiğimiz kıymetli arkadaşım Jale Ersoy için de bir tane aldık ve imzalattık. Günün hatırasına fotoğraf da çekildik.


Halkımız ‘gariban’ değil; aksine mucizeler yaratacak kadar güçlüdür!

Önsözünde de adıma şükranlarını sunma nezaketi ve büyüklüğünü gösteren Sayın Yaşar Aksoy’un kitabı her zamanki gibi yine çok değerli bir arşiv niteliği taşıyor. Kitabın arka kapağındaki sunuş yazısının sonunda Aksoy, şunları yazıyor:
“2015 yılı Ermeni Soykırımı iddialarının 100. Yıldönümüdür, bu sebeple bütün dünyada, her cepheden ülkemize haksız suçlamalar yöneltilecektir, hiç şüpheniz olmasın.
“1915 (Genel/Özel) Soruda Ermeni Komşum” kitabı, hem Ermeni yurttaşlarımızla, hem Ermenilerle yan yana Türk milletinin sonsuz barışını hedefleyen bir çalışmadır. Başka bir amacı yoktur. Hiçbir resmi veya gayri-resmi alternatif iddia yanlısı da değildir. Nuri Bilge Ceylan’ın dediği gibi uğruna baş koyduğumuz gariban halkımıza armağan olsun”…

‘Hem nalına hem mıhına vurmak’ deriz ya işte öyle…

Ermeni meselesi öyle bir sorun ki, bu kitabını okurken Yaşar Aksoy’un bile bu mesele karşısında sanki aklı karışmış gibi hissettim. Kitapta birçok başlıkta, iğne oyası gibi ince ince tüm detayları ve gelişimiyle işlenen Ermeni sorunu, “Ermeni Soykırımı yoktur” içerikli bilgi ve yorumlar yanında “Ermeni soykırımı vardır” şeklinde yorumlar da içeriyor.
Kitabın ilk sayfalarında Ermenileri, tarihi ve yapısıyla irdeleyen Aksoy, şunları kaydediyor:
Kafkasya ve Doğu Anadolu’nun taa Nuh Peygamber zamanından(!) beri Ermenilerin tapulu malı olduklarını iddia eden görüşler, bilim ve mantık dışıdır”!...
“Ermeniler tarih boyunca üzerinde yaşadıkları bölgede belirli ailelerin kesin yönetimine dayanan küçük derebeylikler, silik ve zayıf prenslikler dışında hiçbir zaman bağımsız, birleşik ve sürekli bir devlet kuramamışlardır. Belki de devlet kurmayı hiç istememişlerdir. Çünkü devlet kurmak demek, bölgeye hâkim olmak ve bölgeyi korumak anlamına gelecektir. Bu güç ise, Ermenilerde hiçbir zaman olmamıştır”…
“Ermeni prensliklerinin kuruluşu, kendi toplumlarının iç dinamikleri sonucu değil, yabancı büyük devletlerin isteği ve emri üzerine suni biçimde gerçekleşmiştir. Ermeni prensleri veya beyleri, bir aristokrat geleneği olan soylu ailelerden gelmemişler, aksine yabancı devletlerin tayinleri sonucu tarih sahnesine çıkmışlardır…
… Ermenilerin (yani Ermeni yöneticilerin) döneklikleri ve savaşan orduları arkadan vurmakla ün yapmaları, onların sık sık tehcire uğramalarına veya kendilerince göç yollarına düşmelerine yol açmıştır.
… Bu bakımdan dünya üzerindeki Ermeni yayılışının, 1915’de Türklerin onlara uyguladıkları mevzii bir iç sürgüne bağlanması, mantık dışı olduğu kadar ahlak dışıdır da”!
“… Selçukluların adım adım ilerlediği topraklar, üzerinde bir sürü kavmin yanı sıra Ermenilerin de hasbelkader yaşadığı Bizans topraklarıdır…
… Türkler, Ermenileri zalim Bizans’ın vahşi ve Ortodoks egemenliğinden kurtarmışlardır.
Malazgirt Savaşı’nda Alpaslan’ın zaferini, Van, Muş, Diyarbakır ve Urfa’nın Türkler tarafından ele geçirilmesinin büyük bir bayram havası içinde Anadolu Ermenilerince kutlandığını, yine bizzat Ermeni tarihçi Urfalı Mateos yazmaktadır. Ermenileri zulümden kurtaranlar, onları tam 800 yıl adalet ve hürriyet havası içinde yaşatma insanlığını ve büyüklüğünü göstermişlerdir. Bu bakımdan Ermeni vatanını zorla işgal ettiler suçlamasını hak etmemişlerdir”!

“Ermeni Sorununu hangi şeytan başlattı?” sorusunu yanıtlarken Aksoy, “1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve Türklerin savaşı kaybetmesi ‘Ermeni sorunu’nu bir anda alevlendirdi” diyor. Basra Körfezi ve Hindistan yolunun güvenliğini tehlikeye düşürmek istemeyen İngilizlerin, Ermeni davası tahrikçiliğinin ikinci müşterisi olduğunu kaydediyor.

Kitabın devamında Hınçak ve Taşnak oluşumlarına değinen Aksoy, 24 Nisan 1915’i anlatırken, şunları yazmış:
“…Osmanlı Hükümetinin Ermeni ihanetine karşı oldukça geciken ilk tepkisi, 24 Nisan 1915 günü gerçekleşti. Hükümet, o tarihe kadar elini kolunu sallaya sallaya İstanbul’da bile takır takır faaliyet gösteren Ermeni komitelerini kapatıyor ve yöneticilerden 235 kişiyi devlete isyan etme suçundan tutukluyordu.
Ermenilerin, her yıl kendilerinden geçercesine andıkları “Soykırım Yıldönümü” dedikleri 24 Nisan, işte bu 235 kişinin tutuklandığı tarihtir”...

Tehcir kararıyla ilgili ise şu bilgiyi paylaşıyor:
“Osmanlı Hükümeti, Alman Genel Kurmayı’nın önerisi ve baskısıyla 27 Mayıs 1915 tarihinde ‘Tehcir Kanunu’ çıkarır. Bu cezai bir işlem değildir. Güvenlik nedeniyle yalnızca Doğu Anadolu’nun bazı kesimlerindeki Ermeniler toplu biçimde, daha güneydeki topraklara özellikle Suriye’ye gönderilmiştir”…

1915 yılı nüfus zayiatı konusunda da Lozan Konferansı belgelerinde geçen Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar’ın açıklamasına dikkat çeken Yaşar Aksoy, şöyle yazıyor:
“ ‘1915 yılında Doğu Anadolu’da çıkan olaylarda, Müslüman nüfus açığı 1.400.000’dir..’
İlginç değil mi?.. Meşum ve karanlık 1915 yılında Anadolu’da 1.400.000 Türk, arkasından vurularak yok edilmiştir. Ben Türkiye olarak, bu soykırımın propagandasını yapamıyorum... Suçlu veya suçsuz yaşamını yitiren 300.000 Ermeni, 1.5 milyon kişilik soykırım olarak dünyaya takdim ediliyor. Pes”…

1916 yılında James Bryce ile Arnold Toynbee tarafından Londra’da yayımlanan, “Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916” adlı yayının ‘Mavi Kitap’ adıyla bilindiğini kaydeden Aksoy, kitaba dair şu bilgiyi ekliyor:
“Arnold Toynbee 1966’da yayınlanan hatıralarında Mavi Kitap’ta soykırım konusunda yanıldığını belirtmişti. Kitap 2000 yılında Genel Direktörlüğünü Ara Sarafyan’ın yaptığı Gomidas Enstitüsü tarafından yeniden yayımlandı..
.. Mavi Kitap’ın dağıtılması konusunda en büyük destek de Kürt Milliyetçisi Siyasal Hareketi’nin Partisi DTP’den geldi..
‘Mavi Kitap’a Yanıt’ adlı çalışmasıyla da tanınan, sözde Ermeni soykırımı konusunda Türkiye’deki en yetkin kişi olan Prof.Dr. Türkkaya Ataöv’ün bu çalışması, 2006 yılında İleri yayınları tarafından Türkçe olarak da yayımlandı. Prof. Ataöv, bu kitabında, Mavi Kitap adlı çalışmanın propaganda amaçlı ve tamamen uydurma verilerle kaleme alındığını kanıtlıyor”…

Tutarsızlık…

Soykırım iddialarıyla konuya devam eden Aksoy, şunları yazdı:
 “.. kişisel olarak Ermeni Soykırımı tanıyorum. Efendim, soykırımı bir devlet değil, Türk milleti yaptı denirse bu iddianın da alnını karışlıyorum, çünkü aynı olaylarda inanılmaz sayıda Türk milleti mensubu da Ermeni örgütleri tarafından (Ermeni milleti tarafından değil) öldürüldü. Ben, benim çocuklarım, benim torunlarım, torunlarımın torunları bu suçla hiçbir şekilde alakalı değildir! Ermeni Soykırımı’nı inkâr etmiyorum, ret ediyorum; eğer benimle ve TC ile ilintili sunuluyorsa… Üstelik Ermeni Soykırımı, eğer varsa kınıyorum, soykırım olarak tanıyorum”…
Ermeniler ve soykırım iddiaları üzerine gündeme gelen birçok haber ve bilgi, gazeteci/yazar Yaşar Aksoy tarafından tek tek kaleme alınıp değerlendirilmiş. Bu durumda Yaşar Beye sormak elzem: Konulara ve olaylara her yönüyle bu kadar hâkimken, “Ermeni Soykırımı vardır”ı nasıl diyebildiniz? Neden dediniz?

Tapusu bizde kalsın ama gelin beraber kullanalım

Ağrı Dağı temasıyla kitabını sürdüren Yaşar Aksoy, bir de şaka gibi garip bir barış önerisi sunuyor. Şöyle ki:
“Ağrı Dağı’nı ortaklaşa bir barış ve ekonomi bölgesi haline getirelim. Yarı yarıya… Ermenistan’a bakan tarafı Ermeniler için manevi açıdan kazanılmış, Türkiye’ye bakan tarafı Türkler açısından ekonomik olarak kazanılmış birer dağ parçası olsun. Tekrar ediyorum… Yarı yarıya… Toprak işgali ve sınır değiştirilmesi yok. O dağa kondurulacak muazzam bir otel, termal, kayak, eğlence, dinlence tesisinin işletmesi ortak, kazancı yarı yarıya paylaşılacak. Dağın Ermenistan tarafından Ermeniler, bu tesise ellerini kollarını sallaya sallaya sanki kendi topraklarıymış gibi gelecekler, çevresinde piknik yapacaklar, alışveriş yapacaklar, turistik tesis kuracaklar, öte tarafından ise TC vatandaşları… Yol trafik tabelaları Türkçe-Ermenice yazılabilir. Yol boyunca benzin istasyonlarını Ermeniler çalıştırabilir”.

Adamlar bu kadar hırslıyken, olay kimyalarına işlemişken ve bu uğurda namert bir terör estirirlerken koskoca Ağrı Dağı’nı paylaşmayı nasıl önerebildiniz? Kanla çizilmiş sınırlarımızı masa başında kaybetmekle eş değer bir teklif, değil mi bu?

Bu garip önerisine, bir de koruma/kollama teklifini şöyle ekliyor:
“Bu muazzam tesisi ABD, Fransa, Dünya Bankası, IMF, uluslararası finans kuruluşları finanse edecek. Koordinasyon, Ermeni diasporasının aklı başında komitelerine verilebilir. Ermenistan ve Türkiye, bu ekonomik girişimin garantör ülkeleri olurlar. Birleşmiş Milletler (BM) sembolik olarak Barış Gücünü bu dağın korunması için tahsis edebilir. Uluslararası Hukuk, tüm fotoğrafı kayıt altına alır ve değişmez hükümlerle karara bağlar; Türkiye bunu onaylar, Ermenistan bunu onaylar, BM bunu onaylar, ABD onaylar, NATO onaylar, Rusya Federasyonu onaylar. (Bazı Ermenisever aydınlar Fransa’da yaptıkları ortak açıklamada Ağrı Dağı’nın serbest bölge olmasını istemişlerdi; kupkuru, bomboş serbest bölge ne işe yarayacak?.. Bu bölgenin içinin ekonomik olarak doldurulması gerek)”

Her fırsatta Emperyalizmden dem vurup Ağrı Dağı’nın korunmasında emperyalistleri nasıl davet edebildiniz?
Yakın tarihimizden yine bir başka soykırımı hatırlatmak istiyorum size: Birleşmiş Milletler, Srebrenitsa’yı güvenli bölge ilan etmiş olmasına karşın 400 silahlı Hollanda barış gücü askerinin varlığı, oradaki soykırımı ve katliamları önleyememişti. Söz konusu Türk vatandaşını korumak olunca Ağrı’da AB, ABD, Rusya, NATO veya BM güçlerine ne kadar güvenebilirsiniz?
Afganistan’da, Irak’ta bahanelerle Müslümanları katleden, topraklarını işgal eden, kültürlerini yok eden, hukuku da demokrasiyi de kendilerine göre işleten unsurlar, Ağrı’yı ve Türkleri korumasını umduğunuz aynı unsurlar değil mi? İyi ama siz bunları çok iyi tanıyor ve biliyorsunuz, peki o zaman bu öneri neden?

Aynı öneriyi Karabağ için de getiren Aksoy, “Hem Ermeniler hem Azeriler, savaşmadan toprak kazanmış ama aynı zamanda kardeşçe bölüşmüş olurlar” diyor ve ekliyor:
“Azerbaycan Sorunu için gerçek çözüm adreslerinin ABD ve Rusya olduğunun da altını çizelim”...

Ermenistan’ın, Hocalı’da yaptığı soykırım daha çok taze… Toprakları soykırımla gasp edilen Azerbaycan’a bu öneriyi nasıl sunabildiniz?

Yaşar Aksoy, yazısına şöyle devam ediyor:
“Üstelik Putin ile TC’nin, Batı (AB) yanlısı Bulgaristan’ı bypass eden ‘Yeni Güney Mavi Akım’ sebebiyle yakınlaşmaları ve Erdoğan-Putin Ankara buluşmasının Batı’ya karşı bir gövde gösterisi haline geçmesi (Yani Rusya’nın gizli bir partner olarak TC’nin omuzbaşına yerleşmesi) Ermeni sorunumuz için de hayırlı ve geniş ufuklu bir ortama hepimizi yönlendirebilir…
‘Yaşa Putin’ demek zorundayım”…

“Yaşa Putin” dediğiniz Putin, 24 Nisan’da Ermenistan’ın başkenti Erivan’daki anma törenlerine katıldı ve 1915 olaylarını "soykırım" olarak tanımladı. Halen “Yaşa Putin” demek istiyor musunuz? Gerçi siz de soykırımı tanımışsınız ama…

‘Kürtler çekilsin, Ermeniler girsin’ gibi öneri de yok ki birbirlerinden farkları…

Kitabın devamında Ağrı Dağı konusunu, Kürtçü politikalara şöyle bağlıyor:
“Tekrar ediyorum.
Ermeni Soykırımı’nı kabul ediyorum.
Ancak Türkiye’nin veya Türklerin sorumlu olduğunu inkâr değil, ret ediyorum.
(Çünkü inkâr, yapılmış bir şeyi kabul etmemektir!)
Suçlu ben değilim.
Tazminat-mazminat yok.
Ortak ekonomik yatırım var.
Ağrı Dağı sembolik olarak ikiye bölünüyor. Manevi açıdan…
Kazanç ise bölüşülecek.
Tek sorun var…
Ağrı Belediye seçimlerini PKK yanlısı Kürt partisi kazandı.
Yani çözümde PKK faktörü de var, çünkü Ağrı Dağı, PKK’ya göre özerk veya bağımsız Kürdistan haritasının içinde yer alıyor.
Yani Ermeniler ile Türkleri barıştıralım derken, bu birbirine soğuk ve kinli iki halkın arasına ‘silahlı ve kanlı bir başka etnik örgüt’ te yer almak için öne fırlayacaktır. Bayağı zor bir iş…
.. 1915 olaylarında coğrafi alanda katliamı veya soykırımı yapan reel kişilerin, grupların da Kürt aşiretleri ve çeteleri olduğunu hiç unutmadan ve her ortamda tekrarlayarak… (Kürt düşmanlığı yapmadan, reel tarihi açıklamak amacından sapmadan)”...

Dile kolay; 30 yıllık emek bir çırpıda harcanmaz

.. “Ağrı Dağı’nı ortak bir ekonomik fayda alanı haline getirelim derken, bizi naif (çocuksu) veya avanak hatta vatan haini olarak göreceklerin bulunacağına inanıyoruz… Ermenilere toprak verdin diye (hayatımız boyunca vatanımız için karşılıksız çaba harcamış olsak bile) vatan haini olarak ilan edileceğimizi de biliyoruz.
Ama savaş olacağına…
Sürekli kavga olacağına…
Çocuklarımız birbirine yüzyıllarca kin duyacağına…
Ortak ekonomik getiri çevresinde buluşmak daha insancı ve gerçekçi değil midir?
Tanrı da böyle istemez mi?
Ne dersiniz?...
Bu kitabın amacı buydu…
Bunun için yazdık 30 yıldır”…

Çizdiğiniz bu, ‘Kan akmasın, savaş olmasın; ver kurtul’ misali mantık, ‘söz konusu vatansa gerisi teferruattır’ mantığıyla bağdaşmaz ki…

Kitabın ilerleyen bölümlerinde Ağrı Dağı’nın ekonomik paylaşım konusuna geri dönen Yaşar Aksoy, özellikle PKK hassasiyetiyle şu notu düşüyor:
“Türkiyeli-Ermeni aydınların bildirisini iyi niyetle yapılmış önyargısı ile kabul ediyorum. Ancak küçük itirazım Ağrı bölgesi ile ilgili.
1915 olayları olurken bölgede PKK yoktu.
2015 yıllarında ise bölgede PKK var.
Ağrı Belediye başkanı PKK’nın siyasi kolunun önemli bir temsilcisidir.
Bölge ‘serbest’ olursa, oraya gelir PKK oturmaz mı?
Yani Türk-Ermeni denkleminde artık bundan böyle Kürt ulusal hareketi, yani PKK da vardır.
Ağrı bölgesi, iki halkın (Türk-Ermeni) arasında bir barış ve barışma sembolü olacak ise, ‘önüne gelenin çekip götüreceği serbest bir bölge’ değil, tam tersine kuralları Türkiye, Ermenistan, hatta Rusya, BM, NATO ve uluslararası kuruşlarca belirlenmiş, sıkı denetimli, teröre kapalı, toprak ilhakına kapalı, ortak bir ekonomik getiri bölgesi olabilir. Ağrı’da petrol olmadığına göre, bu cümlenin çıkış yolu da barış temalı turizm olur. Bu da benim aydınlar çağrısına katkım olsun. Selamlarımla”…

“Talatpaşa değil de Artin Penik Komitesi olsun”!
Bir de Talatpaşa Komitesi’ne ilginç bir öneri sunuyor Yaşar Bey, şöyle ki:
“İsmi Talat Paşa olan bir sivil hareket, sadece bu ismiyle dahi eli kanlı bir komitacılığı, savaş çılgınlığını, on yılda koca bir imparatorluğu batırmayı, sonra bir Alman denizaltısına binip vatanı sahipsiz bırakmayı, hesap vermeden öte dünyaya bir Ermeni kurşunu ile göç etmeyi çağrıştırmıyor mu?
Baştan beri bu Talat Paşa ismine ısınamamışımdır.
Bu hareketin üyeleri hiç şüphesiz yurtsever insanlardır… Haklı ve inançlı sivil etkinlikler düzenliyorlar… Hele hele TC’nin pısıp kaldığı bir süreçte yalnızca onların sesi çıkıyor..

Ama yine de son Analizde ‘Talat Paşa’ ismi, beni ürpertiyor…

Hiç şüphesiz Talat Paşa, bir vatansever Osmanlı idi. Ama benim karnım bu tür vatanseverlikte doymuyor, üstelik habire kanım akıp durmakta. Ben kanımın akmadığı, üstelik karnımın doyduğu bir vatanseverlik istiyorum.
Talat Paşa, Berlin’de bir Ermeni komitacı tarafından kalleşçe öldürülmüş bir şehittir.
Ama o kadar.
Şehit olması suçlarını bağışlatmaz!
Üstelik 21. Yüzyılda Emperyalizmin pençesindeki Türkiye’yi başındaki bin bir dertlerden yalnızca biri olan Ermeni Sorunu’ndan kurtarmak için başlatılacak bir sivil insani ve hukuki mücadele için Talat Paşa ismini seçtiğinizde, bence bu yanlış bir karardır.
Peki, hangi isim seçilmeliydi?
Türk-Ermeni kardeşliğine geçtiğimiz yüzyıllarda en büyük hizmetleri gerçekleştirmiş, bu uğurda kendini feda etmiş bir Ermeni’nin ismi böyle bir harekete daha çok yakışırdı.
Örneğin Artin Penik ismi daha çok yakışırdı...
.. Benden söylemesi…
Yine de Talat Paşa Komitesi’ne başarılar dilerim.
4T muazzam bir Emperyalist Proje’dir…
Gövdesi kurşunlarla delik deşik olmuş ve mezarında yatan bir Talat Paşa, bu oyunu bozamaz.
Başka şeyler lazım”…

Pek tabii bu görüşlerinin üzerine Aksoy, Doğu Perinçek’in, 27 Ocak 2012 tarihli Aydınlık’taki köşesinde yazdığı, ‘Neden Talat Paşa?’ isimli makalesine de yer vermeyi ihmal etmemiş…

Türkan Başyiğit hoca, haklı ve doğrudur

DEÜ Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü öğretim üyesi Yard.Doç.Dr. Türkan Başyiğit’in öğrencilerinden talep ettiği; “Ermeni Sorunu-Ortaya Çıkışı-Sözde Soykırım İddialarına karşı Türkiye’nin soykırım yapmadığını belgelerle açıkladığınız ödevlerinizi 18.12.2014 tarihinde vize sınavında teslim ediniz” notunun sosyal medyada tartışma konusu haline gelmesini de kitabına alan Aksoy, Ermeni Sorunu’ndaki yaklaşımıyla Başyiğit hoca olayını da çelişkilerle ifade etmiş. Bir de üzerine Cumhuriyet Gazetesi’nde Aydın Engin’in yazdığı, ‘Durup dururken Hrant’a mektup’ başlıklı makalesine de yer vererek konuyu iyice pekiştirmiş ve Engin’e hak vermiş!
 Aydın Engin, bu makalesinde; “Çanakkale Zaferi’ne omuz silkip dudak büzmek en hafifinden densizliktir. Tıpkı 2015’in aynı zamanda ‘Ermeni Soykırımı’nın 100. Yıldönümü olduğunu görmezden gelmenin, mümkünse yok sayıp, değilse geçiştirmenin de en hafif deyimiyle densizlik olacağı gibi. Sanki ikisi birden anılamaz, biri kutlanırken ötekiyle yüzleşmek mümkün değilmiş gibi bir hazırlık var” diyor.
Yazısının sonuna doğru ise “Sahici bir yüzleşme, yakın tarihimizle gerçek bir hesaplaşma yerine milliyetçi, hatta ırkçı önyargılar havada uçuşacak, birbirini anlamak yerine karşısındaki, kendisinden farklı düşüneni her anlamda ‘bitirmek’ isteyenler ön plana çıkacak” diyor ve konuyu isim vermeden Türkan Başyiğit hocamıza, şöyle getiriyor:
“Hatta 2015 gelmeden başladı bile. Haberin oldu mu bilmiyorum, İzmir’de 9 Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bir yardımcı doçent, öğrencilerine ödev verdi; ‘Ermeni sorunu, ortaya çıkışı ve sözde soykırım iddialarına karşı, Türkiye’nin soykırım yapmadığını belgelerle açıklayın’ diye buyurdu”…

Maxime Gauin’e katılıyorum!
Sevgili Yaşar Bey, bu makalenin sonunda, “Aydın Engin haksız mı?... Bize göre haklı” diyor ve hemen arkasından yine Cumhuriyet Gazetesi’nden Türkiye Tarih Uzmanı Maxime Gauin’in, 22.12.2014 tarihinde yayınlanan ‘Türk-Ermeni Uzlaşması Neden Bu Kadar Zor?’ başlığındaki makalesine de hak vererek yer veriyor.
Gauin, bu yazısına “Türk-Ermeni uzlaşmasındaki başarısızlığın esas nedeni birkaç kelimeyle kolayca özetlenebilir. Ermenistan’ı yönetenlerin ve kendilerini diasporanın önderleri ilan edenlerin baskın ideolojisi” diyerek başlıyor… Yazı, “Durum bu şekilde devam ettiği sürece, Türk-Ermeni diyalogu kurma teşebbüsleri en iyi ihtimalle bile bir zaman kaybı olmaktan öteye gidemeyecektir” şeklinde son buluyor.
Yaşar Aksoy, Gauin’in ilgili bu yazısına karşılık bu sefer de, “Dostumuz Baskın Oran, 26.12.2014 tarihinde Radikal’de yayınlanan ‘Türk’ten fazla Türkçü olmak’ başlıklı yazısı ile 21.12.2014 tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan Maxime Gauin imzalı yazıya itiraz etti ve eleştiri getirdi…
Kendisini tanıdığımız kadarıyla hiçbir antidemokratik dayatmaya eyvallah demeyen özgür bir fikir adamı olması sebebiyle, Maxime Gauin’e yanıtı da buraya aktarmak boynumuzun borcu” diyerek bu yazıya yer veriyor.

İşte kitap bu gelgitlerle sürüp bitti

439 yazılı sayfadan oluşan ‘Ermeni Komşum’ adlı kitabının da ardına özel bir foto arşivi ekleyen Yaşar Aksoy’un bu çalışmasında açıkçası benim bile kafam karıştı. Konuya vakıf olmayanlarda bırakacağı etki n’olur, hiç bilemiyorum. Sanki ‘ne yardan, ne serden’ doğrultusuyla hedef kitle geniş tutulmuş da, kim memnun kalır sonuçta, ben bilemedim… Ne diyeyim; hayırlı işler…

Sevgili Yaşar Bey, bu yorum için kızmayın bana lütfen… Sonuçta siz, benim görüşlerimi iyi biliyorsunuz. Sizi çok sevip değer verdiğimi de…


Geçen hafta fuardan arayıp Talatpaşa Komitesi İzmir İl Temsilcisi Sayın Kevser Külahçıoğlu ve arkadaşı Fatoş Küçükkavradım ile tanışmama aracı olduğunuz için çok teşekkür ediyorum. Sayenizde değerli dostlar edinmiş oldum. Aynı şekilde fuar ziyaretimizde tanışmamız gerekliliğine vurgu yaptığınız değerli hocamız Türkan Başyiğit ile de en kısa zamanda karşılıklı tanışmak nasip olur, diyorum. Sağlıcakla kalın…