Hrant Dink etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hrant Dink etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2016 Cumartesi

1915 Olaylarina Dair Türk Ermeni Uyuşmazlığının Tarihi Arka Planı




1915 Olaylarina Dair Türk Ermeni Uyuşmazlığının Tarihi Arka Planı




I. UYUŞMAZLIĞIN TARİHİ ARKA PLANI, 

Türkler ve Ermeniler arasında yüzyıllara dayanan birlikte yaşama deneyimine rağmen, Birinci Dünya Savaşı koşullarında yaşananlar iki halkın birbirinden uzaklaşmasına yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı daha önce benzeri yaşanmamış bir felakettir. En az 16 milyon insan hayatını kaybetmiş, 20 milyon kişi yaralanmıştır. 

Osmanlı, Avusturya - Macaristan ve Rus İmparatorlukları çökmüş; sınırlar önemli ölçüde değişmiş, kitlesel insan göçleri yaşanmıştır. 

Esasen, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreci Birinci Dünya Savaşından önce başlamıştır. 

Batıdan esen Milliyetçilik Rüzğârları İmparatorluğun özellikle Balkanlardaki büyük toprak kayıplarını beraberinde getirmiş, Osmanlı devlet yapısının daha da zayıflamasına yol açmıştır. 
1864’ten 1922’ye kadar en az 4,5 milyon Osmanlı tebaası Müslüman hayatlarını kaybetmiştir. 
Ayrıca, İmparatorluğun dağılma döneminde, yaklaşık 5 milyon Osmanlı vatandaşı Balkanlar ve Kafkaslardaki Anayurtlarından sürülmüşler, İstanbul’a ve Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmışlardır

Bu süreçte, İmparatorluğu oluşturan tüm topluluklar acılar yaşamışlardır. Ermenilerin de bu çalkantılı dönemde büyük acılar yaşadıkları, İmparatorluğun ortak kaderini paylaştıkları hakikattir. 

Etkili bazı Ermeni örgütlerin, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, Çarlık Rusya’sının Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflatmaya ve parçalamaya yönelik siyasasına verdikleri destek Osmanlı için ciddi bir güvenlik tehdidi olarak değerlendirilmiştir. Sözkonusu grupların ayrılıkçı faaliyet ve isyanları, çoğunluğu Osmanlı Müslümanlarından oluşan bölgelerdeki silahlı saldırıları, bu tehdidin giderek artmasına yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni radikaller, etnik açıdan homojen bir Ermenistan kurulması için işgalci Rus ordusunun saflarına 
katılmaktan geri kalmamıştır. 


“Taşnak programı İmparatorluğun çatısı altında özgürlük ve özerkliği amaçlarken, Hınçak programı tam ayrılık ve bağımsızlığı hedeflemekteydi. Sonuç olarak, bu gruplar amaçlarına ulaşmak için farklı taktikler kullandılar. Örneğin, Hınçaklar Ermeni Sorunu’nu hızlı bir şekilde Avrupa’nın dikkatine getirebilmek için kitlesel gösteriler organize ettiler. En dikkate değer eylemleri; 27 Temmuz 1890 Kumkapı Gösterileri, Anadolu’da 1893 Yafta Vakası ve göçebe Kürt aşiretlerine ve Hükümetin vergi tahsildarlarına karşı Ağustos 1894’te başlatılan 
Sason Ayaklanmasıdır.” (Bedross Der Matossian, Shattered Dreams of Revolution: From Liberty to Violence in the Late Ottoman Empire, 2014 sf.13.) 

Bunun üzerine, Osmanlı Hükümeti, savaş bölgesinde ya da yakınındaki stratejik bölgelerde ikamet eden Ermeni nüfusun, işgalci Rus ordusunun ikmal ve ulaşım hatlarından uzaklaştırılarak, İmparatorluğun güney vilayetlerine yerleştirilmesine karar vermiştir. Savaş hattından uzakta yaşayan, ancak düşmanla işbirliği yaptığı bilgisi alınan veya şüphelenilen bazı Ermeniler de bu uygulamaya tabi olmuşlardır. 

“……Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin katliamının Nazi Almanyası’ndaki 
Yahudilerin başına gelenlerle aynı olduğunun öne sürülmesi yanıltıcıdır... Ermenilerin başına gelen, Ermenilerin Türklere karşı savaştan da önce başlayan ve daha geniş ölçekte devam eden kitlesel silahlı isyanının bir sonucudur...” Bernard Lewis, Notes on a Century: Reflections of a Middle East Historian, 2012 

Osmanlı Hükümeti yerleri değiştirilen Ermenilerin korunması ve beslenmeleri yönünde planlamalar yapmışsa da, günün koşullarında büyük acılar yaşanmasına mani olamamıştır. İç çatışmalar nedeniyle daha da zorlaşmış savaş koşulları, intikam peşindeki yerel gruplar, eşkiyalık, açlık, salgın hastalıklar ve dağılmakta olan İmparatorluktaki genel hukuksuzluk durumu, tüm ihtimaliyet hesaplamalarının ötesinde büyük bir trajedi yaşanmasına yol açmıştır. 

Arşiv belgeleri, emirlere karşı gelerek Ermeni konvoylarına karşı suç işleyen bazı Osmanlı devlet görevlilerinin bulunduğunu ve bunların Ermeni kayıplarından sorumlu tutularak 1916 yılında idam dahil çeşitli cezalara tabi tutulduklarını ortaya koymaktadır. 

Birinci Dünya Savaşı sonunda fiilen yok olan Osmanlı İmparatorluğunun yerine, 
İmparatorluğu oluşturan unsurların verdikleri “Kurtuluş Savaşı” sonunda Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu yaşam mücadelesinde Türkiye Cumhuriyeti ’ni kuran milli hareket, işgalci devletlerle olduğu gibi Ermeni isyancılarla da, özellikle 1918-1920 döneminde savaşmak zorunda kalmıştır. Savaştan zaferle çıkan Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te Osmanlı İmparatorluğu’nun ardılı olarak “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesiyle dünya sahnesinde yerini alırken, kaybettiği milyonlarca evladının ve yüzbinlerce kilometrekarelik toprağın acısını kalbine gömerek, barış, huzur ve dostluk temelli bir geleceğe odaklanmıştır. 

II. 1915 OLAYLARININ DÜNYA GÜNDEMİNE GİRİŞİ 

1915 olaylarından neredeyse yarım asır sonra, geçmişin acılarından türetilen yeni bir tarih yazımı hareketi başlamıştır. Yaşanılanları sadece Ermenilerin gözünden anlatmaya ve dünya kamuoyunda popülerleştirilmeye yönelik bu hareketin iki kutuplu dünya düzeni hüküm sürerken ortaya çıkması anlamlıdır. 1960’lı yıllarda Sovyetler Birliği içinde yaşayan Ermeni grupların ön ayak olmasıyla 1915 olayları organize bir propaganda kampanyasıyla dünya 
gündemine yerleştirilmeye başlanmıştır. Soğuk Savaş koşullarında Batı dünyası yanında yer alan ve Batının güvenliği bakımından hayati rol oynamış olan Türkiye’ye yönelik bu kampanya önemli bir sınama ve mücadele alanı olmuştur. 

III. RADİKAL ERMENİ GRUPLAR VE TERÖR 

Sovyetler Birliği içinde başlayan bu kampanya bir süre sonra tüm dünyadaki Ermeni gruplara yayılmış, radikalizmi körüklemiş, Türkiye ve Türk kimliğine karşı şiddet eylemlerine neden olmuştur. Türkler için hatırlamanın acı verici olduğu menfur terör saldırıları gerçekleşmiş, dünya kamuoyunun dikkatinin Ermeni tezlerine çekilmesi için 1973’ten itibaren 37 Türk diplomat ve aile mensupları Ermeni teröristlerce, 1915 olayları gerekçe gösterilerek gaddarca 
katledilmişlerdir. 

IV. 1915 OLAYLARINA İLİŞKİN “ERMENİ ANLATISININ” İNŞA SÜRECİ 

Terörle meseleyi popülerleştiren ve dünya gündemine yerleştiren terör grupları amaçlarına ulaştıktan sonra, Ermeni radikalizmi bir sonraki safhaya geçmiştir. Zira artık dünyanın merak ettiği ve çok az şey bildiği bir “Ermeni meselesi” vardır. Sıra, zaman zaman sahte belgelerin/fotoğrafların bile kullanıldığı, her şeyden önce sadece Ermenilerin hissiyatına odaklı bir “anlatı/söylem” inşası dönemine gelmiştir. Bu anlatıyı desteklemek için güvenilir olmayan metotlara başvurulması, abartılı veya gerçekdışı hatıratlar kullanılması yoluna da gidilmiştir. 


“ İnkar ” Kelimesinin Yersiz ve Hukuksuz Şekilde Kullanılması, 

Ermeni anlatısı, 1915 olaylarını, tarihsel arka planını ve somut olguları bir yana bırakarak, hukuki boyutu ise tamamen gözardı ederek, -a priori- “soykırım” olarak tanımlamaktadır. Soykırım eksenli bu anlatı, bu “sihirli” sözcük Ermeni tezlerine hem görünürlük kazandırmakta, hem de meseleyi adeta kutsayarak dokunulmazlık/sorgulanmazlık sağlamaktadır. 

Üstelik böylece, ağır bir mağduriyet hissiyatı yaratılarak insani duygular rahatlıkla istismar edilmekte, Ermeni anlatısına sahip çıkmak siyaseten tek doğru (politically correct) yaklaşım olarak dayatılmakta, aksine bir tutum ise “inkârcılıkla” yaftalanmakta ve suç haline getirtilerek bastırılmaya çalışılmaktadır. Oysa, doğası gereği bir iddia “inkar” edilemez, ancak 
sorgulanabilir. “İnkar” kelimesi, karşıt söylemi dolayısıyla tartışmayı engellemek için kasten kullanılmaktadır. 

Bu taktikle Ermeni diasporası, vatandaşı olduğu Batılı ülkelerdeki geniş olanakların da yardımıyla, Ermeni söylemini odak alan sayısız yayın bastırmış, dünya kamuoyuna 1915 olaylarını tek yanlı bir bakış açısından okutmuştur. Bu yayınların birçoğu aslında tartışmaya açık birkaç ana kaynağın farklı sürümleri dir. 

Bu noktada Ermeniler için, “ Soykırım Tezinin ”, dünyanın dört bir yanındaki Ermenileri bütünleştiren bir “üst kimlik” unsuru olduğu da unutulmamalıdır. Ne var ki bu “negatif bir kimliktir” ve Ermeniler için olumlu etki yaratmadığı, Ermenistan’ı ise dünyadan izole bir konuma ittiği ortadadır. 

“1915’de ve müteakip yıllarda cereyan eden olaylardan mağdur olanların torunlarının birçoğu -özellikle Ermeni diasporasına mensup olanlar- kimliklerini, toplumlarının soykırım mağduru olduğu algısı etrafında inşa etmektedir.” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Perinçek v. İsviçre Davası Büyük Daire Kararı, 15.10.2015, para.156. 


Üçüncü ülkelerin bazıları içinse “ Soykırım Tezleri ”, Konjonktüre bağlı olarak zaman zaman Türkiye’ye karşı değerlendirilmek istenilen bir dış politika aracıdır. 


Osmanlı Ermenilerinin Acılarını İnkar Etmek Mümkün Değildir. 

Tüm bu tespitlerimiz soykırım tezinin temelsizliğine dikkat çekmek içindir. 
Ermenilerin büyük acılar yaşadıklarını ve birçoğunun hayatını kaybettiğini kimse inkâr edemez. Aynı dönemde hayatlarını kaybeden ve Batılı tarihçiler tarafından çoğunlukla görmezden gelinen milyonlarca Müslüman Osmanlı’nın olması, Ermenilerin kayıplarının göz ardı edilmesini veya küçümsenmesini gerektirmez. “Ateş düştüğü yeri yakar.” 

Ne var ki, tarihi olguları, savaş koşullarını ve hukuku göz ardı ederek, 1915’te yaşananları tanımlamak için tek seçenek olarak soykırım üzerinde ısrarcı olmak, hayatını kaybedenlerin hatıralarını onurlandırmanın tek yolu olmadığı gibi, bu anomali, Türklerle Ermenilerin yeniden bir araya gelerek, uzlaşmalarını da engellemektedir. 


“… I. Dünya Savaşı’ndaki ölümleri soykırım olarak nitelendiren Ermeni iddialarının dayanakları Jöntürk rejiminin kasıtlı olarak katliam yaptığı suçlamasını kanıtlamakta yetersiz kalmaktadır…” (Guenter Lewy, Revisiting the Armenian Genocide, Middle East Quarterly, Fall 2005, sf. 3-12) 

1915 Olaylarının Ne Şekilde Tanımlanacağına Dair Siyasi, Bilimsel veya Hukuki 
Oydaşmadan Bahsedilemez. Mesele, Meşru Bir Tartışma Konusudur. 


“[Doğu Perinçek dava konusu sözleriyle], Mahkeme’nin kamu menfaatini ilgilendiren bir mesele olarak gördüğü (…) ve “yalnızca Türkiye’de değil, uluslararası alanda da hararetli bir tartışma” olarak tanımladığı, eskiden beri var olan bir ihtilafa iştirak etmiştir.” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Perinçek v. İsviçre Davası Büyük Daire Kararı, 15.10.2015, para. 231. 

Acılı bir geçmişe sahip Ermenilerle dayanışma halinde olunduğunu göstermek için Ermeni görüşlerini tartışılmaz biçimde kabul etmek, diğer halklar tarafından yaşanan büyük acı ve kederi göz ardı etmekte, Türkleri haksız şekilde şeytanlaştırmaktadır. 

Parlamentoların Tanıma Kararları, Sadece Gündelik Siyasi İradeyi Yansıtmakta, 
Hukuki Bağlayıcılık Taşımamaktadır. 

Batı ülkelerinde yaşayan Ermeni toplulukları 1915 olaylarının uluslararası toplumca soykırım olarak tanınmasına odaklanmış, Ermeni kimliği yaratmayı hedeflemiş ve çok iyi örgütlenmiş milliyetçi dernekler tarafından temsil edilmektedir. Böylece, Ermeni anlatısının, genel kabul gördüğü, hatta üzerinde oydaşma bulunduğu gibi bir kamuoyu algısı yaratılmıştır. Aktif halkla 
ilişkiler kampanyaları bu algının yaygın şekilde duyulmasına yol açmıştır. Oysa, konu üzerinde bir “siyasi oydaşma” yoktur. Yaklaşık 200 ülke arasından 25 ülke parlamentosunun Ermeni tarih anlatısını destekleyen, çoğunluğu bağlayıcı olmayan kararları uluslararası konjonktürel şartlara bağlı olarak almış olmaları herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Bu kararların bir kısmının oldubittilerle alındığı, oylamalarda Ermeni anlatısı aleyhine oy vermiş parlamenterler de bulunduğu; karmaşık bir tarihi meselenin bütününü görmeden, kanaatler, 
çoğu kez de önyargılar veya dini gerekçelerle meseleye yaklaşıldığı ortadadır. 

Örneğin, 1915 olaylarının soykırım olarak tanınmasını öneren bir karar tasarısını 2008 yılında 37’ye karşı 245 oyla reddeden İsveç Parlamentosu, iki sene sonra 2010 yılında benzer içerikte bir karar tasarısını 150’ye karşı 151 oyla kabul etmiştir. Acaba aradan geçen bu iki senelik sürede ortaya çıkartılıp da İsveç Parlamentosu’nu tutum değişikliğine sevk edecek derecede yeni tarihsel bulgular nelerdir? İsveç örneği, bu tür kararların değişkenliğini ve tutarsızlığını açıkça göstermektedir. 

“Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise, hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez. Benim tek isteğim canım Türkiyeli arkadaşlarımla ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarma dan özgürce konuşabilmek…” Hrant Dink, 1 Kasım 2004 


1915 Olaylarına İlişkin “ Akademik Oydaşma ”dan Bahsetmek de Sözkonusu Değildir. 

Ermeni tezlerini savunan akademisyenler kadar, soykırım tezini desteklemeyen yabancı tarihçiler de mevcuttur. Bunlar Ermenilerin acılarını kabul etmekte ama yaşananları bütün cül bir anlayışla değerlendirerek, 1915 olaylarının soykırım olarak tanımlanamayacağını öne sürmektedirler. 

“….tarihsel araştırmanın, doğası gereği, ihtilaflı ve tartışmalı olması, kesin sonuçlara ulaşmaya, objektif ve mutlak gerçekleri ifade etmeye pek imkan vermemesi nedeniyle, işbu dava da kine benzer olaylar hakkında, özellikle akademik düzeyde, bir “ genel oydaşma ” olabilmesi şüphelidir.” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Perinçek vs. İsviçre Davası Daire Kararı, 17.12.2013, para.117. 

V. 1915 OLAYLARININ HUKUKİ BOYUTU 

Belki de her şeyden çok konunun hukuki boyutuna ilişkin bilgisizlik üzerinde durulmalıdır. 
Soykırım uluslararası hukukta açıkça tanımlanmış spesifik bir suçtur. İlk defa 1948 tarihli BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ’nde tanımlanmış olup, yürürlük tarihinden önce gerçekleşmiş olaylar Sözleşme’nin uygulama alanı dışındadır. 

“Uluslararası Adalet Divanı, Sözleşme’nin geçmişe dönük olmadığı kanaatinde dir… Sözleşme’nin esasa ilişkin hükümleri devlete, Sözleşme’ye taraf olmasından önce gerçekleşmiş olaylarla ilgili yükümlülükler getirmemektedir.” Uluslararası Adalet Divanı, Hırvatistan v. Sırbistan, 3.2.2015, para.99-100. 

Kaldı ki, bir olayın soykırım olarak nitelendirilebilmesi için, 1948 tarihli Soykırım 
Sözleşmesi’nde aranan şartların var olduğunun kesin kanıtlarla ortaya konulması gerekmektedir. Peşin hükümler ve kanaatler üzerinden 1915 olaylarını soykırım olarak tanımlamak hukuku yok saymaktır. Bu anlaşılır ve kabul edilebilir değildir. 

“….soykırım suçunun oluşması için, yalnızca hedef alınan grubun üyelerinin bu gruba üye olmaları nedeniyle hedef alınmaları değil, aynı zamanda işlenen fiillerin, kısmen veya bütünüyle, grup olarak yok etmek amacıyla gerçekleştirilmiş olması gerekmektedir. Dolayısıyla, dar bir şekilde tanımlanan ayrıca kanıtlanması zor olan hukuki bir kavram söz konusudur. Mahkeme, Perinçek’in mahkûmiyetini meşru kılmak için, İsviçre mahkemelerinin atıfta bulunduğu (1915 olaylarının soykırım olduğu yönünde) “ Genel Oyla manın ” sözkonusu çok özel hukuki hususları kapsadığına ikna olmamıştır. Avrupa 
İnsan Hakları Mahkemesi, Perinçek vs. İsviçre Davası Daire Kararı, 17.12.2013, 
para.116. 

1915 olaylarını soykırım olarak nitelendiren herhangi bir uluslararası ceza mahkemesi kararı bulunmamaktadır. 

Bir olayın soykırım olup olmadığına ancak yetkili bir uluslararası mahkeme karar verebilir. Ayrıca, bir olayın soykırım olarak tanımlanması çok ciddi bir iddiadır ve özellikle kasıt unsurunu da açıkça ortaya koyarak, iddia sahibince yetkili bir mahkeme önünde ispatlanması gerekir. Holokost, Ruanda , Srebrenitsa soykırımlarında olduğu gibi, sadece uzman bir mahkemenin titizlikle çalışması ile bu suçun tespit edilmesi mümkündür. Bu itibarla, 1915 olayları için soykırım tanımını kullanmak hukuka aykırıdır. 

 1915 olaylarının Holokost ile bir tutulması da mümkün değildir. İkisi arasında hem hukuksal hem tarihsel olarak, ayrıca, günümüze dek uzanan yansımaları açısından ciddi farklar vardır. 

“ İşbu dava, Holokost suçlarının inkarı davalarından açıkça farklıdır (…) [Holokost davalarında] inkar edilen, Nazi rejimi tarafından işlenmiş ve (…) sarih bir hukuki temele dayanılarak mahkumiyetlerle sonuçlanmış suçlardır (…) [Holokost davalarında] sorgulanan tarihsel olguların açıkça ispat edildiği, uluslararası bir mahkeme tarafından saptanmıştır (…) Mahkeme, Holokost’un inkârının bugün antisemitizmin asıl itici gücü olduğu görüşünü paylaşmaktadır. Halen güncelliğini sürdüren ve uluslararası toplumun karşısında kararlılık ve ihtiyat göstermesi gereken bir fenomenin sözkonusu olduğu kanaatindedir. 1915’te ve izleyen yıllarda yaşanan trajik olayların hukuken “ soykırım ” 
olarak nitelenmesini reddetmenin aynı etkilere sahip olduğu söylenemez.” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Perinçek vs. İsviçre Davası Daire Kararı, 17.12.2013, para.117 ve 119. 

VI. TARİHİ DOSTLUK VE İŞBİRLİĞİNİ YENİDEN İNŞA ETMEK. 

Türkler ve Ermeniler ortak geçmişlerindeki zorlu dönemleri unutmaksızın tarihi dostluklarını yeniden inşa etmek için çalışmalıdırlar. Bir asır önce yaşanmış bir konunun iki komşu ve yakın halkın bugününü ve geleceğini bu ölçüde esir alması normal değildir. Ermeni terör örgütlerinin Türk diplomatlarına yönelik suikastları ve sonrasındaki soykırım propagandasına kadar Ermeni ve Türklerin tüm dünyada sosyal düzeyde birbirlerine çok yakın olduklarını bugün pek çok 
insan hatırlamamaktadır. 

Yeniden bu yakınlığın sağlanabilmesi için diyalog sürecini başlatmak, farklı görüşlere saygı göstermek ve empati kurmaya çalışmak gerekir. Böylece Türk ve Ermeni tarih anlatılarının “ Adil bir Hafıza ” etrafında birbirine yakınlaşmasının yolu da açılabilir. 

Bunun gerçekleşebileceği inancıyla, Türkiye, kendi arşivleri ile Ermenistan ve üçüncü ülkelerdeki arşivlerde 1915 olayları konusunda araştırma yapılması için Türk, Ermeni ve diğer ülkelerin uzmanlarından oluşacak bir ortak tarih komisyonunun kurulmasını önermiştir. Sözkonusu komisyonun bulguları, bahsekonu trajik dönemin her iki tarafta daha iyi ve adil şekilde anlaşılabilmesini sağlayabilecek, Türkler ile Ermeniler arasındaki normalleşmeye katkıda bulunabilecektir. 

Geleceğe odaklanan bir anlayışla, önyargıları kıran, çatışma kültürüne ait ezberleri yıkan, zamanın ruhuna uygun yapıcı bir söylem oluşturulması da ayrı bir gerekliliktir. 

Bu anlayışla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 23 Nisan 2014 tarihinde Başbakanken yayınladığı taziye mesajı önemli bir dönüm noktasıdır. 1915 olaylarında hayatını kaybedenlere saygıyı merkez alan, tarihi hakikatleri adil bir hafıza temelinde araştırırken, geleceğe odaklanmayı öngören mesaj, incitici söylemlerden uzak durulmasının ve farklı görüşlere empatiyle yaklaşılmasının önemini vurgulamaktadır.
 Aynı biçimde, Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun, 20 Ocak 2015 günü Hrant Dink’in ölüm yıldönümü dolayısıyla ve 24 Nisan 2015 günü, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış döneminde hayatını kaybeden Ermeniler için yaptığı açıklamalarda da Türkiye’nin bu söyleminin içselleştirildiği görülmektedir. 

“ Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının,  geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.” 
Recep Tayyip Erdoğan, 23 Nisan 2014 


Türkiye, bu samimi söylemi sürdürme ve içini doldurma yolunda yeni adımlar atmaya devam etmektedir. Bu çerçevede, Osmanlı Ermenilerinin hatırasına ve Ermeni kültürel mirasına sahip çıkılması öncelikli bir hedeftir. 24 Nisan 2015 günü İstanbul Ermeni Patrikhanesince 1915’teki kayıpları anmak için düzenlenen dini törene ilk kez Türkiye Cumhuriyetini temsilen Bakan düzeyinde katılım sağlanmıştır. 

“Ermeni toplumunun geçmişte yaşadığı üzüntü verici hadiseleri bildiğimizi ve acınızı samimiyetle paylaştığımı bir kez daha ifade ediyorum. Osmanlı Ermenilerinin dünyanın her yerindeki torunlarına gönül kapımızın sonuna kadar açık olduğunu da bilmenizi istiyorum.” 

Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nde yapılan dini törene 
gönderilen mesajdan, 24 Nisan 2015) 

Dostluk ve normalleşme yönündeki bu adımların Ermenistan tarafında henüz karşılık bulmaması cesaret kırıcıdır. 

Son tahlilde, uzlaşma yollarını açmak, samimi ve insani bir duruşla geleceğe odaklanmak, genç kuşakların kalplerine ve zihinlerine yerleştirilmeye çalışılan nefret ve intikam hisleri yerine, karşılıklı anlayış ve duygudaşlık kavramlarını öne çıkarmak bu çağa yakışan yegâne tutumdur. 

“İki kadim halkın birbirini anlama ve Birlikte geleceğe bakma olgunluğuna ulaşmaları mümkündür. Aynı coğrafyayı ve uzun bir tarihi paylaşan Türkler ve Ermeniler, tüm meselelerini yalnızca kendi aralarında konuşabilirler; çözüm yollarını da yine yalnızca birlikte arayabilirler.” (Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Hrant Dink’in ölüm yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamadan, 20 Ocak 2015) 

“Geride bıraktığımız yıllar, çatışan hafızaların birbirine dayatılmasının sonuç 
getirmeyeceğini göstermiştir. Hakikate ulaşmak için adil hafıza, duygudaşlık, saygılı bir dil, makul ve nesnel bakış yeterlidir. Yüz yıl önce, sevinç ve hüzünde aynı kaderi paylaşmış iki halkın torunları olarak bize düşen ortak sorumluluk, yüzyılın yaralarını sarıp, insani bağlarımızı yeniden tesis etmektir.” 
(Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış döneminde hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerine ilişkin açıklamadan, 24 Nisan 2015) 

 http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/2016/1915-olaylarina-dair-turk_ermeni-uyusmazliginin-tarihi-arka-plani-_turkce.pdf

***

11 Şubat 2016 Perşembe

28-29 Kânunisânî’yi Unutmayanlar, 28-29 Ocak 1983’ü de anmalılar !


   28-29 Kânunisânî’yi Unutmayanlar, 28-29 Ocak 1983’ü de anmalılar !






ASALA






12 eylül 1980 askeri faşist darbesi yapılmadan epeyi önce mahpusanedeydim. Hapisliğim öncesi ve esnasında içinde bilfiil aktif bir militan olarak bulunduğum, ideolojik, politik düşünce ve duruşunu savunduğum örgüt, tüm dünyada olduğu gibi benim doğup-büyüdüğüm topraklarda da 1968’de esen sol rüzgârın getirisi 1971’lerin THKP-C hareketini “kitlelerden kopuk bir silahlı mücadele” anlayışının mirasçılığıyla eleştirerek, 1976’da o gelenekten yolunu ayıran devrimci bir yapılanmaydı.
Dünyaya gözlerimi açtığım günden itibaren Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı olan Alevi Kızılbaş köyüm Kırkısrak’ın en saygın insanı olarak kabul gören dedem “Yusuf onbaşı”, yerlilerin deyimiyle “Doç Drej” ve akranı diğer ihtiyarlardan duyarak büyüdüğüm hemen tüm anlatılar, 1915 sonrasında mucizeyle hayatta kalarak “Boğos’un mağarası” olarak adlandırılan mağaraya sığınmış olan bir avuç mazlum Ermeni insanı bağırlarına basarak sahip çıkmasıyla ilgili insanî duruş ve davranışın birebir varislerinden biri olsam da, 1980 yılının 1 mayıs günü Kayseri’de faşistlerin otomatik silahlarla delik deşik ederek katlettiği Sivas Gemerekli Ermeni devrimci Hayrabet Hançer’le, ondan sadece 12 gün sonra Karakoçan’da pusuya düşürülerek öldürülen TKP/ML-TİKKO’nun Diyarbakırlı efsanevî komutanı, asıl isminin çok yıllar sonra Armenak Bakırcıyan olduğunu öğreneceğim Orhan Bakır’ın ve ne de Hollanda’da kahpece vurulan Silopili Nubar Yalımyan’la, İstanbul’da işkence edildikten sonra delik deşik edilerek katledilen Kayserili hemşehrim Manuel Demir gibi değerli kayıplardan hiçbirini devrimci duyarlılıkla yüreğimin derinliklerinde hissederek, arkalarından göz yaşı dökmüş olduğumu hatırlamıyorum.
24 eylül 1981 günü Paris’teki T.C. Konsolosluğu’nu silahlı bir eylemle ele geçiren ASALA üyesi dört Ermeni devrimcinin “12 eylül faşizminin zindanlarında işkence gören politik tutuklulardan, 5 Ermeni, 5 Türk ve 5 de Kürt insanın serbest bırakılması” isteminin basına yansıması sonucu değişik hapishanelerde devletin insanlık dışı işkencelerine aralıksız ve sistematik olarak maruz kalındığı halde, ne Paris eylemini gerçekleştiren Ermeni gençlerin isteklerini, ne onların acılı tarihten omuzlayarak bugünlere taşıdığı Ermeni sorununu, ne de uğratıldıkları vahşi soykırım ve feci sonuçlarıyla, insanlığa karşı işlenmiş bir suça karşı o halkın tek başına vermiş olduğu mücadele ile adalet arayışındaki davalarının bir kez bile önemsenip, konu edilerek mahpusanelerde kendi aramızda konuştuğumuz veya tartıştığımızı da hatırlamıyorum.
Oysa, Ermeni dendiğinde aklımdan çıkmayan tek şey, çocukluğumun geçtiği köyümün insanlarının gurur verici anlatıları dışında, 7 ağustos 1982 günü, Ankara Esenboğa havaalanında ASALA tarafından gerçekleştirilen askeri eylem sonrasında ağır yaralı olarak esir edilen Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan’ın asılmasına mahpusanelerde bulunan ‘devrimcilerin’ tepkisizliği nedeniyle hissettiğim şahsen payıma düşen utancın manevi ağırlığı altındaki ezikliğimdir. Nedenini bildiğimden emin olmadığımdan anlatamasam da, o tarihte bulunduğum Bartın mahpusanesinin avlusunda dondurucu bir kış soğuğunda tek başıma volta atarken, O’nun idam edilişine duyduğum tepkinin elimde olmaksızın boğuk hıçkırıklarla gözyaşlarına dönüşmesiyle ifade edilmesini, o günkü samimi duygularımı kaleme aldığım şu an gibi hatırlıyorum. Vicdanlarımızla yüzleşemeyişimizin verdiği utanç ve zalimin zulmüne karşı biçarelikten ileri gelen kızgınlık ve öfkeden olsa gerek ki, zaten gergin olan sinirlerimin ancak ağlayarak boşaldığını kimselere söyleme cesaretini gösteremediğimi aynı o gün olduğu gibi unutmadım, unutamadım hiç ! Ancak, Levon’un idam edilişinin hemen ertesinde, birkaç günlüğüne yemeden içmeden kesilerek, ölüm sessizliğiyle durgunlaştığım ve her canlıya ‘tek defalığına bahşedildiği’ söylenen yaşamın yerküremizin birbirinden olabildiğince farklı olduğunu düşündüğümüz insanlar için ifade ettiği anlamların da biribirlerinden ne kadar farklı olduğunu sanırım ilk defaya mahsus olmak üzere ciddi ciddi sorgulamayı o dönemimde denediğimi de unutabilmiş değilim.
Şair Nâzım’ın sol dünyanın istisnasız tüm insanları tarafından eminim ezbere bilinen ‘Davet’ başlıklı şiirinin “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim” dizelerinin doğruluğunun vicdanlarımızda sorgulanması anlamında, Levon’un, evet Levon Ekmekçiyan’ın yoldaşı Zohrab Sarkisyan’la Beyrut’tan Ankara’ya gelerek gerçekleştirilen eylemle bilinçaltımızda varedilen ‘Nâzım’ın sözleri doğruyu ifade ediyorsa eğer, bu gencecik Ermeniler niye hiç görüp yaşamadıkları bu memleket için hayatlarını feda ediyorlar peki ?’ sorusuna verilmesi gereken mantıkî cevabın da “o halde bu memleket onların demek” düşüncesine de pekâlâ yaşam hakkı verdiği halde, tarihin onulmaz acılarla yoğurduğu sayfalarının eğrileriyle doğrularını, yalanlarıyla gerçeklerini öğrenme ihtiyacının dahi insanî kişiliğimizin gelişmesi ve uygarlığa aidiyet anlamında ne denli önemli bir kıstas olduğu hâlâ bilincimize ulaşmış değil ne yazık ki !
Benim Mamak’tan Bartın cezaevine götürülmemden az zaman sonra Levon Ekmekçiyan’ın esir tutulduğu Mamak’ın idam edilenlere tahsis edilen 34 No’lu zindanında ölümü beklerken, faşist cuntaya muhalif olduğu iddiasındaki hemen her türden politik örgütün oldukça geniş yelpazesinin insanları tarafından görmezden gelinerek, ona ve gerçekleştirdiği eyleme faşist cuntanın gösterdiği pencereden bakma gibi bir suçu bilinçli olarak işledikleri halde, devrimcilere hiç yakışmayan bir duruşla, prangalanıp, zincirlenerek darağacına götülüşünü de affedilmez bir sessizlik ve tepkisizlikle karşılandığını, aynı dönemde onunla aynı koğuşta bulunmuş “yoldaşlarımdan” daha sonra bizzat duyup-dinlemiş olmanın tüm ezikliğini bunca yıl yüreğimin derinlerinde saklamamın nedeni ise, dedem Yusuf onbaşı-Doç Drej’in öncülüğünde tüm Kırkısrak köylülerinin kendi hayatlarını riske atarak, 1915 mağduru o mazlum insanların erkeklerini anaları, bacıları ve çocuklarına el koyduktan sonra, boğazlayıp-öldürmek yerine koruyup-kollamanın cezasının ölüm olduğunu bile bile, insanca sahiplenişlerinden, yani öylesine onurlu bir duruş sergilemiş olan insanlardan birinin öz torunu olduğum için gizliden gizliye utanmamdı kuşkusuz !
Utanç insana özgü bir hissiyattır ve insanın utandığını yüksek sesle beyan etmesini bir itiraf değil, bir onur olarak kabul edenlerdenim. Mahpusane yıllarımdan beri içimde gayr-ı ihtiyarî hep buruk bir acı olarak kalakalmış bu idama karşı tepkisizliğin aslında kendisini devrimci olarak tanımlayan kesimin öncelikle özeleştiride bulunarak, manevî olarak işlenmiş bir suç olarak değerlendirp, ‘eşyanın tabiatına uygun olarak adlandırması’ gerekirken, sergilenen utanç verici duyarsızlığını, Kırkısraklı Alevi Kızılbaş atalarımın, 20. yüzyılın başlarında onların 1980’lerdeki duruşundan çok ama çok daha ileride, daha onurlu ve insana yakışır bir duruş sergilemiş olduklarıyla karşılaştırdığım için de, kendini “devrimci 78’liler” olarak adlandıran birimde yan yana gelen tüm hareketlerin insanlarına karşı o zamandan beri haklı bir kırgınlık hissiyle dolu oluşumun yanında, onların şimdi de hissettiğini gözlemleyemediğim utancı, onlar adına ve onların yerine de hissedip, taşımanın onurlu sorumluluğuyla kaleme aldığım bu yazının, sözkonusu kesimden insanların ruh sağlığına katkıda bulunacağını sanıyor, doğrudan yana tavır almanın her derde deva olduğuna da samimi olarak inanıyorum.
1982 eylülünde tek celselik göstermelik bir mahkemenin Levon Ekmekçiyan hakkında verdiği idam kararının, 1983’ün o kara 28 ocak günü faşist generallerin emirlerini yerine getiren Milli Güvenlik Kurulu’nun B.29 No’lu kararıyla onaylanmasından sadece saatler sonra, O’nun 29 ocak sabahı darağacında katledilmesi bence, T.C.’de kendisini devrimci adlandıran hemen tüm oluşumların geçmişlerini temellendirmede hep ve sanki vazgeçilmez bir ihtiyaçmış gibi sundukları 1920 TKP’sinin yönetici kadrolarından Bakû’den Ankara’ya yollanan 15’inin Karadeniz’in kara sularında boğdurularak katledildikleri 28-29 Kânunisânî (ocak ayı) gecesi, zalimin zulüm tarihinin de tekerrürden ibaret olduğu gerçeğinin reddedilmez örneklerinden biridir kuşkusuz !
Bu böyle olduğu halde, tarihi geçmişleriyle yüzleşme cesaretini hiç bir zaman gösterememiş ve şimdi de gösteremeyen sol kesimin kendilerini halen devrimci tanımlayan örgütlenmelerinden birçoklarının 1921 yılı “28-29 Kânunisânî”-sini, yani Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz açıklarında hunharca katlinin sembolü o kara geceyi geleneksel olarak unutmazken, hiç ama hiç bir zaman, hiç bir yerde ve hiç bir şekilde “28-29 ocak” gecesi idam edilen Levon Ekmekçiyan’ı anmaması, bu kesimlerin ilericiliğinden de, devrimciliğinden de pek haklı olarak şüphe etmek için ‘yeter de artar bile’ denilesi bir gerekçedir !
Ve böyle düşünmemin doğruluğunu, Osmanlı feodalizminin zifiri karanlığında yaşayan bu toprakların ilk devrimcisi, 1871’de Paris komününü gerçekleştirerek, tarihin onurlu sayfalarına girişini sağlayan öncü kadrolar içerisinde onurlu yerini alan İzmirli Ermeni aydını Stepan Voskanyan’ın Osmanlı tebaalı hem ilk, hem de tek insan olmasından biliyorum. Böyle düşünmemin haklılığını, K. Marx ve F. Engels’in “Komünist Manifesto”sundan esinlenerek 1887 yılında kurulan ilk sosyalist örgütün Sosyal Demokrat Hınçak Partisi ve devrimci ilk yayın organının da Hınçak (Çan) olmasından biliyorum.
İlk defa 1848 yılında Londra’da kaleme alındığı Almanca yayınlanmış olan “Komünist Manifesto”nun Osmanlı topraklarında yaşayan 72 milletten ilk defa Ermeni devrimciler tarafından Ermenice’ye çevrilmiş olması da aynı 1887 yılına rastlar. O günden son baskısının yapıldığı 1979’a kadar Ermenicesi tam 17 kez yayınlanan bu eserin, Türkçe diline ilk çevirisinin Ermenice yayınından 33 sene sonra, 1920 yılında yayınlandığını da burada tarihe not düşerken, o günden 1979’a dek Ermenice çevirisinden tam üç defa daha az sayıda, sadece 6 kez yayınlanmış olduğu bilgisini de bir köşeye kaydetmek gereklidir.
Bu topraklarda olsun gizli, olsun açık ilk devrimci hücrelerden başlayarak, devrimci ilk öğrenci gençlik örgütlenmelerine, işçilerle, köylülerin Ermeniler tarafından örgütlenen ilk sendikal kuruluşlar sayesinde, insan emeğinin sömürülmesine karşı ilk başkaldırı eylemleriyle, grevlerin de yine Ermeniler tarafından örgütlendiğini bilmek, bilinmiyorsa araştırıp, öğrenmek gerek diye düşünüyorum. Osmanlı Meclis-i Mebusanı, yani parlamentosunda insan hakları, kadın-erkek eşitliği, çocuk yaştakilerin çalıştırılmasının engellenmesi, iş günü saatleri ve emeğiyle yaşayanların iş tatili ve dinlenme hakları, mesleki eğitim ve çalışma hakkı, vb. gibi daha birçok sosyal hakkın kanuna dönüşmesi amacıyla sunulan tasarıların da yine, Ermeni Sosyal Demokrat Hınçak Partisi milletvekillerinin çabasıyla gündeme getirildiği, tartşılıp, oylandığı bilinmelidir.
Böylesine insanî bir duruşla, içinde bulunulan koşullar gözönüne alındığında tam anlamıyla devrimci bir tutum sergileyen Hınçak Partisi’nin, panislamist-panturanist-pantürkist ırkçı İttihat ve Terakki hükümetinin başı Talât-Enver-Cemal üçlüsüne karşı planlamakta olduğu silahlı bir eylem hazırlığındayken, haince yapılan bir ihbar sonucu esir edilen üyelerinden 20’sinin, 1915’in 15 haziran günü İstanbul Beyazıt meydanında kurulmuş olan idam sehpalarında 19 yoldaşıyla ölümsüzleşen Paramaz’ın “Yaşasın sosyalizm, yaşasın Ermenistan” şiarıyla ölümü gerçek devrimcilere özgü onurla karşılamış Ermeni devrimcilerin tarihte bıraktıkları iz, her nedense yakınen tanıdığımız ‘sol’ tarafından görülmezden gelinirken, mezar yerleri bile bu devletin her insanından saklanan bu yiğitlerin, ölümsüz anısının yaşatılması için sembolik anlamda bile olsa bir mezar-anıtının yaratılması gibi kalıcı bir çabaya rastlanmadığı da bir sır değildir.
Üyelerinden çok çokları gizli veya açık ittihatçı oluvermiş, içlerinden Ermeni soykırımına en aktif olarak katılmış Tâlat’ın iki celladından biri olarak Der Zor mütasarrıflığı yapmış, “Ermeni kasabı” lakabıyla tanınan Salih Zeki (Zor soyadını gönüllü olarak Der Zor’daki vahşetin Ermenilerce hatırlanması için almış olduğunu düşündüğüm) insan müsveddesi bile sayılamayacak bir mahlûkatın üyesi ve temsilcisi olduğu 1920 TKP’si, yani Mustafa Suphi, Ethem Nejat gibi eski ittihatçılardan başlayarak, onların ardılı Dr. Şefik Hüsnü (Değmer), Vedat Nedim (Tör), Şevket Süreyya (Aydemir), Reşat Fuat (Baraner), Zeki Baştımar (Yakup Demir), İsmail Bilen (S. Üstüngel), Yaşar Nabi Yağcı (Haydar Kutlu)’ya kadar varolagelmiş gelenek örneğinde olduğu gibi, T.C.’de komünist ve devrimci hareketin 1920’den günümüze ulaşan bütünsel tarihinin mirasçılığını üstlenme iddiasındaki, irili ufaklı her ama her yapının “28-29 Kânunisânî” anmalarına paralel olarak, aynada kendilerine bakarak, bundan 33 yıl önce idam edilen Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan’ı hiç anmamış olmaları nedeniyle utanmaları yanında, naaşının da sadece bir ay kadar önce aynı idam edilişi gibi, sessiz-sedasız Ankara’dan götürülüşünün pasif seyircileri olmalarına ‘insanlık adına’ yanmaları gereklidir diye düşünüyorum.
Levon Ekmekçiyan, geçmiş yıllardaki bakışımızla komünist bir şair olarak kabullendiğimiz Nâzım Hikmet’in “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim” dizelerinde ifade edilenin katiyetle gerçeği yansıtmadığı ve doğru olmadığını, soykırıma uğratıldıkları atatopraklarından zorla sökülüp atılmış olan atalarının topraklarına geri dönerek, o toprakların işgalcisi T.C. devletinin başkentinde “ bu memleket bizim” şiarıyla, şiir sadece “ sözlerle değil, uğruna feda edilen yaşamla da yazılır ” gerçeğini tarihe silinmezcesine kazıyan bir yiğittir. O, yaşamdan çok daha değerli idealler olduğunu, ve bu ideallerden en önde geleninin yurtseverlik olduğunu, ölümüne feda ettiği gencecik hayatıyla kanıtlamış Ermeni bir devrimcidir. Öyleki, mangal gibi yürek sahibi bu değerli insanı sonsuzluğa uğurlama görevini insan gibi yerine getirmemiş olan her, ama herkesin hep manen borçlu kalacağı tartışılmaz olduğundan, nasıl 9 yıldan beri her yılın 19 ocak günü değerli Ermeni aydını Hrant Dink’in alçakça katledildiği gün olarak anılıyorsa, 33 yıldan bu yana kendi soydaşları ve birkaç aydın kalem dışında hiç hatırlanmamış olan 28-29 ocak da, bundan böyle Levon’un anısını yaşatma günleri olarak anılmalıdır düşüncesindeyim.
Ermeni halkının yiğit evlâdına tamı tamına İsa peygamberin dünyevî yaşı kadar, tam 33 sene boyunca gösterilen vefasızlık örneğinden bu gün itibarı ile vazgeçilerek, O’nun anısına onca yıldan beri biriken bu manevi borcun, hemen her metrekaresi Ermeni kanına bulanmış bu topraklarda her yılın 30 mart günü Kızıldere şehitlerini, 6 mayıs’ında Deniz, Yusuf, Hüseyin’i, 18 mayıs’ında İbo, ve kitlesel kıyımlardan başta Koçgiri, Ararat, Dersim, Maraş, Çorum, Sivas katliamları olmak üzere Roboski, Lice, Cizre, Silopi ve Sur vahşetine kurban giden tüm mazlumların anısını yaşatma çabalarında bulunan tüm kesimleri temsil eden insanların boynunun borcu olduğunu düşünüyorum.
Birkaç hafta önce geride bıraktığımız 2015’te, 100 yılda bir türlü yüzleşmeyi beceremediğimiz Ermeni soykırımı gerçeğiyle nihayetinde yüzleşebilme çabalarımızın, öncelikle o korkunç facianın mağduru durumundaki 10 milyon Ermeni tarafından samimi olarak kabul edilmesi için, aslında sahip olması gereken içeriğinden olabildiğince arındırılmış 28-29 Kânunisânî anmalarına, ancak böylesine dürüst ve namuslu bir şartın yerine getirilmesiyle manevi bir anlam yüklenebileceğine inanıyor, hangi halk ve inançtan olurlarsa olsunlar, tüm devrimci şehitlerin ölümsüz anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Mahmut UZUN
Londra, 28-29 ocak 2016


30 Nisan 2015 Perşembe

Hrant Dink'in Davalık olan yazıları


.





Hrant Dink'in Davalık olan yazıları



Alıntı:
Ermeni'nin 'Türk'ü 
23 Ocak 2004

Küresel ve evrensel değerlerin yerel değerleri tahakküm altına aldığı çağımızda, kültürel kimliğini tam anlamıyla yaşamak bir yana, kimliğini bir nebze yaşatabilmek için dahi Diasporanın özel çaba göstermesi gerekir. 
Bu özel çabanın ise her zaman için özel nedenlere ve araçlara ihtiyacı vardır. 
Ermeniler ve Yahudiler bu özel nedenlere sahip Diasporanın bilinen iki klasik örnekleridir. 
Her ikisinin de özel nedeni aynıdır... Soykırıma uğramış olmak. 
Dolayısıyla onlara kimliklerini korumayla ilgili insanlığın tanıdığı hak bir miktar ayrımcı ve pozitiv durumda olmalıdır. 
Hakikaten de, Yahudiler bu pozitiv hakkı layıkıyla kullanabilmiş ve kimliklerini korumada onlara bahşedilen toleransı çok iyi değerlendirerek, dini inanışlarından aldıkları "Tanrının ayrıcalıklı halkı" ünvanını dünyadan aldıkları "Yeryüzünün ayrıcalıklı halkı" noktasına kadar taşımışlardır. 
Ne var ki aynı durum Ermeni halkı için sözkonusu olmamıştır. 
*** 
Dünya Yahudi soykırımına karşı gösterdiği hassasiyeti Ermeniler'den esirgemiş, bu ise Ermeni kimliğinde en büyük tahribatın yaşanmasına sebep olmuştur. 
"Hakkı esirgenmiş Ermeniler" bundan böyle kimliğini "Gerçekleri talep etme inad"ı üzerinden yaşamaya çabalamış, gelinen noktada da bu inat Diaspora Ermeni kimliğinin temel düsturu haline dönüşmüştür. 
Diasporanın ilk kuşakları için ayakta kalabilmenin, tükenmemenin adı olan bu inat, üçüncü ve dördüncü kuşaklarla birlikte gerçekleri dünyaya kabul ettirme inadına dönüşmüştür. 
İşte bu inadın ortaklaşmış hali Ermeni Diasporasının ruhsal pozisyonunu yansıtır. 
Bu ruhu sürekli tutmak ise Ermeni kimliğini yaşatmanın temel aracı durumundadır. 
*** 
Dünyanın gerçekleri hâlâ kabul etmemiş olması bir yana, Ermeni kimliğini asıl tahrip eden, Türkler'in bu konuda kıllarını bile kıpırdatacak bir yaklaşım içinde olmamalarıdır. 
Nitekim kıyaslandığında görülecektir ki, Yahudiler'in bugünkü seviyeye erişmesinde asıl etken kendi becerilerinden ziyade, onlara soykırım uygulayan Alman halkının sonradan oynadığı şefkatli roldür. 
Soykırım sorumluluğunu üstlenen Almanlar'ın Yahudiler'den özür dilemesiyle birlikte bu halk yaşadığı travmayı üzerinden atarak ruh sağlığına kavuşmuş ve ancak bundan sonra kültürel kimliğinin açılımlarını sağlayabilmiştir. 
Ne var ki Ermeni halkının travmatik hastalığı hâlâ sürmektedir ve kimliği asıl kemiren ve tüketen de bu sağlıksız ruh halidir. 
*** 
Ermeni kimliğini analiz ederken "İslam" ve "Türk" olgularının bu kimlik üzerinde oynadığı rolün hakkını teslim etmek gerekir. 
Sonuçta Ermeniler'in bin yılı aşkın süre İslamla ve Türklerle yaşanmış bir biraradalığı mevcuttur.
Öyle ki, Ermenileri Batılı Hıristiyanlar'dan ayıran önemli özelliklerden biri, onların öteden beri İslamlarla birlikte yaşamış olmalarıdır. Batılı Hıristiyanlar daha ziyade Hıristiyan-Hıristiyan'a yaşarken, Ermeniler çoğu kez İslamlarla yan yana, kimi zaman da iç içe yaşayarak farklı bir deneyimin sahibi olmuşlardır. 
Bugünün güncel tartışmalarında çok söylenegeldiği gibi Avrupalı Hristiyanlar, Müslümanlar'ın da içinde yer aldığı çokkültürlü bir yaşam biçimine henüz yeni yeni adapte olurken, Ermeniler Doğudaki Hıristiyan milletler gibi (Süryaniler, Keldaniler v.s) bu realiteyi iyi ve kötü yönleriyle uzun süre yaşamışlardır. 
Dolayısıyla asırlar süren bu İslamla biraradalığın Ermeni kimliğinin şekillenmesinde de yadsınamaz bir rolü elbette olacaktır ancak Ermeni kimliğinin bugünkü yapısını şekillendiren ve Ermeni kimliğinde bir tür kanserojen tümör işlevi gören asıl etken "Türk" olgusudur. 
*** 
Ermeni'nin ve Türk'ün birbirleriyle ilişkileri ve birbirlerinden etkileşimleri öyle iki kelimeyle geçiştirilecek bir sıradanlıkta değildir. Asırlar süren ilişkilerde birbirinden alınan o kadar çok iyi ve kötü kimlik donanımları sözkonusudur ki, kimi zaman davranış biçimlerinde birini diğerinden ayırmak hayli güçtür. 
Yaşanılan birliktelik öylesine derindir ki bu birlikteliğin bozuluşunu ihanet olarak tanımlamak her iki tarafın da kullandığı karşılıklı bir argümandır. Ermeni milletini Sadık millet olarak adlandıran ancak daha sonra ihanet ettiklerini iddia eden Türk görüşü karşısında, Ermeniler 1915'te yaşananları salt bir halkın topluca imhası olarak yorumlamaz, bunun aynı zamanda asırlar süren ilişkiye ihaneti de içinde barındırdığını belirtirler. 
Türk-Ermeni ilişkisinin günümüzde geldiği nokta ise şudur: Ermeniler ve Türkler birbirlerine bakışlarında klinik iki vaka durumundadırlar. Ermeniler travmalarıyla, Türkler de paranoyalarıyla. 
İçinde debelendikleri bu sağlıksız halden kurtulmadıkça -Türkler belki değil ama- Ermeniler'in kendi kimliklerini sağlıklı şekilde yeniden yapılandırmaları mümkün gözükmemektedir. 
Özellikle Türkler 1915'e bakışlarında empatik bir yaklaşıma girmedikçe Ermeni kimliğinin sancılı kıvranışı devam edecektir. 
*** 
Sonuçta görülüyor ki işte "Türk" Ermeni kimliğinin hem zehiri, hem de panzehiridir. 
Asıl önemli sorun ise Ermeni'nin kimliğindeki bu Türk'ten kurtulup kurtulamayacağıdır

Alıntı:
'Türk'ten kurtulmak
 30 Ocak 2004

Ermeni kimliğinin "Türk"ten azad olmasının görünür iki yolu var. Bunlardan biri, Türkiye'nin (devlet ve toplum olarak) Ermeni ulusuna karşı empatik bir tutum içine girmesi ve nihayetinde Ermeni ulusunun acısını paylaştığını belli edecek bir anlayış sergilemesidir. 
Bu tutum hemen olmasa da, zaman içinde "Türk" unsurunun Ermeni kimliğinden uzaklaşmasına yol açabilir. 
Ne var ki bu şıkkın gerçekleşmesi şimdilik zor bir olasılık. 
İkinci yol ise bizzat Ermeni'nin "Türk"ün etkisini kendi kimliğinden atması. 
İlkine göre bu ikincisi, daha bir kendi iradesi ve inisiyatifine bağlı olduğundan, gerçekleşme ihtimali daha fazla. 
Esas olarak tercih edilmesi gereken yol da budur. 
*** 
Ermeni dünyasının bunu nasıl başarabileceği ise tamamiyle mevcut duruma yeni bir anlayışla bakabilmesiyle ilişkilidir. 
1915'e bakmak örneğin... 
Ermeni dünyası yaşadığı tarihi dramın gerçekliğinin farkındadır ve bu gerçeklik bugün dünya ülkelerinin ya da Türkiye'nin kabul edip etmemesiyle değişecek değildir. Onlar kabul etmese de Ermeni ulusunun vicdanında olan bitenin adı başından beri kazınmıştır. Dolayısıyla Dünya'dan ne de Türkiye'den bu gerçekliğin tanınmasını beklemek Ermeni dünyasının yegane hedefi olamaz. 
Gayrı herkesi kendi vicdansızlığıyla başbaşa bırakma zamanı gelip de geçmiştir. 
*** 
Bu gerçekliği kabul edip etmemek esasen herkesin kendi vicdani sorunudur, bu vicdan da temelini bizatihi insanlık denilen ortaklığımızdan -"İnsan" kimliğimizden- alır. 
Dolayısıyla gerçeği kabul edenler, asıl olarak kendi insanlıklarını arındırırlar. 
Ermeni kimliğinin sağlığını Fransız'ın, Alman'ın, Amerikalı'nın ve ille de Türk'ün soykırımı kabul edip etmemesine endeksli bir durumda bırakmak, Ermeni dünyasının artık terk etmesi gereken bir hatadır. Gayrı bu hatadan uzaklaşmanın ve "Türk"ü Ermeni kimliğindeki bu etkin rolünden ötelemenin zamanı gelip de geçmiştir. 
Ermeni kimliğinin çektiği bunca sancı artık yeterlidir, sancıyı bundan böyle biraz da insanlık denen aleme terketmek gerekir. 
*** 
Kimliksel dinginliğini "Türk"ün olumsuz ve kayıtsız varlığına kilitleyen Ermeni dünyasının, tüm ortak performansını dünya üzerinden "Türk"e baskı uygulamaya ve soykırımı kabul ettirmeye ayırması, ne yazık ki kimliğin uyanışını erteleyen koca bir zaman kaybından başka bir şey değildir. 
Ermeni dünyası, kimliğinin geleceğine bundan böyle, öylesi kavramlar yüklemelidir ki bu kavramlar bu ulusun körelmiş üretim yeteneğini tekrar fişekleyebilecek iticilikte olsun. 
İşte bu nedenle, "Kendi acısını sırtlayacak ve gerekirse mahşere kadar da onuruyla kendisi taşıyacak" bir anlayışı Ermeni kimliğine hakim kılmak en temel yönelim olmalıdır. 
Aksi durumda Ermeni dünyası kendini başkalarının gerçeği kabul edip etmeme insafına zincirlemiş olur ki... 
Bu da gerçek tutsaklığın ta kendisidir. 
*** 
Ermeni dünyasının kendisini "Türk"ten kurtardığında, kimliğinde bir boşluk yaşayacağını ve özellikle de Diaspora Ermenileri'nin kimliksel çözünürlüğünün hız kazanacağını sananlar aldanırlar. 
Ermeni kimliğinde "Türk"ten geriye kalacak boşluğu dolduracak çok daha yaşamsal bir olgu sözkonusudur o da bizatihi bağımsız Ermenistan devletinin varlığıdır. 
Bundan onbeş yıl önce var olmayan bu yeni heyecan, artık her türlü etkinin ve etkenin üstünde Ermeni kimliği üzerinde büyük bir rol oynamaya namzettir. 
Ermeni dünyasının geleceğini, bu minik ülkenin gelecekteki refahına ve içinde yaşayanların mutluluğuna endekslemesi aynı zamanda kendi kimliğini rahatsız eden sancılardan kurtuluşunun da bir işareti olacaktır. 
*** 
Ermeni kimliğinin "Türk"ten kurtuluşunun yolu gayet basittir: 
"Türk"le uğraşmamak... 
Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır: 
Gayrı Ermenistan'la uğraşmak


Alıntı:
13 Şubat 2004


"Türk"ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur. 
Yeter ki bu mevcudiyetin farkında olunsun. 
Bu farkındalığın asıl sorumlusu ise Diaspora'ya yayılmış Ermenilerden ziyade Ermenistan yönetimleridir. Ermenistan hükümetlerinin sorumluluklarının bilincinde olmaları ve gereğini yerine getirmeleri aslolandır. 
*** 
Ne var ki 12 yıllık bağımsızlık döneminde Diaspora ile Ermenistan ilişkilerine bakıldığında, Ermenistan hükümetlerinin henüz bu sorumluluğun bilincine yeterince varmadıkları görülür. Birkaç gösterişli "Pan Armenian Buluşması" dışında işlevsel bir "Diaspora-Ermenistan buluşması" mekanizması dahi kurulamamıştır. 
Ermenistan'ın Diaspora ile ilişkileri bazen Diaspora'nın bazen de Ermenistan'ın inisiyatifinde ağır aksak yürütülmüş, kalıcı ve daha ziyade Ermenistan merkezli bir kurumlaşmaya gidilememiştir. 
*** 
Oysa Ermenistan'ın çoktan özel ve çok güçlü bir Diaspora Bakanlığı kurmuş olması gerekirdi. Bu bakanlık sayesinde de dünyanın en ücra köşelerine dahi dağılmış ve dağılacak tek Ermeni bireyinin dahi nasıl kucaklanabileceği temel bir kaygıya dönüştürülebilir, sonrasında bu kaygı doğrultusunda hareket edilir ve buna göre projeler geliştirilebilirdi. 
Bunun yapılmamış olması hâlâ büyük bir eksik olarak gözüküyor. Bu kaygısızlığıyla Ermenistan kendisinin ne denli bir ana kök olduğunun farkında değil ki Diasporadakiler'e de bunu hissetirebilsin. 
Bu da gösteriyor ki Ermenistan elbette layık ama Ermenistan yönetimleri henüz Diasporalıya layık değil. 
*** 
Ermenistan'ın Diasporalı bireyle kuracağı birebir ilişkinin Diaspora Ermeni'sinin kimliğinde ve kimliğin yeni cümlelerinin kuruluşunda oynayacağı rol çok büyüktür ve tartışmasızdır. 
Bugün Diaspora'da açık tutulan Ermeni okullarının, dil kurslarının, sosyal ya da kültürel kurumların ya da diğer tüm kollektif faaliyetlerin yegâne amacı Ermeni kimliğini yeni kuşaklara taşımak, korumak ve mümkünse geliştirmektir. Bu amaç için milyonlarca dolar harcanır. Sonuçta elde 
edilen, bilinen ama konuşul(a)mayan bir dil ile arada bir kilisesine giden ama o kadarla yetinen bir kimliktir. 
Oysa diğer taraftan öyle bir gerçek vardır ki bunun gereğini yerine getirmek artık kaçınılmazdır. 
O da Ermenistan'la Diasporalı'nın kuracağı moral diyaloğun bizatihi kendisinin en doğal okul olduğudur. 
*** 
Diasporalı gencin bu okullarda okumamış, bu kiliselere gitmemiş olsa da bir kez Ermenistan denilen doğal okulla tanışması kimliği için çok şey 
ifade eder. 
Diaspora gencine on yıllar içinde eğitimle ve kiliseyle verilen Ermeni kimliğiyle, o gencin Ermenistan'ı bir kez ziyaret ederek edineceği kimlik arasında ikincisinin lehine ağır basan bir köklülük söz konusudur. 
Bu dediğimizin ne denli doğru olup olmadığını denemek o denli pahalı bir şey değildir. Bir kenara ayırılacak üç beş kuruşla bir gencin yıllık tatilinin 15 gününü Ermenistan sokaklarında geçirmesi pekala sağlanabilir. 
*** 
Ermenistan'ı ziyaret eden ve öncesinde Ermeni kimliğinden bir hayli de uzak gözüken gencin, 15-20 günlük bu sürede edinmiş olduğu kimliğin nasıl damardan absorbe edildiği görülecektir. 
Artık o dakikadan itibaren gencin bu kimliğini dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun unutması bir daha olanaksızdır. 
Gayrı o kimlik ona damardan şırıngalanmıştır... 
Dolayısıyla gençler için Ermenistan'a özel seyahat turlarının düzenlenmesi birincil derecede kimlik kazandırıcı faaliyettir. Bu çalışmalar ne pahasına olursa olsun her yerde yıllık programların 
başına alınmalıdır. 
*** 
Ermeni kimliğin doğrudan Ermenistan'dan edinilecek cümleleri, kelimelerle anlatılamayacak denli zengin kazanımlardır. 
Bu durum, saksıda yetiştirilmeye çalışılan narin bir bitkinin kendi toprağı, kendi suyu ve kendi güneşiyle tanışmasına da benzetilebilir. 
Denemesi bedavadır... Herkese önerilir

http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=35889




.