5 Şubat 2016 Cuma

KABARDA BALKARLAR'IN SÜRGÜNÜ



KABARDA  BALKARLAR'IN  SÜRGÜNÜ


     SSCB'nin askeri olarak en güçlü olduğu, milyonlarca nüfusun yaşadığı, yüz binlerce kilometrekarelik Batı Rusya'yı (Ukrayna ve Beyaz Rusya dahil) üç dört ay gibi kısa bir sürede geçip Moskova önlerine dayanan Nazi orduları için 1939 yılında 349 bin nüfusa ve 12.500 km2  toprağa sahip Kabardey-Balkar topraklarını işgal etmek daha kolay olmuştur. Fakat Nazilerin bu topraklardaki saltanatı SSCB'nin işgal altındaki diğer bölgeleri kadar uzun sürmemiştir. 12 Ağustos 1942'de Kabardey-Balkar topraklarını kontrol altına alan Naziler, 11 Nisan 1943'de yani 5 ay sonra bu topraklardan koyulmuşlardır.

Beş ay gibi kısa bir süre de olsa işgalci Alman orduları, her işgal ettikleri bölgede uyguladıkları işbirlikçi bulma politikalarını burada da uygulamaya çalışmışlardır. Kuzey Kafkasya'da işgal ettikleri diğer bölgelerde, o bölgelerin eski yerlilerinden (bunlar Çarlık yanlısı ve iç savaş sırasında Beyazlardan yana tavır alan, 1917'den sonra Avrupa'ya ve Türkiye'ye kaçan büyük toprak sahipleri ve soylulardan oluşuyordu) kukla hükümetler kuran Naziler, Kabardey-Balkar topraklarında da aynı politikayı izlemiştir. "29 Ekim 1942’de başkent Nalçik'i kontrolüne alan Alman Naziler, yönetimi eski sığınmacı prenslere devretmişlerdir." Prens Z. Kelemet, Çekman ve A. Uzden, ayrıca Prens Devletgeri Tavkeç, Mahdi, Hocciç ve Prizenko gibi şahsiyetler kukla yönetimde aktif roller almışlardır.

Moskova'nın kolhoz, sovhoz ve yasakçı din politikalarından dolayı halkıyla barışık olmadığını bilen Naziler, işgal ettikleri bölgelerde insanların kendilerinden yana desteğini almak için özellikle bu konularda vaatlerde bulunmuşlar ve bu vaatlerin bir kısmını da yerine getirmişlerdir. Ağustos 1942'de Kabardey-Balkar'ı işgal eden Naziler "6 Aralık 1942'de kolhoz ve sovhoz örgütlenmelerini dağıtmışlardır." Bu tarihten yaklaşık on yıl önce atı, eşeği, koyunu, keçisi, ineği ve hatta tavukları dahi elinden zorla alınarak devlet çiftliği sovhozlara doldurulan halk bu mallarını geri almak için kukla hükümetin ve işgalcilerin bu politikalarına sempati duymuştur. Fakat Kabardey-Balkar Cumhuriyeti'nde bu politikaya sempati gösterenler sadece Balkarlar olmamıştır. Cumhuriyette yaşayan 127 bin Rus da mallarını geri alabilmek umuduyla ve kiliselerinin ibadete açılması nedeniyle sempati göstermişlerdir. Ayrıca Naziler Müslüman Kabardey ve Balkar halklarına, Moskova'nın daha önce yasakladığı "dini bayramlarını kutlama izni de vermişlerdir." (Bu satırlardan Nazi rejiminin Sovyet rejiminden daha demokrat, insancıl ve özgürlükçü olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Naziler bu politikayı işgalin devamı için ve demagojik düzeyde izlemişlerdir.) Bu izinden sonra Balkarlar son on yıl içinde ilk defa kurban bayramını kutlama şansına kavuşmuşlardır. "Balkarlar ve Kabardeyler 18 Aralık 1942'de başkent Nalçik'de büyük şenliklerle bayramı kutlamışlardır."

Kabardeylerle birlikte Balkarların yoğun şekilde katıldığı bu kurban bayramı kutlamaları savaş sonunda, daha önce Nazi SS subaylarının Führer Hitler'e bölgeden gönderdikleri hediye beyaz at gibi "işbirliği" gerekçesi olarak gösterilmiştir.

Fakat nedense Balkarlara "işbirlikçi" damgası vurulup toplu halde sürgün katarına bindirilirken, işgal sırasında Balkarlarla aynı süreci yaşayan Kabardeyler ve Ruslar bu kervanın dışında tutulmuşlardır.

1939 yılında askerlik çağrısı gereği Balkarlar da ülkede yaşayan Ruslar ve Kabardeyler gibi nüfusları oranında Kızılordu'ya asker göndermişlerdir. İşgal sırasında Balkarlar da Nazilerden zulüm görmüşlerdir. Beş aylık işgal sırasında "Almanlar bölgede 2 bin 53 savaş esiri, 2 bin 188 sivil katletmişlerdir."

Aynı dönemde Balkar topraklarının sadece bir bölgesinde "işgalci Alman subaylar Balkar halkından 150'si çocuk 500 kişiyi katletmişlerdir.' ''Diğer bir bölgede ise  125 evden 52'sini yakışlar, 512 bölge sakini vahşi işkenceden geçirilmiş ve 63 kişi katledilmiştir."

Savaşın başlarında Balkarlar da Nazilere karşı çeşitli cephelerde savaşmışlardır. "İlk başlarda beş bin Balkar Kızılordu saflarında kendi topraklarının ve SSCB'nin savunmasına katılmıştır.", "Sadece Baksan bölgesinin Gündelen köyü 600 insanını savaşın çeşitli cephelerinde kaybetmiştir."  "Ayrıca cephe gerisinde kalan halkın çoğu da partizan gruplarına katılmıştır."

Nazilerin Balkar topraklarındaki işgal süresi 5 ay gibi kısa bir dönem olsa da, halkın bir kısmı Almanların demagojik vaatleri karşısında pasifize olmuşlardır. Bu pasiflik kimilerince işbirliği olarak değerlendirilse de, Ruslardan ve Kazaklardan oluşan üç yüz bin kişilik Vlasov ordusunun askerleri gibi Balkarlar hiçbir zaman elde silah Nazilerin safında Kızılordu'ya karşı savaşmamıştır.

Prenslerden oluşan kukla hükümet yetkililerinin Nazilerle işbirliği olmuştur. Hatta bu işgal sırasında Türkiyeli Pan-türkçüler de bu işbirliğine katılmışlardır. Pantürkçüler Nazi işgali sırasında Balkar topraklarını Karaçaylarla birleştirme girişiminde bulunmuşlardır. Gerçekten bu konuda Balkarların hepsi kukla hükümet ve Pantürkçü heyet gibi mi düşünüyordu? Bu konuda bütün olarak Balkar halkının tutumu pek bilinmiyor.

NALÇİK'İN KURTULUŞU VE BALKARLARIN SÜRGÜNÜ

İşgalden beş ay sonra Kabardey-Balkar Cumhuriyetinin başkenti Nalçik, Kızılordu subayı Binbaşı Okman'ın birliği tarafından 4 Ocak 1943 günü kurtarılmıştır. Bölgedeki son Nazi birliği ise ülkeyi 11 Ocak'ta terk etmiştir, Beş aylık da olsa işgal sırasında ekonomisi Naziler tarafından yağmalanan Balkarlar, ekonomilerini tekrar ayağa kaldırmak için "canla başla çalışmışlardır." Haklarında Moskova'da toplu sürgün cezasının tartışıldığından habersiz olan "Balkarlar, Nazi işgalinden kurtuluşun yıldönümünü (4 Ocak 1944) görkemli bir şekilde kutlamışlardır."

Şubat 1944'de Kafkasya'nın en asileri sayıian Çeçenleri ve İnguşları oldu bittiyle bir araya toplayarak sürgünü gerçekleştiren Beriya ve adamları için Balkar sürgünü çocuk oyuncağı gibi olmuştur. Kurtuluş kutlamalarının üzerinden iki ay geçtikten sonra, 8 Mart 1944'de tüm Balkar köyleri NKVD polisleri ve Kızılordu askerleri tarafından çembere alınmıştır. Çeşitli cephelerde savaşan ve işgal sırasında oğlunu, eşini kaybedenler, Kızılordu'nun açtığı ekonomik yardım kampanyasına katılanlar dahil, işbirliği yapan yapmayan ayırt edilmeden herkes sürgüne tabi tutulmuştur. Yaşlı, kadın ve çocuk farkı dahi gözetilmeden tüm Balkar halkı önce askeri araçlara doldurarak en yakın tren garlarına taşınmış, daha sonra ise yük vagonlarına doldurarak Kazakistan'ın çıplak bozkırlarına ve Kırgızistan'ın çalışma kamplarına sürülmüştür.

Balkarların toplu sürgünü konusunda tek satır yazmayan ''Sosyalist Kabardey-Balkar" gazetesi, sürgünden iki gün sonra, 10 Mart 1944 tarihli sayısında ekonomik yardım kampanyası sırasında Kızılordu'nun Balkar ülkesinden topladığı "15 milyon 300 bin ruble için Stalin'in bölgedeki Kızılordu mensuplarına teşekkür telgrafını" manşetten yayınlamıştır.

Sonuçta Balkarlar Kafkasya'da  ilerleyen Nazi  ordularına rehberlik etmek, işgal sırasında Kurban bayramlarını kutlamak ve Balkar topraklarından Hitler'e "hediye" olarak gönderildiği iddia edilen beyaz attan dolayı çoluk çocuk, kadın erkek ve yaşlılara varıncaya  kadar hepsi işbirliği yaptıkları gerekçesiyle "5 katarı Özbekistan'a, 9 katarı  ise Kazakistan  ve Kırgızistan'a olmak üzere toplam 14 tren katarıyla" gönderilmişlerdir. Bu rakamdan anlaşıldığına göre, her katara 2 bin 500 kişi doldurulmuştur.

 Balkarların   Orta   Asya   sürgünü   de   diğer   sürgünler  gibi yaklaşık on beş yıl sürmüştür. Stalin'in ölümünün ardından N. Kruşçev'in iktidara gelmesiyle bu halkjann anavatanlarına dönme talepleri daha da yoğunlaşmıştır. N. Kruşçev bu talep karşısında sürgün halkların geri dönüşünü kapsayan kısmi bir af çıkartmak zorunda kalmıştır. Kruşçev bu afta Karaçaylarrı, Çeçenlerin, İnguşların, Kalmukların ve Balkarların topraklarına geri dönmelerine izin vermiştir. Ama aynı Kruşçev Kürtlerin eski Özerk Kızıl Kürdistan topraklarına, Mesketlerin eski Özerk Mesket (Ahıska) bölgesine, Almanların Volga toprağına ve Tatarların Kırım'ı Ukrayna'dan tekrar alacakları korkusuyla geri dönüşlerine izin vermemiştir.

Buna karşılık Kruşçev iktidarı bu halklara kendi toprakları dışında, SSCB dahilinde istedikleri her hangi bir bölgeye yerleşme izni vermiştir.    

İŞBİRLİĞİNİN NEDENLERİ VE İŞBİRLİKÇİLER

Balkarların toplu sürgün gerekçesi de, oldukça gülünç olmasına karşın sürgün edilen diğer halkların gerekçelerine çok benziyor. Kremlin iktidarı, Nazilerin SSCB'ye saldırmasıyla birlikte Volga Almanlarına "yataklık" suçlamasıyla sürmüştür. Çeçen, İnguş ve Karaçay halkını ise Kafkasya'da ilerleyen Nazilere bir bütün olarak "rehberlik" ettikleri gerekçesiyle cezalandırmıştır. Yine isbirlikçilik yine beyaz at burada da geçerliydi.

İşgalci Nazi ordusu, işgalci olduğu kadar, ister batı cephesinde olsun ister doğu, her girdiği bölgede yağmacı da olmuştur. SS subayları "Führer"lerine yaranmak için işgal ettikleri Batı Avrupa ülkelerinden vagonlar dolusu tarihi eşya (tablo, halı, kilim vd.) hediye etmişlerdir. Bu hediye seferberliğini işgal ettikleri SSCB'nin her bölgesinde de yapmışlardır. Leningrad'da, Minsk'te, Kiev'de Kırım'da boşaltmadık müze bırakmamışlardır. Yağmaladıkları müze ve hazinelerden elde ettikleri en değerli eşyaları yine "Führer"e hediye olarak göndermişlerdir.

Fakat Kremlin iktidarı, savaş sonrası nedense Slav başkentleri sakinlerini bu nedenlerden dolayı toplu halde Nazilerle "işbirliği" yapmakla suçlamamıştır.


http://www.akintarih.com/turktarihi/soykirim/kabardabalkar.htm

..

TATAR SÜRGÜN HATIRALARI



TATAR  SÜRGÜN  HATIRALARI

    Tatar  sürgününden  50  yıl  sonra,  sürgün  operasyonunan  katılan A. Vesnin "Prikaz Vıpoinen" (Emir Yerine Getirildi) isimli kitabının 70. sayfasında operasyonu söyle 
anlatıyor: "Yanımızda NKVD'den bir subay, bir çavuş ve bir de onbaşıyla bir iki saatlik yolculuktan sonra, 18 Mayıs gecesi saat 03.30'da Oysul köyüne vardık. Saat O4'de 
operasyonu başlattık ve her eve girerek, "Sovyet iktidarı adına vatana, ihanetten dolayı hepiniz SSCB'nin başka bir bölgesine sürüldünüz" diye anons yaptık." 
Her aile için yanlarına alacakları eşya ağırlığını 200 kilo olarak belirledik. (Stalin'in imzasını taşıyan kararname ise 500 kg. olarak belirtiliyor.) 
Kamyonlarda insana yer kalması için her türlü evcil hayvanı yasakladık. En kötüsü, NKVD'li yetkililer hiç durmadan toparlanma zamanını kısıyorlardı. 
İnsanlara 20 dakikanız var çabuk olun, yanınıza müsaade edilen eşyayı alın diye hiç durmadan bağırıp çağırıyorlardı. Operasyon çok iyi örgütlenmişti. Her şey dakikası 
dakikasına işliyordu. Bir defada tüm köy halkını kamyonlara doldurduk ve en yakın tren istasyonu Sem Kolodeze'ye gönderdik."

    Acıyatmak köyü sakinlerinden Tenzile İbrahimova ise, 1966 yılında 23. Parti Kongresinde sürgüne şöyle tanıklık ediyordu: "18 Mayıs gecesi NKVD'li yetkililer üç 
çocuğumla beni uykumuzdan saat 3 sularında kaldırdılar. Evi boşaltmamız için 5 dakika verdiler. Vahşice davranıyorlardı. Yanımıza yiyecek dahi aldırmadılar.
Gün boyu yemek yemeyen çocuklarım açlıktan ağlaşıyorlardı. Köyü tamamen boşalttılar... Ben  evde çocuklarımla yalnızdım. Çünkü eşim cephede Nazilere karşı 
savaşırken yaşamını yitirmişti: Tenzile İbrahimova yolculuğu ise şöyle anlatıyordu: "Semarkant bölgesindeki Zerabulak istasyonunda biten yolculuk 24 gün sürdü. 
Bölge halkından kolhoz için toplanmış kağnı arabalarını tamir etmeye zorlandık, aç çalıştırıldık. Açlıktan birçok  insanın bacaklarında tabak hastalığı çıktı. 
Aynı çalışma kampında bizim köyden benimle birlikte 30 aile vardı. Her beş aileden ikisi açlık ve hastalıktan öldü."

    Tenzile İbrahimova gibi eşini cephede kaybeden ve sürgün edilen diğer bir Tatar kadın 1979 yılında yolculuğu şöyle dile getiriyordu: "Vagonlar tıka basa doluydu. 
Açlık ve havasızlıktan insanlar sinekler gibi ölüyordu. Yolculuk boyunca ne bir yudum su, ne bir lokma ekmek verdiler. Geçtiğimiz ve durduğumuz her tren istasyonunda, 
vatan hainlerini taşıyoruz diye bölge halkını bize karşı kışkırttılar. Hemen her yerde vagonlarımız taş yağmuruna tutuldu. Vagonlarda ölenleri dini inançlarımıza göre 
gömdürmediler. Sadece, vagon kapılarını açtılar ve ölülerini demiryolu kenarına attılar. Vagon kapıları sadece ölüler atıldığı sırada açılıyordu. Kapılar yaşayanlara ise ancak Kazakistan steplerinde açıldı."

http://www.akintarih.com/turktarihi/soykirim/tatarsurgunhatira.htm


..


II.DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ VE SONRASI RUS SÜRGÜNLERİ,





II.DÜNYA  SAVAŞI  ÖNCESİ  VE  SONRASI  RUS  SÜRGÜNLERİ


MENSUP  OLDUĞU  MİLLET                    SÜRÜLEN  KİŞİ  SAYISI

Sovyet Almana                                                    774.174
Kulak (Mülk sahibi köylü. SSCB'nin her halkından)  577.121
Çeçen -İnguş                                                       400.478
Tatar, Bulgar ve Kırımlı Rum                                  193.959
Savaş tutsağı Alman                                              121.459
Vlasovcu (Savaşla Nazi safında yer alan Rus as.)        95.386
Türk, Kürt, Hemşinli                                                 84.402
Kalmuk                                                                   81.673
Karaçay                                                                  60.130
Balkar                                                                     32.817

Aynı resmi belge nereye kaç kişi gönderildiği


SÜRÜLDÜĞÜ  YER                                        MİKTAR
Kazakistan'a                                                890.698
Özbekistan'a                                               179.992
Kırgızistan'a                                                120.858
Kemerovo bölgesine                                     129.423
Molotov (Perm) bölgesine                              115.436
Sverdlovsk bölgesine                                    113.746
Krasnoyarsk bölgesine                                  112.316
Novosibirsk bölgesine                                     92.968
Tomsk bölgesine                                            83.276
Tümen bölgesine                                           56.611
Çelyabinsk bölgesine                                      51.865
Omsk bölgesine                                             44.767
Altay bölgesine                                              35.381


http://www.akintarih.com/turktarihi/soykirim/russurgun.htm

..



SOYKIRIM NEDİR,



SOYKIRIM NEDİR,



Soykırım, (Jenosid/ Genoside)  kavramının  kökleri Yunanca’daki  Genos (Irk,  aşiret, klan)  ve Latince’deki cide (kırım,  öldürme,  yok etme)  kelimlerinin  birleşmesinden  meydan  gelmektedir.

Soykırım, Birleşmiş  Milletler  1948  Sözleşmesinde  de belirtildiği  gibi;   İnsanların,  Dinsel, Irki ve  Etnik   farklılıklarından  dolayı   sistemli  olarak  yok edilmesi  anlamına  gelmektedir.

Lemkin’e   göre ,”soykırım; diretkt  olarak  kişileri  hedef  almaz,  kişinin  dahil  olduğu grubu  hedef  alır,  kişi de  bu  gruba  dahil  olduğu  için  saldırıya uğrar” diyordu.

Soykırım,  Askeri  düşman  hedefi  belli  olmadan,  yardıma  muhtaç  ve savunmasız  insanlara  karşı   seri  şekilde  katliamlar  yapmaktır.

SOYKIRIM  ÇEŞİTLERİ

1.Policide (Siyasi  Kırım)

2.Omnicide (Canlı  olan her  şeyi  aynı anda  toptan  yok  etme), (Hiroşima ve Nagazaki’ye atom  bombalarını  atılması)

Atom  Bombası,  Tüm  canlıları imha  etmek silahı olduğu  için soykırım karakterini  taşımaktadır  ve  atom bombasının   üretiminin  ve bulundurulması nın suç kabul  edilmesinin gerektiğini, çünkü bombanın kullanılmasının omnicide yol açtığı belirtiliyor.

3.Ecocide (Çevre  soykırımı). Kimyasal  ve  nükleer   silahların  kullanımının  çevre  katliamına  yol  açtığı

4.Democide (İnsan  Soykırımı). Democide  kavramı,  eski  Yunanca’da  demos (halk) anlamında  kullanılan   kelimeyle  Latince’deki  caeder (öldürme)  anlamına  gelen   kelimelerden  oluşmaktadır.

Deocide,  özellikle   iktidarlar  tarafından   planlı,  istekli  ve  amaca  uygun  bir  şekilde   silahsız  ve  savunmasız   birey  ve  toplumun   yok  edilmesinin  içeriyor.

5.Cultur-cide (Kültürel  soykırım). Kültür  değerlerinin  yok  edilmesi

6.Ethnocide

7.Economicide

8.Socialcide


Sefa YÜRÜKAL : Batı Tarihinde İnsanlık  Suçları


http://www.akintarih.com/turktarihi/soykirim/soykirim.htm



SARIKAMIŞ HAREKÂTI'NDA RUSLARIN ELİNE GEÇEN TÜRK ESİRLERİ




SARIKAMIŞ   HAREKÂTI'NDA RUSLARIN ELİNE GEÇEN TÜRK ESİRLERİ




SARIKAMIŞ   HAREKÂTI'NDA RUSLARIN ELİNE GEÇEN TÜRK ESİRLERİ

Cihan Harbinin mağdurları içinde en talihsiz kesim, hiç şüphesiz Ruslara esir düşen Türk askerleri ile bölgeden tehcir edilen Müslüman halktı. Dünyanın en sağır ve sessiz kamplarında son asrın insanlık trajedisi yaşandı. Çok duygusal yanlışlara kolayca düşülebilecek bir konuda iddialı olmak ilk planda yadırga nabilir. Tarih ilmi şahitlik ettiği konularda, her zaman ilmin objektif kuralları peşinde koşmaz. Tarihe mal olmuş olayları, ileriye doğru sürdürülmek istenen hâkimiyet için bir malzeme olarak ele alma alışkanlığı hakikat peşinde koşanları aldatır.

Dünya hâkimiyeti ve menfaat kavgalarını kendi topraklarında seyreden Osmanlı imparatorluğu, tarihin yönünü çevirmek bir yana, binlerce Türkün yaşadığı bu kanlı trajedileri insanlık alemine duyurmak becerisini dahi gösterememiştir. Hakim güçlerin işaret etmeye çalıştığım alışkanlıkla ileri sürdükleri sözde Ermeni soykırımı iddiaları bir bakıma, Osmanlı esirlerinin, maruz kaldığı zulümlerin yeterince anlatılamamasından kaynaklandı denilebilir. Bu bölüm incelendiğinde akla ilk gelen soru, bu iddiaların psikolojik altyapısını Osmanlı esirlerine yapılan zulümlerin oluşturup oluşturmadığı sorusudur. Zira yapılan bunca fecaatin üstünü bu iddiadan başka bir şeyle örtme imkânı yoktur.

Harp meydanlarında esir edilen askerlerin yanında, işgale uğrayan bölgelerden ve Kafkasya içlerinden toplanılan yerli halka bilhassa Rus Ordusu'nda bulunan Ermeniler tarafından yapılan zulümler artan bir kin ve hırsla, Cihan Harbi boyunca devam etmiştir.

ESİRLERİN NAKLİ

Sarıkamış'ta esir edilen Türk Subayları, askerlerle karışık bir şekilde hayvanlara mahsus vagonlar içerisinde Tiflis'e kadar götürüldüler. Tiflis'te 4 kişilik mevkilere 13 subay oturtulmak şartıyla ayrı bir trene alındılar. Bir ay süren bir yolculuktan sonra Sibirya'da Kamışlı istasyonuna gelindi. Bölgede kurulan İrbid panayırında Kazan, Oranburk, Samara, Oka, Simbirsk taraflarından gelen Müslümanlara teşhir edilen subaylar buradan Krosnobarsk şehrine sevk olundular.

Sarıkamış'ta esir düşen IX. Kolordu karargâh subaylarının üstlerindeki elbiseleri dahil bütün şahsi eşyalarına General Prezevalski'nin kumandasındaki Plaston Tugayı Kazak süvarileri tarafından el konuldu. Ruslar esir subaylar hakkında uygulanan yerleşmiş kuralların aksine Osmanlı subaylarına her türlü hakareti yaptılar. Sadece ekmek almaya yetecek kadar para (50 Rus kapiği) verilerek açlığa mahkûm edilmekle kalınmamış, tedaviden mahrum bir şekilde hakaret maksadı ile en pis ve sefil hapishanelere yerleştirildiler. Alman ve Avusturyalı esirler Rusya'nın Avrupa kıtasındaki şehirlerinde tutulurken Osmanlı esirlerinin tamamı Sibirya'ya sevk edildiler.

Ruslar rütbesiz askerleri 30 kişilik vagonlara 50, 60 kişi istif ederek Sibirya'nın en uzak ve en soğuk bölgelerine sevk ettiler. Yaklaşık iki ay süren yolculuk esnasında açlık, bakımsızlık ve tedavi imkânlarından yoksunluk yüzünden esirlerin %50'den fazlası yollarda şehit edildi. Askerler ayakta ancak durabildikleri vagonlarda günlerce yolculuk ettiler. Yol boyunca esirlere ekmek ve su verilmedi. Yolculuk esnasında vagonların açılmasına izin verilmiyordu.
Tuvaletin bulunmadığı vagonlarda insan pislikleri ayak altına bırakılıyordu. Kokunun şiddetinden vagonların yanlarına yaklaşmak imkânı yoktu. Pislikten kaynaklanan ishal ve tifüs yaygın bir şekilde devam ediyordu. Asker arasında hergün dört beş ölüm olayı yaşanıyordu. Cenazeler üç dört gün vagonlardan alınmıyor ya da yolculuk esnasında dağ başlarına atılıyordu.

Sarıkamış'ta esir edilen Türk askerlerini İsveç Salib-i Ahmer Murahhası Graf Londrof şöyle tarif etmişti. "İzdihamdan, kokudan yanlarına varılmayan, kapıları kilitli ve içerisi tıka basa Osmanlı esirleri ile dolu büyük bir tren 1915 Ocak ayının sonunda Sirzan istasyonuna geldi. İçindeki esirler, insan kılığından çıkmış, açlıktan renkleri sararmış, yanakları çökük, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, kımıldayamayacak şekilde yorgun ve kuvvetten düşmüş, elbisesiz, ayakları çıplak, kâinatta mevcut bütün bulaşıcı hastalıklarla müptela bir haldeydi. Bu feci manzara insanların yüzlerini kızartacak ve kalplerini sızlatacak derecedeydi."

Her birinde 40-50 esirin bulunduğu iki vagon kapıları kilitlenerek Tiza istasyonuna terk edilmiş, günler süren yürek parçalayıcı feryatlara kimse kulak vermemiş, açlık ve susuzluktan esirlerin tamamı şehit olmuştur. Bu cinayetten bir iz bırakmak istemeyen Ruslar vagonları ateşe verdiler.

Ruslar hastalık var bahanesi ile 500 askerin üzerlerinden elbiselerini soydular. Yalnız don gömlek kalan askerler Tiza şehrine varana kadar tamamen soğuktan dondular. İçlerinden yalnız bir tanesi kurtulabildi. Sınır bölgelerini boşaltan Ruslar yerlerinden ettikleri kadın ve kızlara tecavüz etmekten geri kalmadılar. Yerli Müslüman halktan toplayıp sürgün ettikleri insanlar arasında 3 yaşında kız çocukları ile beraber 80 yaşında ihtiyarlar vardı.

Kafkasya içlerine sürgün edilen Osmanlı esirlerinden Rus ve Gürcülerin yaşadıkları bölgelere gönderilenler nispeten iyi şartlarda tutulmuş, iç karışıklıkların başladığı dönemlerde serbest kalarak çeşitli iş kollarında çalışmakla hayatta kalmayı başarmışlardır. Ancak Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelere sevk edilen Osmanlı esirlerinin imhası için hiçbir şart eksik değildi. Buralarda hiçbir zaman hasta erler diğerlerinin içinden alınmadılar.

Barınaklar son derece pis ve havasızdı. Ekmek oldukça yetersizdi ve günde bir defa sade suya salınmış balık çorbası verilmekteydi. Ermeni askerler sırf zevk için Osmanlı esirlerini öldürüyor ya da işkence ediyorlardı. Bilhassa Kars ve Aleksandrapol’de her türlü zulüm yapılıyordu. Buralarda Osmanlı esirlerini alıp satmak için pazarlar kurulmuştu. Sağlam esirler 12 ruble, zayıflar daha ucuz, hastalar bir paket tütüne satılıyordu.

Doğu cephesinde Ruslar esirlere fena davranmaktan hiçbir zaman vazgeçmedi ler. 1916 Ocak'ında Hasankale'den 13 esir subay ve 350 askerle yola çıkarılan bir esir kafilesinde, yolda yürümekte zorlanan 95 asker kafilenin gözleri önünde kurşuna dizildi. Gece üstü açık dört duvar arasında bir yere tıkılan kafilede 8 asker donarak şehit oldu. Aynı kafile ikinci gün yine sözde muhafız Rus askerlerinin kurşunları ile 80 şehit daha verdi. Sarıkamış'a kadar 15 günde götürülen kafileye yol boyunca yiyecek bir şey verilmedi. Frankfurt Çaytong Gazetesi'nde yer alan bir haberde (22.6.1916) Şubat 1916'da Krasnobarsk'tan Primor'a sevk edilen 1.000 Osmanlı esirinden sadece 200'ünün Primor'a varabildiği belirtilmekteydi.

ESİR KAMPLARI

Osmanlı esirleri Kars, Gümrü, Batum, Gori, Aleksandropol, Tiflis, Rostof, Nargin Adası, Ziç Adası, Tambuk, Kamışlı, Nermi, İrbid, Krosnoyarsk, Omusk, Estroniski, İrkotks, Kosturma, Otlaga, Çohluma, Noryevski, Açinisk, Skotof, İstavrapol, Maykop, Tuays, Bielaritzenskaya gibi Sibirya şehirlerinde kurulan kamplarla Rusya Avrupa'sında bulunan Moskova, Nijni, Nevagordo, Petrograt, Şarye, Nikolsk şehirlerinde tutuldular.

Krasnoyarsk şehrinde kurulan kampta lekeli humma şiddetle hüküm sürüyordu. Esirler hasta da olsa tamamen kuru tahta üzerinde yatıyorlardı. Esirlerin durduk yerde şehit edildikleri görülüyordu. Osmanlı esirlerinin üzerlerinden elbiseleri alınmış bir çoğu iç çamaşırları ile Sibirya'nın soğuğuna terk edilmişti. Ruslar ele geçirdikleri yaralıların tedavisi ile ilgilenmediler. Yaralıların büyük çoğunluğu bulundukları yerlerde ölüme terk edildi. Bir hastaneye kaldırılmak bahtiyarlığına erenler buralarda bulunan Ermeni doktorlar ve hastabakıcılardan devamlı surette kötü muamele gördüler. Ruslar diyet yapacak hastalara siyah ekmek vererek ölümlerine sebep oluyorlardı. Hiçbir temizliğin olmadığı hastanelerde lekeli hummadan pek çok asker şehit oldu, Az bir dikkatle tedavi edilebilecek hastaların çoğu bakımsızlık yüzünden ölüyordu.

Krasnoyarsk'in 3.000 km kuzeyinde bulunan Sirentiski'de havalar ekseriya eksi 40–50 derece arasında seyrediyordu. Yazlık barakalara doldurulan esirler arasında salgın hastalıkların korkunç boyutlara varması üzerine esir düşen Türk doktorların bir kısmı bu kampa gönderildi. Esirler arsında lekeli humma, yılancık, kızıl mançuri humması yaygındı. Bu salgın hastalıklara rağmen askerler kucak kucağa yatıyordu. Hastaların üzerine örtecek örtüleri yoktu. Hastanelerde ilaç bulmak mümkün değildi. Ruslar dışardan ilaç sağlanmasına da izin vermiyordu. Birtakım bahanelerle esirlerin birkaç gün aç bırakıldığı oluyordu.

Kızıl Deniz'in Bakû tarafında bulunan Nargin Adası, üzerinde bitkiden eser olmayan yılanları ile meşhur bir yerdi. Havası gayet bozuk olan adada su bulunmazdı. Ada Rus canilerinin sürgün yeri idi. 500 metre eninde 1500 metre uzunluğunda olan adada 1915 yılında 10.000 esir alacak şekilde ikişer katlı olarak 40 baraka yapıldı. Barakalar 125 kişilik olarak planlanmıştı. Harbin başlaması ile birlikte Osmanlı esirleri Nargin adasına gelmeye başladılar. Zaman zaman sayıları 10.000'ni bulan bu esirlerin çoğu kısa zamanda hastalanıyordu. Temizlenme imkânı olmayan esirler son derece pis ve zayıftı. Cansız bir şekilde yerde yatan hastaların üzerinde binlerce sinek dolaşıyordu Bu hastaların çoğu abdest bozmak için yerinden kalkamıyordu. Esirlere verilen ot minderler çoktan parçalanmış, yerden hafifçe yüksek tahtalar üzerinde yatıyorlardı... Esirlerin en çok ihtiyaç duydukları şey içmek için bir parça su idi. Esirlere bazen 6 gün su verilmediği oluyordu. Adada kaynak suları olmadığı için şehirden getirilen su, öncelikle Rus kahvehanelerine verilir, muhafız Rus askerleri ihtiyacı olan suyu aldıktan sonra kalırsa esirlere verilirdi. Susuz ve kanalsız helâlar kısa zamanda dolduğu için esirlerce barakalar etrafına bırakılan pislikler yüzünden etrafı çirkin bir koku kaplamıştı. Hastane olarak ayrılan 400 kişilik bir barakada 1200 hasta bulunuyordu. Adada görevlendirilen 5 Rus doktoru tıbbi malzeme alamadıkları gibi hastalarla da ilgilenmiyorlardı. Bütün olumsuz şartlara rağmen esirler arasında bulunan Konsolos Doktor Ferbets Nidermayer küçük büyük 1800 ameliyat gerçekleştirmişti. Ölüler hiçbir merasime tabi tutulmadan deniz kenarında açılan çukurlara üst üste gömülürdü. Temizlenme imkânı olmayan esirler arasında çıkan kolerada bir çok Türk esiri şehit oldu. Esirler barakalarda beton zemin üzerinde yatıp kalkmaktaydı. Eksi 45 derece soğukta ısınma imkânı yoktu. Esirlere günlük olarak içinde yağ ve et bulunmayan bol sıcak su ile yapılmış bir çorba ile 100 gram siyah ve ekşi bir ekmek veriliyordu. Sonradan bu miktar yarıya indirildi. Esirlerin tamamından ayakkabıları alınmıştı. Bu şartlarda pek çoğu hastalanan esirler süngü tehdidi altında yollarda çalıştırılıyordu. Hastalanan esirlerin tedavisine bakılmadığı gibi istirahat etmelerine de imkan verilmiyor, çalışamayacak durumda olanlar Ermeni ve Rum muhafızlar tarafından dövülüyordu.

Esirler 200, 250 kişilik döşemesiz ve penceresiz barakalarda tutulurdu. Barakalarda sinek ve tahtakurusundan uyumak mümkün değildi. Hiçbir zaman temizlik maddesi verilmemişti. İlaçlama bahanesi ile esirlerin elinden alınan elbiselerin yerine gayet fena elbiseler verilirdi. Esirlerin beslenmesi için ayrılan tahsisat üzerinde bir çok yolsuzluk yapıldığı tespit edilmişti.

İsveç ve Danimarka Konsolosları ile Azerbaycan Himmet Fırkası Murahhası, Alman doktorlar Nerimof ve Mahmudof, Muhacat Fırkası'ndan Ağa Muhammed ve Muavenet Cemiyeti üyesi Morislof un katıldıkları bir heyet Nargin Adasına geldiler. Gördükleri karşısında dehşete kapılan heyet üyeleri Osmanlı esirleri karşısında ağlamaktan kendilerini alamadılar. 300 kişinin kalabileceği bir hastanede 1200 hasta vardı. Bir kısmı ölüm halinde bulunan hastalar su ve yemek isteriz diye inliyorlardı. 30 kadar cenaze bir kenarda üst üste yığılmıştı. Hastaların büyük kısmı için yatak yoktu. Üzerlerinde elbiseleri de bulunmayan hastalardan günde en az 30 kişi vefat ediyordu.

Kafkasya bölgesinde yaşayan Ermeni, Gürcü ve Rus Muhacirleri Türklere karşı çok acımasız ve asabi davranıyorlardı. Bu yüzden Nargin adasındaki esirler çok ağır davranışlara maruz kaldılar. Bu fecaatler Rusya Menzil Sıhhiye Müfettişi General Prens Oldenburg'a şikâyet edildiği halde herhangi bir iyileştirme sağlanmadı. Nargin Adası'nda inceleme yapan Rusya Üsera ve Muhacirin Komiserliği memurlarının adaya esir sevkinin durdurulmasını isteyen raporları Tiflis'te alıkonuluyordu. Esirlerin büyük kısmı ölmesine rağmen sevkıyatın devam etmesi yüzünden adadaki esir sayısı 6000'nin altına inmedi.

Tomask şehrinde bulunan Kıryos zindanında elbiseleri üzerinden alınarak tahtalar üzerine atılmış 20 kadar hasta Osmanlı askerinin perişanlığı, gören herkesi ağlatıyordu. Bu karanlık ve pis zindanda esirler hemen her gün telgraf tellerinden yapılmış kırbaçlarla dövülüyordu. Tomask'ta bulunan 1400 Osmanlı esirinden sadece 200'ü hayatta kalmayı başardı.
Bölgede yaşayan Müslüman halktan esirlere yiyecek ve giyecek yardımı yapmak isteyenler şiddetle men ediliyordu. Tomask şehrinde esirlere elbise, kitap, harita ve sair eşyaları satanlar 5 ay hapis ve 3000 ruble hapis cezasına çarptırılıyordu.

ESİR KAYIPLARI

Sarıkamış ve Oltu civarında esir edilen 4000 askerden sadece 400'ü Kars'a ulaşabilmiş diğerleri Rus Kazaklarının cinayetleri ve hastalık yüzünden yollarda kaybedilmiştir. Sarıkamış civarında Hamamlı mevkisindeki esir kampında vefat eden Türk esiri miktarı tahminen 30.000 kadardı (10 Temmuz 1333). Sarıkamış'tan bir ay uzaklıktaki Nermi'ye sevk olunan askerlerin büyük kısmı tifüs hastalığı ile şehit oldular. Nargin adasında hastalanan 700 askerin Tambuk'a nakilleri esnasında 176 asker vefat etti. Sibirya'ya gönderilen Türk esirlerinin üçte ikisi pislik ve gıdasızlık yüzünden kaybedildi. 1916 senesi Ağustos ayına kadar lekeli humma teşhisi ile vefat eden Türk esirlerinin sayısı tahminen 64.000'e ulaştı.

Hiçbir yorum yapmadan aktarılan bu satırlar esir Türk subaylarının esaret dönüşü verdikleri raporlar ve tarafsız ülkelerin Salib-i Ahmer heyetlerinin raporlarından alınmıştır. Aktarılan kısımlar rapor sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri noktalardır. Ruslar doğu vilayetlerini işgal edince esir Osmanlı askerleri ile birlikte bölgede yaşayan halkın büyük kısmını da Sibirya içlerine sürdüler. Bunu fırsat sayan Ermeniler Rusya'daki iç karışıklıklardan da yararlanarak Türk esirleri üzerinde milli duygularını tatmin ettiler!

Geri dönüş imkânlarının son derece sınırlı olduğu bölgeden salgın hastalıklar ve katliamların da etkisi ile pek az Osmanlı esiri kurtulabildi.

Dr:Ramazan  BALCI:Tarihin  Sarıkamış  Duruşması  
S:261-268   Tarih  Düşünce  Kitapları-İstanbul


http://www.akintarih.com/turktarihi/soykirim/sarikamisesirleri.html

..

1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?



1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?



1915  TÜRK ESİRLERİNİN TREN İLE NAKLİ

BİLGESAM Araştırmacısı Dicle Sasaoğlu’nun Bilge Adamlar Kurulu Üyesi Büyükelçi Ümit Pamir ile Mülakatı
Bilge Strateji, Cilt 7, Sayı 12, Bahar 2015


SORU- Nisan 2015 Türkiye’nin aleyhine kullanılan “soykırım” suçlamasının 100. yılına denk gelmektedir. Günümüzde sadece siyasi boyutuyla ele alınan bu
sorunun geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu tarihi sorunu değerlendirmeden önce o dönemin genel tablosuna bakmamız uygun olur. Tarihte bütün imparatorlukların yıkılışı ki Roma, Habsburg, Britanya
ve Osmanlı imparatorlukları buna örnek olarak gösterilebilir, beraberinde sancılı, karmaşık, bazen felaketlerle dolu dönemlere sahne olmuştur.
Osmanlı, Trablusgarp ve Balkanlar’dan sonra Kafkaslar, Suriye ve Irak cephelerinde, Çanakkale’de savaş halindedir. Ermenilerin “soykırım”ın başladığı tarih
olarak algıladığı ve bazı Ermeni ileri gelenlerinin tutuklandıkları 24 Nisan 1915’te İngiliz donanması Çanakkale önündedir. Ertesi gün saldırıya geçeceklerdir.
Sırpların ve Bulgarların bağımsızlıklarını kazanmaları, çöküntü halindeki Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermeni devleti kurmayı hedefleyen
milliyetçilik cereyanlarını körüklemiş ve “Doğu Meselesi”nin Osmanlı’nın parçalanması suretiyle kesin bir çözüme kavuşturulmasının artık zamanı geldiğini
düşünen Rusya, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci Batı ülkeleri Ermenilerin bu hayallerini istismar ederek onları teşvik etmişler, kışkırtmışlar ve ellerinden gelen
yardımlarda bulunmuşlardır. Ermeniler de maalesef bu vaadlere kanmışlardır.

SORU- Türklerin ve Ermenilerin yüzyıllarca barış içinde birlikte yaşayan dost milletler oldukları bilinmektedir. Bu çerçevede 1915 yılında alınan tehcir kararını
nasıl yorumluyorsunuz?

Birden bire bu dostluğun bozulması için yani birisinin sabahleyin kalkıp da “ Hadi ben 800-900 yıldır Birlikte yaşadığım insanları tehcire tabii tutayım ” demesi için
birşeylerin olması gerekir. Birşeyler oluyor ki hükümet tehcire başvuruyor. 

Bunlar nedir? 

Çöküntü halinde bir imparatorluğa dönüşen Osmanlıyı bölmek isteyen büyük devletlerin himayesinde “ Doğu Hıristiyanlarını Koruma Cemiyetleri ” kuruluyor, bunlar ayrıca 
federasyonlar da kuruyorlar. Bu misyonerlerin kışkırtıcı bir takım faaliyetleri mevcut. Yine bu dönemde bir takım Ermeni çeteleri oluşuyor.

Bu çeteler isyanlar düzenlemeye başlıyor. Bazıları büyük kitleler halinde Rus ve Fransız ordularına gönüllü olarak katılıyorlar, özel taburlar kuruyorlar, onların
üniformalarını giyiyorlar, Doğu’da ilerleyen Rus orduları ile birlikte düşmanla işbirliği yapan bir konuma geçiyorlar. Aynı durum Güneydoğu’da Fransızlarla da
söz konusu.

Yaptıkları mezalime karşı yerel halkta tepkiler oluşuyor. Zaten kendileri de Milletler Cemiyeti’ndeki görüşmelerde “ 200 bin Ermeni’nin İtilaf devletlerine yardım
amacıyla” Yaşamlarını kaybettiklerini açıkça kabul ediyorlar. O tarihe kadar “ Sadık Tebaa ” olarak tanımladığı Ermenilerin savaş halinde olduğu ülkelerle işbirliğinde
bulunmasını ihanet olarak algılayan ve parçalanma süreci içindeki Osmanlı, çaresizlik içinde tek seçenek olan tehcir kararını alıyor. Ermeniler özellikle
Rusların ilerlediği bölgelerdeki lojistik ve destek yollarında etkin olmamaları için bölgeden uzaklaştırılıyorlar. Gönderdikleri topraklar Suriye gibi gene Osmanlı
toprağı. Hatırlanacağı gibi, Holocaust’ta Yahudiler Almanya’nın savaşta olduğu başka bir ülke ile işbirliği yapmadılar ve onların üniformalarını giymediler. Ona
rağmen onlar Polonya gibi Almanya’nın sınırları dışında bir ülkeye gönderildiler.

Osmanlı ise Suriye topraklarına gönderiyor. 1993 yılında Fransız Le Monde gazetesine verdiği beyanatta Bernard Lewis “ Osmanlı hükümetinin Ermeni ulusuna
karşı kitlesel imhayı öngören bir planının olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur ” derken bu hususa da ayrıca değinmiştir.

Bu çerçevede Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’in Taşnaksutyun Partisi’nin kongresinde yaptığı konuşmada “ortada bir emperyalist proje bulunduğunu”,
“ İngiliz işgalinin Ermeni umutlarını yeşillendirdiğini ”, “ Kayıtsız şartsız Batı’ya Bağımlılıklarını ”, “ Osmanlı ordularına karşı savaşmak üzere gönüllü birlikler
oluşturduklarını”, “ Türklerin savunma içgüdüsüyle hareket ettiklerini”, “ Tehcirin amaca uygun olduğunu” içeren ifadelerini hatırlamak ve hatırlatmak uygun olacaktır.
Tehcirin düzenli, kontrollü, kimsenin malına canına dokunulmayacak şekilde uygulanması yönündeki talimatlara rağmen, savaş halinde olan yerel halk Ermeni
çetelerinin saldırılarının yarattığı öfke ve kin ile bazı olaylara tevessül ediyor.

Bazı resmi görevlilerin de görevlerini büyük bir titizlikle yapmadıkları durumlar söz konusu. Devlet otoritesinin büyük ölçüde yıpranmasının yarattığı kargaşa
ve zaaflar (açlık, salgın hastalıklar, ulaşım zorlukları, elverişsiz iklim koşulları, iaşe konusundaki ciddi imkânsızlıklar, yağma ve soygun gibi üzücü durumlar)
nedeniyle Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı bu tehcir olayı bir trajedidir. Hiç şüphe yok ki bu felaket karşısında bir empati duymak, tehcirin yol
açtığı acıları paylaşmak, haksızlıklara uğramış olanlardan özür dilemek gerekmektedir.

Bu acıların yaşandığı ortamda Osmanlı Müslüman halklarının da büyük acılar yaşadığı görülmektedir. Balkanlarda, Kafkaslarda milyonlarca ölü ve yaralı
söz konusu. Bir o kadar insan da anayurtlarından sökülmüşler ve Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmışlardır. Sığındıkları topraklarda da savaş süregelmektedir.


Türk tarafında yaşanan bu trajediler için de üzüntü beyan etmek, empati duymak gerekmez mi? Aksi takdirde, bir tarafın uğradığı felaketi dile getirip öbür tarafın
felaketini görmezlikten gelmek “seçici unutkanlığa” (selective amnesia) sığınmak olur.

Bir yıkılış döneminin geri planındaki tablo bu.

SORU- Türkiye ve Ermenistan’ın farklı tarih anlatılarına sahip oldukları aşikâr. Bu noktada Türkiye’nin tarihçilerden oluşan bir tarih komisyonun kurulması önerisine
nasıl bakıyorsunuz?


Ermeni tarihçilerle Türk tarihçilerin bir araya gelmesi fikri ilk defa 1978 yılında Başbakan Sayın Ecevit tarafından ortaya atıldı. Daha sonra 1989’da Türk Tarih
Kurumu’nun düzenlediği bir sempozyum oldu. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi bir konferans düzenledi. 2009’da yine Tarih Kurumu bir toplantı yaptı. Bunlara
Ermeni tarihçiler katılacağız dediler. Bazen bir kişi geldi bazen hiç gelmediler. Tarihinizle yüzleşin diyorlar. Tarihinizle yüzleşirken “ Ben neyi neden yaptım ”
diye bakarsınız. Yüzleşmenin geniş ve kapsayıcı bir kavram olduğu unutulmamalı. Tarihle yüzleşirken o tarihteki bütün aktörlerle yüzleşmek, onlar ne yaptılar, ne
ettiler onu da bilmek istersiniz. Yoksa “sen tarihe tek başına bak, ben ‘ Soykırım ’ yaptım de, bu iş bitsin ” denemez. Yüzleşmedeki tüm tarafların ortaya çıkması
lazım, bütün tarafların elindeki belgeleri, bilgileri ortaya dökmesi lazım.

Ayrıca büyük kargaşa ve altüst olmaların söz konusu olduğu dönemlere, o tarihte cereyan eden olaylara bugünün gözlükleriyle, parametreleriyle, fikirleriyle ve değer
yargılarıyla bakmamak lazım. O günkü dünyaya bugünkü gözlükle baktığımız zaman, başka bir tablo görmüş oluruz ve haksız yargı ve sonuçlara varabiliriz. Biz
de bu olaylara, ne olup ne bittiğine o günün koşullarından hareketle bakalım diyoruz.

Ermenileri tehcir etme planı var, ama Ermenileri soykırıma uğratmak gibi bir plan yok. Bunu kanıtlayacak hiçbir belge de yok.
Bizim okullarımızda, üniversitelerimizde çocuklarımıza anlattığımız tarihle sizinki arasında büyük fark var. Bu anlatılar arasındaki farkı gidermemizin mümkün
olup olmadığını araştırmak amacıyla tarihçilerle bir çalışma yapalım diyoruz. Tarihçiler baksınlar eldeki belge ve bilgiler nedir, bunları nesnel biçimde tarasınlar,
varacakları sonucu kabul edelim diyoruz. Bundan çekiniyorlar.
Türk, Ermeni ve 3. ülkelerden de tarihçilerin katılacağı komisyon önerisine yanaşmayan Ermenilerin bu konudaki çekincelerine değinmek gerekmekte. Ermeniler
tarih komisyonunun kurulup çalışmasının, “soykırım” iddialarını sorgulanabilir hale getirmesinden ötürü çekiniyorlar. Bu özgüven eksikliğinden kaynaklanan bir
tutumu yansıtır. Ellerinde “soykırım” konusunda kesin, inandırıcı bilgi ve belge varsa korkmamaları lazım. Türkiye Osmanlı arşivini açmıştır. Rus arşivlerinde
çok önemli belgeler var, bir kısmını Mehmet Perinçek yayınladı. Boston’da Ermeni arşivleri var, bir türlü açmıyorlar. Açarlarsa orada kendilerinin de neler yaptıkları ve belki de bu üzücü olayın, bu trajedinin öyle sanıldığı gibi başlamadığı ortaya çıkabilir diye çekiniyor olabilirler. Komisyon çalışmaları sonunda “ Soykırım” yapıldığı saptanırsa onu kabul ederiz diyoruz. Ama siz baştan “ Soykırım ” olmuştur deyip işe başlayalım dediğiniz zaman bizim, bir soyun “ Soykırım ” gibi çok ciddi bir suçlamayla itibarının lekelenmesini kabul etmemiz söz konusu olamaz.

Ermenistan ile tarih konusundaki anlatılarımız farklı, ama tarihi yeni baştan yazamayız.

Ermeniler bize “ Tarihi bir tek benim versiyonuma uygun şekilde yazalım ” diyorlar. Bunu yapamayız, tarihi yazacaksak birlikte oturup bakmamız lazım. Tarihi yeniden yazamayacağımıza göre hiç değilse geleceği birlikte şekillendirebiliriz.
Tarihteki travmaların esiri olup geleceği de travmatik bir yaklaşımla ele almamamız gerekir. Hiçbir ulustan tarihini unutması istenemez, tabi ki tarihlerini
hatırlayacaklardır ama tarihteki travmalara günümüzdeki davranışlarımızı da etkileyecek şekilde bağlı kalır ve bugünkü ilişkilerimizi, yaklaşımlarımızı bu travmaların etkisinde şekillendirirsek sağlıklı bir konumda olmayız, bir takım hatalar yaparız ki bu hatalar bize pahalıya mal olabilir. Tarihi şekillendirmek lazımdır ama tek bir tarih anlatısını bir tarafa baştan empoze etmek de herhalde oldukça haksız bir durumdur.

SORU- 1915 yılında yaşanan olayları bugün “soykırım” olarak tanımlayan ve bu süreçte 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia eden görüşler mevcut. Bu
konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dışişleri Bakanlığı’na 1965’te girdiğimde hatta 1970’lere kadar sayı 500 bin civarındaydı. Rakamlar giderek arttı 800 bin, 900 bin şimdi 1,5 milyona kadar çıktı. Kaldı ki Türkler “soykırım” suçunu işlemişlerdir derken dikkat edilirse bunu belirli bir idareye değil bir ulusa yüklemeye kalkıyorlar. Srebrenitsa’da ve Ruanda’da idareler söz konusu fakat burada tüm bir ulus “ Soykırım ” la itham ediliyor.

Ermenilerin tezlerinde dayandıkları iddialar Birinci Dünya Savaşı sırasında yayınlanan makaleler, misyonerlerin notları, bir takım hatıratlar ki bunların hiçbiri orijinal nitelikte değil. Üstelik de bunları çarpıtarak kullanıyorlar. Mesela hatırattaki 5 cümleden 1’ini alıyor öbür cümleleri görmezlikten gelip o cümleyi de bazı eklemeler yaparak yayınlıyorlar. Saptırılmış versiyonlarla karşı karşıya kalınca her defasında bunları çürütme konumunda kalıyoruz.

1960’lardan sonra, özellikle Soğuk Savaş’ın da etkisiyle bir Ermeni aktivizmi ortaya çıktı, bu da Türklerin “soykırım” yaptığı tezine dayandı. Giderek bu Ermeni paradigması Ermeni kimliği ile eş anlama gelmeye başladı. Yani biz ancak Türk karşıtlığı üzerinden, Türklerin “soykırım” yaptığını iddia ettikçe Ermeni kimliğini canlı tutabiliriz algısı oluşmaya başladı. Böyle bir paradigma yaratıldığı zaman “ Irkçı Türk ”, “ Hitler’e ilham veren Türk ” gibi ifadelerle karşı karşıya kalınıyor. Bu yaklaşımın son derece siyasi bir yaklaşım olduğu aşikâr zira soykırım konusunda ortada hukuki ve bilimsel bakımdan bir oy daşma mevcut değil. “Soykırım” olmuştur diyenler de var, hayır olanlar “ Soykırım ” olarak tanımlanamaz diyenler de.

Bizde tarih eğitimi olmasa da tarih bilmese de “ Ermeni Soykırımı Olmuştur ” diyen Taner Akçam, Hasan Cemal gibi gazeteciler var. Buna mukabil 1 Mart 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Sir Eric Drummond “ Türkiye’deki Azınlıklar baskıya uğramış ve başıboş çeteler tarafından katliamlar işlenmiştir. Ancak bunlar merkezi hükümetin kontrolü dışında cereyan etmiştir.” demiştir.

(“Minorities were often oppressed and massacres carried out by irregular bands who were entirely outside the control of the central Turkish Government”). Ayrıca Doğu Perinçek davası var. Bu davada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Doğu Perinçek’in haklı olduğunu, 1915 olaylarına “ Soykırım ” diyenler olduğu gibi böyle tanımlamayanların da bulunduğunu belirtmiştir. Tarihe siyasal bir açıdan değil, tarihçi gibi bakmak lazım yani belgelere inmek lazım.

Hukuki bakımdan ortada “ Soykırımı ” belgeleyecek bir şey bulunmamaktadır. Bilindiği gibi, 1948 Sözleşmesi soykırım için örneğin Holocaust ve Nurnberg’de
olduğu gibi “yetkili bir mahkemenin”, “adil ve hukuka uygun” bir yargılama sonunda vereceği kararın, ayrıca “bir yok etme niyetinin” var olması gerektiğini ifade etmektedir. 1915 olaylarında “soykırım” ile ilgili bir mahkeme kararı ve imha niyeti söz konusu değildir. Zaten “soykırım” kavramı Almanya’da Holocaust’tan sonra ortaya çıkıyor. 1915’lerde “soykırım” kavramı diye bir kavram yok. Tabii bu kavramın o tarihlerde mevcut olup olmamasından çok, neyin yapıldığı önemlidir. Şimdiye kadar Ermeni “soykırımı” konusunda 20 civarında ülkede, parlamentolarda ya karar alındı ya da deklarasyon yayınlandı. Mesela İsveç’te 150’ye karşı 151 oyla, bir oy farkla kabul edildi. Bazılarında parlamentoda kararlar milletvekili sayısının %10’un oyuyla geçti. Kaldı ki siyasal bir konumda olan parlamentoların, kanun koyucunun tarihi olaylar hakkında kanun koyması sağlıklı bir yaklaşım olamaz.
Bu noktada sömürgecilik zihniyetinden kalma algıların hala devam ettiğini söyleyebiliriz.

Bu algı “ Biz Üstün Toplumuz, Sömürgecilik döneminde yaptıklarımız katliam sayılmaz çünkü biz uygarlık götürdük. Türkler ise Avrupa’ya yakışmayan
barbarlar ve katliam yaparlar ” üzerine kuruludur. Uygarlık götürdük deyip vicdanlarını rahatlatmak ve suçu kendilerinden geri olarak gördükleri toplumlara
mal etmek söz konusu. Bunun geri planda var olduğunu akılda tutmamız gerekir. “ Soykırım ” temasının, Lozan Barış Antlaşması’ndan 50 yıl sonra uluslararası gündeme taşınmasında,  ASALA gibi terör örgütlerinin işlediği cinayetlerin ki bu çerçevede 31’i Türk diplomatı ve yakınları olmak üzere 90 kişi yaşamını yitirmiştir yanı sıra Avrupa ve ABD’deki bu algının çok önemli rolü olmuştur. O kadar ki bu cinayetler karşısında bigâne kalmak veya olup bitenleri hoşgörüyle karşılamak, bazı Batılı ülkelerde failleri yakalamamak veya asgari cezalarla salıvermek ölçüsüne varabilmiştir.


SORU- Nisan 2014’te Türkiye, 1915 olaylarında ölenler için Ermenistan’a taziye dileklerini iletmiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi amacıyla bir sonraki adımın sınırın açılması konusunda olacağının sinyallerini vermişti. Alican Sınır Kapısı’nın açılması halinde bunun yaratacağı etkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?


Bilindiği gibi dünyada 8 milyon Ermeni var, bunun 3 milyonu Ermenistan’da, 2,5 milyonu Rusya’da -ki en büyük Ermeni diasporası Rusya’dadır,  1,3 milyon civarı ABD’de ve 500-600 bini de Fransa’da yaşıyor. 3 milyon nüfusu olan Ermenistan ’ın gayrisafi milli hasılası 10 milyar dolar civarında. Türkiye ile ihracatı Gürcistan üzerinden oluyor. Bizim oraya ihracatımız 250 milyon dolar civarında, onlardan da 1 milyon dolar civarında ithalatımız var. 250 milyon dolarlık bir ihracat Türkiye açısından çok önemli bir rakam değil.

Ancak sınırın açılması sayesinde Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye arasında bölgede kurulacak istikrarlı bir barış ortamı her bakımdan 3 ülkenin de yararına
olur. Buraya doğrudan yabancı sermaye akışı artar, ekonomik ve sosyal ilişkiler dokusu oluşur, tarihle barışma süreci de kolaylaşabilir.
Sınırın açılmasının taşımacılık konusunda da bir takım olumlu getirisi olur; Gürcistan üzerinden olan yol kısalır, maliyetler düşer, Türkiye’nin Orta Asya pazarına kuzeyden de gitme imkânı doğar. Sınır ticareti hem Ermenistan hem de Türkiye’deki sınır bölgeleri bakımından kârlı olur. Ancak tüm bunların gerçekleşebilmesi için Yukarı Karabağ sorununda Ermenistan’ın adım atması gerektiğini düşünüyorum.


SORU- Bu noktada Ekim 2009’da ilişkilerin normalleşme süreci bağlamında iki ülkenin dışişleri bakanları tarafından imzalanan Zürih Protokolleri’ni nasıl 
değerlendiriyorsunuz?

Protokollerde sınırın açılması öngörülüyordu. Yalnız Zürih Protokolü’nde bildiğim kadarıyla zımni, bazı kaynaklara göre ise daha kesin ABD vaatleri vardı. Bilindiği
gibi Yukarı Karabağ dışında reyon denilen 7 tane bölge var. Bunlar Ermeni işgali altında. Ermeniler bu protokolleri bizim meclise sevk etme sürecimize paralel
olarak bazı reyonlardan çekileceklerdi. Bunu yapmadılar. O müzakerelerde ABD tarafının “ Siz merak etmeyin protokolü imzalarsanız, meclise sevk ettiğiniz
aşamaya paralel olarak belli bir takvim çerçevesinde Ermeniler de bu reyonlar dan çekileceklerdir ” şeklinde bir vaadi olduğu görüşü doğruysa, bizim bu sözlü vaadler le yetinmeyip bu anlayışı kâğıda dökmemiz lazımdı. ABD gibi büyük bir devletle iş yaparken çok dikkatli olmanız lazım. Benim anladığım kadarıyla biz bir sözlü vaatle yetindik, Amerikalılar Ermenileri ikna edemeyip de Ermeniler hiçbir reyondan çekilmeyince, Türk hükümetinin bunu parlamentodan geçirmesinin imkânı olmadı. Biz özellikle Yukarı Karabağ sorununda Azerbaycan’ı hesaba katmayan bir tutuma giremezdik. 
Bence hata orada oldu. 
Amerika vaatlerini gerçekleştiremeyince biz de parlamentodaki süreci ileriye götüremedik.

SORU- Türkiye’nin iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için verdiği çabalar ortadadır. Peki, Ermenistan ne tür adım atabilir?

Zürih protokollerinin yürürlüğe girmesini sağlamak için Ermenistan’ın reyonların bazılarından çıkması olabilirdi, yapmadılar. Ortada enteresan bir durum da var. 
Ermeni diasporasıyla Ermenistan hep değişken rollere soyunuyorlar. Bazen Ermenistan yakınlaşmadan yana tutum sergiliyor ama diaspora karşı çıkıyor, bazen de diaspora “ Bu iş artık bitirilmeli ” diyor, bu sefer de Ermenistan hükümeti tutumunu sertleştiriyor. Günlük sıkıntıları çekenler Ermenistan’da yaşayanlar, diasporadakiler değil. Diaspora açısından bir de çıkar meselesi var. 

Diasporadaki Ermeni kuruluşları, özellikle Amerika ve Fransa’dakiler bu işten epey para kazanıyor. Yani bir de işin mali yönü var. “ Soykırım ” temasını işlemekten  nemalanıyorlar.
Ermenilerin meseleye Erivan’dan soğukkanlılıkla bakarak “ Evet Tarihte bir felaket oldu, Türkler bu felaketi kabul ediyorlar, ama bunun baştan ‘ Soykırım ’
olmasına karşılar, oturup konuşalım” demesi lazım. Bazı Ermeni aydınları, Ermeni halkı adına işlenen cinayetlerden ötürü Türklerden özür dilenmesi amacıyla bir metin hazırlamaya girişmişler fakat ASALA’nın kendilerini ölümle tehdit etmesi üzerine bu niyetlerini gerçekleştirememişlerdi. Örneğin bir diğer adım da bu projeyi canlandırmak olabilir. Bir de bildiğiniz gibi 2015 Şubat ayında Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın protokollerin parlamentodan geri çekilmesi yönünde almış olduğu karar var. Karşılıklı iyi niyet adımlarının atılması beklenirken böyle bir kararın alınması hayal kırıklığı yaratmıştır.

SORU- Sizce Nisan 2015’te neler olacak?

2015 Nisan’da neler olacak bilemiyoruz, ama parlamentolardan çıkacak kararlarla Türkiye’nin baştan “soykırımı” kabul etmesi bekleniyorsa bu olmayacaktır. Ermenilerin yaklaşımı “soykırım” kararını tanıyan 21 tane parlamentodan hareketle bu rakam büyür ve o zaman Türkler bu suçu kabul eder yönündeyse, bunun gerçekleşebileceği ni sanmıyorum. Ermeni ulusu eski bir ulustur, ama Türk ulusu da eski bir ulustur. Yani Ermeniler için tarih ne kadar kutsal ve önemliyse bizim için de kutsaldır. Türkler 1071’den itibaren yaklaşık 10 asra yakın birlikte yaşadıkları Ermenilerin elim trajedisini yadsımamaktadır. Ermeni trajedisini kabulleniyoruz, bunun için taziyelerimizi, empatimizi sunuyoruz ve acılarını paylaşıyoruz ama bizim de bir takım acılarımız var biraz da buna bakalım dendiği zaman da bize karşı cimri davranılmaması gerektiğini düşünüyoruz.

24 Nisan 2015’ten sonra 100. yıl da bittikten sonraki dönemde Ermenilerin tutumlarını yeni bir bakış açısıyla gözden geçirme imkânı bulmalarını, yeni dinamiklerin devreye sokulacağı yaklaşımların benimsenmesini diliyorum. Geleceği beraber şekillendirmemiz için bir 100 yıl daha beklemememiz lazım geldiğini düşünüyorum.



..


2 Şubat 2016 Salı

1914-1915 Felaket Yıllarında Osmanlı ve Ermeniler



1914-1915 Felaket Yıllarında Osmanlı ve Ermeniler 























Taha Akyol 

İstanbul, Doğan Kitap, Ekim 2015, 319 sayfa, ISBN 978-605-09-3043-6. 


Serhat DEMİR* 
∗ srhatdemir@gmail.com

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin hemen hemen tamamı umum dünya açısından önemli olduğu gibi, özellikle Türkler için sonuçları itibariyle sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel, siyâsi ve askeri alanlarda önemli gelişmeleri haizdir. Meşrutiyet’in hemen akabinde düvel-i muazzama’nın ihtiraslarının bir bir gün yüzüne çıkması yüzyıllardır geniş topraklar üzerinde hakimiyet sağlayan Osmanlıların artık tabiri caizse bir ‘’ Kış Mevsimi’’ yaşadığı, sükût ettiği anlamına gelir. Bu olaylardan tam bir asır sonra geldiğimiz yer itibariyle de geriye dönüp o devri iyi anlayıp hatalardan ders almaya çalışmak adına 2012 (Balkan Savaşı yıl dönümü) 2014-2015 (Umumi Harp ve Ermeni Meselesi) ülkemizde az da olsa bazı çalışmalar yapıldı. 

Gazeteci yazar Taha Akyol da bu çalışmaları gerçekleştirenlerden birisi olarak karşımıza çıkar. 


Taha Akyol, Rumeli’ye Elveda ve Bilinmeyen Lozan gibi evvelinde belgesel olan fakat akabinde kitaplaşan çalışmalarının ardından yine aynı çerçevede ‘’1914-1915 Felaket Yıllarında Osmanlı ve Ermeniler’’ başlıklı çalışmayı, hem belgesel hem de daha geniş haliyle kitaplaştırarak okura sunuyor. Eser on bölümden oluşup, umumi harp öncesini, 1853 - 56 Kırım harbine kadar götürerek Batı ve Osmanlı’nın hangi hallerden geçerek hangi hallere evrildiğini; bilhassa iktisadi, askeri ve siyasi gelişmeleri istatistikî olarak ortaya koyar. 
Alanında uzman ve tanınmış tarihçiler konunun gidişatına göre belli yerlerde sözü teslim alarak yorumlarda bulunurlar. Zafer Toprak, Kemal Çiçek, Şevket Pamuk, Feroz Ahmad, İlber Ortaylı ve Hasip Saygılı gibi tarihçiler bir çırpıda sayılabilecek isimlerdendir. 

İlk bölümde Hangi konuların işleneceğine dair hulâsa mahiyetinde bir çerçeve çizilir. İkinci ve üçüncü bölümlerde ve hatta dördüncü bölümde de İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Osmanlı gibi devletlerin ekonomi, üretim, pazar, sanayi ve asker durumları istatistikî bir mukayeseye tabi tutulur. Ayrıca 19. Yüzyıl’da Avrupa’da bloklaşmalar, Sultan Hamid’in Osmanlı’yı siyasi yalnızlıktan kurtarmak maksadıyla müttefik arayışları ve nihayetinde yeni büyük güçlerden biri olan Almanya ile yakınlaşma, bu yakınlaşmanın getirdiği iç politikadaki bazı değişiklerle beraber bu değişikliklerin dünya üzerindeki yansımalarından bahsedilir. Komita hareketlerinin de 19.yüzyıl’ın son çeyreğinden itibaren emperyal devletlerin körüklemesiyle devlet içinde nasıl devlet olduklarını hangi evrelerden geçip Osmanlı’yı zor durumda bıraktıklarına da değinilir. 

Beşinci Bölümde yeni bir yüzyılla beraber yeni bir konjonktürün de geldiği, Sultan Hamid karşıtlarının küçümsenmeyecek sayı ve güce ulaştığı (Osmanlı tebaası içindeki her guruptan) ve devletin kötü gidişatının ancak meşrutiyetin ilânı ve Sultan’ın tahttan indirilmesiyle mümkün olabileceği, Meşrutiyetin ilanı, 31 Mart vak’ası ve Osmanlı toplumu içindeki ve dışındaki yansımaları, Türk tarihinin en kötü ve utanç verici yenilgilerinden olan Balkan Harbi, ülkedeki yeni söz sahibi İttihatçıların yine siyasi yalnızlıktan kurtulmak adına müttefik arayışları anlatılır. 

19.yüzyılın sonu ile, yirminci yüzyılın ilk on beş yılı içinde dünyanın ve bilhassa Osmanlı’nın geldiği yer çok mühimdir. Umumi harbe gidilen yolda pek çok anlatıya şahitlik edilir. Bu anlatıların çoğu ise dünyanın geldiği yeri okuyamama sebebiyle, tek taraflı ve ideolojik bakış açısı yüzünden olayların gelişi ve gidişatı isabetle anlaşılmaz. ‘’Alman hayranlığı’’, ‘’bazı serseri ve tecrübesiz subayların devleti uçuruma yuvarladığı’’, ‘’tarafsız kalınabileceği’’ gibi daha da çoğaltılabilecek yorumlar bu meyandadır. Tarihçi Şükrü Hanioğlu’nun Balkan savaşlarının neticesinde özetle üç maddede söylediği üzere: 

‘’Birincisi: Büyük devletlerden birinin koruması olmadan Osmanlı İmparatorluğu’nun günleri sayılıydı. 1914’te Almanya ile ittifak yapılmasına bu açıdan bakılmalıdır. 

İkincisi: Savaş göstermiştir ki, Büyük Güçler’in diplomatik planda topluca yazılı garantiler vermesinin bir anlamı yoktur. İşte Büyük Güçlerin Balkanlarda sınırların değişmeyeceğini açıklamaları boş laftı. 

Üçüncüsü: Savaş Osmanlılara göstermişti ki, Büyük Güçler’le çatışmaları bir an önce çözmeleri ve bir an önce temel sorunları halletmeleri gerekiyordu.’’(s.128) 

Ayrıca dönemdeki olayların bizzat göbeğinde olan bazı paşalar da anılarında bahsettiğimiz üzere yorumlarda bulunurlar. Alman ittifakından çok önce İngiltere ve Fransa ile ittifak görüşmelerine başlanıldığı, hatta Almanya ile ittifak antlaşması imzalandıktan sonra bile harp patlak verene kadar olan süreçte de itilaf blokuyla müttefiklik için çabalar sarfedildiği bilinir. Fakat nafiledir. 

Altıncı bölümde İngilizlere sipariş edilen dretnotların son taksiti de ödendikten sonra İngilizlerce el konulduğu, Goeben ve Breslau’nun Yavuz ve Midilli oluşu, bazı Paşaların Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın kış mevsiminde savaşa girme isteğine karşı oluşları gibi mühim hadiselerden bahsedilir. Kurmay Binbaşı Kâzım Karabekir’in görüşü buna örnektir. Karabekir Paşa, Enver Paşa’yla görüşmelerinde ve gönderdiği raporlarda: “Evet harbe girmemiz kaçınılmaz ama şimdi değil, kış aylarını savaş dışında geçirelim, bahar aylarında harbe girelim.”  Fikrindedir.  Fakat Enver Paşa’nın endişeleri vardır. Karabekir ve onun gibi 
düşünen Osmanlı Subaylarına: “Herifler bize para vermezse halimiz haraptır. Bundan başka bu adamlar gemileri boşaltıp gitseler bile bunları nasıl kullanırız. Eğer Ruslar harbi kazanırsa bizimle hesap görmeye geleceklerine hiç şüphe yoktur…” demektedir (s.170). 

1905’te Japonlarla yaptığı savaşta çok mühim bir yenilgiye uğrayan Ruslar, yönlerini Doğu Anadolu ve Boğazlar çevresine yöneltir. Tabiri caizse Rusya’nın nefesi Osmanlı’nın ensesindedir. Osmanlı büyük bir endişe içinde sürekli olarak bir Rus baskısını hisseder. Balkanlar bunun en açık örneğidir. Böylece Osmanlı gemileri 29 Ekim’de Yavuz ve Midilli öncülüğünde Karadeniz’de bazı Rus gemi ve noktalarını vurmasıyla fiilen savaşa girer ve 2 Kasım’da kendisine Rusya, hemen ardından da İngiltere ve Fransa’nın savaş ilanıyla savaş sahnesinde yerini alır. 

Yedinci bölümde Sarıkamış, Kafkasya ve Çanakkale cepheleri ve bu cephelerde neler olup bittiğiyle ilgili kısa malumatlara yer verilir. Yedinci bölümün sonlarından itibaren kitabın nihayetine kadar ‘’Türkler ve Ermeniler: Kardeşlikten Çatışmaya ’’, ‘’ Osmanlı Milleti Bölünüyor ’’, ‘’  Savaş Felaketinde Türkler ve Ermeniler ’’  başlıkları altında Ermeni ve Türklerin tarihi süreçte hangi merhalelerden geçtiği, Selçuklu döneminde ve Osmanlı döneminde sosyal, siyasi ve ekonomik ilişkiler anlatılır. Fakat 19.yüzyıl’la beraber farklı bir döneme girildiği, yüzyılın sonundaki Rus Ermenileri ve Osmanlı Ermenilerinin faaliyetleri, 


Ermeni komitaları ve bunların yaptığı bazı eylemlere de yer verilirken, bölünmeye giden yolda Osmanlı hükûmetlerinin farklı bazı politikalarla komitaların eylemlerine engel olmak için yaptıkları ve yapamadıkları , Rusların Ermeniler üzerindeki etki ve kışkırtmaları ve dahi en sonunda 1915 tehcir olayı ve bu mühim olay olurken gerçekleşen bazı olayların olumsuzluğu, Talât ve Cemâl Paşalar başta olmak üzere olumsuzlukları önlemek adına yapılanlar ve dahi bu hadiselere ait olan pek çok şey çok yönlü olarak anlatılmaya çalışılır. 
Bu anlatılar yapılırken de Ermeni, Türk, Rus, İngiliz ve Amerikalı bazı tarihçilerin görüşlerine yer verilir. 

Dil ve üslûp açısından sade ve akıcı bir dili olan eser bazı yerlerde devrik cümleler olmasına rağmen akıcılıktan bir şey kaybetmez. Bazı yerlerdeki öznel görüşler ise nesnelliğin önüne geçer. Kitap popüler tarih alanında düzenlenmiş bilhassa bu alan üzerinde mühim çalışmalara imza atmış otoritelerin eserlerinin bir derlemesi mahiyetindedir. Bu da tahminimiz üzere genel bir okur kitlesine ulaşmak amacıyla yapılmış olmalıdır. Kaynakçaya bakıldığında ağırlıklı olarak araştırma eserlerin olduğu, daha az olarak da kaynak eserlerin olduğu görülür. Pek çok yerde verilen görüşler ise tek bir kaynağa dayalıdır. Dolayısıyla bir mukayeseye tabi tutulmaz. Buna örnek olarak da Enver Paşa gibi saraya damat olan, kendisine rakip ve Alman subaylarla çatışan Hafız Hakkı Paşa’yı Kafkas cephesine göndererek Hafız Hakkı’nın karargâhtan uzaklaştırıldığı görüşüdür. Ki tartışmalı bir görüş kesin gibi, mukayeseye tabi tutulmadan sunulur. Yine Sarıkamış’la ilgili eksik ve kalıplaşmış bilgiler vardır. 

‘’ Buna karşılık gerideki Türk birlikleri Sarıkamış önlerine zamanında gelemediler. Harekât plânına uymayan 10.Kolordu Komutanı Hafız Hakkı Bey, en kısa yolan Sarıkamış’a gelmek yerine mağlup ettiği bir Rus tugayının peşine takılıp kuşatma yolunu uzatarak birliklerini gereksiz yere Allahuekber dağlarına sürüklemişti ’’ 36 

‘’30 bin askerin tek kurşun sıkmadan şehit düştüğü bir faciadır’’(s.185) yorumu yine bahsini ettiğimiz kalıplaşmış yargılara bir misaldir. 

‘’… Allahuekber dağlarını aşan birliklerin 27 Aralık’ta Selim yakınlarında Sarıkamış-Kars demiryolunu kesmesi ciddi bir korku yarattı. Kapana kısıldığını zanneden Rus Ordusu Komutanı General Mişlayevski yerini General Yudeniç’e bırakarak Tiflis’e kaçtı. Böylece bütün Kafkasya’da büyük bir kargaşa çıktı.’’37 

Aynı makalede Allahuekber dağlarında donma vakalarının yaşanmasına rağmen geç de olsa Sarıkamışa ulaşıldığı ve boğaz boğaza, süngü süngüye çatışmalar yaşandığından bahsedilir. 

Bu eleştirilerin yanında genel olarak eser yukarıda bahsettiğimiz üzere dil ve üslûp ile okura mühim bilgiler sunacak ve tarihin mühim bir kesitini anlamaya yardım edecektir. 


36 Tuncay Öğün, ‘’ Zafer Mi, İhanet mi? 100 Yıllık Sarıkamış Muamması’’, Derin Tarih Dergisi, S.34 Ocak 2015, s.104-108. 
Daha geniş malûmat için mezkûr makaleye bakılmasını öneririz. 
37 Tuncay Öğün, ‘’a.g.m’’ s.104-108. 


..