20 Şubat 2015 Cuma

Bir Yabancı Gözüyle Sözde Ermeni Soykırımının Sosyo Genetik Kodları




  Bir Yabancı Gözüyle Sözde Ermeni Soykırımının Sosyo Genetik Kodları 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                         
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
02 Ocak 2015 Cuma
Soner Polat tarafından yazıldı.




Aşağıdaki satırlar Avustralya’nın en önemli bölgesi olan Yeni Güney Galler (New South Wales) eyaletinin yerel parlamentosunda 24 Kasım 2014 günü yapılan 
konuşmanın geniş bir özetidir. Konuşma İsrailli bir araştırmacı ve akademisyen olan Tal Buenos tarafından yapılmıştır. Konuşmada, sözde Ermeni soykırımı 
iddiaları kapsamlı olarak ele alınmaktadır. Sorunun kaynağına özgün yaklaşım özellikle dikkat çekmektedir. İddiaların arkasındaki hukuki ve tarihi çerçeve, 
nesnel verilere dayalı olarak yansıtılmaktadır. Sorunun ardındaki gerçekleri sağlıklı bir muhakeme ve analitik bir yöntemle açığa çıkaran konuşma, politika 
belirleyenler için de önemli bir başvuru kaynağı olabilir. Hep birlikte söylenenlere göz atalım:

Soykırım Mıydı?

Gerçekten de soykırım mıydı? Bu soru neden soruluyor ki? İnsanlar yüzyıl önce olanları incelemeden neden bir olayı nitelendirmek istiyor? Bir de önceden 
sorulması gereken bir soru var: 

Soykırım nedir?

Soykırım, olayın kendisi değildir. Soykırım bir olay ismi değil, bir olaya yapılan yakıştırmadır. Sözleşme’nin[1] ikinci maddesine göre soykırım, “yok etmek niyetiyle” gerçekleştirilen bir eylemdir. Yok edilmekte olan grup ulusal, etnik, ırksal veya dinsel olup,  sırf bu sebeple hedef alınmalıdır. “Sırf bu sebeple” kısmına dikkat edin.  Grup tanımlamasında “siyasi” kategorinin olmamasına da dikkat edin. Her ne olursa olsun bir isyanın mağdurları, soykırım mağdurları değildir. 

Şayet karınızın, kocanızın, çocuklarınızın veya yan komşunuzun kendi isyankâr eyleminizden dolayı yük altına girmesini istemiyorsanız, bunu devlete karşı 
isyankâr eyleme kalkışmadan önce düşünmelisiniz. Bir devletin isyan vakalarına verdiği tepkinin niyeti bir grup insanı yok etmek değil, egemenliğini muhafaza 
etmektir. İsyanın siyasi koşulunu ortadan kaldırdığınız zaman, buna cevaben olacak herhangi bir devlet saldırganlığını da ortadan kaldırırsınız.

İsyan olmazsa tehcir de olmaz, katliam da. İsyankâr grup ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir kimliğe sahip olsa da; egemeni tasfiye etme, devleti mevcut 
haliyle yok etme niyetinde olduğu andan itibaren bir siyasi grup haline gelir. 

Birinci Dünya Savaşı’ndaki Ermeni vakasında, Ermeni liderliği Osmanlı devletini yok etmek niyetiyle ki onları destekleyen İtilaf güçleri de bu niyeti paylaşıyor du bir isyana öncülük ediyordu. Osmanlı devleti Ermenileri yok etmeye çalışmıyordu ve Anadolu’daki pek çok Ermeni’ye dokunulmadığı bir gerçektir; bunun yerine kendisini kurtarmaya, bir egemen güç olarak hayatta kalmaya çalışıyordu.

Bir hukuki nitelendirme olarak soykırımın ağırlığı dikkate alındığında, sorumluluk sahibi bir insan hukuki olarak soykırım tespiti yapılmadığı sürece soykırım ismini kullanmaz. Sözleşmenin altıncı maddesi, soykırım ile suçlanan şahıslar “suçun işlendiği ülkedeki Devletin yetkili bir mahkemesi veya yargılama yetkisini kabul etmiş olan Sözleşmeci Devletler bakımından yargılama yetkisine sahip bulunan uluslararası bir ceza mahkemesi tarafından yargılanır” der. Bahsi geçen Madde kelimesi kelimesine bunu söyler ve bu, bir şahsı sadece uygun mahkemelerin soykırım ile suçlayabileceği anlamına gelir.  

Değinilmesi gereken bir nokta, bahsi geçen maddede belirtilen türden hiçbir mahkemenin 1915-16’da Ermenilerin başına gelenlerin soykırım olduğu yönünde bir beyanda bulunmamış olduğudur. Diğer bir nokta ise şudur: uluslar değil, şahıslar soykırım ile suçlanabilir. Üçüncü bir nokta ise, maddenin üslubunu 
incelediğinizde, soykırım terimi için açıkça ileriye dönük bir bakış açısı olduğunu görürsünüz. Soykırım, geçmişle ilgili asılsız suçlamalardan oluşan 
samimiyetsiz bir söylemin kaynağı olması için tasarlanmamıştı.

Kimin Taraftarısınız?

Soykırımın anlamını iyice kavradığımıza göre, şimdi gelin bir de bir olayın genel anlamda nitelendirilmesinde yaşanan zorluğu değerlendirelim. Bir olayla ilgili gerçeklerle, o olayın nitelendirilmesi arasında bir fark vardır. Diyelim ki ceza sahasında oyuncular arasında bir temas oldu, bir penaltı ihtimali var; yani bir olay söz konusu. Bu olayda iki taraftar grubunun olayı aynı şekilde nitelendireceğini düşünüyor musunuz? Tabii ki hayır! Aynı şeyi görüp, farklı 
şekilde nitelendireceklerdir.

Tarih yazımı tam da bunu yapar: Grup dayanışmasını pekiştirmek için, ortakbelleğin ihtiyaçları doğrultusunda olayları nitelendirir. Bir olayın 
nitelendirilmesi, o olayın kendisinden ziyade sizin kimin taraftarı olduğunuzu belirtir. Hakemler taraflardan birini hayal kırıklığına uğratacak bir karar 
almadan önce, ilgi odağı oldukları bu durumu olduğu gibi dondurmak isteyecekler dir. Ermeniler ile Türkler arasındaki mesele de işte bu. Hakem veya 
hakemler nedense verecekleri kararı askıya almaktalar ki aslında üzerinde düşünürseniz, bunun esrarengiz bir nedeni yok. Olay, temas olsa dahi ortada bir faul olmadığı açıkça belli iken, “Türklerin hakeme faul olmadığına dair yalvarmaları gerekiyormuş” gibi gösterildikleri bir anda dondurulmuş durumda.

Şayet Türk iseniz, bu aşağılayıcı bir konumda olmak demek. Uzun süredir penaltı atışı elde edeceklerini zanneden Ermeniler için ise bu sinir bozucu bir durum. 
Ancak Ermeniler bu penaltıyı elde edemeyecek. Ve size önemli bir şey söylemek istiyorum: Uluslararası siyasal sistemde gerçek bir hakem yoktur. Ancak büyük 
bir güç veyahut böyle olmayı hedefleyen bir güç, bir hakem olarak görülmeyi isteyecektir.

Ermenistan ile Türkiye arasında oynanan bu oyunda ortada gerçek bir hakem yok, sadece hakem numarası yapan insanlar var, ancak bu insanlar aslında oyunu yönetenlerin bir uzantısı - ve oyunu yönetenler bu anı dondurmak, oyunu bu en heyecanlı anında durdurup “ceza sahasında faul oldu mu?” sorusunu olabildiğince gündemde tutmak istiyor – zira böylelikle Türk takımı sürekli olarak faul yapmış ama bunu “inkar” edercesine hakeme koşar gibi gözüküyor.

Bütün mesele de zaten olmuş bir şeyi inkâr ediyormuş gibi gözükmek. Hakeme “hayır hocam, vallahi penaltılık durum yok” demek için koşan oyuncular gibi, 
Türkler de sürekli olarak bir şeye “hayır” diyen taraf gibi gösterilmekte. Bu, bir yüzyıl önce ceza sahasında olan temastan beri böyle devam ediyor. Türkler 
sürekli olarak olmuş bir şeyi inkâr ediyormuş gibi gösterilmekte.

Bir Gerçek Mi İnkâr Ediliyor, Yoksa Bir Nitelendirme Mi Reddediliyor?Benim anladığım; Türk hükümeti ceza sahasında temas olduğunu onaylıyor, 1915-16’da Ermenilerin çektiği tüm acıları da kabul ediyor, ancak olayın önyargılı nitelendirmesini reddediyor. Türkiye’yi soykırım ve inkârcılık ile suçlayanların, Türkiye’nin açıkça ortaya koyduğu tutumunu ve gerçek olanla onun nitelendirilmesi arasındaki farkı görmezden gelmeleri; ortada duran gerçeklere rağmen bu meseleyi Türklere dayatmak için siyasi bir kararlılık olduğunun güçlü bir göstergesidir. Bana göre kamuoyunu soykırım olduğuna inandırarak Türk hükümeti üzerinde büyük baskı yapıldığı çok açıktır. Bu sayede Batılı hükümetler bu baskıdan nemalanmaktadır. 

Siyasi Güç

Osmanlı tarihi uzmanlığı olmayan araştırmacıların; Amerika, İngiltere ve burada, yani Avustralya’da, geniş bir kitleye hitap eden eserler yayınlamaları neden bu 
kadar kolay? Türklere soykırımcı demek neden bu kadar kolay? İlgili alanda uzmanlık sahibi olmadan, Osmanlı tarihi ve dili hakkında bilgi sahibi olmadan 
bir ulusun tümünü tiksindirici bir şeyle suçlamak neden bu kadar kolay?

Şu anda Amerika’yı büyükelçi olarak New York’ta temsil eden Samantha Power tam da bunu yaptı. Kalitesiz araştırmaların ürünü olan hatalarla dolu kitapların 
normal şartlarda ödüller almaları beklenmez. Ancak bu kitap Pulitzer Ödülünü kazandı. Bu bir şaka değil. Bu kitap sanki gerçekmişçesine “Türkleri” korkunç 
bir suçun failleri olarak tanıttı, kurguya gerçekmiş gibi atıfta bulunarak muğlak tasvirler kullandı ve belirgin bir şekilde Türk karşıtı bir tarih 
anlayışını savundu.

Samantha Power siyasi bir aktördür. Hem kitabında, hem de şu anda Rusya hakkında söylediklerine bir bakın. Ortaya koyduğu fikirler Amerikan hükümeti nin ihtiyaçları doğrultusunda değişiyor, bu kadar basit. Evet, Osmanlı kaynakları na atıf yapamayan Power, hiç utanma olmadan sadece Anglo Amerikan siyasi aktörlerinin İngilizce eserlerine dayanarak umursamaz bir şekilde bir ulusun tümünün namını lekeledi.

Power’ın meşhur bir arkadaşı ve az daha Kanada başbakanı olacak olan Michael Ingnatieff da bunu yaptı. Power’ın diğer bir meşhur arkadaşı, İsrail’in Amerikan 
kökenli ABD büyükelçisi Michael Oren da bunu yaptı. Bu insanlar Osmanlı İmparatorluğu uzmanı değiller ve kimlere atıfta bulunduklarına bakacak olursak, Osmanlı tarihi ve dili hakkında birincil kaynak incelemeye de hiç zaman harcamamışlar.

Bunlar okuyucu kitleleri olan, kamuoyunu etkileyebilen Harvard Üniversitesi mezunu araştırmacı ve siyasi aktörler. Gerçeklere ulaşma derdinde değillermiş 
gibi bir izlenim yaratıyorlar. Ancak okuyucu kitleleri var ve topluma hitap edebiliyorlar. Yani bunlar güç sahibi insanlar ve bu gücü genelde Türklere karşı 
korkunç suçlamalar yapmak, Türklere soykırımcı ve inkârcı yakıştırması yapmak için kullanıyorlar.

Bu araştırmacılarda hiç utanma yok mu? Geçmişte ne olduğunu bilmeyen  ve bilmek de istemeyen  bu insanların buna rağmen geçmişte ne olduğunu biliyor 
numarası yapmalarının ve “Ermeni” ile “soykırım”ı birleştiren bir ifadeyi sanki gerçekmiş gibi yaymaya çalışmalarının nedenini biliyor muyuz? Böyle bir durumla karşılaşınca insanın “burada neler oluyor?” diye sorası geliyor.

Siyasi Amaç

Olan şudur: Soykırım suçlamaları siyasi bir amaca hizmet ediyor. Bu suçlamaların üç temel yönü var: birisi büyük güçlerle ilgili, birisi Türklerle ilgili ve birisi de Ermenilerle ilgili.
Birinci yönüyle soykırım suçlamaları büyük güçlerin, genelde Amerika’nın, gözden düşmüş rejimleri dolaylı olarak değiştirmelerini sağlıyor.Bir bölgeye kaba kuvvetle hükmetmek yerine ki bu da oluyor, büyük bir gücün bir isyan çıkarttırarak egemen devletin tepki vermesine yol açması ve bunun ilk başta bu 
kargaşanın çıkmasına sebep olan büyük gücün önderliğinde uluslararası bir müdahaleye yol açması; bu büyük güç açısından çok daha faydalıdır.

Türklerle ilgili olan ikinci yönüyle soykırım suçlamaları, Amerika’ya ve Batı’ya Türkiye’ye karşı kullanabilecekleri siyasi bir araç, bir “sopa” sağlıyor.  
Türkiye artık daha önceden yüzleşemediği zorluklarla yüzleşecek kadar güçlü olduğundan, Batı bakış açısıyla, Türkiye’nin kararlarını etkileyecek bir yol 
gerekiyor. Ermeni meselesi de burada devreye giriyor.

Ermenilerle ilgili olan üçüncü yönüyle soykırım suçlamaları, devam etmekte olan gerçek bir sıkıntıdan dikkatleri dağıtıyor:Dağlık Karabağ’ın Ermeniler tarafından işgali. Batı’daki manşetler Ermenileri mağdur olarak göstermeye devam ettiği sürece, kamuoyunun kafasında onları saldırgan işgalciler olarak idrak etmek için gereken oksijen kalmayacaktır. Bu aslında basit bir formül: Dağlık Karabağ meselesini çözersen taşeron polemik kaybolup gider, soykırım teriminin kötüye kullanılması da sona erer.

Soykırım Araştırmalarını Araştırmak

Bu tür araştırmalar Türkiye’ye yöneltilen soykırım suçlamalarının ardında yatan siyasi amaçları şüphesiz ortaya çıkaracaktır. Daha önce ifade ettiğim gibi 
suçlamaların yapılmasının sebebi siyasidir. Ancak ırkçılık ve İslamofobi, bu suçlamaların Batı’da neden bu kadar kolay yapılabildiğine ve kamuoyunu Türklerin kötülük yaptığı konusunda ikna etmede neden bu kadar etkili olunduğuna bir açıklama getirebilir.

Güvenilir Bağımsız Uzmanlar

Bu soykırım suçlamasının ne kadarı Amerika tarafından yapılıyor? Bu akademik tartışmanın ne kadarı siyasi gücün bir tezahürü? Soykırım teriminin uluslararası 
hukuk haline gelmesinin sebebinin ahlakla değil, güçle alakalı olduğunun hatırlanması gerekiyor. Ahlak, güce tabi bir olgudur. Soykırım Sözleşmesinin 
oluşturulmasındaki esas itici güç bizzat Amerika’ydı, ama Sözleşme’nin tasdikine 1980’lere kadar imzasını atmadı. Peki, neden imzasını atmadı? Çünkü Amerikan 
yerlilerinin ve Afrikalı kölelerin başına gelenlerden dolayı kendisine suçlamaların yapılacağından korktu.

Ancak International Association of Genocide Scholars (Uluslararası Soykırım Araştırmacıları Derneği) adındaki bir Amerikan kuruluşu bu sorunu halletti. 
Toplam binlerce sayfa eden Genocide Studies International (Uluslararası Soykırım Araştırmaları) dergisinin 20 sayısı içerisinde, içler acısı bir makalenin sadece 9 sayfasında Amerikan yerlilerinden bahsediliyor. Makalede varılan sonuç, hiç de sürpriz olmayan bir şekilde, Amerikan yerlilerinin başına gelenlerin tam olarak soykırım olmadığıdır. Ve bu mesele böylece kapatıldı. 

Yalanların Merkezindeki James Bryce

Oxford Üniversitesi’nin Bodleian Kütüphanesi’nin Özel Koleksiyonlar bölümünü gidin, orada Colin Harris adlı kibar bir beyefendinin yardımını rica edin. Orada 
James Bryce adlı bir şahsın yazılarından oluşan bir katalog bulacaksınız.

Konuyla ilgili gerçeklere artan aşinamdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Olanlar bir trajedi olarak nitelendirilebilir; zira Ermeniler, İngilizler ve Londra otellerinde Bryce önderliğinde İngiliz yetkilileriyle görüşen sözde Ermeni temsilciler tarafından çok acı bir durumun içine sürüklendiler.

Bu sözde temsilciler pek çok masum Ermeni’ye karşı sorumsuzca davrandılar ve bu masum Ermeniler sözde temsilcilerin sorumsuzca davranışlarının bedelini ödemeye mahkûm oldu. Bu temsilciler; Osmanlı topraklarında bağımsız bir Ermeni devleti kurma amaçlı siyasi hedefe ulaşmak ve bu devletin liderleri olma yönündeki kişisel ihtiraslarını yerine getirmeye çalışırken, İngiliz kibrinin dolduruşuna getirildiler ve esasen İngiliz emperyalist çıkarları doğrultusunda hareket ettiler.

Bu faaliyetler, yani İngilizlerle işbirliği yapmak ve yoğun bir isyan hareketini yönetmeyi kabul etmek; Doğu Anadolu’nun hiçbir vilayetinde çoğunluk olmayan ve 1890’larda Bryce’in Ermenileri isyana teşvik eden girişimlerini takiben yaşananlara benzer bir şekilde, artan şiddete maruz kalacak Ermenilerin 
güvenliğini tartışılmaz bir şekilde hiçe saymıştı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında basılan Mavi Kitabın (Ermeni tezlerini destekleyen S.P.) ardındaki tek isim James Bryce değildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Bryce’ın emrinde Mavi Kitaba editörlük yapmak ve diğer propagandaları üretmek için tam zamanlı olarak İngiliz hükümeti için çalışmış olan Arnold J. Toynbee, 1967 yılında Mavi Kitabın savaş sırasında Amerikan kamuoyunu etkilemek için tasarlanmış olduğunu itiraf etti.

Bryce’ın yazılarını okursanız; önyargılı araştırmacılar veya “güvenilir bağımsız uzmanlar”  ya da onlara nasıl hitap etmek istiyorsanız edin – tarafından atıfta 
bulunulan yalanların dayandığı kaynakların tümünün Bryce ile bağlantılı olduğunu görürsünüz. Bryce’in New York Times gazetesi editörleriyle olan yazışmalarını okuyun  ve onun; bahsi geçen editörler, Amerikan hükümeti yetkilileri, Amerikan kilise organizatörleri, Doğu Anadolu’daki misyoner faaliyetlerini yürütenler ve Amerika,  İngiltere ve Doğu Anadolu’daki Ermeni liderler üzerinden ne kadar etki sahibi olmuş olduğunu görün.

Bryce’in liberal ideolojiye sahip dergilerdeki makalelerini okuyun, Türk ırkına ve onun dini olan Müslümanlığa yönelik nefreti hissedin, ahlak ve değerler 
bahanesinin nasıl emperyalist hedeflere hizmet ettiğini anlayın ve çevrilen entrikaların farkına varın. Bunları yaparsanız, “burada hangi gerçekler inkâr 
ediliyor ki?” diye merak etmeye başlarsınız.

Tarih Yazımı Sorunu

Bu, bugüne kadar sürmüş olan bir sorundur - İngiltere’de Yahudiler İngiliz olarak sayılabilir mi? Ya Müslümanlar? Ya Türkler? Peki ya Avustralya’da? 
Buradaki Türkler Avustralyalı mı? İngiliz tarih yazımının Ermeni sorunuyla ilgili, Türk karşıtı, Müslüman karşıtı, Osmanlı karşıtı, Yahudi karşıtı boyutlarını açık ve samimi şekilde irdelersek, bu sorunla ilgili aydınlatıcı bir anlayışa sahip olabiliriz.

Tarihin bu ilgi çekici ve önemli dönemini siyasi oyunun bir parçası olarak tutan yarı zamanlı bilim adamlarına bırakmak yerine gelin kitapları açalım.O sıralarda 
İngiltere’de ne söylendiğini okuyalım ve İngiltere ile Batı devletlerinde mevcut olan ulusal kimlik kriziyle nasıl bağlantılı olabileceğini anlamaya çalışalım.

Afrikalı bir Müslüman, İngiliz ulusal kimliğine nasıl uyum sağlayabilir? Temel sorun bu. Bu, Batılı orduların Müslüman ülkelerde savaşmasından dolayı oluşan 
gerilimden de daha temel bir sorun. Temel sorun, İngiliz tarih yazımının kendi nefret dolu önyargısını itiraf etmemiş olmasıdır. Buna örnek olarak mesela 
Türkiye ile Mısır’daki Müslümanlara karşı politikalar yürüten, İngiltere’nin dört kere seçilen çok saygıdeğer başbakanı - İngiltere tarihinde en çok seçilen 
başbakandır  William Gladstone’un yaptığı açıklamalar vardır.

Gladstone, “Bu basitçe bir Müslümanlık meselesi değildir, bu Müslümanlığın bir ırkın tuhaf özelliği ile birleşmesi sorunudur.  Onlar [Türkler], bütünüyle, 
Avrupa’ya girdikleri o kara günden beri insanlığın dev bir insanlık dışı örneğiydi” demiştir. 

Böyle sözler açıklanamamışken ve bunları söyleyen kişi ki kendisi abartısız, İngiliz modern tarihinin gurur kaynağı olan bir figürdür yüceltilirken, 
Müslümanların kendilerini bir ulusal kimliğin parçası olarak hissetmeleri nasıl beklenebilir? İngilizlerin Müslüman karşıtı tarihine yönelik hissettikleri gurur 
ve emperyalist kazanımlar uğruna sergilenmiş sahte ahlak gösterisi ile İngiltere’nin mevcut toplumsal yapısı arasındaki gerilim nasıl uzlaştırılmıştır?

Daha fazlasını da irdeleyebiliriz. Ya İngiltere’nin köle sahipliği üzerine olan tarihi? Bu konu ele alındı mı? Kaçınız William Gladstone’un babası John’un Liverpool ’daki en zengin köle sahiplerinden biri olduğunu biliyor? Kaçınız onun çiftliklerinden kaçmak isteyen Afrikalıların ya asıldığını ya da vurulduğunu 
biliyor? Kaçınız John Gladstone’nun köleliğin kaldırılmasına aleyhte en hararetli seslerden biri olduğunu ve William Wilberforce’a  kölelik karşıtı mücadelenin liderine  “şaşırmış adam” dediğini ve ancak hükümetin kendisine tazminat olarak yüklü miktarda para vermesiyle birlikte bu mücadeleden vazgeçtiğini biliyor?

Kaçınız bunları biliyordu? İngiltere’de bu tarihi itiraf etmek, William Gladstone’un pek ahlaklı olmadığı veya babasının bir hayırsever olmadığı gerçeğine (ona halen hayırsever diyorlar!) değinmek konusunda herhangi bir girişim yok.

Tıpkı Gladstone’ların - baba ve oğul - bağlantılı olması gibi, Ermenilerin, sözde “insanlık karşıtı” Türklere karşı sömürgeciliğin maşası olarak kullanılmasının, Afrikalı kölelerin kullanılması ile zihinsel anlamda bağlantılı olduğunu tanıma girişimi de yok. Liverpool bölgesinde kölecilik parasıyla inşa edilmiş kiliseler var ve halen Liverpool ismi sıradan insanın aklına ilk olarak köleliği getirmiyor; bunun yerine insanların aklına Beatles ve Ian Rush geliyor.

Avustralya Bütün Vatandaşları İçin Adil Bir Yer Mi?

David Cameron, İngiltere başbakanı olarak yaptığı ilk konuşmasında, Müslümanların İngiltere’de yaşadığı ulusal kimlik krizi için devletin çok 
kültürlülük ilkesini sorumlu tuttu. Cameron, Müslümanların çok uzun süredir kendi ayrı hayatlarını yaşamalarına izin verildiğini söyledi. Neden bunu söylemesin ki? 11 Eylül sonrasında Batı toplumlarında Müslümanlara karşı harekete geçmek siyaseten rağbet görüyor ve bu, İngiltere’nin kendi ulusal 
kimliğini değiştirmek ve artık vatandaşları olan, vaktiyle sömürülmüş insanlara karşı duyulan derin saygısızlığı kabul etmek zorunda olmadığı anlamına geliyor.

Nispeten yeni bir yerleşimci devlet olan Avustralya’da, Müslüman karşıtı örneklerle dolu bir tarih yazımı olmadığında, çok kültürlülüğün aslında işlediği 
gösterilmemiş midir? Eğer Avustralya tarafından tarihi geçmişlerine saygı duyulursa, gururlu Avustralyalılar olurlar. Amerika veya İngiltere’nin tarihi 
çarpıtmaya yönelik siyasi düzenlemelerini burada uygulayarak Avustralya’daki Türkler veya Müslümanlar için bir kimlik krizi yaratmak akıllıca değildir. Tarih 
yazımındaki berraklık, ulusal kimliği korumak için çok önemlidir. Müslümanlar veya Türklere, eğer Avustralya okullarında kendi insanlarının geçmişleri 
hakkında yalanlar öğretilirse, çocuklarını oralara göndermek konusunda ne hissederler?

Size Mesajım Şudur: Tarih yazımında berraklık çok yararlıdır. Tarihi gerçeklertam olarak teşhir edilmelidir. 1915-16 olaylarının tanımlanması konusunda aldığınız yaklaşım ulusal kimliğinizi tanımlar. Avustralya bütün vatandaşları için adil bir yer mi? Avustralya’nın tüm vatandaşları hükümetlerinin önyargı yerine tarih çalışmalarını tercih etmesindeki adaletiyle gurur duyabilecek mi, yoksa Avustralya tarihle ilgili siyasi dayatmalara boyun eğen bir ülke mi? 
Teşekkür ederim.

Konuşma Nasıl Değerlendirilmelidir?

Ulus olarak 2015 yılında emperyalist bir yalan olan sözde Ermeni Soykırımı ile göğüs göğüse mücadele etmemiz gereken bir dönemde yapılan bu konuşmayı oldukça önemli ve anlamlı bulmaktayım.
Konuşma net olarak şunu ortaya koyuyor. Sözde soykırım iddialarının hiçbir hukuki temeli yoktur; bu iddialar tarihsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır.
Bu yalan Türkiye’yi sürekli olarak baskı altında tutmak için emperyalist ülkeler tarafından uydurulmuştur. Siyasi bir zorlama mekanizmasına dönüşen bu iddialara asla son verilmeyecektir.
Yalanın kaynağı Ermeniler değil, Batı ve özellikle ABD’dir. Ermeniler dün maşaydı, bugün maşadır ve yarın da maşa olacaktır. 
Batı’nın bilinen ırkçılığı ve ayrıca keskin Türk ve İslam düşmanlığı bu yönde Batı toplumlarında Türk karşıtı bir kamuoyu oluşmasına yardımcı olmaktadır. 
Diğer bir ifade ile yalan ve dolanla beslenmeye hazır bir Batı insanına bu zehir kolaylıkla şırınga edilebilmektedir.

Batı, insanlıktan nasibini almamış, kirli bir geçmişi olan yöneticilerini bile kitle iletişim teknikleri kullanarak cilalamakta ve bu yönde kendi halkını da 
aldatmaktadır.

Batı’daki sözde bilimsel merkezler, özellikle Batı’nın stratejik çıkar alanlarında bütünüyle güdümlü davranmakta ve siyasi mülahazalarla gerçeklerle 
bağdaşmayan yayınlar çıkarmaktadır. Bu yayınlar, Batı’nın Bilgi Harbi Merkezleri (Information Warfare Center) merkezleri (CNN, BBC, New York Times vb.) 
tarafından etkili bir şekilde dağıtılmaktadır.

Bu konuşma, dolaylı olarak bizlere mücadele alanlarının belirlenmesi ve sağlıklı bir karşı taarruz planlaması için önemli bir alt yapı ve ipuçları sunuyor. Adeta 
Batı’nın sinsi stratejisinin kodlarını deşifre ediyor. Bu asılsız yalanları parlamentolarından geçiren bütün devletler, konuşmacının ifade ettiği gibi, 
emperyalizmin uşağı olmuş, halkına karşı saygısız, ilkesiz ve ahlaki temelini kaybetmiş devletlerdir. Ülkemizin içinde T.C. kimliği taşıyıp bu yalanı 
savunanlar için nasıl bir sıfat kullanabiliriz?

Sözde iddialara asla bir nokta konulmayacak, ucu açık bırakılacak ve çiklet gibi uzatılacaktır. Her sene Nisan ayını ABD Başkanları “Soykırım dedi mi, demedi 
mi?” tartışmaları ile mi geçireceğiz? Milletçe korkusuzca ayağa kalkmalı, bu kirli ve sinsi oyunu bozmalıyız!

Ulusça davaya sahip çıkarsak, rakiplerimizi ezer geçeriz. Çünkü biz haklıyız. Bu yazıyı sevdiklerimizle, dostlarımızla paylaşarak, bu konuda milli bir 
uyanışın gerçekleşmesine karınca kararınca katkıda bulunabiliriz.


[1] Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide,  9 Aralık 1948 (Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkındaki Sözleşme, Cenevre 9 Aralık 1948


Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Tüm Hakları Saklıdır.

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

 ...

19 Şubat 2015 Perşembe

1915 SOYKIRIMININ MELEZLEŞTİRDİĞİ TOPLUMLAR: ERMENİLER, ZAZALAR VE KIZILBAŞLAR


1915 SOYKIRIMININ MELEZLEŞTİRDİĞİ TOPLUMLAR: 
ERMENİLER, ZAZALAR VE KIZILBAŞLAR


25-27 Ekim 2014 tarihleri arasında Erivan’da düzenlenen konferansta 1915 soykırımının melezleştirdiği toplumlar üzerine konuşan Erdem Özgül’ün konuşması:
Erdem Özgül:
Değerli Arkadaşlar Merhaba,Bu konferansa çağrılı olmaktan onur duyuyorum.
Erdem Özgül




Bu konferansın konusu olan Zazalar ve Aleviler benim ailemin bileşenlerini oluşturuyor. Yine Ermeniler ve Ermenistan da hem benim hem de babamın anne tarafı ve anavatanı.. Bu aynı zamanda zorla oluşturulan bir ailedir de. Soykırım zoruyla oluşturulan, tek bir kimliğe zorlanan bir aile. Ve böyle yüzbinlerce aile var, bilindiği üzere. Ben tebliğimi iki bölüm halinde sunmak istiyorum. Birinci Bölüm Zaza ve Alevilerin, Ermeni ve Süryaniler ile olan ilişkilerine dayanıyor. İkinci bölüm benim Ermeniler üzerine tanıklık öykülerime dayanıyor. Daha önce yazdığım öykülerden üç küçük paragraf aktaracağım soykırım sonrası Batı Ermeni kültürünün canlılığı üzerine.

1. Bölüm

Zazalardan başlamak istiyorum. Zaza ismi Dersim’de bilinen bir adlandırma değildir. Dersim’de yaygın üç dilin insanları yaşar, Kurmançlar kendilerine Kürt-Kızılbaş, Kırmançlar kendilerine Kızılbaş ve başkaları onlara Zaza der. Daha çok Müslümanlar Zaza adlandırmasını kullanırlar, Nurettin Zaza, Ahmet Zaza gibi, Zazalığıyla övünen soy isimlerine, ya da mahlaslara Dikranagert ve Bingöl dolaylarında sık rastlarız. Bu iki grubun arasında bir de Etnik Ermeniler vardır, Alevileşmeye zorlanmışlardır bu insanlar. Dillerini kaybetmiş, Zazaca ya da Kürtçe konuşurlar.
Zazalar bir ulus mudur? Kürt ulusunun ya da Ermeni ulusunun bir parçası mıdırlar? Bu soruya daha uzun süre tatminkar bir yanıt veremeyeceğimizi söylemek zorundayım. Zazaların önemli bir bölümü Kürt mücadelesine destek vermekte, serpilen ve gelişen Kürtçeyi Zazacaya tercih etmekteler. Bugün Zazaca Kürtçenin gölgesinde ikincil ve git gide gerileyen bir dil konumunda. Zaza ulusunun birer ferdi olduğunu söyleyen Dersimli Kızılbaşlar ve çevre illerdeki Zazalar ise sadece Kürt fobisiyle, biz Kürt değiliz, diyor, çok fazla uğraşmıyor, bilimsel çalışmalara yönelmiyorlar Zaza dili ve tarihiyle ilgili.
Buna karşın Zaza dünyası son derece zengindir. Bir yanda Kızılbaşları, diğer yanda Şafi Müslümanları, bir diğer yanda Süryani Kilisesine katılan Hristiyan Zazalar bulunmaktadır.
Süryani kilisesi örneği önemli ve doğuda benzerleri bulunan bir vakıadır. Mesela Suriye’de Müslümanlaşan Arap Ermeni aşireti vardır. Yine Suriye’de Kürtçe konuşan Ermeni aileleri vardır.
Zaza Süryaniler kendilerini Adıyaman’da meşrulaştırdılar. Şöyle ki bugünkü Türkiye’nin yuttuğu topraklar üzerinde kadim halkların bakiyeleri var. Bunlar küçücük öbekler oluşturuyorlar. Hatay’da Rum (Melkıt) ortodokslar var. Vakıflı Ermeni köyü var. Mardin’de Süryaniler var. Rize ve Artvin illerinde, artık önemli kısmı dillerini unutmuş olsa da, kendi Ermenice dialektini yaratmış yaklaşık 200.000 kişilik bir topluluk olarak Hemşinliler var. Sinoptan Trabzon’a şehirlerinden köylerine Rumca konuşmayan ama Pontos kültürünü öyle ya da böyle yaşayan birileri var. Sadece Trabzon’da 300’ün üzerinde köyde ise, Türkçeyi çat pat konuşan ama ana dili Romeyika (Pontos Rumcası) olan azımsanmayacak ölçüde kalabalık birileri var.
Benzer bir şekilde de Adıyaman’da Süryaniler var. Kalabalık aileler bunlar. Şehirde Ermeni kilisesinin de olmayışı nedeniyle aralarında Ermeni aileler de var. İbadet dilleri Süryanice. Günlük dilleri Zazaca, genç nesilleri Türkçe konuşuyorlar, asimilasyon onların üzerinde de son derece etkili.
Bahsettiğim Zaza süryanilerin bir çoğunun iki dinli olduğunu da sakınmadan söyleyebiliriz. Hem Hristiyanlar hem de Kızılbaş. Kızılbaş derken, tipik bir Müslümandan bahsetmiyorum. Namaz kılmaz, hacca gitmez, deyişler söyler, saz çalar, semah çeker, bu folklorik yapı Zaza Süryanilerin çoğuna, İslamdaki zorlamanın aksine hoş geliyor. Dinen bir yakınlıktır da aynı zamanda, ölünün ardından mum yakmalar falan da benzeşmedir.
1915 soykırımından önce ve sonra şöyle bir iddiayı tartışabiliriz aslında: Kızılbaşlık çok dilli ve çok dinli ayrı bir dindir. Bu dine Ermeni kilisesinin, Süryani kilisesinin ve bugün artık komşulukları kalmayan Ezidi dini sisteminin güçlü duyguları katılmıştır. Ama bu nasıl olmuştur? Bu soruyu sormak önemlidir diye düşünüyorum.
1915 soykırımına ilişkin en iyi tanımlama bana Süryanilerinkiymiş gibi geliyor. Seyfo çok somut bir terim ve Seyf Tur Abdin ve Batı Ermenistan’ı özellikle kuruttu. Seyf kimin elindeydi, yine bu soruyu sormak da çok önemli.
Büyük bir Hristiyan kitle İslamın içinde kayboldu. Klikya, Dersim ve Sivas’ta yine büyük kalabalıklar Kızılbaşlaştı. Bu insanlar zor yoluyla değişiyorlar, malları el değiştiriyor, hayatları değişiyor. Ama insan tarihin öznesidir denmiştir bir kere, gelirken getiriyorlar da. Kimi ritüellerini, ananelerini katıldıkları topluluklara da veriyorlar.
Adıyaman’daki Süryani kilisesi olayı buna örnektir. Kızılbaşların Adıyaman’da az oluşu, Süryani kilisesinin tüm baskılara rağmen şehirde ayakta kalmayı başarabiliyor oluşu, Süryanilerin orada kendilerini ulus olarak değil ama Kürtlerin tabiriyle ‘Mesihi’ olarak ayakta tutmalarına yarıyor. Komşuları Adıyaman Kızılbaşları, Komşu illerdeki Maraş ve Malatya Kızılbaşlarına göre çok daha kendine has, Hristiyanımsı bir inanca da sahiptirler bu kilisenin de etkisiyle.
Bir parantez açıp buradaki farklılığın altını çizmek gerekiyor. Maraş çok yoğun Balkan ve Kafkas göçmen nüfusa sahip bir Klikya şehri ve Ermeniler giderken yoğun direnişler sergiliyorlar Maraş’ta. Kafkas göçmenlerinden (Ki Kızılbaşlar onlara Ökkeşler, Osmanlar diyor, devlet anlamında, devletliler anlamında) hala duymak mümkündür Ermeni direnişlerini ve bu ölümcül direnişi hala affedemiyor, hınçlarını Kızılbaşlar’dan çıkartıyorlar.
Çok özcü bir yorum mu oldu bu, diye sorulabilir ama sanmıyorum. Burada tek tek, bireysel hayatlardan, yalnız insanların duygu ve düşüncelerinden bahsetmiyoruz. Paronayaklaşmış toplumlardan ve onların hıncından bahsediyoruz. Yerleşmek için herşeyi yapmış, dağdan gelip bağdakini kovmuşlar, Maraş’ın kalan Kızılbaş yerleşimlerinin neredeyse tamamında yaşlıların barınıyor oluşu, gençlerin Türkiye metrepollerine de değil, Avrupa’ya sürgünü seçmesi de ayrı bir dehşeti anlatıyor zaten.
Aleviler Malatya’da Maraş’a göre sayıca çok daha az ve dinen çok daha fazla İslamize olmuş durumda. Bu şehir özelinde öncelikle 1915 soykırımı, sonrasında da  Malatya’nın Ermeni mahallerinin en son 12 Eylül 1980 cuntasının akabinde terkedilmesi Alevileri, kendilerini daha fazla İslamın içinde görmeye itmiştir. Çünkü burada da Müslüman topluluklar aşırı sağcıdır ve Alevilerin katlinin helal olduğunu savunurlar, Aleviler bu katliam tehdidine karşı, aynı dindeniz cevabını vermek zorunda kalıyorlar.
1915’ten önce ve sonra Kızılbaşların kapalı kapılarını dışarıya Ermeniler açıyordu, Tur Abdin bölgesinde Süryanilerin Ezidilerin açık kapısı olması gibi bir durum bu da. Şimdi böyle bir kapı, yardım eli yok ve Kızılbaşlar başlarının çaresine bakmak zorundalar. Adıyaman örneğinde Süryanilerle dayanışıyorlar, Maraş Örneğinde dışarıya göç veriyorlar, Malatya örneğinde ise İslama daha çok yaklaşıyorlar.
Ve bu şehirler Ermenileri ve Süryanileri kaybettiğinde, Kızılbaşlar da farklılıklarını yitiriyor. Sunnilik ölümden ağır belki ama hızla Şia gibi bir şey oluyorlar. Her halükarda biz kitapsız değiliz, Kuran’a bağlıyız, cenazemizde kitabı okur, düğünümüzde dini nikahı kıyarız anlayışını benimsiyorlar.
Şia gibi bir şey dememin nedeni, Şia’nın Alevileri kabul etmemesi, Alevilerin ise namaz kılmaması, hacca gitmemesi, başka küçümseyici herhangi bir nedeni yok bu ifadenin.
Kızılbaşlara Alevi ismi hepimizin malumu, İttihat ve Terakki Partisi memurlarının yakıştırmasıdır. Bu ismin verilmesinde birçok amaç var; 1915 yılı öncesinde Dersim, Klikya, Sebestia gibi bölgeleri geziyor, oralarda kanaat önderleriyle görüşüyorlar. Burada iki türlü nabız yokluyorlar bence, “gavur” olarak adlandırdıkları, bölgenin Ermeni, Rum ve Hay-Horomlarına karşı devlet bir saldırıya geçtiğinde ne olur? Aleviler bu operasyonun karşısında mı, yoksa yanında mı yer alırlar?  Toplum psikolojisini ölçüyorlar.
Şah İsmail’in, İranlıların isimlendirmesiyle Kızılbaşlar, Jön Türklerin isimlendirmesiyle Aleviler Hristiyanlara Kürtlerden çok daha fazla bağımlılar. Kürtlerin yaşam alanları onlara göre dışa açık, toprak işlemeseler dahi kendiliğinden verimli, hayvancılık var, en önemlisi dışa açılmada herhangi bir sorun yaşamıyorlar, çünkü imparatorluğun bilek gücüdür Kürtler aynı zamanda.
Hristiyanları katlederlerse fazladan toprak sahibi olurlar Kürtler. Nitekim demografi değişti de, Süryaniler tapulu mallarını dahi geri alamıyorlar özellikle Kürt komşularından. Şiddet ve zor konusunda Kürtlerin kazancı kayıplarından çok çok fazla oluyor böyle bir durumda, bunu taa o zamandan öngörebiliyorlar da.
Seyf kimin elindeydi diye sormuştuk. Şimdi cevaplayalım. Seyf Asuri-Süryani, Ermeni, Rum, Ezidi ve Musevi toplulukları dışında herkesin elindeydi. Kızılbaşların da elindeydi.
Kızılbaşların soykırımda yok ediciliğe çıkan yolunu şöyle de tarif edebiliriz aslında, bir Ezidinin etrafına bir daire çizerseniz, inançlı biriyse o daire onun kaderi olur, çiğneyip o tuzağı çıkamaz, sizin çizdiğinizi silmeniz gerekir.
Alevilelerin dramı bu değildir ama bunun kadar ağırdır. Burada benim çok severek çalıştığım bir konuya giriyoruz. Batı Ermenileri ve yarattıkları uygarlık ve bu uygarlığın artı değerinin gasp edilmesi. Batı Ermenileri benzeri olmayan bir topluluktur. Son derece üretkenler, bunu sizlere anlatıp, tereciye tere satmak istemem doğrusu. İmparatorluğun her yerine yayılmış durumdalar, Rusya’ya, İran’a, Hindistan’a, dünyaya dağılmış durumdalar. Haliyle Sivas’ın, Dersim’in küçücük köylerine dahi ulaşıyor, ulaştırıyorlar o günün dünyasının değerlerini. Bu insanlar yeni bir dünyanın doğduğunun bilincindeler ve çağı yakalamak istiyorlar. Bilgisi becerisi oranında köylüsü de bunu istiyor, kentlisi de, burjuvazisi de. Bu atılımdan, toplumun yükselişinden en çok Kürtler ve Kızılbaşlar yararlanıyorlar. Ermeni kazancından haraçlarını almayı ihmal etmiyor, büyük şehirlere akan yoksul Ermenilerin topraklarına konmakta bir beis görmüyorlar. Kürtler elbette devlette tanınıyorlar ama bir toplum olarak hala yeterince üretken değiller. Aleviler devletten de dışlanmış her an katliam bekleyen bir dini topluluk, üstelik dağınıklar da. Kimliğini yüz yıllardır yok sayan Süryaniler, Ermeniler, Araplar, Türkmenler, Kürtler… Bu toplulukların tamamının Alevileri var ama buna rağmen Alevilerin ortak hiç bir noktaları yok. İşte bu Alevilerin içine düştüğü çemberdir bence.
1915 soykırımında Alevilerin rolünü buradan keşfetmek gerekir kanısındayım. Büyük bir bölümü, silah ve güç sahibi Alevilerin, Hristiyanları katledelim ve zenginliklerine el koyalım onların, diyorlar. Diğer bir bölüm, yok etmekle zarar ederiz, diye düşünüyor, elimizin altındaki insanlar bunlar, zenginliklerini bizden saklayamazlar zaten, sürekli pay sahibiyiz, haraç alıyoruz, neden gelirimizi keselim, baltayı ayağımıza vuralım ki? Bu iki cephede bir de Alevi alt sınıfları var. Ermeni ve Pertek, Elazığ ve Adıyaman’da Süryani anlatılarında şunu görmeyiz, Kızılbaş köylü kadın çocuk, yaşlılar gelip ölüme gönderilen insanların çıkınını aramaz genelde, onlara işkence yapmazlar, gidenlerin ardından kırıntıları yağmalarlar sadece.
Burada şunu dile getirmek istiyorum, Kızılbaş örneği diğer topluluklara göre, Özellikle Kürt-Türk ve Çerkeslere göre daha naiftir ve bu yanıltıcı sonuçlara yol açar. Bahsettiğim Ermeni uygarlılığının zengin kalıntılarının yağmalanıp yok edilmesinde Alevi bölgeleri daha yok edicidir örneğin ama bu görülmez. Dersim, Sivas, Malatya, Maraş ve diğer iller kilise, okul gibi Ermeni yapılaşması zenginidir, ama bunların hiçbiri Diyarbakır, Bitlis, Van ve Kars’taki gibi ayakta kalma şansına sahip olamamıştır. Bunu hatırda tutmak gerekir.
Aleviler üzerine ilk okuma şudur: Bu insanlar canları pahasına Ermenileri korumuştur. Doğrudur. Örneğin Ermeni tarihinin yüz akı Soğomon Tehleryan’ı yaşlı bir Kızılbaş kadın hayata döndürmüştür. Bu bile başlı başına bir övünç vesilesidir, Tehleryan sadece yok ediciyi yok eden bir anti karakter değildir, aynı zamanda, bir adam öldürdüm ama katil değilim, diyen bir tarihsel haklılığın da sahibidir. Bu ilk okuma yalnızca Tehleryanı kurtaran kadın, kadınlar ve aileler örneğinde doğrudur. Çünkü Tehleryanların kendi geleceğini belirleme haklarına ket vurmamıştır.
Bir de aşiretlerin kurtarma öyküleri vardır. İşte burada bu yargı sarpa sarıyor. Kızılbaşların ekonomik mecburiyetleridir burada onları özellikle Ermenileri kurtarmaya iten.
Kurtarılanlar iki türlü kurtarılıyor. Birincisi Dersim’e sığınanlar belli bir para karşılığı, Silahlı Kızılbaşlar tarafından Erzurum ya da Kars’a naklediliyor, orada Rus askerlerine ya da Ermeni gönüllülerine iade ediliyorlar. Abartılanın aksine bildiğimiz insan ticareti bu.
İkinci bir kurtarma vakası şu oluyor; özellikle Sivas ve Amasya’da yaşanıyor bu. Büyük Ermeni kafileleri yola çıkarılıyor. Kızılbaşların yerel otoriteleri devletle sorunludur ama bu cinayetleri görmezden geliyorlar, halk desen kendi canından korkuyor zaten, devlete laf etmek ne kelime? Geriye dağılan aileler kalıyor. Kadınlar ve kızlar kalıyor. Soğomon Tehleryan’ın, Misak Manuşyan’ın yaşıtı çocuklar kalıyor. Bu insanları kurtarıyorlar. Kimliksiz çocuklar, kadınlar ve ailelerden bahsediyoruz. Yol bilmiyorlar, iz bilmiyorlar. Manuşyan kadar şanslı değiller yani. Bunlar kurtarılıyor. Çünkü yetenekliler, her iş geliyor ellerinden ve bir dehşetin içinden çıkmışlar, itiraz edecek, köleliği kabul etmeyecek şartlara sahip değiller. Burada çok ağır bir sömürü vardır özünde. Ve hiç bir şekilde mal iadesini duymayız bu kurtarma öykülerinde. Tarla, han, hamam, bağ, bahçe, çok yoğun el koymalar olmuştur ama bal tutan parmağını yalamıştır bu durumda. Bunların bilinmesinin, kulak ardı edilmemesinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Bütün bunlara rağmen Kızılbaşlar tarafından “kurtarılan” Ermenilerin, Dostoyevski’nin Sibirya’ya sürgüne gönderilen kahramanına söylettiği: “Dostlarım hayat her yerde hayattır.” betimlemesine taş çıkarırcasına yaşamaları, onların ağed karşısındaki yaşama isteklerini belgeler. Bundan toplumsal anlamda Kızılbaşların ellerini yıkayacakları bir arınmışlık okumak hata olur. Büyük bir yağma imkanı doğmuş ve onlar da buna katılmıştır, doğrusu budur.
Aksi okuma şöyle olabilirdi. Örneğin Dersim’deki Mirakyan aşireti Aleviliğe zorlanmaz, kiliseleri kapanmaz, Ermenicelerini kaybetmezlerdi, bu durumda bir kurtarmadan bahsedebilirdik ama bu olmadı. Aksine bir kendine benzetme olayı yaşandı. Örneğin Mirakyan Ermeni aşiretinin 3. ve 4. kuşak genç bireyleri daha yeni yeni Hristiyanlıklarına kavuştular, vaftiz oldular. Bir çoğu bu cesareti yaşadıkları Avrupa ülkelerindeki tarafsızlıktan aldılar. Miran Pırgiç Gültekin gibi pek azı ise Ermeniliğe yapılan saldırı ve hakaretlere daha fazla katlanamadı ve kimliklerini açıkça, Batı Ermenistan’da savunma yoluna gittiler. Görüldüğü gibi bu Ermenilerin, kendini Alevilikten kurtarmasının öyküsüdür aslında.

2. Bölüm

Ermeni anıtı, Hristiyanlık Etkileri

Sarkis Bağdaşaryan’nin bir eseri vardır. Burada, Dağlık Karabağ (Artshak) Cumhuriyeti’nin simgelerindendir bu eser. Adı: Menq Enq Mer Sarere’dir. Süngertaşı kayasından oyulmuş yaşlı erkek ve kadın, Yukarı Karabağ dağ halkını temsil eder.
Oysa ben henüz Sarkis Bağdaşaryan’ın eserini görmezden önce Tatik yev Papik’i görmüştüm. Bağdaşaryan’a ne ölçüde ilham verdi gördüğüm anıt, bilemiyorum. Bildiğim Alevilerin dilinde Tatik ile Papik, Alik ile Fatik halini almıştı. Kimi Aleviler bu anıtı şöyle de görmek yanlısıydılar: Gelin ve damat kayası. Khavaçur çayına giderken uçurumun ağzındadır anıtın Dersimli olanı. Tasvir edilen bedenler daha gençtir ve kadın erkeğin göğsüne yaslamıştır başını. İşte kadın ve erkeğin bu sevgili hali Alevilerin dilinde ‘aşıklar kavuştuklarında taş kesilmişler’ şeklinde ifade bulmuştu. Anıt üzerine bir birinden güzel hikayeler dinledim, ama anıta dikkatli baktığımda onunda bir Ermeni ustanın elinden çıktığını da gördüm. Bir kaç cümle Hayeren not düşülmüştü anıtın ayak kısmına.
Eseri ilk görüşümdü, ama daha önemlisi aynı zamanda bir anıtın kutsanışına da ilk defa denk geliyordum. Bugün öğrendiklerimin hiçbir önemi yok bu anlamda. O gün benim de içinde olduğum anlamaya çalışan bir kalabalık vardı, dilerseniz adına ‘Biz Dağlarımızız’ diyebileceğiniz bu anıtın başında. Ve bir kadın, elini kutsanmış yağa batırdı ve ayinine başladı. Dokuz haç kızın ve dokuz haç oğlanın bedenine çizdi. Kızın alnına, oğlanın alnına, ikisinin gözlerine, sonra kulaklarına ve burunlarına, kalplerine ve ellerine, sırtlarına ve ayaklarına, dokuzar haç çizdi ve bize seslendi: “Bu oğlanın kalbidir”, eli kalbinde. “Bu kızın kalbidir”, eli bu defa kızın kalbinde. Ve elini kendi kalbine götürdü “bu benim kalbimdir”. “Bu bizim kalbimizdir” dedik hep bir ağızdan ve eşlik ettik kadına: “Bu ilahi mühür kalbini pak kılsın ve sende doğruluk ruhunun daimi olmasını sağlasın.”  Ve yağı kızın ve oğlanın ayaklarına sürdü ve hep bir ağızdan dua ettik: “Bu ilahi mühür ebedi hayata olan ilahi yürüyüşünüzde size rehberlik etsin ve sendelememeniz için ayağınızı korusun.”
Törenin ardından mumlar yaktık, helva yedik ve Anahit’e dualar ettik. Çevre köylerden Aleviler, Ermeniler, Çerkesler ve Pomaklar, bütün kirve ve hısım, bir birine tutunmak için akraba olmuş, kendi kültürlerinden almış ve vermiş aileler, dualar ettik, ayin yaptık ve yolumuza devam ettik.

Kılıç Artığı Ermeni Kadınlar ve Levon Ekmekçiyan’ın Ölümü Üzerine bir çocukluk anısı

Köyler, kasabalar kadınlara kalmıştı. Bu kadınların, anaların çoğu Ermeni olduğu için kasabalar Ermenistan’a benziyordu, Türkiye’den çok. Ermenistan dediğin yer sonu gelmeyen kıyımlarla boğuşmasıyla bilinir zaten. Bu kadınların bir oğulları daha vardı, yürekleri ağızlarında o çocuktan haber bekliyorlardı. Onun haberini fısıltı gazetesi getiremezdi bize. Bu bahiste dedikodu bile cesaret işiydi. Ama radyo ve televizyon haberini veriyordu her gün. Ben Levon’la arkadaş olduğumun farkına o günlerde vardım işte. Onu gözyaşlarının ortasından aldım, çıkardım, kendime arkadaş yaptım, henüz hayattaydı, ölmüş gibi yasını tutamazdım her ne kadar ölümü abdala malum olsa da.Televizyonda Levon’un mahkemesinden görüntüler veriyorlardı. Levon benim hakkım ölümdür diyor nedamet getiriyordu, evde anaların, kızların boğazları düğümleniyor, hıçkırıklar alıp başını gidiyordu. Orada, o odada hakim olan ruh haline ben de boyun eğiyordum bazen, ama onlar gibi her zaman acı çekiyordum, dersem yalan olur. Arkadaşımla başbaşa kaldığımda üzülmek yerine onunla oyunlar oynuyor, ona özeniyor, onun koyu kara güneş gözlüklerini takıyor, yanı başında yürüyordum.
Fazla zaman geçmedi arkadaş olmamızın üzerinden, Levon’u öldürdüler. Boğazına bir ip geçirdiler, nefesini kestiler, onu koyu karanlık bir kimsesizler mezarlığına gömdüler. Cenazesini bekledim, haftalarca, aylarca bekledim. Burası, bu köyler, kasabalar, göçmen olan Kürt ve Türkmen erkekleri çekilmiş, yerli Ermeni kadınlarına kalmıştı madem, burası onun anavatanıydı, Levon kimsesiz değildi, burada onun için kederlenen kadınlar, onun insanlarının ibadet ettiği kiliseler, ekip biçtiği tarlalar ve gömüldüğü mezarlıklar vardı. Buraya getirilebilirdi, burada onun evi vardı. Kadınlar Levon’un anneleri, kızlar ve ben kardeşleriydik, onu getirseler buraya, analarının acıları belki biraz dinerdi, en azından oğullarının gidip başında ağlıyacakları bir mezarı olurdu. Olmadı. Analar kendi oğullarının yanı sıra bir de onun kimsesizliğine yandılar.

Doğduğum köydeki Ermeni Mezarlığı ve Ermenilere dayatılan yaşam biçimine dair bir tanıklık

Sonra biri, bir Ermeni fedaisinin mezarından bir hançer çıkardı, olağanüstü halin sıkı zamanları o ara. Askerler bilmiyormuş gibi yapmış, bizim adam hançeri Elazığ’a kadar götürmüş, esnaf biz de bu altın hançeri alacak para yok deyince memlekete döneyim, sonra icabına bakarım, zaten zenginim, demiş adam. Tamam sen körsün ama dünya şaşı dahi değil, askerler cin gözlü, yolda bizim köylüyü Ermeni hançeriyle yakalamışlar, demek dağdakilere hançer hediye edecektin diye anında tespit etmişler, hançerin ne işe yarayacağını, bunu hançerle epey bir dağlamışlar, sonra da hançeri alıp ordudan kaçmış bu işkenceci askerler. Altının bu kadar değerlisi Kürdü de, Türkü de insan aidiyetlerine ihanet etmeye zorluyor Shekeaspera.
Bu kadar hırsızlık, yağma olmadan önce, çok daha küçükken haliyle ben, Ermeniler geceleri yaşarlar sanıyordum. Gece geliyorlar, mezarlıklar aslında birer ev ve onlar bizim hiç bilmediğimiz kapısından giriyorlar evlerine, gündüz hiç çıkmıyorlar, bizimkilerin pisliklerine katlanamıyorlar çünkü. Böyle çok fazla rüya da görürdüm, bir eve gidiyorsun, çıplak insan bedenlerini geçtiğinde bir yere varıyorsun, orada sakin bir yer var, vurup kafayı uyuyorsun, gece olunca tarlanı tumunu ekiyorsun yine yeniden.
Bu rüyalar üzerine çok kafa yordum sonradan. Babamların bir eniştesi varmış, Erzincan’lı, Armıdan’lı bu enişte. Gelmiş bizim köye yerleşmiş, babamların bir halasıyla evlenmiş, çok yetenekli ama çok da öfkeli bir adammış, hala dedemlere yalvarırmış, beni bu adamın elinden alın öldürüyor bu adam beni diye, karısını sevmek bir yana öldüresiye dövermiş      Baron Dikran, ama bizimkiler ayıplamaz, yeteneğinden yararlanırlarmış eniştenin. Evlerin arkalarında ahırlar, samanlıklar olur, öyle bir evleri vardı bunların, karanlıkta, kuyu içinde, ama insanı bırak fareyi yaşatmaz orada kalbi olan insan, yaşatmışlar, el mecbur yaşamış onlar da.

Erdem Özgül:


Taner Akçam: Bir trajedi olarak Perinçek Davası


Taner Akçam: Bir trajedi olarak Perinçek Davası

Perinçek ve Türk Hükümeti’nin AİHM’deki Perinçek davasını Türkiye’de Pazarlayış tarzları ile mahkemede izledikleri savunma stratejisi arasında büyük bir uçurum var.
Bu uçurumdan hareketle, AİHM davasını bir komedi olarak yazmıştım.
Oysa aynı dava, benim gibi Hrant’ın öldürülmesiyle sarsılmış insanlar için bir trajedi olarak yazılmalıdır.
Perinçek, Ermenilere yönelik ırkçı kin ve nefret yaymak amacıyla kurulan ve bu doğrultuda faaliyetlerde bulunan Talat Paşa Komitesi’nin kurucusudur.
Komite, Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz’lerle beraber, sadece ırkçı ve nefret söylemini yaymakla kalmadı, Hrant Dink cinayetine yol açan siyasi faaliyetler yürüttü.
Başta Boğazlayan Kaymakamı Kemal olmak üzere, Ermeni soykırımının katillerine sahip çıktı.
Bu komitenin üyelerinin büyük kısmı Ergenekon davasından yargılandı ve ceza aldı. Davada, Talat Paşa Komitesi’nin, insanlar arasında kin ve nefret yaymakta olduğu kayda geçti ve bu faaliyetler ile Hrant Dink cinayeti arasındaki bağa dikkat çekildi.
Perinçek’in, AİHM önünde yargılanma nedeni, Talat Paşa Komitesi’nin, Ermenilere karşı kin ve nefreti örgütleyen faaliyetlerini Türkiye ile sınırlı tutmakla yetinmeyip, Avrupa’ya taşımış olmasıdır.
2005’te Perinçek ile birlikte İsviçre’ye gidenlerin çoğu, Talat Paşa Komitesi üyeleridir Ergenekon davasından ceza almışlardır.
Savunma mevzilerini Avrupa başkentlerinde kurduk”; Batı’nın “saldırılarını, Batı başkentlerinden taarruzla karşılama planını uygulamaya başladık. Avrupa’daki beş milyon yurttaşımızı seferber etmek için harekete geçtik. İlk taarruzumuz, çok başarılı oldu” ifadeleri Doğu Perinçek’e aittir.
Bu daha başlangıç yeni zaferler yolda” diyen de Perinçek.
Ortada Ermeni düşmanlığını körükleyen, kin ve nefret saçan bir kampanya ve eylemler dizisi var.
Sözkonusu olan, Türkiye’de başlamış bir kampanyanın Avrupa’ya taşınmasıdır.
Şimdi kalkıp AİHM önünde, sanki Zürih’te konferans veren bir profesör edasıyla, “1915’te cinayetler işlendi ama ben buna hukuken soykırım demiyorum”, diye savunma yapmak ikiyüzlülüktür.
Yargılamanın, 1915’i soykırım olarak adlandırıp adlandırmamakla ilgili olduğunu ileri sürmek, insanları kandırmaya yönelik kötü bir demagojidir.
AİHM’de görülmekte olan davada sözkonusu olan:
  1. A) 1915 soykırım mıdır, değil midir, tartışması değildir ve zaten Perinçek İsviçre’de “1915 soykırım değildir”, dediği için ceza almamıştır;
  2. B) AİHM, “1915 soykırım değildir”, diye bir karar da almış değildir.
AİHM gerekçeli kararında, davanın 1915’in nasıl adlandırılacağı ile alakalı olmadığını (bakınız gerekçeli karar 111. paragraf) ve bu konuda karar vermenin kendi işi olmadığını özel olarak belirtmiştir.
Zaten başta Perinçek’in avukatı olmak üzere davaya taraf olan tüm kesimler, Mahkeme’den 1915 hakkında bir karar almasını beklemediklerini, bunun Mahkeme’ye bir saygısızlık olacağını belirtmişlerdir.
Peki, “1915 soykırım mı değil mi” tartışması mahkemenin konusu değilse, ve Perinçek de bundan dolayı ceza almamışsa, AİHM’de görülen Perinçek davasının konusu nedir?
Dava iki merkezî soru etrafındadır:
  1. A) Perinçek, İsviçre konuşmasında Ermenilere yönelik kin ve nefret suçu işlemiş midir?
  2. B) Perinçek’in söyledikleri kin ve nefret suçu kapsamında telakki edilse bile, İsviçre’de Perinçek gibi birisine ceza vermeyi gerektirecek zorlayıcı sosyal neden var mıdır?
Türkiye’de davaya ilişkin son derece yanlış bir algı yaratılmıştır.
Bu algıya göre, İsviçre’de “soykırımı inkâr etmek” suçtur. Ve bir kişi, “ben şu veya bu olayın soykırım olduğuna inanmıyorum”, derse ceza alır.
Bu nedenle Perinçek’i sevmeyenler bile, onun “1915 soykırım değildir” dediği için cezalandırıldığını zannediyorlar ve fikir özgürlüğüne inandıkları için Perinçek’in böyle bir söz sarf etme hakkı olduğunu savunuyorlar.
Bu yanlış algının iki temel nedeni var; birincisi Avrupa’daki ilgili yasaların bilinmiyor olması; ikincisi Perinçek ve Türk Hükümeti’nin, mesele buymuş gibi propaganda yapmalarıdır.
Dava doğrudan Avrupa’daki Irkçılık ve Nefret suçları yasaları ile ilgilidir. Perinçek, “1915 soykırım değildir”, dediği için değil, bunu ırkçı ve nefret suçu yaymak amacıyla söylediği için ceza aldı.Bu yasalara yakından bakmakta fayda var.
Kaynak: taraf.com.tr

.