20 Şubat 2015 Cuma

Bir Yabancı Gözüyle Sözde Ermeni Soykırımının Sosyo Genetik Kodları




  Bir Yabancı Gözüyle Sözde Ermeni Soykırımının Sosyo Genetik Kodları 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                         
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
02 Ocak 2015 Cuma
Soner Polat tarafından yazıldı.




Aşağıdaki satırlar Avustralya’nın en önemli bölgesi olan Yeni Güney Galler (New South Wales) eyaletinin yerel parlamentosunda 24 Kasım 2014 günü yapılan 
konuşmanın geniş bir özetidir. Konuşma İsrailli bir araştırmacı ve akademisyen olan Tal Buenos tarafından yapılmıştır. Konuşmada, sözde Ermeni soykırımı 
iddiaları kapsamlı olarak ele alınmaktadır. Sorunun kaynağına özgün yaklaşım özellikle dikkat çekmektedir. İddiaların arkasındaki hukuki ve tarihi çerçeve, 
nesnel verilere dayalı olarak yansıtılmaktadır. Sorunun ardındaki gerçekleri sağlıklı bir muhakeme ve analitik bir yöntemle açığa çıkaran konuşma, politika 
belirleyenler için de önemli bir başvuru kaynağı olabilir. Hep birlikte söylenenlere göz atalım:

Soykırım Mıydı?

Gerçekten de soykırım mıydı? Bu soru neden soruluyor ki? İnsanlar yüzyıl önce olanları incelemeden neden bir olayı nitelendirmek istiyor? Bir de önceden 
sorulması gereken bir soru var: 

Soykırım nedir?

Soykırım, olayın kendisi değildir. Soykırım bir olay ismi değil, bir olaya yapılan yakıştırmadır. Sözleşme’nin[1] ikinci maddesine göre soykırım, “yok etmek niyetiyle” gerçekleştirilen bir eylemdir. Yok edilmekte olan grup ulusal, etnik, ırksal veya dinsel olup,  sırf bu sebeple hedef alınmalıdır. “Sırf bu sebeple” kısmına dikkat edin.  Grup tanımlamasında “siyasi” kategorinin olmamasına da dikkat edin. Her ne olursa olsun bir isyanın mağdurları, soykırım mağdurları değildir. 

Şayet karınızın, kocanızın, çocuklarınızın veya yan komşunuzun kendi isyankâr eyleminizden dolayı yük altına girmesini istemiyorsanız, bunu devlete karşı 
isyankâr eyleme kalkışmadan önce düşünmelisiniz. Bir devletin isyan vakalarına verdiği tepkinin niyeti bir grup insanı yok etmek değil, egemenliğini muhafaza 
etmektir. İsyanın siyasi koşulunu ortadan kaldırdığınız zaman, buna cevaben olacak herhangi bir devlet saldırganlığını da ortadan kaldırırsınız.

İsyan olmazsa tehcir de olmaz, katliam da. İsyankâr grup ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir kimliğe sahip olsa da; egemeni tasfiye etme, devleti mevcut 
haliyle yok etme niyetinde olduğu andan itibaren bir siyasi grup haline gelir. 

Birinci Dünya Savaşı’ndaki Ermeni vakasında, Ermeni liderliği Osmanlı devletini yok etmek niyetiyle ki onları destekleyen İtilaf güçleri de bu niyeti paylaşıyor du bir isyana öncülük ediyordu. Osmanlı devleti Ermenileri yok etmeye çalışmıyordu ve Anadolu’daki pek çok Ermeni’ye dokunulmadığı bir gerçektir; bunun yerine kendisini kurtarmaya, bir egemen güç olarak hayatta kalmaya çalışıyordu.

Bir hukuki nitelendirme olarak soykırımın ağırlığı dikkate alındığında, sorumluluk sahibi bir insan hukuki olarak soykırım tespiti yapılmadığı sürece soykırım ismini kullanmaz. Sözleşmenin altıncı maddesi, soykırım ile suçlanan şahıslar “suçun işlendiği ülkedeki Devletin yetkili bir mahkemesi veya yargılama yetkisini kabul etmiş olan Sözleşmeci Devletler bakımından yargılama yetkisine sahip bulunan uluslararası bir ceza mahkemesi tarafından yargılanır” der. Bahsi geçen Madde kelimesi kelimesine bunu söyler ve bu, bir şahsı sadece uygun mahkemelerin soykırım ile suçlayabileceği anlamına gelir.  

Değinilmesi gereken bir nokta, bahsi geçen maddede belirtilen türden hiçbir mahkemenin 1915-16’da Ermenilerin başına gelenlerin soykırım olduğu yönünde bir beyanda bulunmamış olduğudur. Diğer bir nokta ise şudur: uluslar değil, şahıslar soykırım ile suçlanabilir. Üçüncü bir nokta ise, maddenin üslubunu 
incelediğinizde, soykırım terimi için açıkça ileriye dönük bir bakış açısı olduğunu görürsünüz. Soykırım, geçmişle ilgili asılsız suçlamalardan oluşan 
samimiyetsiz bir söylemin kaynağı olması için tasarlanmamıştı.

Kimin Taraftarısınız?

Soykırımın anlamını iyice kavradığımıza göre, şimdi gelin bir de bir olayın genel anlamda nitelendirilmesinde yaşanan zorluğu değerlendirelim. Bir olayla ilgili gerçeklerle, o olayın nitelendirilmesi arasında bir fark vardır. Diyelim ki ceza sahasında oyuncular arasında bir temas oldu, bir penaltı ihtimali var; yani bir olay söz konusu. Bu olayda iki taraftar grubunun olayı aynı şekilde nitelendireceğini düşünüyor musunuz? Tabii ki hayır! Aynı şeyi görüp, farklı 
şekilde nitelendireceklerdir.

Tarih yazımı tam da bunu yapar: Grup dayanışmasını pekiştirmek için, ortakbelleğin ihtiyaçları doğrultusunda olayları nitelendirir. Bir olayın 
nitelendirilmesi, o olayın kendisinden ziyade sizin kimin taraftarı olduğunuzu belirtir. Hakemler taraflardan birini hayal kırıklığına uğratacak bir karar 
almadan önce, ilgi odağı oldukları bu durumu olduğu gibi dondurmak isteyecekler dir. Ermeniler ile Türkler arasındaki mesele de işte bu. Hakem veya 
hakemler nedense verecekleri kararı askıya almaktalar ki aslında üzerinde düşünürseniz, bunun esrarengiz bir nedeni yok. Olay, temas olsa dahi ortada bir faul olmadığı açıkça belli iken, “Türklerin hakeme faul olmadığına dair yalvarmaları gerekiyormuş” gibi gösterildikleri bir anda dondurulmuş durumda.

Şayet Türk iseniz, bu aşağılayıcı bir konumda olmak demek. Uzun süredir penaltı atışı elde edeceklerini zanneden Ermeniler için ise bu sinir bozucu bir durum. 
Ancak Ermeniler bu penaltıyı elde edemeyecek. Ve size önemli bir şey söylemek istiyorum: Uluslararası siyasal sistemde gerçek bir hakem yoktur. Ancak büyük 
bir güç veyahut böyle olmayı hedefleyen bir güç, bir hakem olarak görülmeyi isteyecektir.

Ermenistan ile Türkiye arasında oynanan bu oyunda ortada gerçek bir hakem yok, sadece hakem numarası yapan insanlar var, ancak bu insanlar aslında oyunu yönetenlerin bir uzantısı - ve oyunu yönetenler bu anı dondurmak, oyunu bu en heyecanlı anında durdurup “ceza sahasında faul oldu mu?” sorusunu olabildiğince gündemde tutmak istiyor – zira böylelikle Türk takımı sürekli olarak faul yapmış ama bunu “inkar” edercesine hakeme koşar gibi gözüküyor.

Bütün mesele de zaten olmuş bir şeyi inkâr ediyormuş gibi gözükmek. Hakeme “hayır hocam, vallahi penaltılık durum yok” demek için koşan oyuncular gibi, 
Türkler de sürekli olarak bir şeye “hayır” diyen taraf gibi gösterilmekte. Bu, bir yüzyıl önce ceza sahasında olan temastan beri böyle devam ediyor. Türkler 
sürekli olarak olmuş bir şeyi inkâr ediyormuş gibi gösterilmekte.

Bir Gerçek Mi İnkâr Ediliyor, Yoksa Bir Nitelendirme Mi Reddediliyor?Benim anladığım; Türk hükümeti ceza sahasında temas olduğunu onaylıyor, 1915-16’da Ermenilerin çektiği tüm acıları da kabul ediyor, ancak olayın önyargılı nitelendirmesini reddediyor. Türkiye’yi soykırım ve inkârcılık ile suçlayanların, Türkiye’nin açıkça ortaya koyduğu tutumunu ve gerçek olanla onun nitelendirilmesi arasındaki farkı görmezden gelmeleri; ortada duran gerçeklere rağmen bu meseleyi Türklere dayatmak için siyasi bir kararlılık olduğunun güçlü bir göstergesidir. Bana göre kamuoyunu soykırım olduğuna inandırarak Türk hükümeti üzerinde büyük baskı yapıldığı çok açıktır. Bu sayede Batılı hükümetler bu baskıdan nemalanmaktadır. 

Siyasi Güç

Osmanlı tarihi uzmanlığı olmayan araştırmacıların; Amerika, İngiltere ve burada, yani Avustralya’da, geniş bir kitleye hitap eden eserler yayınlamaları neden bu 
kadar kolay? Türklere soykırımcı demek neden bu kadar kolay? İlgili alanda uzmanlık sahibi olmadan, Osmanlı tarihi ve dili hakkında bilgi sahibi olmadan 
bir ulusun tümünü tiksindirici bir şeyle suçlamak neden bu kadar kolay?

Şu anda Amerika’yı büyükelçi olarak New York’ta temsil eden Samantha Power tam da bunu yaptı. Kalitesiz araştırmaların ürünü olan hatalarla dolu kitapların 
normal şartlarda ödüller almaları beklenmez. Ancak bu kitap Pulitzer Ödülünü kazandı. Bu bir şaka değil. Bu kitap sanki gerçekmişçesine “Türkleri” korkunç 
bir suçun failleri olarak tanıttı, kurguya gerçekmiş gibi atıfta bulunarak muğlak tasvirler kullandı ve belirgin bir şekilde Türk karşıtı bir tarih 
anlayışını savundu.

Samantha Power siyasi bir aktördür. Hem kitabında, hem de şu anda Rusya hakkında söylediklerine bir bakın. Ortaya koyduğu fikirler Amerikan hükümeti nin ihtiyaçları doğrultusunda değişiyor, bu kadar basit. Evet, Osmanlı kaynakları na atıf yapamayan Power, hiç utanma olmadan sadece Anglo Amerikan siyasi aktörlerinin İngilizce eserlerine dayanarak umursamaz bir şekilde bir ulusun tümünün namını lekeledi.

Power’ın meşhur bir arkadaşı ve az daha Kanada başbakanı olacak olan Michael Ingnatieff da bunu yaptı. Power’ın diğer bir meşhur arkadaşı, İsrail’in Amerikan 
kökenli ABD büyükelçisi Michael Oren da bunu yaptı. Bu insanlar Osmanlı İmparatorluğu uzmanı değiller ve kimlere atıfta bulunduklarına bakacak olursak, Osmanlı tarihi ve dili hakkında birincil kaynak incelemeye de hiç zaman harcamamışlar.

Bunlar okuyucu kitleleri olan, kamuoyunu etkileyebilen Harvard Üniversitesi mezunu araştırmacı ve siyasi aktörler. Gerçeklere ulaşma derdinde değillermiş 
gibi bir izlenim yaratıyorlar. Ancak okuyucu kitleleri var ve topluma hitap edebiliyorlar. Yani bunlar güç sahibi insanlar ve bu gücü genelde Türklere karşı 
korkunç suçlamalar yapmak, Türklere soykırımcı ve inkârcı yakıştırması yapmak için kullanıyorlar.

Bu araştırmacılarda hiç utanma yok mu? Geçmişte ne olduğunu bilmeyen  ve bilmek de istemeyen  bu insanların buna rağmen geçmişte ne olduğunu biliyor 
numarası yapmalarının ve “Ermeni” ile “soykırım”ı birleştiren bir ifadeyi sanki gerçekmiş gibi yaymaya çalışmalarının nedenini biliyor muyuz? Böyle bir durumla karşılaşınca insanın “burada neler oluyor?” diye sorası geliyor.

Siyasi Amaç

Olan şudur: Soykırım suçlamaları siyasi bir amaca hizmet ediyor. Bu suçlamaların üç temel yönü var: birisi büyük güçlerle ilgili, birisi Türklerle ilgili ve birisi de Ermenilerle ilgili.
Birinci yönüyle soykırım suçlamaları büyük güçlerin, genelde Amerika’nın, gözden düşmüş rejimleri dolaylı olarak değiştirmelerini sağlıyor.Bir bölgeye kaba kuvvetle hükmetmek yerine ki bu da oluyor, büyük bir gücün bir isyan çıkarttırarak egemen devletin tepki vermesine yol açması ve bunun ilk başta bu 
kargaşanın çıkmasına sebep olan büyük gücün önderliğinde uluslararası bir müdahaleye yol açması; bu büyük güç açısından çok daha faydalıdır.

Türklerle ilgili olan ikinci yönüyle soykırım suçlamaları, Amerika’ya ve Batı’ya Türkiye’ye karşı kullanabilecekleri siyasi bir araç, bir “sopa” sağlıyor.  
Türkiye artık daha önceden yüzleşemediği zorluklarla yüzleşecek kadar güçlü olduğundan, Batı bakış açısıyla, Türkiye’nin kararlarını etkileyecek bir yol 
gerekiyor. Ermeni meselesi de burada devreye giriyor.

Ermenilerle ilgili olan üçüncü yönüyle soykırım suçlamaları, devam etmekte olan gerçek bir sıkıntıdan dikkatleri dağıtıyor:Dağlık Karabağ’ın Ermeniler tarafından işgali. Batı’daki manşetler Ermenileri mağdur olarak göstermeye devam ettiği sürece, kamuoyunun kafasında onları saldırgan işgalciler olarak idrak etmek için gereken oksijen kalmayacaktır. Bu aslında basit bir formül: Dağlık Karabağ meselesini çözersen taşeron polemik kaybolup gider, soykırım teriminin kötüye kullanılması da sona erer.

Soykırım Araştırmalarını Araştırmak

Bu tür araştırmalar Türkiye’ye yöneltilen soykırım suçlamalarının ardında yatan siyasi amaçları şüphesiz ortaya çıkaracaktır. Daha önce ifade ettiğim gibi 
suçlamaların yapılmasının sebebi siyasidir. Ancak ırkçılık ve İslamofobi, bu suçlamaların Batı’da neden bu kadar kolay yapılabildiğine ve kamuoyunu Türklerin kötülük yaptığı konusunda ikna etmede neden bu kadar etkili olunduğuna bir açıklama getirebilir.

Güvenilir Bağımsız Uzmanlar

Bu soykırım suçlamasının ne kadarı Amerika tarafından yapılıyor? Bu akademik tartışmanın ne kadarı siyasi gücün bir tezahürü? Soykırım teriminin uluslararası 
hukuk haline gelmesinin sebebinin ahlakla değil, güçle alakalı olduğunun hatırlanması gerekiyor. Ahlak, güce tabi bir olgudur. Soykırım Sözleşmesinin 
oluşturulmasındaki esas itici güç bizzat Amerika’ydı, ama Sözleşme’nin tasdikine 1980’lere kadar imzasını atmadı. Peki, neden imzasını atmadı? Çünkü Amerikan 
yerlilerinin ve Afrikalı kölelerin başına gelenlerden dolayı kendisine suçlamaların yapılacağından korktu.

Ancak International Association of Genocide Scholars (Uluslararası Soykırım Araştırmacıları Derneği) adındaki bir Amerikan kuruluşu bu sorunu halletti. 
Toplam binlerce sayfa eden Genocide Studies International (Uluslararası Soykırım Araştırmaları) dergisinin 20 sayısı içerisinde, içler acısı bir makalenin sadece 9 sayfasında Amerikan yerlilerinden bahsediliyor. Makalede varılan sonuç, hiç de sürpriz olmayan bir şekilde, Amerikan yerlilerinin başına gelenlerin tam olarak soykırım olmadığıdır. Ve bu mesele böylece kapatıldı. 

Yalanların Merkezindeki James Bryce

Oxford Üniversitesi’nin Bodleian Kütüphanesi’nin Özel Koleksiyonlar bölümünü gidin, orada Colin Harris adlı kibar bir beyefendinin yardımını rica edin. Orada 
James Bryce adlı bir şahsın yazılarından oluşan bir katalog bulacaksınız.

Konuyla ilgili gerçeklere artan aşinamdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Olanlar bir trajedi olarak nitelendirilebilir; zira Ermeniler, İngilizler ve Londra otellerinde Bryce önderliğinde İngiliz yetkilileriyle görüşen sözde Ermeni temsilciler tarafından çok acı bir durumun içine sürüklendiler.

Bu sözde temsilciler pek çok masum Ermeni’ye karşı sorumsuzca davrandılar ve bu masum Ermeniler sözde temsilcilerin sorumsuzca davranışlarının bedelini ödemeye mahkûm oldu. Bu temsilciler; Osmanlı topraklarında bağımsız bir Ermeni devleti kurma amaçlı siyasi hedefe ulaşmak ve bu devletin liderleri olma yönündeki kişisel ihtiraslarını yerine getirmeye çalışırken, İngiliz kibrinin dolduruşuna getirildiler ve esasen İngiliz emperyalist çıkarları doğrultusunda hareket ettiler.

Bu faaliyetler, yani İngilizlerle işbirliği yapmak ve yoğun bir isyan hareketini yönetmeyi kabul etmek; Doğu Anadolu’nun hiçbir vilayetinde çoğunluk olmayan ve 1890’larda Bryce’in Ermenileri isyana teşvik eden girişimlerini takiben yaşananlara benzer bir şekilde, artan şiddete maruz kalacak Ermenilerin 
güvenliğini tartışılmaz bir şekilde hiçe saymıştı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında basılan Mavi Kitabın (Ermeni tezlerini destekleyen S.P.) ardındaki tek isim James Bryce değildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Bryce’ın emrinde Mavi Kitaba editörlük yapmak ve diğer propagandaları üretmek için tam zamanlı olarak İngiliz hükümeti için çalışmış olan Arnold J. Toynbee, 1967 yılında Mavi Kitabın savaş sırasında Amerikan kamuoyunu etkilemek için tasarlanmış olduğunu itiraf etti.

Bryce’ın yazılarını okursanız; önyargılı araştırmacılar veya “güvenilir bağımsız uzmanlar”  ya da onlara nasıl hitap etmek istiyorsanız edin – tarafından atıfta 
bulunulan yalanların dayandığı kaynakların tümünün Bryce ile bağlantılı olduğunu görürsünüz. Bryce’in New York Times gazetesi editörleriyle olan yazışmalarını okuyun  ve onun; bahsi geçen editörler, Amerikan hükümeti yetkilileri, Amerikan kilise organizatörleri, Doğu Anadolu’daki misyoner faaliyetlerini yürütenler ve Amerika,  İngiltere ve Doğu Anadolu’daki Ermeni liderler üzerinden ne kadar etki sahibi olmuş olduğunu görün.

Bryce’in liberal ideolojiye sahip dergilerdeki makalelerini okuyun, Türk ırkına ve onun dini olan Müslümanlığa yönelik nefreti hissedin, ahlak ve değerler 
bahanesinin nasıl emperyalist hedeflere hizmet ettiğini anlayın ve çevrilen entrikaların farkına varın. Bunları yaparsanız, “burada hangi gerçekler inkâr 
ediliyor ki?” diye merak etmeye başlarsınız.

Tarih Yazımı Sorunu

Bu, bugüne kadar sürmüş olan bir sorundur - İngiltere’de Yahudiler İngiliz olarak sayılabilir mi? Ya Müslümanlar? Ya Türkler? Peki ya Avustralya’da? 
Buradaki Türkler Avustralyalı mı? İngiliz tarih yazımının Ermeni sorunuyla ilgili, Türk karşıtı, Müslüman karşıtı, Osmanlı karşıtı, Yahudi karşıtı boyutlarını açık ve samimi şekilde irdelersek, bu sorunla ilgili aydınlatıcı bir anlayışa sahip olabiliriz.

Tarihin bu ilgi çekici ve önemli dönemini siyasi oyunun bir parçası olarak tutan yarı zamanlı bilim adamlarına bırakmak yerine gelin kitapları açalım.O sıralarda 
İngiltere’de ne söylendiğini okuyalım ve İngiltere ile Batı devletlerinde mevcut olan ulusal kimlik kriziyle nasıl bağlantılı olabileceğini anlamaya çalışalım.

Afrikalı bir Müslüman, İngiliz ulusal kimliğine nasıl uyum sağlayabilir? Temel sorun bu. Bu, Batılı orduların Müslüman ülkelerde savaşmasından dolayı oluşan 
gerilimden de daha temel bir sorun. Temel sorun, İngiliz tarih yazımının kendi nefret dolu önyargısını itiraf etmemiş olmasıdır. Buna örnek olarak mesela 
Türkiye ile Mısır’daki Müslümanlara karşı politikalar yürüten, İngiltere’nin dört kere seçilen çok saygıdeğer başbakanı - İngiltere tarihinde en çok seçilen 
başbakandır  William Gladstone’un yaptığı açıklamalar vardır.

Gladstone, “Bu basitçe bir Müslümanlık meselesi değildir, bu Müslümanlığın bir ırkın tuhaf özelliği ile birleşmesi sorunudur.  Onlar [Türkler], bütünüyle, 
Avrupa’ya girdikleri o kara günden beri insanlığın dev bir insanlık dışı örneğiydi” demiştir. 

Böyle sözler açıklanamamışken ve bunları söyleyen kişi ki kendisi abartısız, İngiliz modern tarihinin gurur kaynağı olan bir figürdür yüceltilirken, 
Müslümanların kendilerini bir ulusal kimliğin parçası olarak hissetmeleri nasıl beklenebilir? İngilizlerin Müslüman karşıtı tarihine yönelik hissettikleri gurur 
ve emperyalist kazanımlar uğruna sergilenmiş sahte ahlak gösterisi ile İngiltere’nin mevcut toplumsal yapısı arasındaki gerilim nasıl uzlaştırılmıştır?

Daha fazlasını da irdeleyebiliriz. Ya İngiltere’nin köle sahipliği üzerine olan tarihi? Bu konu ele alındı mı? Kaçınız William Gladstone’un babası John’un Liverpool ’daki en zengin köle sahiplerinden biri olduğunu biliyor? Kaçınız onun çiftliklerinden kaçmak isteyen Afrikalıların ya asıldığını ya da vurulduğunu 
biliyor? Kaçınız John Gladstone’nun köleliğin kaldırılmasına aleyhte en hararetli seslerden biri olduğunu ve William Wilberforce’a  kölelik karşıtı mücadelenin liderine  “şaşırmış adam” dediğini ve ancak hükümetin kendisine tazminat olarak yüklü miktarda para vermesiyle birlikte bu mücadeleden vazgeçtiğini biliyor?

Kaçınız bunları biliyordu? İngiltere’de bu tarihi itiraf etmek, William Gladstone’un pek ahlaklı olmadığı veya babasının bir hayırsever olmadığı gerçeğine (ona halen hayırsever diyorlar!) değinmek konusunda herhangi bir girişim yok.

Tıpkı Gladstone’ların - baba ve oğul - bağlantılı olması gibi, Ermenilerin, sözde “insanlık karşıtı” Türklere karşı sömürgeciliğin maşası olarak kullanılmasının, Afrikalı kölelerin kullanılması ile zihinsel anlamda bağlantılı olduğunu tanıma girişimi de yok. Liverpool bölgesinde kölecilik parasıyla inşa edilmiş kiliseler var ve halen Liverpool ismi sıradan insanın aklına ilk olarak köleliği getirmiyor; bunun yerine insanların aklına Beatles ve Ian Rush geliyor.

Avustralya Bütün Vatandaşları İçin Adil Bir Yer Mi?

David Cameron, İngiltere başbakanı olarak yaptığı ilk konuşmasında, Müslümanların İngiltere’de yaşadığı ulusal kimlik krizi için devletin çok 
kültürlülük ilkesini sorumlu tuttu. Cameron, Müslümanların çok uzun süredir kendi ayrı hayatlarını yaşamalarına izin verildiğini söyledi. Neden bunu söylemesin ki? 11 Eylül sonrasında Batı toplumlarında Müslümanlara karşı harekete geçmek siyaseten rağbet görüyor ve bu, İngiltere’nin kendi ulusal 
kimliğini değiştirmek ve artık vatandaşları olan, vaktiyle sömürülmüş insanlara karşı duyulan derin saygısızlığı kabul etmek zorunda olmadığı anlamına geliyor.

Nispeten yeni bir yerleşimci devlet olan Avustralya’da, Müslüman karşıtı örneklerle dolu bir tarih yazımı olmadığında, çok kültürlülüğün aslında işlediği 
gösterilmemiş midir? Eğer Avustralya tarafından tarihi geçmişlerine saygı duyulursa, gururlu Avustralyalılar olurlar. Amerika veya İngiltere’nin tarihi 
çarpıtmaya yönelik siyasi düzenlemelerini burada uygulayarak Avustralya’daki Türkler veya Müslümanlar için bir kimlik krizi yaratmak akıllıca değildir. Tarih 
yazımındaki berraklık, ulusal kimliği korumak için çok önemlidir. Müslümanlar veya Türklere, eğer Avustralya okullarında kendi insanlarının geçmişleri 
hakkında yalanlar öğretilirse, çocuklarını oralara göndermek konusunda ne hissederler?

Size Mesajım Şudur: Tarih yazımında berraklık çok yararlıdır. Tarihi gerçeklertam olarak teşhir edilmelidir. 1915-16 olaylarının tanımlanması konusunda aldığınız yaklaşım ulusal kimliğinizi tanımlar. Avustralya bütün vatandaşları için adil bir yer mi? Avustralya’nın tüm vatandaşları hükümetlerinin önyargı yerine tarih çalışmalarını tercih etmesindeki adaletiyle gurur duyabilecek mi, yoksa Avustralya tarihle ilgili siyasi dayatmalara boyun eğen bir ülke mi? 
Teşekkür ederim.

Konuşma Nasıl Değerlendirilmelidir?

Ulus olarak 2015 yılında emperyalist bir yalan olan sözde Ermeni Soykırımı ile göğüs göğüse mücadele etmemiz gereken bir dönemde yapılan bu konuşmayı oldukça önemli ve anlamlı bulmaktayım.
Konuşma net olarak şunu ortaya koyuyor. Sözde soykırım iddialarının hiçbir hukuki temeli yoktur; bu iddialar tarihsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır.
Bu yalan Türkiye’yi sürekli olarak baskı altında tutmak için emperyalist ülkeler tarafından uydurulmuştur. Siyasi bir zorlama mekanizmasına dönüşen bu iddialara asla son verilmeyecektir.
Yalanın kaynağı Ermeniler değil, Batı ve özellikle ABD’dir. Ermeniler dün maşaydı, bugün maşadır ve yarın da maşa olacaktır. 
Batı’nın bilinen ırkçılığı ve ayrıca keskin Türk ve İslam düşmanlığı bu yönde Batı toplumlarında Türk karşıtı bir kamuoyu oluşmasına yardımcı olmaktadır. 
Diğer bir ifade ile yalan ve dolanla beslenmeye hazır bir Batı insanına bu zehir kolaylıkla şırınga edilebilmektedir.

Batı, insanlıktan nasibini almamış, kirli bir geçmişi olan yöneticilerini bile kitle iletişim teknikleri kullanarak cilalamakta ve bu yönde kendi halkını da 
aldatmaktadır.

Batı’daki sözde bilimsel merkezler, özellikle Batı’nın stratejik çıkar alanlarında bütünüyle güdümlü davranmakta ve siyasi mülahazalarla gerçeklerle 
bağdaşmayan yayınlar çıkarmaktadır. Bu yayınlar, Batı’nın Bilgi Harbi Merkezleri (Information Warfare Center) merkezleri (CNN, BBC, New York Times vb.) 
tarafından etkili bir şekilde dağıtılmaktadır.

Bu konuşma, dolaylı olarak bizlere mücadele alanlarının belirlenmesi ve sağlıklı bir karşı taarruz planlaması için önemli bir alt yapı ve ipuçları sunuyor. Adeta 
Batı’nın sinsi stratejisinin kodlarını deşifre ediyor. Bu asılsız yalanları parlamentolarından geçiren bütün devletler, konuşmacının ifade ettiği gibi, 
emperyalizmin uşağı olmuş, halkına karşı saygısız, ilkesiz ve ahlaki temelini kaybetmiş devletlerdir. Ülkemizin içinde T.C. kimliği taşıyıp bu yalanı 
savunanlar için nasıl bir sıfat kullanabiliriz?

Sözde iddialara asla bir nokta konulmayacak, ucu açık bırakılacak ve çiklet gibi uzatılacaktır. Her sene Nisan ayını ABD Başkanları “Soykırım dedi mi, demedi 
mi?” tartışmaları ile mi geçireceğiz? Milletçe korkusuzca ayağa kalkmalı, bu kirli ve sinsi oyunu bozmalıyız!

Ulusça davaya sahip çıkarsak, rakiplerimizi ezer geçeriz. Çünkü biz haklıyız. Bu yazıyı sevdiklerimizle, dostlarımızla paylaşarak, bu konuda milli bir 
uyanışın gerçekleşmesine karınca kararınca katkıda bulunabiliriz.


[1] Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide,  9 Aralık 1948 (Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkındaki Sözleşme, Cenevre 9 Aralık 1948


Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Tüm Hakları Saklıdır.

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

 ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder