19 Ocak 2015 Pazartesi

FRANSA'NIN SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMINI TANIMASI 1



FRANSA'NIN SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMINI TANIMASI 1




Emekli Büyükelçi Ömer Engin LÜTEMAvrasya İncelemeleri Merkezi Başkanı
oelutem@avim.org.tr

ERMENİ ARAŞTIRMALARI,
Sayı 1, Mart-Nisan-Mayıs 2001






2001 yılının ilk dört ayı Ermeni sorunu bakımından yoğun gelişmelere sahne oldu. Bu yazımızda kısaca sözkonusu gelişmeleri anlatacak ve aynı zamanda bunlara bazı yorumlar getirmeye çalışacağız.

1. FRANSA'NIN SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMINI TANIMASI

Fransız Meclisi 18 Ocak 2001 tarihinde "Fransa 1915 Ermeni soykırımını açıkça tanır" cümlesinden ibaret bir kanun kabul etti. Kanun 30 Ocak tarihinde Cumhurbaşkanı Chirac tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Fransa ile Türkiye arasında ciddi bir anlaşmazlığa yol açan bu konunun geçmişine kısa bir göz atalım.
Fransız Millet Meclisinin Kanunu ilk kabul.
Koçeryan’ın 19 Nisan 1998 tarihinde Ermenistan Başkanı seçilmesinden sonra sözde soykırımın tanınmasını Ermenistan’ın dış politika öncelikleri arasına alması ve bu konuda Diaspora ile yakın bir işbirliğine girmesi ilk önce Fransa’da sonuca ulaştı. Türkiye’nin şiddetli itirazlarına karşın, çoğunluğu Sosyalist Partisi üyelerinden oluşan küçük bir gurubun girişimiyle Fransız Meclisi, 29 Mayıs 1998 tarihinde, Fransa’nın soykırımını tanıdığını ifade eden bir kanunu kabul etti. Taslak 577 sandalyeli Mecliste ancak 29 oy toplayabilmişti.[1] Bu durum, aslında, sözde Ermeni soykırımına Fransız milletvekillerinin çok büyük kısmının ilgi duymadığını gösteriyordu. Taslak görüşülmek üzere Fransız Senatosuna gönderildi. Türkiye tepki olarak Fransa’ya bir nota verdi ve bu gibi tasarıların Ermeni terörünü yeniden canlandırabileceğini bildirdi. Ayrıca Fransa’daki Türk diplomatlarının daha iyi korunmasını istedi. Bu arada TBMM söz konusu tasarıyı tümüyle geçersiz sayan bir karar kabul etti.[2] Fransa ile olan askeri projeler askıya alındı ve Fransız Senatosu bu taslağı veto edene kadar gündemdeki projelerin hiç birine işlerlik kazandırılmaması kararlaştırıldı.[3] Diğer yandan bu tasarı Türk kamuoyunun hemen her kesiminden tepki gördü. Mesela İzmir Belediyesi Fransız şirketlerinin o yılki İzmir Fuarına katılamayacaklarını açıkladı.[4] Buna karşın Fransız Hükümeti Ilımlı bir tutum izleyerek, milletvekillerinin bağımsız olduklarını, tasarının günümüz Türkiye’sini hedef almadığını ve Osmanlı tarihinin bir d.neminin anımsanmasını amaçladığını, Fransa’nın Türkiye ile mevcut dostane ilişkileri ve işbirliğini geliştirmeye kararlı olduğunu belirtti.[5]
Senato’nun tasarıyı kabulü
Türkiye’nin sert tepkileri Senatonun tasarıyı hemen ele almasını engelledi. Esasen Senato Başkanı René Monory Senatoda çoğunluğun tasarının aleyhinde bulunduğunu, Hükümetin Israrlı olmaması halinde tasarının Senatodan geçmesinin çok zor olduğunu söylüyordu.[6] Fransız Hükümeti ise tasarının Senato gündemine alınmasını talep etmedi. Tasarının Senato üyeleri tarafından gündeme alınması için biri 1999 Mart’ında diğeri 2000 Şubat’ında yapılan girişimler yeterli oyu sağlayamadı. Durumun böyle devam etmesi ve zaman içinde tasarının geçersiz (caduc) hale gelmesi bekleniyordu. Senatonun tasarıyı gündeme almaması sonucunda Türk-Fransız ilişkilerindeki gerginlik de ortadan kalktı.
Ermeniler bu durumdan ümitsizliğe kapılmadılar. Girişimlerine devam ederken Senato binası önünde devamlı nöbet tutmak ve pankart asmak gibi eylemleri sürdürdüler. Ayrıca 24 Nisan 2000 tarihindeki anma törenlerinde "Chirac bizden oy alamazsın" şeklinde sloganlar atarak7 siyasi baskılarda bulundular.
2001 Mart ayında yapılacak olan seçimlerinin yaklaşması ve bu seçimlerin çok çekişmeli geçeceğinin anlaşılması durumu değiştirdi ve sağ partilere mensup bazı senatörlerin tasarıya daha sıcak bakmalarını sağladı. Ayrıca hem Hükümet in hem de Cumhurbaşkanının tasarının kanunlaşmasını önlemek için etkili bir gayret içinde olmayacaklarına dair işaretler vardı. Bu hava içinde tasarı "ivedi görüşme" talebiyle gündeme alındı. Hükümet sözcüsü tasarının aleyhinde olmakla beraber reddedilmesi için ısrarlı da davranmadı ve dört saat süren bir toplantı sonucunda tasarı 8 Kasım 2000 tarihinde sabaha doğru 40 a karşı 164 oyla kabul edildi.[8]
Türkiye Dışişleri Bakanlığı aynı gün yayınladığı bir basın bildirisinde[9] bu kararın kınandığı ve reddedildiği, Türk milletinin tarihinin hiç bir döneminde soykırım suçu işlemediği belirttikten sonra Koçaryan yönetiminin Diaspora ile birlikte yürüttüğü politikanın Kafkaslarda barış ve istikrara hizmet etmediği ve Ermenistan halkına yararı olmadığı ifade edildi. Fransız politikacılarının oy ve çıkar uğruna aldıkları bu karar ile büyük sorumluluk altına girdikleri vurgulandı. Bu tutumun Türk-Fransız ilişkilerine zarar verdiği bildirildi ve Fransız Millet Meclisinin aynı hatayı yapmamasının beklendiği ifade olundu.[10]
Senatonun kararı Ermenistan’da iyi karşılandı. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Papayan "bu karar sadece tarihi gerçeği teyit etmekle kalmayıp geçmiş olayların doğru bir değerlendirmesini de yapmış ve böylelikle bize miras kalan sorunların üstesinden gelmemize imkân vererek bölgesel işbirliği için uygun koşullar oluşturmuştur" ifadelerinde bulundu.
Buna karşın Fransa’da, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık ortaklaşa bir bildiri yayınlayarak, "Parlamentonun girişimi sonunda oluşmuş ve Parlamentonun sorumluluğunda olan bu oylamanın günümüz Türkiye’si için bir değerlendirme teşkil" etmediğini bildirdiler. Oysa Başbakan Jospin Sosyalist Partiye, Cumhurbaşkanı Chirac da sağcı RPL ve UDF’e hakim olduklarından ve bu iki partinin parlamentoda kesin üstünlüğü bulunduğundan, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın istemedikleri bir kanunun kabulü mümkün değildi. Üç siyaset mülahazalarıyla bir yandan Ermeniler tatmin edilirken diğer yandan, kusur Parlamentoya atılarak, Türkiye’nin tepkilerinin önlenmeye çalışıldığı ortadaydı.
Senatoda kabul edilen metin Millet Meclisi’nde 29 Mayıs 1998 tarihinde onaylanan metnin aynı olmakla beraber, kabul ediliş usulleri arasındaki fark nedeniyle bu metnin Millet Meclisi’ne gönderilerek tekrar oya sunulması gerekiyordu.[11] Ancak Türkiye’nin tepkisinden çekinildiği için, Hükümet çevrelerinin bu Meclis oylamasından vazgeçme yollarını aradıkları ve Parlamentonun her iki kanadı da aynı metni kabul ettiğine göre maksadın hasıl olduğu, bu durumda tasarının tekrar Millet Meclisine gönderilerek kanun haline getirilmesine gerek bulunmadığı fikrini kabul ettirmeye çalıştıkları anlaşılıyordu.[12] Ancak bu formül Ermenileri tatmin etmedi ve tasarının kanun şekline dönüşmesi için Israr edildi. Aralık ayI ortalarında tasarının Millet Meclisi gündemine alındığı öğrenildi.[13]
T.B.M.M.’nin Tepkisi
Fransız Meclisi’nin tasarıyı kabul edeceğinin anlaşılması üzerine TBMM’deki siyasi partilerin ortaklaşa hazırladıkları bir önerge 9 Ocak 2001 tarihinde oybirliği ile kabul edildi.1 4 Bu önergede, özetle, tasarının oy kaygısıyla gündeme geldiği, tarihin tahrif edilmesine ve önyargılara dayandığı, kabul edildiği taktirde Fransa’da düşünce ve ifade özgürlüğü ile bilimsel araştırma ve bulguları yayınlama özgürlüğünün ortadan kalkacağı, bu yasanın tespitlerinden farklı sonuçlara varmanın yasanın ihlâli olacağı ve suç oluşturacağı belirtildikten sonra tasarının Millet Meclisi’nde benimsenmesi halinde Fransa’nın uluslararası alanda yüklendiği görevleri yerine getirmekte tarafsızlık ilkesi ile bağlı kalamayacağı ve bu nedenle Kafkas bölgesinde ve diğer uluslararası sorunlarda alacağı her inisiyatifin kuşkuyla karşılanacağı; ulusal parlamentoların tarihi araştırmalara taraf olamayacakları, nefret ve ırkçılığın körüklenmesine katkı yapamayacakları ifade olunarak buna misal olarak Fransız Parlamentosunun Cezayir olaylarının değerlendirmesini yapmayı reddetmesi gösteriliyordu. Konunun en önemli noktalarına değinen ve oybirliği ile kabul edilen bu önerge her nedense Türk basınında fazla ilgi görmedi. Oysa Meclisin bu konudaki görüşlerini belirtmesi ve bu nedenle de Türk dış politikasının bu sorunla ilgili çerçevesini tespit etmesi bakımından bir referans belgesi niteliğindeydi.
Tasarının Fransız Millet Meclisinde kabulü ve yürürlüğe girmesi
Fransız Millet Meclisi Dışişleri Komisyonu, Paris’te bulunan bir Türk Parlamento Heyetinin gayretlerine rağmen 10 Ocak 2001 tarihinde tasarıyı kabul etti. Meclis Genel Kurulu da 18 Ocak günü tasarıyı onayladı. Oturumda 577 sandalyeli Millet Meclisi’nden sadece 52 kişi vardı.[15] Onlar da tasarıya oy verdiler. Anlaşılan oturuma sadece tasarıya taraf olan milletvekilleri gelmişti. Böylece sözde Ermeni soykırımını tanıyan kanun Meclis üyelerinin yüzde 9’u gibi çok k.ç.k bir azınlığının oylarıyla kabul oldu. Yukarıda belirttiğimiz gibi tasarı Millet Meclisinde 29.05.1998 tarihinde ilk müzakeresinde 29 oyla kabul edilmişti.
Fransız Parlamentosu’ndaki oylama sisteminin üyelerinin çoğunluğunun iradesini yansıtmayan sonuçlar verdiği ortadadır. Ancak 19 Ocak oylamasının geçerli olduğunda şüphe yoktur ve hatta bu oylama Meclis kayıtlarına "oybirliği" olarak geçmiştir. Kanımızca bu konuda Türkiye açısından önemli olan husus Fransız Parlamentosunun oylama sistemini tartışmak değil, tasarI için oy kullanmamış olan 500’den fazla milletvekilinin bir kısmını dahi olsun etkileyememiş olmamızın nedenleri üzerinde düşünmektir.
Sözkonusu tasarının kanunlaşması için Cumhurbaşkanı, Başbakan, Millet Meclisi Başkanı, Senato Başkanı’ndan birinin veya 60 parlamento üyesinin on beş gün içinde tasarıya itiraz etmemesi gerekiyordu. İtiraz eden olmadı ve Cumhurbaşkanı Chirac da sürenin bitiminden önce, 30 Ocak 2001 tarihinde, tasarıyı onaylayarak kanun haline getirdi. Böylelikle Fransa Parlamentosu Cezayir olayları gibi kendi memleketinde işlenen suçlar hakkında bir karara varmaktan kaçınırken başka bir ülkede ve çok daha eski bir tarihte vuku bulmuş olayları soykırımı olarak nitelendirmek çelişkisine düştü.
Bu kanunun kabulü Ermeni resmi makamları tarafından memnunlukla karşılandı. Ancak Ermenistan gazetelerinin konuya birinci derecede önem vermedikleri görüldü. Hatta bu kanunun Ermenistan ve Ermeni halkının çıkarları ile hiç bir ilgisi bulunmadığını, tek kazancın anlamsız bir sevinçten başka bir şey olmadığını yazanlar bile çıktı.[16] Soykırımı konusunun geçim sıkıntıları içinde olan Ermenistan halkını pek ilgilendirmediği görülüyordu.
Kanun kabulünün nedenleri
Ermenilerin Fransa’nın soykırımını tanıması için yıllardan beri sürdürdükleri gayretlerin başarı ile sonuçlanmasının çeşitli nedenleri vardır.
Birinci neden Ter Petrosyan döneminde sözde soykırımını tanıtmak için çaba göstermeyen Ermenistan’ın Koçaryan’ın iktidara gelmesiyle soykırımI konusunu dış politikanın öncelikleri arasına alması ve bu konuda Diaspora ile yakın işbirliğine girmesidir. Bu önemli bir Ermeni azınlığına sahip olan Fransa üzerinde, özellikle seçim döneminde, bir baskı oluşturmuştur.
İkinci neden son zamanlardaki Türk-Fransız ilişkileridir. Fransa, dönem başkanlığı sırasında, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini geliştirmek için ciddi gayret sarf etmişti. Diğer AB ülkelerinin Türkiye’nin adaylığına karşı ilgisizlikten karşıtlığa kadar uzanan olumsuz tutumlar içinde olmaları Fransa’nın bu politikasını değerli kılmış, bu da Fransızlarda Türkiye’nin onların desteğinden vazgeçemeyeceği kanısını uyandırmış ve sözde Ermeni soykırımı hakkında alınacak herhangi bir karara Türkiye’nin ciddi şekilde karşı çıkmayacağına inandırmıştı.
Üçüncü neden kanun metninin Türkiye’yi rencide etmeyeceği düşünülen ifadelerle kaleme alınmasıdır. Gerçekten de kabul edilen kanun metninde Türkiye veya Türkler kelimeleri mevcut değildir. Ayrıca 1915 yılı tasrih olunmakla Türkiye Cumhuriyeti sorunun dışında bırakılmak istenmiştir. Ancak bunlar daha ziyade kozmetik nitelikte olup herkes hangi ülke ve halkın sözkonusu olduğunu bilmektedir.
Türkiye’nin tepkileri
Fransız Meclisinin sözde Ermeni soykırımını tanıyan kanunu kabul etmesinden sonra Türkiye’de resmi makamlar, sivil toplum kuruluşları ve medyadan beklenenin çok üzerinde tepkiler geldi.
Kanunun kabul edildiği gün Hükümet bir açıklama yaparak[17] bu kanunu "tarih ve insanlık önünde vahim bir hata" olarak nitelendi, Türkiye’yi soykırımı ile itham eden ve tarihi gerçekleri hiçe sayan bu kararı şiddetle kınandı ve Fransız yasası tüm sonuçlarıyla reddedildi. Ayrıca yasanın Türk-Fransız ilişkilerine büyük ve kalıcı zararlar vereceği ve ciddi bir krize yol açabileceği, bölgedeki barış ve istikrara olumsuz etki yapacağı ve bunların sorumluluğunun Fransa’ya ait olduğu belirtildi; yasanın etkisiz hale getirilmesi istendi. (Bununla Chirac’ın yasayı onaylamaması kastedilmektedir). Son olarak Paris’teki Türk Büyükelçisinin danışmalar için Ankara’ya çağrıldığı bildirildi.
Dışişleri Bakanı İsmail Cem ise aynı gün Ankara’daki Fransız Büyükelçisini davet ederek söz konusu yasanın önlenmesi için Fransız Hükümetinin kayda değer bir gayreti olmamasının teessürle karşılandığını, bu yasanın Fransa’da yabancı düşmanlığını ve Ermeni terörizmini yeniden harekete geçirebileceğini o itibarla, diplomatlar dahil, Fransa’daki t.m Türk vatandaşlarının güvenliğinin sağlanmasını istedi.[18]
Aynı gün Başbakan Bülent Ecevit Türk-Fransız ilişkilerinin ağır şekilde zarar göreceğini ifade etti.[19] Cumhurbaşkanı Sezer ise Fransız Meclisinin kararını "sağduyudan yoksun" olarak tanımladı ve kınadı.[20]
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Faruk Loğoğlu "Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişkilerin daha da geliştirilmesi olanakları ile bölgesel ve uluslararası konular hakkında görüş alışverişinde bulunmak üzere" 19 Ocak 2001 tarihinde Azerbaycan’a gitti.[21] Basında Türkiye ile Azerbaycan’ın Fransa’ya karşı ortak tavır almasının ve Karabağ sorunu için kurulmuş olan Minsk Grubundan Fransa’nın dışlanmasının gündemde olduğu haberleri çıktı. Yine basına göre Aliyev "Minsk Grubunun eş başkanlığını Fransız Parlamentosu yapmıyor" sözleriyle bu öneriye karşı çıktı.[22] Nitekim Fransa Karabağ sorununun çözüm. için ön planda bir rol oynamaya devam etti ve Chirac’ın girişimiyle Aliyev ve Koçaryan, biri 26 Ocak, diğeri 4 ve 5 Mart 2001 tarihinde Paris’te bir araya gelerek Karabağ konusunda görüşmeler yaptılar. Azerbaycan’ın Karabağ sorunu için Fransa’yı dışlamak istememesine karşın Azerbaycan Hükümeti, Meclisi ve özelikle muhalif partiler sözde soykırımını tanıyan yasaya karşı olduklarını çeşitli kez dile getirdiler.
Türkiye’de ise Fransa’ya karşı uygulanacak önlemler görüşülmeye başlandı. Başbakan Ecevit bu konuda "Türkiye kendi ekonomisine zarar vermeden ne gibi yaptırımlar uygulayabiliriz. Önümüzdeki bir kaç gün içinde bu konuda çalışmalar sonuçlanmış olacaktır."[23] diyerek yaptırımlar konusundaki kararlılığını ortaya koydu. Yaptırımların neler olacağı hakkında resmi bir açıklama yapılmamış olmakla beraber, gazeteler bunların daha ziyade silah siparişleriyle askeri amaçlı araç ve gereçleri ilgilendirdiğini, Dünya Ticaret örgütü ve Gümrük Birliği Antlaşması hükümleri gereğince ticari alanda bir kısıtlama getirilemeyeceğini yazdılar. Bu arada Fransa’nın bu yaptırımlar nedeniyle 8 ilâ 10 milyar dolarlık kaybI olacağı da belirtildi.
Hükümet dışı kuruluşlardan da Fransa’ya karşı yaptırım önerileri gelmeye başladı. Ankara Ticaret Odası Başkanı Kemal Ay gün Fransız mallarına karşı boykot önerdi ve Fransa’ya tatile gidilmemesi çağrısında bulundu.[24] Buna karşılık TÜSÜAD her iki tarafa da zarar vereceğini belirterek boykota karşı çıktı.[25]
En sert tepkiler sendikalardan geldi. TESK ve Harp-İş sendikaları başkanları Fransız mallarına karşı boykot çağrısında bulundular. Kamu-Sen Sendikası Başkanı ise Fransa’nın Türkiye’deki Büyükelçiliği dahil, tüm tesislerinin kapatılmasını istedi.[26]
Fransa ile kültürel ilişkilerin kaldırılması veya azaltılması hakkında da öneriler oldu. İstanbul Üniversitesi Rektörü Fransa ile bilimsel ilişkileri kestiklerini bildirdi.[27] Kocaeli, Uludağ ve Gazi Osman Paşa Üniversiteleri[28] ile Başkent Üniversitesi[29] Fransızca dersleri kaldırdıklarını açıkladılar.
Buna karşın Türkiye’de Fransızca tedrisat yapan tek yüksek Öğretim kuruluşu olan Galatasaray Üniversitesinin Rektörü Erdoğan Teziç, Birinci Dünya Savaşında, Fransa Türkiye ile harp halinde iken dahi, Galatasaray Lisesinde Fransızca eğitimde kesinti yapılmadığını hatırlattı.[30] Eski Dışişleri Bakanı Prof. Mümtaz Soysal ise "Fransa gibi diller kimilerinin kabulüyle veya reddiyle ayakta kalacak veya da yıkılacak diller değildir. Kaldı ki çağdaş Türkiye kültüründe Fransızcanın yeri büyüktür" sözleriyle[31] konunun daha gerçekçi bir yönünü ortaya koydu.
Türk basını Fransa’da kabul edilen kanuna olağan üstü derecede önem verdi. Bu konudaki haberler büyük puntolarla ön sayfalarda yer alırken köşe yazarlarının hemen hepsi ve bazıları bir çok kez bu konuya değindi.
Türk televizyonlarının da konuya çok ilgi gösterdiği gözlemlendi. Büyük kanalların hepsi bu sorun üzerinde gazetecilerin, politikacıların, bilim adamlarının ve diplomatların katıldığı özel programlar düzenlediler. Bunların arasında 2 Şubat 2001 tarihinde ATV televizyonunda yapılan ve beş saatten fazla s.ren Siyaset Meydanı Programı özellikle dikkati çekti.
Türkiye’de Ermeni tezlerini benimseyen ve savunan çok az sayıda kişinin yazıları büyük gazetelerde yer almazken 4 Şubat 2001 tarihinde Ceviz Kabuğu programına yurt dışından telefonla katılan Taner Akçam’ın "Türkiye özür dilesin" şeklindeki beyanları çok tepki çekti. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal telefonla müdahale ederek bu sözlerin milli duygu taşıyanları rencide ettiğini, özür dilenmesini asla kabul etmeyeceğini, bunu teklif edeni asla affetmeyeceğini bildirdikten sonra programın sunucusu Hulki Cevizoğlu’nu da bu saçmalıkların dinlenmesine aracı olduğu için affetmeyeceğini söyledi.[32] Bu sözlerin programı dinleyenlerin büyük çoğunluğunun duygularını yansıttığı görüldü.
Basın ve televizyonlardaki bu yoğun yayınlar Ermeni sorununa karşı duyulan ilginin işaretiydi. Kişiler pek bilmedikleri bir konuda bilgi edinmek ve bundan sonra ne gibi gelişmeler olabileceğini öğrenmek istiyorlardı. Soruna gösterilen bu ilgi bazı Ermeni çevreleri ve Ermeni taraftarlarının dilediği gibi Türk halkının tarihiyle yüzleşmesi veya hesaplaşması değildi. Aksine soykırımI iddiaları kesinlikle reddediliyor hatta bunları ileri sürenlere karşı öfke beslendiği seziliyordu. Kısaca Türk kamuoyu bu tartışmaların sonunda, esasen hiç bir zaman aklına getirmediği soykırımını kabul etmek ve özür dilemekten çok daha uzaklaşmış oldu.
Fransız Kanununun Olası Sonuçları
Fransa’nın sözde soykırımına ilişkin kanunu kabul etmesinden hemen sonra Koçaryan’ın Fransa’ya resmi bir ziyaret yapması, Paris’te yıllardan beri yapılması ertelenen soykırımı anıtına Paris Belediyesinin izin vermesi ve Sévres Kasabasında mahut antlaşmanın imzalandığı binanın bahçesine kolaylıkla görülecek bir yere sözde soykırım hakkında bir kitabenin dikilmesi, 13 Mart 2001 tarihinde Paris’te yapılan Galatasaray - St. Germain maçında Ermenilerin çıkardığı olaylar ve nihayet Orly katliamı faillerinden Varujan Garbisyan’ın 24 Nisan’ın arifesinde serbest bırakılarak Ermenistan‘a gönderilmesi Türkiye’de Fransa aleyhindeki duyguları daha da pekiştirdi.
Halen Türk-Fransız ilişkileri gayet olumsuz bir mecrada bulunmaktadır. Uzun zaman sürdüğü taktirde bu durumundan iki tarafın da zarar göreceğinde şüphe yoktur. Söz konusu kanun artık kesinlik kazandığına göre Türkiye bu gerçeği kabul durumundadır. Fransızlar için ise, bir değerlendirme hatası sonucunda hem siyasi hem de maddi zarar söz konusudur. İki tarafın zaman içinde uzlaşabilmesi esas itibariyle Fransa’nın tutumuna bağlıdır. Fransa özellikle AB’de Türkiye lehinde somut sonuçlar verecek faaliyetlerde bulunursa ve diğer yandan sözkonusu kanunun modern Türkiye’yi ilgilendirmediğine Türkiye’yi ikna etmeye çalışır ve bunu sadece kapalı kapılar arkasında değil kamu oyu önünde de Israrla belirtirse Türkiye’nin uzun vadede kendi lehine de olmayan ekonomik yaptırımlarda Israr etmesinin anlamI kalmayacaktır.
Fransa’da Ermeni soykırımı olmadığını  söylemek suç mudur?
Türk basınında bu kanundan sonra artık Fransa’da Ermenilerin soykırımına uğramadığını iddia etmenin suç sayılacağına dair yayınlar yapıldığı görülmektedir. Yukarıda değindiğimiz T.B.M.M.’nin 9 Ocak 2001 tarihinde kabul ettiği önergede yer alan "bu tasarının tespitlerinden farklı sonuçlara varmak yasanın ihlali olacak ve dolayısıyla bir suç oluşturacaktır." cümlesi de aynı endişeyi yansıtmaktadır.
Ceza hukukunun ana ilkelerine göre kanunla açıkça suç olarak tanımlanmayan fiiller için ceza verilemez.[33] Ermeni soykırımı hakkındaki Fransız kanununda soykırımını tanımamanın suç teşkil edeceğine dair bir kayıt bulunmadıktan başka, herhangi bir cezadan bahis de yoktur. O nedenle sadece bu kanuna dayanarak, Ermenilerin soykırımına uğramadıklarını ileri süren kişilerin Fransa’da suçlanması ve cezalandırılması mümkün değildir. Bunun için ya Fransız Ceza Kanununa bir madde koymak ya da Yahudi soykırımını inkar edenleri cezalandıran Gaysot kanununa Ermenileri de dahil etmek gerekmektedir.
Ermenilerin soykırımına uğramadığının ifade edilmesini yasaklayan bir hüküm bulunmadığına göre meşhur tarihçi ve oryantalist Bernard Lewis’in bu konuda nasıl mahkûm edildiği sorusu akla gelmektedir. Hatırlanacağı üzere B. Lewis 13 Aralık 1993 tarihinde Le Monde gazetesine verdiği bir mülakatta 1915 yılı olaylarını soykırım olarak tanımlamanın bu d.nem tarihin Ermenilerce yorumlanmasının sonucu olduğunu söylemişti. Fransa’daki Ermeni kuruluşları B. Lewis aleyhine soykırımını inkâr ettiği gerekçesiyle dava açmışlar ve dava 21 Haziran 1995 tarihinde sonuçlanarak B. Lewis davacılara 1 Frank tazminat ödemeye mahkûm olmuştu. Mahkeme kararında, 1915-1917 olaylarının soykırımI olup olmadığının tayininin mahkemeye ait olmadığını belirttikten sonra konuya sorumluluk acısından yaklaşıldığını ve Fransız Medeni kanununun 1382 maddesine göre bir kusur işleyerek başkasına zarar verenlerin bu zararI tazmin ile mükellef olduğunu, Lewis’in sözlerinin Ermeni toplumunun duyduğu acıları canlandırdığı için bir kusur teşkil ettiğini, bu nedenle de tazminatI gerektirdiğini belirtilmişti.
Sözde Ermeni soykırımı hakkında yeni kabul edilen kanun bir ceza öngörmediğine göre halen Fransa’da Ermenilerin soykırımına uğramadığını beyan edenlere karşı B. Lewis’e uygulanan Medeni Kanun maddesinden başka bir hüküm mevcut bulunmamaktadır. Ancak yeni kabul edilen kanun soykırımını açıkça tanıdığına göre Medeni Kanunu esas alarak açılan davaların daha çabuk sonuçlanmasına ve muhtemelen tazminat miktarının arttırılmasına neden olabilecektir.
Bu vesileyle Türk Medeni Kanununun 41. maddesinin tazminat konusunda Fransız kanunu ile aynı hükmü içerdiği o nedenle Türkiye’de Ermenilere soykırımı yapıldığını iddia edenlere karşı, Ermeni mezalimine uğramış kişilerin veya onların yakınlarının, bu iddiaların acılarını canlandırdığı ileri sürerek, aynen Fransa’da olduğu gibi, tazminat davası açılmalarının, ilke olarak, mümkün bulunduğu düşünülmektedir.
Türkiye’de sözde Ermeni soykırımı hakkında Kanun teklifi
T.B.M.M. Dışişleri Komisyon Başkanı Kamran İnan tarafından hazırlanan ve sözde Ermeni soykırımını kabul eden Fransız Kanununa bir tür yanıt niteliği taşıyan bir yasa teklifi, 21 Şubat 2001 tarihinde anılan Komisyonda kabul edilerek[34] Meclisin ilgili komisyonlarına gönderildi.
"Uluslararası İddia, İtham ve Saptırmalara Karşı Kanun" başlığını taşıyan sözkonusu tasarının esasını, Türkiye’nin Ermeni soykırımı iddialarını reddetmesi ve bunda Israrlı olunmasını düşmanca bir davranış olarak addetmesi oluşturmaktadır.
Tasarının basında yayınlanan metni şöyledir:[35] "Türkiye, tarihin tespit ve kabul etmediği Ermeni Soykırımı iddialarını reddeder; bunda Israrlı olunmasını düşmanca davranış addeder. Türkiye, Fransa ve diğer güçlerin Birinci Dünya Savaşı’nda Ermenileri kendi saflarında kullanmalarını, isyana sevk ederek insan kaybına yol açmalarını kınar. Türkiye, ASALA terörüne verilen destek ve himayeyi şiddetle kınar. Türkiye, Yukarı Karabağ ve Azerbaycan topraklarının işgalini, insanların göçe zorlanmasını kınar, kuvvet kullanarak toprak genişlemesini reddeder. Türkiye, Bosna Hersek’te 20 binden fazla insanın dinlerinden dolayI, soykırımına seyirci kalınmasını kınar, Fransa ve diğer Avrupa güçlerinin manevi mesuliyeti bulunduğunu beyan eder. Bütün insanlığı ilgilendire n tarih, siyasi kararlarla değiştirilemez, yazılamaz, saptırılamaz. H.k.m tarihindir. Hükümet, yukarıdaki maddelerde belirtilen gerçeklerin dünya kamuoyunda tartışılması için gerekli tedbirleri alır."
2. KOÇARYAN'IN TÜRKİYE HAKKINDA BEYANLARI: SÖZDE SOYKIRIM'IN TANINMASI TAZMİNAT VE TOPRAK TALEPLERİ
Ermeni Devleti Başkanı Robert Koçaryan’ın Gazeteci Mehmet Ali Birand’a CNN/Türk’te yayınlanmak üzere verdiği bir mülakat[36] Türk kamuoyunda ilgi ile karşılandı.
Koçaryan bu uzun söyleşi sırasında özellikle Türkiye’nin soykırımını tanıması ve af dilemesi üzerinde durdu. Böyle yapıldığı taktirde bundan, Ermenistan Devleti için, hukuken Türkiye’den tazminat ve toprak talep etmesi sonucunun çıkmayacağını defalarca vurguladı ve "Böyle basit bir adımla sorunu kökünden halledebilirsiniz ve ilişkilerimizin geleceğini değiştirebilirsiniz" dedi. Koçaryan’ın teklifi, Türk Devleti ve kamu oyununun böyle bir tanımayı şimdiye kadar şiddetle reddettiği ve bu konuda bazı ülkelerle ikili ilişkilerinin bozulmasını dahi göze aldığı anımsandığında gerçekçi değildi. Nitekim Türkiye’den Koçaryan’ın bu sözlerine resmi bir tepki gelmedi.
Koçaryan’ın soykırımı tanındığı taktirde bundan, hukuken, toprak ve tazminat talebi istenmesi sonucu çıkmayacağına dair ifadelerin esasen bilinen bir durumun tekrarından başka bir anlamI yoktur; zira yeni Türk Devletinin uluslararası alanda tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşmasına göre Ermenistan’ın toprak ve tazminat istemesi esasen mümkün değildir. Buna karşılık Türkiye’nin, sözde Ermeni soykırımını tanıdığı taktirde, bu kıyımdan zarar gördüğünü iddia eden kişilerin veya onların varislerinin tazminat talepleriyle karşılaşacağı kesindir. Bunun için Medeni Kanunun ika edilen zararların tazmin edilmesini öngören genel hükümleri bile hukuki bir temel olarak ileri sürülebilir. Nitekim Koçaryan, Diaspora Ermenilerinin tazminat hakkI olduğunu vurgulamış ve Türk mahkemelerine başvurabileceklerini, buradan istedikleri sonucu alamadıkları taktirde de Avrupa Mahkemesine (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) müracaat edebileceklerini söylemiştir.
Aşağıda da görüleceği üzere Koçaryan’ın bu sözleri Diaspora’da tenkit edildi. Ancak Koçaryan bunları Paris’te Le Figaro gazetesine verdiği bir mülakat tada tekrarladı[37] ve Türkiye tarafından "Ermeni soykırımının tanınmasının Ermenistan’ın toprak talebi için hukuki bir temel oluşturmayacağını düşünüyorum" dedi.
Taşnakların itirazı
Koçaryan’ın teklifleri Türkiye’den açık bir tepki ile karşılaşmazken, Taşnaklar bu konuda duydukları memnuniyetsizliği hemen dile getirdiler. Bu partiden Mario Nalbandiyan Erivan’da Basın Milli Kulübünde yaptığı bir konuşmada[38] "Ermeni Davasında (soykırımının tanınması kastediliyor) gelişme kaydedildiğinde Türk-Ermeni sınırının revizyonu sorunu da ortaya atılmalıdır" diyerek Koçaryan’ın sözlerine ters d.şen ifadelerde bulundu. Diğer yandan Koçaryan Ermeni Devletinin tazminat istemesi için hukuki dayanak olmadığından bahsederken Nalbandiyan bu konuda "her şeyden önce Devlet tarafından yapılacak taleplerin olanak ve sınırları incelenmelidir" diyerek Koçaryan’ın bu hususta olanak bulunmadığı görüşüne karşı çıktı.
Taşnak Partisi yanlısı California Courrier Online’ın yazarI Harut Sasunyan, Türk Gazetecilerinin kendilerine verilen beyanatları çarpıtmakla ünlü olduklarını belirttikten sonra Koçaryan’ın Türkiye’den toprak talebi olmadığına ve ilişkilerin düzeltilmesi için özür dilenmesinin yeteceğine dair ifadelerinin söylenmemiş olabileceğini yazdı. Ayrıca Ermeni Devlet Radyosunun, kötü tercüme sebebiyle Koçaryan’ın sözlerinin Türk medyası tarafından çarpıtılmış olduğunu bildirdiğini de ilâve etti.[39]
Aynı yazar 15 Şubat 2001 tarihinde konuya tekrar dönerek Türkiye’de yayınlanan metnin Koçaryan’ın basit bir özür dileme karşılığında toprak ve tazminat istemekten vazgeçeceği kanısını verdiğini, aradan iki hafta geçmiş olmasına rağmen mülakatın tam metninin Ermenistan Hükümeti tarafından yayınlanmamasının talihsiz bir davranış olduğunu, ancak kendisinin bu metni Koçaryan’ın bürosundan aldığını ve yapılan karşılaştırmada bu metin ile Türkiye’de yayınlanan metin arasında önemli farklar görüldüğünü yazdı. Ancak Ermenistan’dan getirttiği metni yayınlamadı. Sasunyan, Koçaryan’ın sözlerinden, soykırımı sorununun Ermenistan’ın toprak talepleriyle bağlı olmadığı, Türklerin soykırımını tanımasını beklemeden de Ermenistan’ın ve Ermenilerin Türkiye’den toprak talebinde bulunabilecekleri anlamI çıktığını, Koçaryan Türklerin zihnini karıştırmak amacıyla hareket ettiğini ancak bunu yaparken de, istemeden de olsa, Ermenileri de yanıldığını ve Ermenistan’daki ve diğer ülkelerdeki karşıtlarına kendisini Ermenistan’ın tarihi taleplerine ihanet etmekle suçlamak olanağını verdiğini, Koçaryan’ın Amerika’daki destekleyicilerinin de kendisinden memnun olmadıklarını yazdı.
Taşmakların Koçaryan’a yönelttikleri en şiddetli tenkit ise ABD’deki Soykırımı Arşivi Projesi Direktörü David Davidyan’ın bir yazısı ile oldu.[40] Adı geçen, Türkler tarafından Ermenilere karşı işlenmiş soykırımI için adaletin, Türkiye Cumhuriyeti tarafından suçun tanınması, soykırımından kurtulanlara ve onların mirasçılarına tazminat olarak 4 milyar ödenmesi ve Doğu Anadolu’daki "altI Ermeni vilayeti’nin" bu kişilere geri verilmesi ile sağlanabileceğini ileri sürerek bundan daha aza razı olmanın suçu teşvik anlamına geleceğini belirtti. Koçariyan’ın sadece özür dilenmesiyle yetinilmesi hakkındaki sözlerine karşılık bunların hukukun en basit ilkesi olan suç ve ceza kavramlarına karşı olduğunu ayrıca Ermenistan Anayasası’na da uymadığını bildirdi. Koçaryan’ı Ermenileri Diaspora’dakiler ve Ermenistan’dakiler olarak, yapay bir şekilde ayırmak ve böylelikle büyük devletlerin oyununa gelmekle suçlayan Davidyan, Ermenistan Devlet Başkanını teslim olmaktan ise istifa etmeye davet etti.
Aynı yazıda sınırların açılması halinde Türkiye’nin ekonomik alanda Ermenistan’ı yutacağı ve daha fazla Ermeni’nin göç edeceği görüşlerine de yer verildi.
Taşnaklar itirazlarını Koçaryan’a resmen de bildirdiler. 21 Şubat 2001 tarihinde Koçaryan’ı Erivan’da ziyaret eden Taşnak Partisi temsilcileri Hrant Markaryan ile Vahan Hovhanesyan kendisine M.A. Birand’a verdiği mülakatta ileri sürdüğü görüşlerin kabul edilebilir olmadığını bildirdiler.[41] Koçaryan’ın kendilerine ne cevap verdiği açıklanmadı.
Bu görüşmeden sonra Taşnakların resmi organı Droşak‘da yayınlanan bir yazıda,[42] Koçaryan’ın Türk muhabirinin oyununa geldiği, toprak talebi ile soykırımının tanınması hususunda Türkiye’nin yapay çelişkiler yaratmaya çalıştığı gibi pek anlaşılamayan bazı hususlara temas ettikten sonra, Koçaryan’ın sözkonusu mülakatta soykırımının tanınmasının toprak talebi için hukuki temel oluşturmadığını söylemekle yetindiği ancak toprak taleplerinin tarihi ve siyasi yönden meşru olduğunu tasrih etmediği belirtildi. Aynı yazıda Ermeni dış politikası soykırımının tanınması faaliyetlerini sürdürürken Devlet Başkanının toprak talebi olmadığını belirtmesinin taktik bir hareket tarzı olduğu da vurgulandı.
Görüldüğü üzere Taşnaklar Koçaryan’ın sözlerinden Ermenistan soykırımının tanınmasını istediği sürece, taktik bir hareket olarak, toprak talebinde bulunulmaması ve soykırımı geniş bir şekilde tanındıktan sonra toprak taleplerinin ileri sürülmesi gibi bir anlam çıkarmışlardır.
Kanımızca burada önemi olan başka husus Taşnakların Türkiye’ye karşı katı ve uzlaşmaz tutumlarını devam ettirmeleridir. Bu gibi görüşlerin Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesine katkıda bulunmayacağı açıktır. Ancak bunun da ötesinde Taşnakların, özellikle Diaspora’daki güçlü tutumu dikkate alındığında, bu tutumlarının iki ülke ilişkilerinin normale dönmesini önleyecek hiç olmazsa geciktirecek bir etki yapması mümkündür.
Ermeni haber ajansı Groong, sözkonusu mülakattan 25 gün sonra "Ermenistan resmi kaynaklarından" aldığı bir metnin İngilizce çevirisini yayınladı.[43] Türkiye’de yayınlanan metin ile bu çeviri karşılaştırıldığında Türkiye metninin daha kısa olduğu ve yer yer tercüme farklarının da bulunduğu görülmektedir. Ancak Koçaryan’ın toprak ve tazminata dair sözlerinde iki metin arasında belirli bir fark yoktur. Böylelikle Koçaryan’ın Türkiye’nin soykırımını tanımasının Ermenistan’a toprak ve tazminat istemek hakkını vermeyeceğine dair beyanları kesinlik kazandı. Kısaca, Türkiye soykırımını tanısa da tanımasa da Ermenistan’ın hukuken Türkiye’den toprak veya tazminat istemek hakkı olmadığı böylece tekrar anlaşıldı.

DEVAM EDECEK

..




BİR ÜLKE KOMŞUSUNDAN NASIL TOPRAK TALEP EDEBİLİR.,?





BİR ÜLKE  KOMŞUSUNDAN NASIL TOPRAK TALEP EDEBİLİR.,? 



Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ*
ERMENİ ARAŞTIRMALARI,
Sayı 1, Mart-Nisan-Mayıs 2001



Sayın Metin Erksan’ın Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan "Bayrak yakmakla Ermeni Soykırım Yalanı Çözülmez" başlıklı yazısı ciddi bir tespiti içermekte ve ev ödevini on yıllardan bu yana iyi yapmayan bir devletin yurttaşlarının çaresiz kalmanın verdiği kızgınlık ile sonuç almaktan ziyade kendini tatmine yönelik eylemlere sürüklediğine dikkat çekmektedir. Bu sadece sözde Ermeni soykırımı ile ilgili değil, bütün karşı karşıya kalınan sorunlar ile ilgili bir hususdur. Ankara, örgütlü, sistemli, sürekli ve bilimsel çalışma yöntemlerini uygulamamakta ısrarcı, kendisini yenilgiye sürükleyen, halkını mağlubiyet ve kızgınlık duyguları ile karşı karşıya bırakan bir tutumu ısrarla ve akıl almaz bir şekilde sürdürmektedir.

Bu tutum Ankara’nın karşı karşıya kaldığı PKK sorunu, Ermeni soykırım iddiaları gibi meselelerin gerçek doğasın kavrayamamasından, bu tür saldırıların esasen Türkiye’ye yönelik ve onlarca yıllık uzun vadeli hedeflerin gerçekleşmesi için gereken politik, askeri, kültürel, sosyal ve uluslararası koşullar sağlamaya yönelik örtülü savaş ve psikolojik harekat olduğunu anlamamasından ve/veya anlasa bile buna göre önlemler almamasından kaynaklanmaktadır.
Ankara’nın Türkiye için sahip olduğu savunma anlayışı ancak nebat dünyasının savunma anlayışı olan bitkisel savunmadır. Bitkisel savunma ise mağlubiyetin diğer adıdır. Bir örtülü savaş ve psikolojik harekat ile karşı karşıya olduğu halde buna karşı gereken önlemleri almayan, diğer bir değişle kendi ev ödevini iyi yapmayan Ankara, olumsuz sonuçlar aldığında kendi hatalarını Israr ile görmemezlikten gelmekte ve suçu hep başkalarına atmaktadır. Ortaya çıkan olumsuz sonuçlar bile Ankara’nın gerekli politikaları oluşturarak gereken şekilde karşılık vermesini engellemektedir.
Oysa politik bir hedef, bu hedefi gerçekleştirecek şekilde örgütlenmiş bir karargâh, gelişmiş bir strateji, bu stratejiyi adım adım gerçekleştirmeye yönelik taktik eylemler bütününden oluşan örtülü savaş ve psikolojik harekata karşı ancak onun kadar örgütlü ve gelişmiş bir karargâha sahip, düşmanın atacağı adımı daha önceden kestiren ve buna göre önlemler alan bir yapı ile karşı konulabilir. Türkiye ne yazık ki diğer bir çok hususta olduğu gibi Ermeni iddialarına karşı da böyle bir karargâhtan yoksun olarak elleri kolları bağlı bir boksörün çaresizliği içinde sözde mücadele etmektedir. Türkiye’deki hiç bir kurum haklı olarak böyle bir mücadelenin kendi işi olmadığını düşünmekte ve bu mücadeleyi "ucundan tutarak" sahiplenmekte / sahiplenmemektedir.
Bu saptamaları başından bugüne değin sözde Ermeni soykırımı örneğinde somutlaştırırsak tespitlerimiz daha kolay anlaşılacaktır. Terörist Ermeni saldırılarının başlamasından sonra bir grup diplomat ve bilimadamının doğal önderliğindeki "gerçekten gönüllü bir grup" kendi gayretleri ile herhangi bir özel karargâh olmadan ağırlıklı olarak Dışişleri Bakanlığı’nın eşgüdüm ve desteği ile Türk tezini bilimsel ve politik çalışmalar ile bütün dünyada anlatmak için çalışmalara başlamıştır. Yine Ermeni saldırılarının ağırlıklı hedefi olan ve bir çok diplomatını Ermeni saldırılarına kurban veren Dışişleri Bakanlığı’nın bir üyesinin, Washington büyükelçisi Şükrü Elekdağ’ın Ankara’ya rağmen gösterdiği çabaları ile Batılı bilimadamları arasında ciddi bir Türk yanlısı grup oluşturulma başarısı gösterilmiştir.
Ermeni terör eylemlerinin sona ermesi ile birlikte savaşın gerçek doğasını anlamayan Ankara bu sürecin bittiğini zannetmiş, zaten örgütlü bir yapı ile yürütülmeyen mücadele sona erdirilmiştir.
Öte yanda Ermeniler, terör sürecini politik savaşın ilk aşaması olarak görmüşler ve terörün sona ermesinden sonra ağırlıklı olarak sözde bilimsel ve özünde halkla ilişkiler boyutu güçlü olan bir süreci başlatmışlardır. Bu sürecin temel hedefi Ermeni tezlerini bütün dünyanın tezleri haline getirmek olmuştur. Sovyetlerin çökmesi ile birlikte Ermeni tezlerinin sadece Ermeni diasporası tarafından değil Erivan tarafından da savunulduğu bir dönem başlamıştır.
Eski Sovyet coğrafyasındaki en saldırgan devlet olan Ermenistan, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü ihlal ederek bu ülkenin topraklarının % 20’sini işgal etmiş, diğer komşusu Gürcistan’ın Cevaheti bölgesindeki Ermenileri örgütleyerek bu bölge üzerindeki Tiflis’in egemenliğini kağıtta kalır bir hale indirgemiştir. Karadeniz’e çıkma planı yapan Erivan için Kelbecer’in de jura Ermenistan’a ilhakI bir ilke değil bir zaman meselesidir. Ermenistan üçüncü komşusu Türkiye ile olan sınırını da kabul etmemiş, Doğu Anadolu bölgemizi Batı Ermenistan olarak gördüğünü ortaya koymuştur. 1990’larIn başında Azerbaycan ile savaştan dolayı İran ile iyi ilişkileri içinde olan Ermenistan, son yıllarda İran-Ermenistan sınırının güneyindeki bir çok İran yerleşim birimine de Ermenice adlar vermeye başlamış, İran’a karşı bile saldırgan bir tutum sergilemeye başlamıştır.
İşte bu küçük, fakir ama saldırgan ülke ve Ermeni diasporası 1990’larIn sonunda, 15 yıldan bu yana bütün Batı dünyasında yapılan ve bilimsel yöntemlerin ve şiddet/tehdit eylemlerinin iç içe geçmiş bir şekilde kullanıldığı sürecin sonunda dünyanın Ermeni tezlerini kabul etmesi için olgunlaştığını düşünerek, harekete geçmiştir.
Ermeniler dünyayı hazırlamak için ne yapmışlardır? Öncelikle, Ermenilerin soykırıma uğradığı tezi bütün dünyada yayınlanan binlerce kitap ve makale ile Yahudi jenosidinden sonra en önemli

soykırım olarak dünyanın beynine işlenmiştir. Ermenilerin bu çabalarının bir noktadan sonra Ermeni tezinde kendi ulusal menfaatleri doğrultusunda faydalanmak isteyen ve tarihte ilk soykırımı gerçekleştiren halk olma durumundan kurtulmak isteyen Almanya tarafından desteklenirken, Ermeni sorunu kendi politik kültürünün aşamadığı bir parçası olan Fransa tarafından da hoşgörü ile kabul edilmiştir. Ermeni lobisi böylece Batı dünyasında Ermeni tezini genelgeçerli ve Yahudi soykırımı gibi bir gerçek olarak kabul ettirmeyi başarmıştır.

Bu süreç sadece Batı dünyasında gerçekleşmemiş aynı zamanda Türk kamuoyuda Ermeni tezini destekleyen kitaplar ile beslenmiştir. 1990’larIn sonu 2000’lerin başında Türkiye’de Ermeni tezini destekleyen 25 kitap çıkmış ve en ufak bir tepki görmeden satılmıştır. Bu süreçte Türkiye’de Ermeni yanlısı küçük bir akademisyen/işadamI merkezli grup oluşmuştur. Şimdi bu grup dünyanın değişik yerlerine davet edilerek Ermeni yanlısı platformlarda Türkiye-Ermenistan yakınlaşması adına Ermeni soykırımı için özür dilemektedirler.
Ermeni lobisi Ermeni tezini genel kabul gören bir tez haline getirme sürecini gerçekleştirirken diğer yandan da Türk tezine destek veren başta Amerikalı bilimadamlarını tehdit ve terör kampanyası ile baskı altına almışlar ve Türk tezini desteklemeyi kestirmişlerdir. Bu bilimadamlarından bazıları can korkusu ile Türkiye’ye kaçmış ve bir süre Türk devletinin koruması altında yaşarken bir kısmı ise ne yazık ki Ankara’dan hak ettikleri ilgi ve desteği görmemiş, Ermeni tehditleri ile tek başlarına karşı karşıya bırakılmışlardır.
1990’larIn sonunda Ermeniler tekrar politik faaliyetlerine başladıkları zaman dünya Ermeni terörünü unutmuş, ancak Ermeni tezleri ile beslenmiş bir şekilde Türklerin ilk soykırımı gerçekleştiren halk olduğuna inanmaya hazır hale getirilmiştir.
Öte yandan Türkiye’de aynı süreçte Ermeni meselesi ile ilgili çalışanların sayısı sürekli azalmış, 1970 ve 1980’lerde dünyaya Türk tezini anlatan diplomat / bilimadamı grubu biyolojik olarak aktif mücadelenin dışına çıkmıştır. Ermeni tezlerini çürüten kitapların değil dünya piyasalarına Türkiye piyasalarına dahi hakim olmadığı, kimsenin bu meseleye sahiplenmediği bir döneme girilmiştir. Türk akademisyenleri verimsiz bir alan olduklarını düşündükleri bu alandan uzak durmuşlar, bu konuya girmeye cesaret eden bilimadamları ise en ufak bir destek bulamamışlardır.
Esasen mevcut devlet kurumlarının hiç birisinin işinin Ermeni meselesi ile uğraşmak olmadığı ve bunun için ayrı bir örgütlenmeye gerek olduğu gün gibi açık iken Ankara böyle bir örgütlenmeye gitmemekte ısrar etmiş, tasarıların gelmesinden bir kaç gün önce Washington ve Paris’e parlamenter heyeti yollamanın çözüm olduğu gibi birşeyi düşünebilmiştir. Varılan sonuç ortadadır ve ne yazık ki Ankara’nın Ermeni meselesine tepki göstermek için ciddi bir çabası yoktur. Ancak bütün çözümü Ankara’dan beklemenin ve politikacılar ve bürokratların eylemini beklemenin de aydın sorumluluğu ile bağdaşmadığını söylemek lâzımdır. Ankara bir şey yapmasa dahi yapılabilecek çok şey vardır.
Yapılabilecek şeylerden bir tanesi olan Ermeni örtülü savaşına ve psikolojik harekatına karşı mücadelede bilimsel bir karargâh olacak olan bir merkezin oluşturulmasıdır. Bu merkezde Osmanlıca, Ermenice ve Batı dillerini bilen uzmanlar başlangıçtan günümüze Ermeni tarihini, kültürünü, dinini, politikasını, Ermenistan’ı, Ermeni diasporasını, politik ve kültürel etkinliğini tarihsel ve günlük çerçevede incelemelidir. Dünyanın her yanında Ermenilerle ilgili çıkan her kitap toplanmalı, hangi kütüphanede hangi kitabın olduğu bilinmelidir. Bu merkez sadece Türkçe değil ağırlıklı olarak yabancı dillerde yayınları yurtdışında yapmalıdır. Amerikalı, İngiliz, Fransız, Arap, Rus vs. ülkelerden bilimadamlarına burs vererek bu konuyu araştırmalarını sağlamalıdır. Bu merkezin uzmanları yılın yarısını dünyanın değişik üniversitelerinde konferanslar vererek geçirmelidir. Bu merkez Türkçe ve İngilizce Ermeni Araştırmaları dergisi çıkarmalı, Türkiye’de Ermeni meselesi ve Ermenistan konusunda yüksek lisans ve doktora çalışmalarını desteklemelidir.Bu tür bir merkez yurtiçinden ve dışından bütün araştırmacıların ilk başvuracağı ve araştırmalarında materyale ulaşma konusunda en hızlı ve verimli çalışma alanı olmalıdır.
Böyle bir merkezin oluşturulması için çok mu geç kalınmıştır? Hayır! çünkü Ermeni diasporasının ve Ermenistan’ın yürüttüğü savaşın politik hedefi bugün için gerçekçi görünmeyen "Batı Ermenistan’ın" kurtarılmasını içermektedir. Bu hedefe varmadan önceki ara aşamalar ise a) bütün dünyanın Ermeni katliamını kabul ettikten sonra, b) Türkiye’nin de sorumluluğunu kabul etmesi, c) Türkiye’den tazminat istenmesi, d) Türkiye’den ayrılan Ermenilerin geri dönmesi ve nihayet 

e) Türkiye’den toprak talebi şeklinde özetlenebilir.

2 milyonluk bir ülkenin Avrasya ekseninin en güçlü ülkelerinden birisi olan Türkiye’den toprak talep ederek alması bugünkü koşullarda bir hayaldir. 

Ancak bugünkü koşullarda hayal olması Ankara’nın güzellik uykusuna yatması gerektiği anlamına gelmez. 

Yukarıda tanımladığımız bu tür bir merkez Türkiye’nin uyumadığının ve izlediğinin kanıtı olacaktır. Böyle bir merkez "Ermeni Araştırmaları Enstitüsü" Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne" bağlı olarak çalışmalarına başlamıştır. Hem de sivil toplumun girişimi olarak. Elinizde tuttuğunuz dergi bu enstitünün çalışmalarının ilk somut örneklerinden birisidir ve Ermenilerin Türkiye’ye karşı açtıkları savaşa karşı koyuşta bu dergi bir yeni adımı temsil etmektedir. Ermeni araştırmaları dergisi bilimsel bir araştırma platformu olarak, Ermeni, politikası, tarihi, kültürü, dini ve tarihi ile ilgili çalışmalara yer vereceği gibi gerek Ermenistan’ın politik yaşamının günlük olarak izlenmesini gerek Ermeni diasporasının gerçekleştirdiği faaliyetlerin takibini sağlayacaktır.
Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün dergisinin editörü sayın E. Büyükelçi Ömer Lütem Beyefendiye bu dergiyi hazırlamakta gösterdiği üstün gayretten dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.

* Yeni Çağ Gazetesi Yazarı - 
- ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 1, Mart-Nisan-Mayıs 2001

http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=155

..

Ermeni İsyanları ve Osmanlılar




Ermeni İsyanları ve Osmanlılar

Prof. Dr. Justin McCARTHY 
Tarih profesörü, Louisville Üniversitesi.

Osmanlı Vilayetleri 

Türklerle Ermeniler arasında çatışma kaçınılmaz değildi. Bu iki halkın birbiriyle dost olması gerekirdi. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Ermenilerle Türkler 800 yıl birarada yaşamıştı. Anadolu ve Rumeli Ermenileri yaklaşık 400 yıldan beri Osmanlı tebasıydılar. Bu yüzyıllar içinde bazı sorunlar oldu. Bu sorunları yaratanlar esas itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’na saldıran ve neticede onu yıkanlardı. Ermeniler Osmanlı yönetimi altında her türlü ekonomik ve sosyal kıstasa göre iyi durumda yaşadılar. Ondokuzuncu Yüzyıl sonlarına gelindiğinde Osmanlı vilayetlerinin hangisinde olurlarsa olsunlar Ermeniler Müslümanlardan daha iyi eğitimli ve daha varlıklıydı. Ermenilerin çok fazla çalışmış oldukları doğrudur, ancak, daha varlıklı olmalarının ana nedeni Avrupa’nin ve Amerika’nın etkisi ve Osmanlıların gösterdiği hoşgörüydü. Avrupalı tüccarlar Osmanlı Hıristiyanlarını mümessilleri olarak kullandılar. Avrupalı tüccarlar onlara işlerini verdi. Avrupa ülkelerinin konsolosları onların lehine müdahalelerde bulundu. Ermeniler Amerikalı misyonerlerin Türkler yerine kendilerine verdiği eğitimden yararlandılar.

Bir grup olarak Ermenilerin hayatları iyileşirken Müslümanlar modern çağ tarihinin en büyük açılarından birini yaşadılar: Ondokuzuncu Yüzyılda ve Yirminci Yüzyıl başlarında Boşnaklar Sırp katliamına maruz kaldı; Çerkesler, Abazalar ve Lazlar Ruslarca öldürüldüler ve yurtlarından sürüldüler; ve Türkler Ruslar, Bulgarlar, Yunanlılar ve Sırplar tarafından öldürüldüler ve yurtlarından çıkarıldılar. Yine de, Müslümanların çektiği bütün bu açıların ortasında Osmanlı Ermenilerinin siyasal konumu sürekli iyileşmeye devam etti. Önce Hıristiyanlar ve Yahudiler için eşit haklar yasayla teminat altına alındı. Eşit haklar giderek bir gerçek olarak hayata da geçirildi. Hıristiyanlar devlette yüksek kademelerde görev aldılar. Aralarından büyükelçiler, hazine yetkilileri, hatta dışişleri bakanları çıktı. Aslında güçlü Avrupa devletleri onların lehine müdahalelerde bulundukları için birçok yönden Hıristiyanlar Müslümanlardan daha geniş haklara sahip oldu. Avrupalılar Hıristiyanlar için özel muamele istediler ve istediklerini aldılar. Müslümanların ise bu gibi avantajları yoktu. 

İşte Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu’na böyle bir ortamda isyan ettiler: yüzyıllarca süren bir barış, ekonomik üstünlük ve sürekli iyiye giden bir siyasal konum. Böyle bir ortamın isyan nedeni olması beklenemez. Yine de, Ondokuzuncu Yüzyıl sonu iki taraf için de felaketle sonuçlanacak olan bir Ermeni isyanının başlangıcı gördü. Ermenilerle Türklerin arasını ne açmıştı?

Rus yayılması

Ruslar 

Bunun nedeni herşeyden önce Ruslardı. Hıristiyanların ve Müslümanların nisbi bir barış içinde yaşayageldiği bölgeler Rusların Kafkasyali Müslümanların topraklarını istila etmesiyle parçalandı. Ermenilerin çoğu muhtemelen tarafsız kaldı, ancak, kayda değer sayıda Ermeni de Rusların yanında yer aldı. Ermeniler casusluk yaptılar hatta Ruslara silahlı askerlerden oluşan birlikler verdiler. Ermenilerin bundan sağladıkları önemli çıkarlar vardı: Ruslar 1828 yılında günümüzde Ermenistan Cumhuriyeti’nin başkenti olan Erivan ilini aldı, Türkleri oradan çıkardı ve Türk topraklarını vergi bile almadan Ermenilere verdi. Ruslar biliyorlardı ki Türkler orada kalsalardı daima topraklarını fethedenlere karşı düşmanlık besleyeceklerdi. O yüzden Türkleri oradan çıkarıp yerine dost bir halkı yanı Ermenileri yerleştirdiler.

Müslümanların zorunlu sürgüne tabi tutulmaları Birinci Dünya Savaşı’nin ilk günlerine kadar devam etti: 300,000 Kırım Tatarı, 1,200,000 Çerkes ve Abaza, 40,000 Laz ve 70,000 Türk. Ruslar 1877-78 savaşı sırasında Anadolu’yu istila ettiler ve bir kez daha Ermenilerin birçoğu Rusların tarafını tutup onlara rehberlik ve casusluk yaptı. Ermeniler işgal edilmiş topraklarda “polis gücü” görevini üstlendiler ve Türk halka eziyet ettiler. 1878 barış antlaşması sonucunda Kuzeydoğu Anadolu’nun büyük bir kısmı Osmanlılara geri verildi. Ruslara yardım etmiş olan Ermeniler kendilerinden intikam alınacağından korkarak kaçtılar. Halbuki Türkler hiç de intikam almak yoluna gitmedi. 

Hem Müslümanlar hem de Ermeniler Rus istilaları sırasındaki olayları unutmamışlardı. Ermeniler Ruslar kazanırsa daha kolay zenginleşeceklerini gördüler. Bedava toprak edinme umudu –bu toprak Müslümanlardan çalınmış olsa bile—Ermeni çiftçileri harekete geçiren güçlü bir dürtüydü. Ayaklanan Osmanlı Ermenileri Rusya’nin şahsında kendilerine güçlü bir hami bulmuşlardı. Rusya ayrıca isyancıların ayaklanmayı örgütlemelerini ve Osmanlı imparatorluğuna gizlice insan ve silah sokmalarını sağlayan bir üs durumundaydı. Müslümanlar biliyorlardı ki eğer Ruslar Ermenilerin koruyucu meleği ise Müslümanların da iblisiydi. Ne zaman Ruslar zafer kazansa topraklarını ve canlarını kaybettiklerini görmüşlerdi. Ruslar yeniden gelecek olurlarsa neler olacağını biliyorlardı. Ermenilerin Rusların safında olduğunu da görebiliyorlardı. Böylece 800 yıllık barış içinde birlikte yaşamın sonu geldi. 

Ermeni İhtilalciler

Rus Ermenileri milliyetçi ideolojilerini Doğu Anadolu’ya getirinceye dek Ermeni isyanı Osmanlı Devleti için gerçek bir tehlike teşkil etmemişti. Başka partiler var olsa da Ermeni isyanına iki parti önderlik etti. Bunların birincisi olan Hıncak İhtilalcı Partisi –ki kendilerine Hıncaklar denir— Rusya’dan gelen Ermeniler tarafından 1877’de İsviçre’nin Cenevre kentinde kuruldu. Bu partilerin ikincisi olan Ermeni İhtilalcı Federasyonu –yanı Taşnaklar—1890’da Rus İmparatorluğunun Tiflis kentinde kuruldu. İki parti de Marksistti. İkisi de şiddete dayanan yöntemler kullanıyordu. Hıncak ve Taşnak parti bildirgelerinde Osmanlı İmparatorluğuna karşı silahlı ihtilal çağrısı yer almıştı. Hem Osmanlı yetkililerinin hem de bu iki partiye karşı çıkan Ermenilerin öldürülmesi dahil terörizm bu partilerin temel amaçlarından biriydi. Marksist olsalar da her iki grup da milliyetçiliği ihtilal felsefelerinin en önemli kısmı haline getirmişti. Bu bakımdan Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan’daki milliyetçi ihtilalcilere çok benziyorlardı. 

Nüfus 

Öte yandan Yunanlı ve Bulgar ihtilalcilerin aksine nüfus yapısı Ermeniler için sorundu. Yunanistan’da nüfusun çoğunluğu Yunanlı Bulgaristan’da ise Bulgardı. Ermenilerin üzerinde hak iddia ettikleri topraklarda ise Ermeniler oldukça küçük bir azınlıktı. “Osmanlı Ermenistan’i” olarak adlandırılan “Altı Vilayet” in (Sıvas, Mamüretülaziz, Diyarbakır, Bitlis, Van ve Erzurum) nüfusunun sadece yüzde 17’si Ermenilerden oluşuyordu. Bu bölgede nüfusun yüzde 78’i Müslümandı. Bu durum Ermeni ihtilalciler açısından önemli sonuçlar doğuracaktı çünkü ihtilalcilerin istediği “Ermenistan” in yaratılabilmesi için tek yol orada yaşayan Müslümanların bölgeden çıkarılmasıydı. 

Bu ihtilalcilerin niyetlerinden şüphesi olanların onların yaptıklarına bakması yeterli olur: Bir Van valisinin öldürülmesi, ikinci bir Van valisini öldürmeye teşebbüs, polis şeflerinin ve başka görevlilerin öldürülmesi, Padişah İkinci Abdülhamid’i öldürmeye teşebbüs. Bu kişiler Osmanlı Devleti ile savaşmakta olan radikal milliyetçilerdi. 

Kaçakçılık yolları 

Esas itibariyle 1890’lardan itibaren Ermeni asıllı Rus ihtilalciler Osmanlı İmparatorluğu’na sızmaya başladılar. Haritada görülen yolları izleyerek Van, Erzurum ve Bitlis vilayetlerinin iyi korunamayan sınırlarından içeri kaçak olarak tüfek, mermi, dinamit ve savaşçi sökülüyordu. Osmanlıların durumu bu ihtilalcilerle savaşmaya pek uygun değildi. Bunun nedeni mali sorunlardı. Osmanlılar hala Rusya’yla yapılan 1877-78 savaşının yolaçtığı müthiş kayıplardan dolayı sıkıntı içindeydi. Kapitülasyonlar, borçlar ve av peşindeki Avrupalı bankacılar yüzünden hala sıkıntı çekiyorlardı. Ayrıca, kabul etmek gerekir ki Osmanlılar ekonomi yönetimini iyi bilmiyorlardı. Bunun sonucunda, bu ihtilalcilerle savaşmak ve Kürt aşiretlerini dizginlemek için gerekli yeni polis ve askeri birlikleri destekleyecek para yoktu. Doğu’daki asker ve jandarma sayısı hiçbir zaman yeterli olmamıştı ve bu insanlar çoğu kez maaşlarını aylarca alamamaktaydı. Bu kadar az para ile asileri yenmek imkansızdı.

En başarılı ihtilalciler kesinlikle Taşnaklardı. Rusya’dan gelen Taşnaklar isyancılara liderlik ediyordu. Ayaklanmayı örgütleyen ve Anadolu Ermenilerini isyancı askerlere dönüştüren “infazcı” onlardı. Bu kolay bir iş değildi çünkü başlangıçta Osmanlı Ermenilerinin büyük kısmının isyan etmek gibi bir isteği yoktu. Barışı ve güvenliği yeğliyorlar ve dinsiz sosyalist ihtilalcileri onaylamıyorlardı. Ayrılıkçılık ve hatta üstünlük duygusu ihtilalcilere bir miktar yardımcı olduysa da Osmanlı’nin doğusundaki Ermenileri asilere dönüştüren başlıca silah terörizm oldu. Ermenileri kendi devletlerine karşı birleştiren ana neden korkuydu.

Ermenileri isyancıya dönüştürebilmek için önce bu insanların geleneksel olarak kendi kiliselerine ve kendi cemaat liderlerine karşı duydukları bağlılığın yokedilmesi gerekiyordu. İsyancılar Ermenilerin en büyük sevgi ve saygıyı ihtilale karşı değil kiliseye karşı duyduklarını gördüler. Bu yüzden Taşnak Partisi kiliseyi etkin bir biçimde kendi kontrolü almaya azmetti. Ancak din adamlarının büyük kısmı dinsiz Taşnaklara destek vermiyordu. Kilise ancak şiddet kullanarak ele geçirilebilirdi.

Taşnaklara karşı çıkan kilise görevlilerine ne oldu? Köylerde ve kentlerde rahipler öldürüldü. Suçları neydi? Suçları Osmanlı devletinin sadık tebaası olmalarıydı. Van Ermeni Piskoposu Bogos noel arifesinde kendi katedralinde öldürüldü. Suçu sadık bir Osmanlı vatandaşı olmaktı. Taşnaklar İstanbul’daki Ermeni Patriği Malakya Ormanyan’i da öldürmeye teşebbüs ettiler. Suçu ihtilalcilere karşı olmaktı. Osmanlıda Doğu Ermenilerinin dini merkezi olarak büyük önem taşıyan Van’daki Akdamar Kilisesi’nden sorumlu rahip Arsen Van’daki Taşnakların liderlerinden İskan tarafından öldürüldü. Suçu Taşnaklara karşı çıkmaktı. Ancak önün öldürülmesi için ikinci bir neden daha vardı: Taşnaklar merkezi Akdamar’da olan Ermeni eğitim sistemine hakim olmak istiyorlardı. Peder Arsen öldürüldükten sonra Taşnaklardan biri olan Aram Manukyan (ki kendisinin bilinen herhangi bir dini inancı yoktu) Ermeni okullarının başına getirildi. Manukyan dini eğitimi “kapattı” ve ihtilalcı eğitimi başlattı. Sözde “dın öğretmenleri” Van vilayetine yayılarak din yerine İhtilalcılık dersleri verdiler. 

İsyancıların sadakatı sadece ihtilallerineydi. Kendi kiliseleri bile onların saldırılarından kurtulamıyordu. 

İsyancıların gücünü en fazla tehdit eden diğer bir grup da Ermeni tacir sınıfiydi. Bir grup olarak hükümetten yana idiler. İş yapabilmek için barış ve düzen istiyorlardı. Onlar eskiden beri Ermeni toplumunun laik önderleriydi; ama isyancılar kendileri Ermeni toplumun lideri olmak istiyorlardı ve bu durumda tacirlerin susturulması gerekmekteydi. Açıktan açığa ve kuvvetle hükümeti destekleyenler, örneğin Van belediye başkanı Bedros Kapamacıyan ve Gevaş kaymakamı Armarak, suikaste kurban gittiler. Ayrıca pek çok Ermeni polis memuru, en aşağı bir Ermeni polis şefi ve hükümetin Ermeni danışmanları öldürüldüler. Ermeniler için hükümetten yana olmak büyük cesaret gerektiriyordu. 

Taşnaklar tacirleri para kaynağı olarak gördüler. Tacirler ihtilal için asla kendi istekleriyle bağış yapmazlardı. Bunu yapmaya zorlanmaları gerekiyordu. Tacirlerden haraç alınmasına ilişkin bilinen ilk olay 1895’te yani Taşnak Partisi’nin Osmanlı topraklarında faaliyete geçmesinden hemen sonra Erzurum’da meydana geldi. Bu kampanya 1901’de tam olarak başlatıldı. O yıl tehdit ve suikastler yoluyla para toplamak Taşnak Partisi’nin resmi politikası haline geldi. Bu kampanya sadece Osmanlı İmporatorluğunda değil Rusya ve Balkanlarda da yürütüldü. İshak Zamharyan adlı tanınmış bir Ermeni tacir ödeme yapmayı reddetti ve Taşnakları polise ihbar etti. Zamharyan bir Ermeni kilisesinin avlusunda katledildi. Para ödemeyen başkaları da öldürüldü. Bunun üzerine geriye kalan tacirler istenen parayı ödedi. 

1902-1904 dönemindeki bu “ana” haraç alma kampanyası sırasında bugünün parasıyla sekiz milyon dolardan fazla eden bir miktar toplandı. Bu rakam sadece kısa bir sürede merkezi Taşnak komitesi tarafından ve hemen hemen sadece Osmanlı İmparatorluğu dışındaki Ermenilerden toplanan haracı gösteriyor. 1895-1914 döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinden toplanan haraçlar bu rakama dahil değildir. Kısa sürede tacirler vergilerini hükümet yerine ihtilalcilere öder hale geldiler. Van’daki hükümet görevlileri tacirlerden vergi istediğinde tacirler vergilerini ödemiş olduklarını ancak ödemeyi ihtilalcilere yaptıklarını arzettiler. Ancak hükümet kendilerini ihtilalcilerden koruyacak olursa ödemeyi hükümete yapacaklarını söylediler. Doğu Anadolunun her yerinde, İzmir’de ve Kılıkya’da (Adana bölgesi) da durum aynıydı. 

Sıradan Ermeniler de haraç isteyen isyancılardan kurtulamadı. Bu insanlar isyancılara yiyecek ve yatacak yer vermeye zorlandı.İngiliz Konsolosu Eliot raporunda şunları bildirdi: “Onlar [Taşnaklar] Hıristiyan köylerine yerleşiyorlar, bulunabilecek en iyi şeyleri yiyorlar, kendi fonları için zorla katkı topluyorlar ve genç kadınlar ve kızları kendi isteklerine boyun eğmek zorunda bırakıyorlar. Onların hoşnutsuzluğunu üzerlerine çekenler soğukkanlılıkla katlediliyor.” 

Köylüler için en masraflı olan ise almak zorunda bırakıldıkları ateşli silahlardı. Köylüler isteseler de istemeseler de isyancı “askerlere” dönüştürüldüler. Eğer Türklerle savaşacak iseler onlara silah gerekecekti. İhtilalciler Rusya’dan kaçak olarak silah getiriyor ve Ermeni köylüleri bu silahları satın almaya zorluyorlardı. İngiliz Konsolos Seele’in bildirdiği gibi köylüleri zorlamak için çok etkili yöntemler kullanılıyordu: “Bir köye gelen bir ajan köylülerden birine Mauser marka bir silah satın alması gerektiğini bildirdi. Yoksul koylu hiç parası olmadığını söyledi. Ajan şu karşılığı verdi: ‘O zaman öküzlerini satman lazım.’ Zavalli koylu ekim zamanının yakın olduğunu anlatmaya çalışarak Mauser’le nasıl tarlalarımı ekebilirim ki diye sordu. Ajan buna cevap olarak silahıyla adamın öküzlerini oldurdu ve oradan ayrıldı.” 

İsyancılar köylüleri silah almaya sadece örgütlenme amacıyla zorlamıyorlardı. Köylülerden silahın normal fiyatının iki katı alınıyordu. Beş paund değerindeki bir tüfek ön paunda satılıyordu. Hem isyancıların örgütü hem de isyancıların kendileri bu satışlardan çok kazançlı çıktı. 

En fazla zarar gören ise köylüler oldu. İhtilalcilerin en temel politikası Ermenilerin yaşamlarının büyük bir duyarsızlıkla sömürülmesiydi: İsyancılar Kürt aşiretlerinin masum Ermeni köylülerinden intikam alacaklarını bildikleri halde Kürt aşiretleri ve köylerine saldırdılar ve daha sonra kaçarak Ermeni soydaşlarını ölüme terkettiler. 

Avrupalılar bile Ermenilerin dostu oldukları halde Doğu Anadolu’nın üzerine çöken lanetin nedeninin isyancılar olduğunu görebiliyorlardı. Konsolos Steele 1911’de şunları yazdı: 

“Ülkenin ziyaret ettiğim yerlerinde gördüklerim yüzünden Ermenilerin ve genelde Türkiye’nin bu bölgesinin esenliğine Taşnak Komitesi’nin çok zararlı bir etki yaptığına eskisinden de daha fazla emin öldüm. Şu gerçeği gözden kaçırmak mümkün değil: Ermeni siyasal örgütlerinin bulunmadığı ya da bu örgütlerin yeterince gelişmemiş olduğu her yerde Ermeniler Türkler ve Kürtlerle nisbi bir barış içerisinde yaşıyorlar.” 

Sözkonusu İngiliz Doğu’daki karışıklığın nedeninin Ermeni ihtilalciler olduğunu görmüştü ve bu doğru bir tespitti. Taşnaklar olmasaydı Türkler ve Ermeniler barış içinde birarada yaşayacaklardı. Osmanlı Hükümeti bunu biliyordu. O halde hükümet neden isyancıların bu kadar ileri gitmesine katlandı? Hükümet neden isyancıları ezip ortadan kaldırmadı? 

Osmanlının isyancılara etkili bir şekilde karşı koymamış olmasını anlamak gerçekten kolay değil. Düşünün ki bir ülkede çoğu yabancı bir ülkeden gelmiş radikal ihtilalciler bir isyan örgütlüyorlar. Yabancı ülkeden bu ülkeye gizlice savaşçi ve silah sokuyor ve hükümete ve halka karşı saldırılara öncülük ediyorlar. Bu radikal görüşlü insanlar halkın çoğunlunun iktidardan uzak tutulacağı bir devlet kurmak istediklerini açıklıyorlar. Kendi davalarını desteklemeye zorlamak için kendi soydaşlarına karşı teröre başvuruyorlar. Bunun için kendi soydaşlarının bir kısmını katlediyorlar. Hükümet görevlilerini öldürüyorlar. Misillemelerin yabancı ülkelerin istilasına yolaçağı umuduyla kasten çoğunluktaki grubun üyelerini öldürüyorlar. İsyana hazırlık olarak binlerce silah depoluyorlar. İsyan ediyorlar, yenilgiye uğruyorlar, sonra tekrar tekrar yeni ayaklanmalar düzenliyorlar. İsyancıların faaliyetlerinden en fazlan çıkar sağlayan Rusya yanı isyancıların geldikleri yer, ana üslerinin bulunduğu ülke oluyor. 

Hangi hükümet buna katlanır? Bu gibi isyancıları hapse atmayan ve muhtemelen aşmayan bir ülke olmuş müdür? Bu gibi isyancıların açıktan açığa faaliyetlerini sürdürmelerine izim veren bir ülke bulunabilir mi? Evet. O ülke Osmanlı İmparatorluğu’dür. Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni isyancılar açıktan açığa faaliyette bulundular, binlerce silah depoladılar, hem Müslümanları hem de Ermenileri katlettiler, valileri ve başka görevlileri öldürdüler, ve yeniden ve yeniden ayaklandılar. Onların faaliyetlerinden gerçekten çıkar sağlayan sadece Rusya idi. Yani içerisinde örgütlendikleri ve liderlerinin geldiği yer. 

Bu nasıl olabildi? Osmanlılar korkak değildiler. Aptal da değildiler. İsyancıların ve yaptığını biliyorlardı. Osmanlılar Ermeni ihtilalcilere katlandılar çünkü başka çareleri yoktu. 

Unutmamak gerekir ki Osmanlı İmparatorlunun varlığı tehlikedeydi. Sırbistan, Boşna, Yunanistan ve Bulgaristan Avrupa’nin müdahalesi yüzünden zaten kaybedilmişti. Avrupalılar 1978’de Osmanlı İmparatorluğunu neredeyse parçalamışlardı ve 1890larda da bunu gerçekleştirmeyi tasarlamışlardı. Onları durduran tek şey Rusya’nin çok fazla güçleneceği korkusuydu. İngiltere ve Fransa’daki kamuoyu bu durumu kolayca değiştirebilirdi. Aslında Ermeni ihtilalcilerin istediği tam da buydu. Onlar Osmanlıların Ermeni isyancıları hapse atmasını ve idam etmesini istiyorlardı. Avrupa gazeteleri bunu Osmanlı hükümetinin masum Ermenilere yaptığı zulüm olarak yansıtacaktı. Ermeni ihtilalciler Osmanlı hükümetinin ihtilalcı Ermeni partilerine karşı dava açmasını istiyorlardı. Avrupa gazeteleri bunu Ermenilere siyasal özgürlük tanınmadığı şeklinde yansıtacaklardı. Ermeni ihtilalciler Ermeni kışkırtmalarına ve saldırılarına tepki olarak Müslümanların Ermenileri öldürmesini istiyorlardı. Avrupa gazeleri sadece Ermenilerin öldürüldüğünü haber yapacak öldürülen Müslümanlardan ise hiç söz edilmeyecekti. Kamuoyu baskısı İngilizlerle Fransızları Ruslarla işbirliği yapıp Osmanlı İmparatorluğunu parçalara ayırmaya mecbur edecekti.

Avrupa’daki birçok siyaset adamı –ki Gladstone bunlardan biriydi—tıpkı başın ve kamuoyu gibi Türklere karşı önyargılıydı. Onlar sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmak için uygun bir fırsat bekliyorlardı. 

Sonuçta Osmanlıların isyancıları gereken şekilde cezalandırması neredeyse imkansız hale geldi. Avrupalılar Osmanlıların Ermeni ihtilalcilerinin faaliyetlerini kabul etmesini istediler. Ama bu faaliyetler Avrupalıların kendi ülkelerinde olmasına asla katlanamayacakları türdendi. Taşnaklar Osmanlı Bankası’nı işgal ettikleri zaman Avrupalılar onların serbest bırakılmasını sağladı. Avrupa ülkelerinin büyükelçileri Osmanlıları Zeytun’daki isyancıları affetmeye mecbur etti. Sultan İkinci Abdülhamid’i öldürmeye teşebbüs edenler için af çıkarılmasını onlar sağladı. Rus konsolosu Rus vatandaşı oldukları için Taşnak isyancıların Osmanlü mahkemelerinde yargılanmasına izin vermedi. Osmanlıların yargılanıp hüküm giymelerini sağladığı birçok isyancı daha sonra serbest bırakıldı çünkü Avrupalılar bu isyancı ve katillerin affedilmesini istediler ve padişahı tehdit etme anlamına gelecek sözlerle bu isteklerini kabul ettirdiler. Hatta Rusya’nin Van konsolosu açıktan açığa Ermeni isyancıları eğiterek silah kullanımını onlara bizzat öğretti. Osmanlıların tek yapabildiği mümkün olduğu kadar olan bitenin duyulmamasını sağlamaya çalışmaktı. Bu, isyancıların hakettikleri şekilde cezalandırılmaması anlamına geliyordu. İnsan Osmanlılara karşı bu konuda ancak acıma hissi duyabilir. Eğer gereken şekilde hükümet edecek olurlarsa sonucun Osmanlı devletinin ölümü olacağını biliyorlardı. 

Birinci Dünya Savaşı 

Osmanlıların Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu’da uğradığı kayıplar iki etkenden kaynaklandı. Bunların ilki Enver Pasa’nin felaketle sonuçlanan Sarıkamış taarruzuydu. Enver’in Aralık 1914’teki Rusya taarruzu her bakımdan felaket oldu. Rusya’ya saldıran 95,000 Türk askerinden 75,000’i oldu. İkinci etken ise Ermeni İsyanı idi ki burada bizi ilgilendiren bu etkendir.

Askerlikten kaçma bölgesi

Birinci Dünya Savaşı tehlikesi karşısında Osmanlı Ordusu seferberlik durumuna geçerken Ermenilerin kendi ülkelerine hizmet etmeleri gerekirdi. Bunun yerine Rusların tarafını tuttular. Osmanlı Ordusunun bildirdiğine göre: “Askerlik yapma mecburiyeti olan Ermenilerden Hopa-Erzurum-Hınıs-Van hattinin doğusundaki kent ve köylerde yaşayanlar askere yazılma çağrısına cevap vermeyip Rusya’daki örgüte katılmak üzere Doğu sınırına gitmiştir.” Bunun etkileri açıktır: Eğer “askerlikten kaçma bölgesi”ndeki genç Ermeni erkekleri orduda görev yapsalardı orduya 50,000’den fazla asker katılmış olacaktı. Eğer askerlik görevini yapsalardı belki de Sarıkamış yenilgisi yaşanmayacaktı. 

Asker kaçağı olanlar sadece Hopa’dan Erzurum, Hınıs ve Van’a uzanan bölgedeki Ermeniler değildi. Ne Zeytun’daki ve Kılıkya’nin başka kesimlerindeki isyancılar ne de çeteler kurmuş olan onbinlerce Sivasli Ermeni askerlik görevini yerine getirdi. Bazı Ermeniler de Yunan adalarına, Mısır’a ya da Kıbrıs’a kaçarak askere yazılmamış oldu. Daha doğrusu bu Ermeni gençlerinin büyük bir kısmı asker olarak görev yaptı ama katıldıkları ordular Osmanlı devletinin düşmanlarının ordularıydı. Onlar kendi vatanlarını korumadılar. Aksine, kendi vatanlarına saldırdılar. 

Doğu Anadolu’da Ermeniler kendi hükümetlerine karşı gerilla savaşı yapmak üzere çeteler kurdular. Bazı Ermeniler ise kaçtılar ama Rus ordusuyla geri döndüler. Rus işgal güçlerine rehberlik yaptılar ve Rus ordusunun öncü birliklerini oluşturdular. Osmanlıların savaştaki çabalarına ve Doğu Anadolu Müslümanlarının hayatlarına yönelik en büyük tehdidi ise geride, yanı yerlerinde kalan Ermeniler oluşturdu.

Ermeni milliyetçiler çoğu kez şu iddiayı ileri sürmüşlerdir: Osmanlıların tehcir emri vermelerine sebep Ermeni isyanı değildi. Kanıt olarak da tehcir emrinin Mayıs 1915’te yanı aşağı yukarı Van’in Ermenilerce ele geçirildiği tarihte yayınlanmış olduğunu hatırlatırlar. Bu iddianın ardındaki mantığa göre Osmanlılar tehciri o tarihten bir süre önce tasarlamış olmalıydılar; dolayısıyla isyan tehcirin nedeni olamazdı. Osmanlıların tehcir olasılığını düşünmeye Mayıs 1915’ten birkaç ay önce başlamış oldukları doğrudur. Mayıs 1915’in Ermeni isyanının başlangıcı olduğu ise doğru değildir. İsyan bundan çok önce başlamıştı. 

Avrupalı gözlemciler savaş çıkarsa Ermenilerin Rusya’nin safında yer alacağını 1914’ten çok önce biliyorlardı. Daha 1908’de İngiliz Konsolosu Dickson şunları bildirmişti: 

“Van’daki ve Salmas’daki [İran] Ermeni ihtilalcilere Tiflis’teki komiteleri tarafından savaş çıkması halinde Türkiye’ye karşı Rusya’nın yanında yer almaları bildirildi. Rusların yardımı olmadan sınır bölgesindeki Türklere ve onların iletişim hatlarına tacizde bulunmak üzere 3,500 silahlı keskin nişancı seferber edebilirler.”

İngiliz diplomatik kaynaklarının bildirmiş olduğuna göre savaşa hazırlık yapan Ermeni ihtilalcı grupları 1913’te toplantılar ve Osmanlılara karşı sürdürdükleri faaliyetler arasında eşgüdüm sağlamayı kararlaştırdılar. İngilizler raporlarında bu ittifakın “Rus makamlarıyla” yapılan toplantıların sonucu olduğunu bildirdiler. Taşnak lider (ve Osmanlı Parlamentosu üyesi) Vramyan Tiflis’e giderek Rus makamlarıyla görüşmüştü. İngilizler aynı zamanda şu gelişmeyi rapor ettiler:”[Ermeniler] bir zamanlar vermiş olabilecekleri sadakat görüntüsünü tümüyle bir kenara atmış bulunmaktadır. Rusların Ermeni Vilayetleri’n Rus işgal etmesi olasılığından çok memnun olduklarını açıkça belli ediyorlar.”

Taşnak liderleri bile Taşnakların Rusların müttefiki olduğunu açıkça kabul ediyorlardı. Hovhannes Katcaznuni, yanı Ermenistan Cumhuriyeti’nin kendisi de Taşnak olan cumhurbaşkanı, savaşın başındaki planlarının Rusya ile ittifak olduğunu söylemiştir.1910’dan beri ihtilalciler Doğu Anadolu’nin her yerinde broşürler dağıttılar. Birbirinin aynı olan bu broşürlerde Ermeni köylerinin nasıl bölgesel komutanlıklar meydana getirmek üzere örgütlenecekleri ve Müslümanların köylerine nasıl saldırılacağı anlatılıyor ve gerilla savaşının incelikleri hakkında bilgi veriliyordu.

Savaştan önce Osmanlı ordusunun istihbarat birimleri Taşnakların planları hakkında raporlar gönderdiler: Taşnaklar bir yandan Osmanlı devletine bağlı olduklarını ilan ederken bir yandan da kendilerini destekleyenlerin silahlandırılması işine hız vereceklerdi. Savaş ilan edilirse Ermeni askerler Osmanlı ordusundan firar edip silahlarıyla birlikte Rus ordusuna katılacaklardı. Eğer Osmalılar Ruslara galip gelmeye başlarsa Ermeniler hiç birşey yapmayacaklardı. Ama bunun aksi olur da Osmanlılar geri çekilmeye başlarlarsa Ermeniler silahlı gerilla çeteleri oluşturup plana göre saldırılarda bulunacaklardı. Osmanlı istihbaratı yanılmamıştı. Çünkü bütün bunlar aynen oldu. 

Savaş

Ruslar Osmanlı Ermenilerini silahlandırmak için Taşnaklara 2.4 milyon ruble verdiler. Onlar da Eylül 1914’te Kafkasya ve İran’daki Ermenilere silah dağıtmaya başladılar. Sözü geçen ay içerisinde yanı Tehcir emrinin verilmesinden yedi ay önce Ermenilerin Osmanlı askerlerine ve sivil yetkililerine saldırıları başladı. Osmanlı ordusundan firar edenler önce yetkililerin “eşkıya çeteleri” dedikleri çeteleri kurdular. Askere alma işlemlerini yürüten subaylara, vergi tahsildarlarına, jandarma karakollarına ve yollardaki Müslümanlara saldırdılar. Aralık ayı geldiğinde Van vilayetinde genel bir isyan patlak verdi. Karayolları ve telgraf telleri kesildi, jandarma karakolları saldırıya uğradı ve Müslüman köyleri yakılarak köylüler öldürüldü. İsyan kısa zamanda genişledi. Aralık ayı sona ermeden Kotun Geçidi yakınında (ki Osmanlıların İran yonundan gelecek olan Rus istilasına karşı ülkeyi savunmak için bu geçidi ellerinde tutmaları gerekiyordu) kalabalık bir Ermeni muharip grubu Osmanlı ordusunun birliklerini yenilgiye uğratarak 400 Osmanlı askerini oldurdu ve orduyu Saray’a çekilmek zorunda bırakti. Saldırılar sadece Van’da olmuyordu: Erzurum Valisi Tahsin gönderdiği telgrafta vilayette patlak veren Ermeni saldırılarını püskürtemediğini bildirerek cepheden buraya takviye birlikler gönderilmesini istedi.

Şubat ayı geldiğinde Doğu’nun her yerinden saldırı haberleri gelmeye başlamıştı. Muş yakınında iki saat süren bir meydan savaşı oldu. Abaak’taki savaş ise sekiz saat sürdü. Timar yakınında 1,000 Ermeni bir saldırı düzenledi. Ermeni çeteler Sıvas, Erzurum, Adana, Diyarbakır, Bitlis ve Van vilayetlerinde baskınlar düzenlediler. Hem cepheyi geriye hem de doğudaki Osmanlı kentlerini ülkenin batısındaki kentlere bağlayan telgraf hatları tekrar tekrar kesildi, tamir edildi ve yeniden kesildi. Sadece ordunun ikmal katarları değil yaralı Osmanlı askerlerinden oluşan gruplar da saldırıya uğradı. Telgraf hatlarını onarmak ya da ikmal katarlarını korumak için gönderilen jandarma birliklerinin kendileri saldırıya uğradılar. Sorunun vahametini anlatabilmek için söyle bir örnek verilebilir: Nisan ayı ortalarında bir jandarma tümenine Çatak’ta patlak veren büyük çaptaki bir ayaklanmayı baştırmak için Hakkari’den Çatak’a gitmesi emredildi ancak tümen Ermeni savunma hatlarını savaşarak yarıp geçemediği için Çatak’a ulaşamadı. Bu yüzden Osmanlılar bir kısım askeri cepheden çekip Çatak’a göndermek zorunda kaldılar. 

Ermeniler önceden ıtınayla hazırlıklar yaptıktan sonra Van kentinde ayaklandılar. Birçoğu askeri üniforma giyen iyice silahlanmış Ermeni askerinden oluşan birlikler kenti ele geçirdiler ve Osmanlı kuvvetlerini kendin kalesine sıkıştırdılar. İsyancılar kentteki binaların çoğunluğunu ateşe verdi. Bazı binalar ise Osmanlı askerleri kaledeki iki havan topuyla ateş açtıkları için tahrip oldu. Erzurum ve İran cephesinden Van’a bir kısım Osmanlı askeri gönderildiyse de bu birlikler kenti kurtaramadılar. Ruslar ve Ermeniler kuzeyden ve güneybatıdan ilerlemekteydiler. 17 Mayıs günü Osmanlılar kaleyi boşalttı. Osmanlı askerleri ve siviller savaşarak Van Gölü’nin çevresini dolaşıp güneybatıya yöneldiler. Bir kısmı Van Gölü’nu teknelerle geçmeyi denedi ancak bunların yarıdan fazlası kıyıdaki isyancıların açtığı ateş ya da teklerinin karaya oturması sonucunda hayatlarını kaybettiler. Vanlı Müslümanların bir kısmı en azından bir süre daha hayatta kalmayı başarabildi. Amerikalı misyonerler bunların bakımını üstlenmişti. Kaçmayanların büyük kısmı öldürüldü. Köylüler ya evlerinde öldürüldüler ya da gittikleri çevre alanlardan toplanarak Zeve’deki büyük katliama gönderildiler.

Bu olayların sonucunda Müslümanların ve Ermenilerin çektikleri açılar malumdur Bü, halklar arasındaki kanlı bir savaşın hikayesidir ve bu savaş sırasında ilgili tarafların hepsi büyük kayıplar vermiştir. Osmanlılar Doğu’nun büyük bir bölümünü geri aldıklarında Ermeni halk Rusya’ya kaçtı. Orada açlık ve hastalıklar yüzünden öldüler. Ruslar Van ve Bitlis vilayetlerini geri aldıkları zaman Ermenilerin buraya dönmesine izin vermediler. Onları Kuzey’de açlığa terkettiler. Ruslar bu toprakları kendileri için istiyorlardı. Ayrıca şu çok iyi bilinmektedir: Osmanlı topraklarında kalmayı seçen Ermeniler, yanı Erzurum vilayetindekiler, savaşın sonunda büyük sayıda Müslümanı topluca öldürdüler.

Burada benim amacım tarihin bu dönemini yeniden anlatmak değildir. Göstermek istediğim –eğer daha fazla kanıt gerekiyorsa—Osmanlıların Ermenileri düşman olarak görmekte haklı olduklarıdir. Verdiğim haritada Ermeni isyancılarının gerçekte Rusya’nın ajanları olduğunun kanıtları bulunmaktadır. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu bölgesindeki Ermeniler tam tamına Rusya için en büyük önem taşıyan yerlerde isyan çıkarmışlardır. Osmanlı’nin Güneydoğu’daki idarı merkezi olan Van kentindeki isyandan Rusların sağladıkları yarar açıkça görülebilir. Aslında isyana sahne olan diğer yerlerin önemi daha da büyüktü: Erzurum’daki isyan yüzünden Osmanlı ordusunun ikmal ve haberleşme hatları kesildi. Bu isyan doğrudan doğruya Rusların kuzeyden ilerledikleri hat üzerinde Ruslar bölgeye ulaşmadan önce çıkmıştı. Ermeniler Saray ve Başkale bölgelerinde de ayaklandılar ki bu iki bölgede İran üzerinden gelen Rus birliklerinin Osmanlı topraklarını istila edebilmek için geçmek zorunda oldukları iki önemli geçit bulunmaktaydı. Ermeniler Çatak yakınındaki bir bölgede de ayaklandılar ki bu bölgede Osmanlıların İran sınırına asker gönderebilmek için kullanmak zorunda oldukları dağ geçitleri bulunmaktaydı. Bu geçitler gerektiğinde Osmanlı askerlerinin geri çekilmesi için de kullanılacaktı. Çok sayıda Ermeni Sivas vilayetinde ve Şebinkarahisar’da da ayaklandı. Bu bölgede bir Ermeni isyanı olması garip bir olay olarak görülebilir çünkü bölgede Müslüman nüfus Ermeni nüfusun ön katiydi. Ancak Sivas taktik açıdan önemli bir yerdi. 
Cepheye ikmal malzemesi ve asker sevki esas itibariyle bir tek yoldan yapılıyordu ve Sivas sevkiyatın yapıldığı demiryolunun başlangıç noktasıydı. Sıvas, Osmanlı ikmal yollarına taciz saldırılarında bulunmak üzere gerilla eylemleri yapmak isteyenler için bulunabilecek en mükemmel yerdi. Ermeniler Kılıkya’da da ayaklandılar. Kilikya, İngilizlerin Osmanlıların güneye giden tren yollarını kesmek amacıyla istila etmeyi tasarladıkları yerdi. İngilizler sonunda Kılıkya’ya saldırmak –ki bu mutlaka çok daha başarılı olurdu-- yerine Gelibolu’daki çılgınlığı yapmayı tercih ettiler. Tabii Ermeniler böyle bir değişikliği tahmin edemezlerdi. 

Bütün bu bölgeler tam da askeri bir planlama uzmanının Osmanlının savaştaki çabalarına en büyük zararı verebilmek için özenle seçeceği yerlerdi. İsyanların Osmanlı ordusu için bir felaket olduğunu herkes görebilir. İsyancıların Osmanlı ordusunun mücadelesine verdiği zarar bundan ibaret de değildi. Osmanlılar ayrıca isyancılarla savaşmak üzere cepheden bazı tümenlerini topluca çekip isyan bölgelerine göndermek zorunda kaldılar. Bu tümenler isyancılar yerine Ruslarla savaşabilselerdi savaşın sonucu çok farklı olabilirdi. Feldmareşal Pomiankowski Ermeni isyanının Doğu’da Osmanlı yenilgisinin tek nedeni olduğunu söylemişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan yegane Avrupalı gerçek tarihçi olan Pomiankowski’nin görüşüne katılıyorum. 

Osmanlılar ancak Ermeni isyanının başlangıcından yedi ay sonra (26-30 Mayıs, 1915) Ermeniler için tehcir emrini verdiler. 

Osmanlı Kayıtları 

Peki, bu analizin doğru olduğunu nereden bileceğiz? Sonuçta, genelde Ermenilerin tarihi denen şeyden çok farklı benim burada anlattığım şeyler. Bu analiz doğrudur çünkü bu sonuca herhangi bir ideolojiyi izleyerek değil tarihi akıl yoluyla çözümleyerek ulaşılmıştır. 

Bunu anlamak için tarih ile ideoloji arasındaki farka bakmamız lazım. Bilimsel analiz ile milliyetçi inanis, ve gerçek tarihçi ile ideolog arasındaki farklara bakmamız lazım. Tarihçi için önemli olan nesnel gerçeği ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Milliyetçi bir ideolog içinse önemli olan davasının başarıya ulaşmasıdır. Doğru dürüst bir tarihçi önce kanıt arar sonra kararını verir. İdeolog ise önce kararını verir sonra bunu destekleyecek kanıt arar.

Tarihçi tarihi öncelikle olayların hangi tarihsel bağlamda meydana geldiğine bakar. Özellikle de tanıkların ne derece güvenilir oldukları konusunda bir yargıya varır. Bu konuda konuşmuş ya da yazmış olanların yalan söylemeleri için bir neden olup olmadığı konusunda bir hüküm verir. İdeolog ise nereden gelirse gelsin her kanıtı kabul eder ve kanıt bulamadığı zaman kanıtı kendisi uydurma yoluna gidebilir. Belki de bulacağı şeylerden korktuğu için kanıtları çok yakından incelemez. Örneğin, ideologlar Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı liderlerinin yargılanmasını Türklerin soykırım suçu işlediklerinin bir kanıtı olarak öne sürerler. Bu sözde mahkemelerin bu hükümleri İngiliz hakimiyetindeki İstanbul’da verdiklerini söylemeye gerek görmezler. Bu mahkemelerin işgalcilerle işbirliği yapan Damat Ferid Paşa hükümetinin kontrolunda olduğuna da değinmezler – ki sözü geçen hükümet düşmanı olan İttihad ve Terakkı Komitesi hakkında daha önce pek çok yalan söylemişti. Damad Ferid’in İngilizleri memnun etmek ve işini kaybetmemek için herşeyi yapabileceğinden bahsetmezler. İngilizlerin uşaklarından daha dürüst davranıp herhangi bir “soykırım” kanıtı bulamadıklarını kabul ettiklerini aktarmazlar. Sanıkların kendi avukatları tarafından temsil edilmemiş olduklarını bildirmezler. Sanıkların sözde suçlarının çok uzun bir liste oluşrurduğunu –görünüşe göre yargıçlar akıllarına gelen her suçu listeye doldurmuşlardır-- ve Ermenilere karşı suç işledikleri ithamının bu listenin sadece küçük bir bölümünü oluşturduğunu belirtmezler. İdeologlar bu mahkemelerin ancak Jozef Stalin tarafından oluşturulan mahkemelerle kıyaslanabileceğini belirtmezler. 

Tarihçi önce gerçekte ne olduğunu keşfeder sonra olanların nedenlerini izaha çalışır. İdeolog bu keşif sürecini unutur ve inandığı şeylerin doğru olduğunu farzedip bunu izah için bir kuram geliştirir. Dr. Taner Akçam’in çalışması buna örnektir. Önce Ermeni Milliyetçilerinin inançlarını tam olarak doğru kabul ediyor. Sonra karmaşık bir sosyolojik kuram inşa ederek soykırımın Türk tarihinin ve Türklerin kişiliğinin bir sonucu olduğunu iddia ediyor. Bu çeşit bir analiz yapmak kumdan bir temel üzerine bir ev inşa etmek gibidir. Ev sağlaml görünür ama ilk şiddetli rüzgarda devrilir. Bizim üzerinde konuştuğumuz konuda ise kuramı yıkan şiddetli rüzgar gerçeğin gücüdür.

Tarihçi olayların nedenlerini bulmak için tarihe –bazan tarihin derinliklerine-- bakmak gerektiğini bilir. İdeolog ise bu zahmete katlanmaz. Yukarıda söylediğimiz gibi istemediği şeyler bulacağından korkuyor olabilir. İnsan Ermeni Milliyetçilerinin yazılarını okuduğu zaman Ermeni Sorunu’nun 1894’te başladığını zannedebilir. Ermenilerin Türklere karşı Ruslarla ta 18. Yüzyıldan beri ittifak yapmış olduklarına bu yazılarda değinildiği çok nadirdir. Bu yazılardan yazaların Türklerle Ermeniler arasındaki 700 yıllık barışı yıkma işini başlatanların Ruslar ve Ermenilerin kendileri olduğunun bilincine hiç bir şekilde varmamış oldukları anlaşılır. Tarihçiler için bu gibi şeyler önemlidir, ideoğun ise davasına zarar verir. 

Tarihçi inceler. İdeolog ise siyasi bir mücadele yürütür. Ermeni Sorunu baştan beri siyasal bir kampanya olmuştur. Ermeni Sorunu’nun uydurma olmasına rağmen uzun zamandan beri kabul edilmiş olan tarihi, siyasal belgeler olarak yazılmıştır. Bunlar siyasal bir etki yaratmak üzere yazılmış metinlerdi. İster Taşnakların gazetesinde yayınlanan makaleler olsun ister İngiliz Propaganda Dairesi’nin imal ettiği sahte belgeler olsun hepsi de güvenilir tarihi kaynaklar değil propaganda malzemesiydi. Tarihçiler bu sözde “tarihi belgeleri” incelemiş ve hepsini reddetmişlerdir. Buna rağmen aynı uydurma belgeler bir Ermeni soykırımı yapılmış olmasının kanıtı olarak hala sürekli öne sürülmektedir. Bu yalanlar o kadar uzun bir süreden beri devam etmiş ve o kadar çok tekrarlanmıştır ki gerçek tarihi bilmeyenler bu yalanları doğru olarak kabul etmektedir.

Kandirilmiş olan sadece Amerikalılar ve Avrupalılar değildir. Kısa bir süre önce bir Türk akademisyenin yazdığı iki ciltlik bir kitabı okudum. Sözkonusu kitabın Ermenilerle ilgili kısımlarının çoğu kesinlikle saçmalıktan öteye gitmiyor. Örneğin, 1908’de Osmanlı devlet görevlileri Van kentinde bir Taşnak cephaneliğini ortaya çıkardılar. Burada Ermeni ayaklanmasına hazırlık olarak depolanmış 2.000 silah, yüzbinlerce kutu mermi ve 5.000 bomba ele geçirildi. Ermeni isyancılar Osmanlı askerleriyle kısa bir süre çatıştıktan sonra kaçtılar. Bu olay konuyla ilgili tüm diplomatik literatürde ve Van’a ilişkin kitaplarda anlatılmıştır. Buna rağmen sözü geçen kitabın yazarı olayı 1.000 Türkün (!) hükümete karşı ayaklanması olarak anlatmakta ve isyancıların silahlarından hiç sözetmemektedir. Böyle bir hatayı nasıl yapmış olabilir? Çünkü yazar bütün bilgileri Taşnak Partisi’nin gazetesinden almıştır!

Temel bir ilkeyi vurgulamamız gerekiyor: Kaynak olarak propaganda malzemesini alanlar tarih yazmak yerine kendileri de propaganda malzemesi yazmış olurlar.

Birçok yazar –ki bunların arasında Türkler de vardır— Osmanlıların kendi “ıç” kayıtlarına hiç bakmadan Taşnak Partisi gibi grupların söylediği yalanları doğru olarak kabul etmiştir. Akademisyenlerin de bazan hata yapmaya hakkı vardır. Ancak, akademisyenlerin bir de görevi vardır: eserlerini yazmadan önce konuya ilişkin bütün bilgi kaynaklarını incelemek. Siyasi propaganda malzemesi olarak hazırlanmış metinlere dayanan yazılar yazmak ve Osmanlıların dürüstçe tuttukları kayıtları gözönüna almamak yanlıştır. Osmanlı tarihini araştirirken ilk bakılması gereken yer Osmanlıların kendi kayıtlarıdir. 

Tarih yazarken neden Osmanlı arşivlerindeki belgelere dayanmak neden gerekli olsun? Çünkü bu çeşit belgeler tarih konusunda sağlıklı bir eser yazmak için gerekli olan somut verilerdir. Osmanlılar bugünün medyasına yönelik propaganda yazmamıştır. Osmanlı askerlerinin ve yetkililerinin raporları siyasal belgeler ya da halkla ilişkiler girişimleri değildi. Bunlar sorumluluk duygusu taşıyan insanların kendi hükümetlerine doğru olduğuna inandıkları şeyleri bildirmek üzere yazdıkları gizli iç hizmet raporlarıydı. Bu raporları yazanlar zaman zaman yanılmış olabilirler ancak bu insanlar asla yalan yazmıyorlardı. Osmanlı arşivlerinde bilerek kandırmaca yapıldığına dair hiç bir ize raslanmamıştır. Bunu Ermeni Milliyetçilerin yalan söyleme konusundaki kötü siciliyle kıyaslayın: nüfusla ilgili uydurma istatistiki bilgiler, söylemediği halde Mustafa Kemal’e atfedilen sözler, Talat Pasa’ya atfedilen sahte telgraflar, “Mavi Kitap” taki sahte raporlar, mahkeme kayıtlarının kötüye kullanılması ve, hepsinden de kötüşü, Ermenilerce öldürülen Türklerden hiç bahsedilmemesi.

Türkler bu yanlış tarihi düzeltmek için neler yapabilir sorusuyla birçok kez karşılaştim. Bu konuda öneride bulunmaya çekiniyorum çünkü Türkler ne yapılması gerektiğini zaten biliyorlar. Yapılması gereken ataları hakkında söylenen yalanlara karşı çıkmaktır ki bunu da zaten yapıyorsunuz. Bu zorlu bir mücadeledir: Türkler hakkındaki önyargılar sizi engellıyor ve size karşı çıkanlar siyasal açıdan güçlü konumdadır. Ancak, gerçek sizden yanadir. Türklerin ve Türk Parlamentosunun Türkler hakkında söylenen yalanlara karşı koymak üzere birleşmeleri beni çok sevindirdi. Başbakan Erdoğan ile meclisteki azınlık lideri Baykal’in bir süre önce bu konuda aralarında anlaşmaları Türklerin harekete geçmekte olduklarının kanıtıdır. Tarih Kurumu’nun Ermeni bilim adamlarıyla görüşme ve tartışmalar yapma girişimi de Türklerin harekete geçmekte olduklarının kanıtıdır. Türk akademisyenler tarafından artık bu konuda birçok kitap yayınlanmakta oluşu da Türklerin harekete geçmekte olduklarının kanıtıdır. Şükrü Elekdağ gibi insanlar gerçek uğruna mücalede vermektedir. Ben ve benim gibi uzun zamandan beri yalanlara karşı çıkmış olanlar yalnız olmadığımızı gördüğümüz için memnunuz. 

Geçmişte bazı akademisyenler --ki bunlardan biri de bendim—Türk ve Ermeni tarihçilerinin bu konuyu çalışan diğer araştırmacılarla birlikte toplanarak Türklerle Ermenilerin tarihini araştırmalarını ve tartışmalarını önerdi. Başbakan Erdoğan ve Dr. Baykal bütün arşivlerin Ermeni Sorunu konusunda kurulacak bir ortak komisyona açılması önerisinde bulundular. Yapılması gereken iste tam olarak budur. En önemlisi, Başbakan Erdoğan ve Dr. Baykal bu sorunu tarihçilerin çözmesi gerektiğini ilan ettiler. Böylece Türklerin gerçeğin ortaya çıkmasından korkmaları için bir neden olmadığını gösterdiler. 

Akademik dürüstlüğün siyasete galip geleceğini ve Ermeni Milliyetçilerinin de tartışmaya katılacaklarını ümidedelim. Ancak ben bunu yapacaklarını ummuyorum. Bir süre önce Minnesota Üniversitesi’nde “Ermeni Soykırım Araştırmaları Merkezi” denilen bir yerde bir konferans verdim. Dr. Akçam orada ders vermektedir. Davetli olduğu halde kendisi konferanslarıma gelmedi. Ermenilerin hiçbiri konferanslarıma gelmedi. Bunun yerine başkalarının konuşacağımdan haberleri olmasın diye konferans ilanlarının tümü aşıldıkları yerlerden yırtılıp atıldı. 

Bu akademisyenlere yakışır bir yaklaşım değildir. Bu siyasal bir yaklaşımdır. Ermeni Milliyetçileri kendi ideolojilerine akademisyenlerden bir itiraz gelmezse bu siyasal mücadeleyi kazanmış olacaklarına hükmetmişler. Bu yüzden sadece Türklerin soykırım yapmış olduğunu söyleyen Türklerle görüşüyorlar. Bu gibi Türkler Amerikan ve Avrupa basınında “Türk akademisyenleri” olarak tanımlanıyor. Yani okuyucularda Türk akademisyenlerinin soykırım iddialarına inanmakta oldukları izlenimini yaratmak için özenle çaba harcanıyor. Okuyuculara Türk hükümetinden başka kimsenin soykırım olduğunu inkar etmediği izlenimi veriliyor.

Bunun doğru olmadığını biliyoruz. Her yıl Türkiye’de sadece “Ermeni soykırımı”nı reddetmekle kalmayıp Ermenilerin Türklere yaptığı zulmü de belgeleyen birçok kitap ve makale yayınlanıyor. Konferanslar düzenleniyor. Ermeniler tarafından katledilmiş masum Türklerin toplu mezarları ortaya çıkarılıyor. Ölen Türklerin anısına müzeler açılıyor ve anıtlar dikiliyor. Osmanlı arşivlerindeki belgeleri görmüş ya da Ermeni Sorununa ilişkin Türkler tarafından yazılmış kitapları okumuş olan tarihçiler soykırım iddiasını kabul etmiyor. Savaş sırasında birçok Ermeninin Türkler tarafından ve bir o kadar da Türkün Ermeniler tarafından öldürüldüğünü biliyorlar. Bunun soykırımdeğil savaş olduğunu biliyorlar.

Benim ülkemde ve Avrupa’da neden onca insan Ermeni Milliyetçilerinin görüşlerini benimseyen küçük bir Türk grubunun Türk bilim dünyasını temsil ettiğine inanıyor? Neden sözkonusu Türklerin Türk profosörlerinin gerçek inançlarını dile getirdiklerine inanılıyor? Bunun sebebi kısmen önyargılardır. Türklere karşı önyargılar o kadar uzun zamandan beri varolmuştur ki insanların kolayca Türklerin suçlu olduklarına inanabilmektedir. Ancak, başka bir neden daha var: Avrupa ve Amerika’da pek az insan bu konuda gerçek Türk akademisyenlerinin eserlerinin varolduğunu bilmiyor. 

Günümüzde Türkiye’de Ermeni Sorunu konusunda mükemmel kitaplar yazılmaktadır. Bildiğiniz gibi Türkler çok uzun (fazla uzun) bir süre Türk-Ermeni ilişkilerinin tarihini incelemediler. Artık bu durum değişti. Modern Türkiye’de Ermeni Sorunu konusunda yapılan çalışmaları görenlerin etkilenmemeleri mümkün değil. Tarih Kurumu’nun bu konuda başı çekmesi gerekirdi ve bunu da yapıyor. Tabii Türk tarihinin sadece Türk tarihçilerince yazılması gerektiğini söylüyor değilim. Ama Türkiye tarihi konusunda çalışan başlıca tarihçiler Türk olmalıdır. Bu sizin ülkeniz ve sizin tarihiniz. Sorun artık Türkiye’de tarih konusunda yazılmakta olan mükemmel eserleri ve Türk tarihine ilişkin belgeleri diğer ülkelerin akademisyenlerine, siyaset adamlarına ve kamuoyuna ulaştırabilmektir. Sorun sürda: Türk tarihçileri doğal olarak kitaplarını Türkçe yazıyorlar ve Avrupalılarla Amerikalılar Türkçe bilmiyor.

Türkiye’nın tarihini yazanlar Türkçe yazıları okuyabilmeli midir? Evet, tabii ki Türkçe yazılmış yazıları okuyabilmelidirler. Bu kişiler Türk tarihi konusunda Türkçe yazılmış pek çok kitabı okuyabilmeli midir? Tabii ki evet. Kendileri bu konuda bir şey yazmaya başlamadan önce ilgili bütün tarafların ve bu arada Türklerin görüşlerini anlayabilmeli midirler? Evet, çünkü bu bir bilim adamının görevidir. Her zaman böyle mı davranıyorlar? Hayır. Özellikle sözde “Ermeni Soykırımı”nı anlatan kitapların büyük kısmı bu konudaki modern Türk eserlerine değinmemektedir. Bunun yanlış olduğunu söylemenin faydası yok. Akademisyenlere Türkçe öğrenin demenin de faydası yok. Öğrenmek istemiyorlar ya da öğrenemiyorlar. Haksızlık etmemek için sunu belirtmem lazım: Benim ülkemde Türk dilinin öğretildiği çok az sayıda yer var. Tek çözüm Türkçe kitapların yabancı dillere özellikle bütün dünyada anlaşılabilmesi için İngilizceye çevrilmesidir. İlk adım atılmış, aslı Türkçe olan birçok değerli kitap tercüme edilmiştir. Bunlar arasında Esat Uras’in artık eskimiş olsa da mükemmel yazılmış tarihi, Türk Parlamentosu’nun bir süre önce Ermeni Sorunu konusunda yayınladığı kitap, Türk Dışişleri Bakanlığınınca yazılan tarih, müteveffa Kamuran Gürün’un yazdığı “Armenian” File, Orel ve Yuca’nın yazdığı “Talat Pasha Telegrams” ve birçok başka eser bulunmaktadır. Bunların arasında muhtemlen en değerlisi Genelkurmay, Osmanlı Arşivleri, Tarih Kurumu ve Dışişleri Bakanlığınca tercüme edilerek başılan Ermeni Sorunu’na ilişkin Osmanlı belgeleri dizisidir. Ancak bunlardan daha pek çoğuna ihtiyaç var. Bunlar o kadar çok ki burada saymak mümkün değil. Ancak Kazım Karabekir’in ve Ahmet Refik’in anılarının bile daha tercüme edilmemiş olduğunu kaydetmeden geçemeyeceğim. Bütün bu kitapların mümkün olduğunca geniş bir okuyucu kitlesine ulaştırılması gerekir. Bu kitaplar tercüme edilmelidir. 

Ayrıca, tercüme edilecek kitaplar arasında Ermeni Sorunu ile ilgili değilmiş gibi görünen bazı konulardaki kitaplar da bulunmalıdır. Örneğin, Osmanlı İmparatorlu’nda Birinci Dünya Savaşı’nın askeri tarihini anlatan doğru, ayrıntılı ve Avrupa dillerinden birine çevrilmiş bir kitap bulunmamaktadır. Varolan kitaplarda bazı yanlışlar vardır ve bu yanlışlar sadece Ermenilerle ilgili değildir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı’ni ana hatlarıyla anlatan kitaplar generallerin isimlerini yanlış veriyor, birlikleri yanlış yerlere intikal ettiriyor, üstelik de Osmanlı stratejını hiç anlamamış gibidir. Savaştaki en önemli etkenden nadiren sözederler: Türk askerlerinin inanılmaz gücü ve dayanıklılığı. Bu neden Ermeni Sorunu açısından önemlidir? Bu etken önemlidir çünkü askeri durum anlaşılmadan Ermeni isyanının yarattığı tehlike ve Ermeni tehcirinin nedenleri anlaşılamaz. Osmanlı kaynakları Ermeni isyanının Rusya’nın askeri planının temel ögelerinden biri olduğunu kanıtlıyor. Osmanlı kaynakları Ermeni isyanının Rus zaferininin önemli bir parçası olduğunu kanıtlıyor. Osmanlı kaynakları Ermeni isyancıların aslınde Rus ordusunun neferleri olduğunu kanıtlıyor. Türkiye’de Genelkurmay’in yayınladığı bir dizi tarih kitabı var. Bu kitaplar Osmanlıların savaşlarına ve Türk Bağımsızlık Savaşına ilişkin olayları doğru olarak anlatıyor. Bu kitaplar ciltler dolusu ince ayrıntı ve pek çok harita içeriyor ve Osmanlıların planları ve eylemlerini anlatıyor. Bu kitaplar Osmanlı askerlerinin kendilerinin verdikleri bilgiler esas alınarak yazılmıştır, sadece Osmanlıların düşmanlarının verdikleri bilgiler esas alınarak değil. Birinci Dünya Savaşı’nı inceleyen her tarihçinin bu kitapları okuması gerekir. Ancak bu kitaplar Türkçedir. Eğer Amerika ve Avrupa’da kullanılacaklarsa İngilizceye çevrilmeleri gerekir. 

Ayrıca, Amerika ve Avrupa’da öğretmenler ve öğrenciler için Türkiye konusunda daha doğru ve dürüstçe yazılmış daha fazla kitap olması gerekir. Türkiye’ye ilişkin önyargılar ancak gençlere doğrular söylenerek en sonunda kırılabilir. Bir başlangıç yaptık. İstanbul Ticaret Odası Amerikalı öğretmenler için ilk ayrıntılı Türkiye kitabını finanse etti. Daha birçok kitaba ihtiyaç var.

Ve nihayet günümüzdeki politikalara ilişkin yorumlar yapmak istiyorum. Bunu yapmamam gerektiğini düşünenler olabilir. Ben Türk değilim ve bu kesinlikle Türkleri ilgilendiren bir sorun. Ben siyasal bilimci ya da siyaset adamı da değilim. Ben tarihçiyim. Bu temelde tarihi bir konu olduğu için bu sorundan bahsediyorum. Bir tarihçi olarak da herhangi bir grup ya da ülkeye kendi tarihi hakkında yalan söylemesi emredildiğinde öfkeleniyorum. Sözünü ettiğim siyasi sorun Avrupa’dan yükselen sestir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girebilmek için “Ermeni Soykırımı”nı kabul etmesi gerektiğini söylüyorlar. Türk tarihine ilişkin bir yalanın doğru olarak kabul edilmesinin Avrupa Birliği’ne ya da Türkiye’ye bir yarar sağlayacağına inanabilen birilerinin çıkması beni kızdırıyor. Ben biliyorum –ve inanıyorum ki sizler de biliyorsunuz— ki böyle bir şey durumu çok daha kötüleştirir. 

Bugün Ermeni Milliyetçileri Avrupa parliamentolarında ve ABD Kongresinde sunu ilan ediyorlar: Sadece Türkiye’nin soykırımın vuku bulmuş olduğunu kabul etmesini istiyoruz, ondan sonra herşey iyi olacak. Bir süre önce görüştüğüm bir Amerikalı yetkili bana söyle demişti:Türkler “Evet, yaptık, afedersiniz,” demeli ve sonra bu konuyu unutmalılar. Ona Türklerin soykırım yapmış olduklarına inanıp inanmadığını sordum. Bunu bilmediğini ve umursamadığını söyledi. Ona Türklerin bu şekilde babaları ve büyükbabaları hakkında asla yalan söylemeyeceklerini söyledim. O da bana çok saf olduğumu söyledi. Bence saf olan kendisiydi çünkü Ermeni Milliyetçilerinin bir özürle yetineceklerine inanıyordu. 

Ermeni İddiaları 

Yüzyılı aşkın bir süreden beri Ermeni Milliyetçilerinin planı değişmemiştir. Bü, buralarda yaşayan halklar bunu istesin ya da istemesin Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya’da bir Ermenistan yaratma planıdır. Ermeni Milliyetçileri planlarını açıkça anlatmaktadırlar. Birinci adımda Türkiye Cumhuriyeti “Ermeni soykırımının” gerçekleşmiş olduğunu kabul edecek ve özür dileyecek. İkincisi, Türkler tazminat ödeyecekler. Üçüncüsü, bir Ermeni devleti kurulacak. Ermeni Milliyetçileri bu devletin sınırlarını kesin ve ayrıntılı bir biçimde çiziyorlar. Gördüğünüz harita Taşnak Partisi’nin ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin programına dayanarak çizilmiştir ve Ermeni Milliyetçilerinin üzerinde hak iddia ettikleri yerleri göstermektedir. Bu Harita ayrıca Türkiye’den istenen toprakları ve dünyadaki Ermeni nüfusu göstermektedir. Eğer Ermenilere istedikleri verilecek olsa ve dünyadaki bütün Ermeniler Doğu Anadolu’ya gelecek olsalar yine de Doğu Anadolu’daki Ermeni nüfus bugün Doğu Anadolu’da yaşayan Türk vatandaşlarının sayısının ancak yarısı kadar olacaktir. Doğal olarak California, Massachusetts ve Fransa’da yaşayan Ermeniler arasından Doğu’ya gelmek isteyen çok sayıda insan asla çıkmayacaktir. Bu yeni :”Ermenistan”in nüfusunun en iyi ihtimalle ancak dörtte biri Ermeni olacaktir. Böyle bir devlet uzun süre varlığını sürdürebilir mi? Evet, sürdürebilir, ama bu ancak Türkler sınırdışı edilirse mümkün olabilir. Ermeni Milliyetçilerinin 1915’teki politikası buydu. Gelecekteki politikaları da bu olacaktir. 

Ermenilerin iddialarını çok iyi anlamamız lazım. Bu iddialar tarihi temel almıyor çünkü 900 yıldan beri Doğu Anadolu’da hüküm süren Ermeniler değil. Bu iddialar kültür esasına dayalı da değil çünkü Ruslar gelip de barışı tümüyle yoketmeden önce Ermenilerle Türkler aynı kültürü paylaşıyorlardı. Ermeniler Osmanlı sistemine kaynaşmışlardı ve çoğunluğu Türkçe konuşuyordu. Türklerle aynı yemekleri yiyor, aynı müziği paylaşıyor ve benzer evlerde oturuyorlardı. Ermeni iddiaları kesinlikle demokrasi inancına da dayanmıyor çünkü Ermeniler yüzyıllardan beri Doğu Anadolu’da çoğunlukta değil ve bugün oraya gitseler yine ancak küçük bir azınlık oluşturabilecekler. Onların iddiaları milliyetçi ideolojiye dayanıyor. Bu ideoloji ise hiç değişmiyor. 2005’te ne ise 1895’te ve 1915’te de oydu. Tarihi ve orada yaşamakta olan insanların haklarını bir kenara bırakarak Türkiye’nin doğu bölgesinde bir “Ermenistan” olması gerektiğine inanıyorlar.

Tarih sunu öğretiyor: Türkler gerçeği unutup Ermeni soykırımının gerçekleştiğini söylerlerse Ermeni Milliyetçileri iddialarından vazgeçmeyecekler.Türkler işlemedikleri bir suç için özür dilediler diye Erzurum ve Van üzerinde hak iddia etmekten vazgeçmeyecekler. Hayır. Cabalarını daha da artıracaklar. “Türkler soykırım yaptıklarını kabul ettiler. Şimdi suçlarının bedelini ödemeleri lazım,” diyecekler. Şimdi Türkiye’yi eleştirerek Türkiye’nin soykırımı kabul etmesi gerekir diyenler o zaman da Türklerin tazminat ödemesi gerektiğini söyleyecekler. Ondan sonra da Türklerin Erzirum, Van, Elazığ, Sivas,Bitlis ve Trabzon’u Ermenilere vermesi gerektiğini söylecekler.

Türklerin bu baskıya boyun eğmeyeceklerini biliyorum. Türkler bunu yapmayacaklar çünkü bunun yanlış olacağını biliyorlar. Giriş ücreti olarak sizden yalan söylemenizi isteyen bir örgüte üye olmak nasıl doğru olabilir? Hangi dürüst insan kendisine “Ancak babanın katil olduğu yalanını söylersen bize katılabilirsin,” diyen bir örgüte girer? 

Avrupa Birliği’nin Ermeni Milliyetçilerinin isteklerini reddedeceğini umuyor ve buna güveniyorum. Ümit ederim ki, Ermeni Milliyetçilerinin Avrupa’nın iyiliğini düşünmediklerini anlayacaklar. Zaten Avrupa Birliği’nin istekleri ne olursa olsun Türk’lerin onuruna inanıyorum. Türkleri tanıdığım kadarıyla gerçekte olmadığı halde Ermeni Soykırımı’nın vuku bulmuş olduğunu asla söylemeyeceklerdir. Biliyorum ki Türkler işlemedikleri bir suçu itiraf etmeleri yolundaki taleplere direnecekler – dürüstlüğün bedeli ne olursa olsun. Türklerin dürüstlüğüne inanıyorum. Türklerin tarih konusunda yalan söylemeyeceklerini biliyorum. Biliyorum ki Türkler asla babalarının katil olduğunu söylemeyecekler. Türklere güveniyorum.


http://www.eraren.org//bilgibankasi/tr/index5_1_3.htm