6 Temmuz 2016 Çarşamba

KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 2




KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN  BÜYÜK DEVLETLER,  BÖLÜM 2


     



 Büyük güçlerin Kürt kartı,

Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını.,

Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı. 






















Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur.  Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.



















Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil.  Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.

Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak












Kadı Muhammed..,

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.

Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.

Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.




















Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.




















Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, 

(i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve 
(ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.

Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.




















Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.

Önce İngilizler vardı…

Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.

















1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.



Musul’da Petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.

Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.

İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.

Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.

Sonra Ruslar geldi

Fakat Kürtler büyük güçlerden umudunu yine de kesmedi. Sonraki yıllarda bir yandan isyanlarını sürdürürken, öte yandan büyük güçlerden yardım talep etmeye devam ettiler. Ama bu talepler uzunca bir süre karşılık bulamadı. Ta ki, 2. Dünya Savaşına değin. 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca, Rusya buradaki varlığını tahkim etmek için işgal bölgesindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturdu. Savaşın hemen sonunda da, Ocak 1946’da Mehabat Kürt Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat uluslararası güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtlere verilen destek de kesildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken SSCB hiç sesini çıkarmadı. Kürtlerin bir büyük güce dayanarak giriştikleri bu ilk devlet deneyimi, dış desteğin sona ermesiyle hüsranla sonuçlandı. Böylece Kürtler ikinci kez büyük devletler tarafından aldatılmanın şokunu yaşamış oldu.



Buna rağmen Mehabat’ın genelkurmay başkanlığını yapan Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani’nin ülkesine döndüğünde karşılaştığı baskı nedeniyle SSCB’ye iltica etmesi, Kürtlerin büyük devlet desteğine olan inancını kaybetmediklerini göstermektedir. 12 yıl SSCB’de sürgün kalan Barzani, SSCB çıkarlarının Kürt çıkarlarıyla örtüşeceği günü sabırla bekledi. Ancak 1958’de Irak’ta yapılan darbe sonucunda ülkesine dönen Barzani’ye Sovyetler sadece Irak’la ilgili değil, Batı blokunda yer alan Türkiye ve İran’la ilgili de bir misyon yüklemişti: Onun tüm Kürtler nezdindeki saygınlığından yararlanarak tüm bu ülkelerdeki Kürt hareketlerini canlandırmak. Gerçekten öyle de oldu ve özellikle Türkiye’de 1930’lardan bu yana etkisini neredeyse tamamen kaybetmiş olan Kürt hareketi 1958’den itibaren yeniden canlandı. Irak’ta ise mevcut Bağdat yönetimiyle anlaşamayan Barzani 1960 sonlarına değin SSCB desteğiyle çeşitli ayaklanmalar çıkartsa da, SSCB esasen Irak’la anlaşmanın yollarını aramaktaydı. Nihayet 1972’de SSCB Irak’la “ Dostluk ve İşbirliği Anlaşması ”nı imzalayınca Kürtleri bir kere daha unutuverdi. Böylece Kürtler bir büyük hayal kırıklığı daha yaşadı ve SSCB’den umutlarını kestiler.

  _ RUSYA ''  BİZİM RADYO  İSTASYONU ÜZERİNDN KÜRTÇE Yyın yPrK O DÖNEM KÜRTLERİ İSTEDİĞİ SİYASİ YAPI İÇİNDE EG,TME YOLUNADA GİTMİŞTİR.. 1960 -1970 YILLARI ARASI  HER AKŞAM 21.00 DEN SONRA..,

Daha sonra Amerikalılar ortaya çıktı

Ama Kürtlerin iki kutuplu sistem mantığına uygun olarak destek alabileceği bir başka büyük güç daha vardı: ABD. Barzani hiç vakit kaybetmeden, son derece pragmatik bir manevrayla bu sefer de ABD’nin desteğini almaya çalıştı. ABD ise Sovyet yörüngesine oturmuş olan Irak’ı sıkıştırmak ve belki de cezalandırmak için Barzani’nin yardım talebine olumlu yaklaştı. ABD’nin bölgedeki sadık müttefikleri İran (Şatt-ül Arap sorunu nedeniyle) ve İsrail de (Arap devletlerini zayıflatma politikası) Irak’a karşı Kürtleri desteklemeye istekliydiler. Böylece İsrail-İran-ABD desteğini arkasında bulan Barzani Irak’ta 1974’te büyük bir Kürt ayaklanması başlattı. Fakat kısa süre içinde bölge politikasının öznesi olan devletler arasında anlaşma sağlanınca (1975’te İran ve Irak arasında Cezayir Anlaşması yapıldı), yine bölge politikasının nesneleri/araçları olan Kürtler yüzüstü bırakıldılar. Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin çekilmesiyle başarısızlığa mahkum olurken, 1975’te bir CIA yetkilisine ABD’nin 51. Eyaleti olabileceklerini bile belirten Barzani, daha sonra Amerikan Başkanına yazdığı 2 mektupta hayal kırıklığını dile getirdi ve sitemkar duygular içinde 1979’da Amerika’da hayatını kaybetti. Bir kere daha aldatılan Kürtlerin payına yine hayal kırıklığı ve hüsran düşmüştü.

Bu olaydan sonra bir süreliğine büyük güçler tarafından unutulan Kürtleri, SSCB 1980’de “yeni Soğuk Savaş”ın başlamasıyla yeniden hatırladı. Bu sefer temas kurulan Kürtler, ideolojik olarak kendine yakın duran Türkiye’dekiler oldu. PKK’nın 1980’de SSCB’nin Ortadoğu’daki müttefiki Suriye’ye yerleşmesi ve Bekaa’daki kamplarda askeri eğitime başlaması elbette bir rastlantı değildi. SSCB yeri geldiğinde Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir aracı elinde tutmak istiyordu. 1984-91 arası SSCB’nin Suriye üzerinden süren dolaylı desteğiyle PKK, NATO üyesi Türkiye’ye karşı uzun süreli ve yıpratıcı terör eylemlerine girişti.

Söz konusu süreç 1991’de SSCB’nin dağılması ve ABD’nin Irak müdahalesiyle farklı bir boyut kazandı. Şimdi PKK, hem ABD hem de Rusya için bölge politikalarının kullanışlı bir aracına dönüşmüştü. 1992-96 arası ABD ve Rusya’nın desteğini arkasına alan PKK’nın eylemleri gözle görünür biçimde arttı. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin kendi ekseninden çıkmasını engellemeye ve bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye dönük bir araç olarak PKK’dan yararlanırken (PKK ABD’nin Çekiç Güç’le koruduğu Kuzey Irak’ta varlığını tahkim etti ve eylemlerini artırdı), Rusya da Türkiye’nin Çeçenistan’a dolaylı destek politikasını engellemek ve dengelemek için PKK’ya desteğini artırdı. Bir Kürt hareketi ilk kez bu kadar açık biçimde iki büyük gücün desteğini aynı anda elde etmişti. Sonuçta, PKK bölgenin en güçlü ve dinamik aktörlerinden biri haline geldi.

Fakat bir süre sonra büyük güç reelpolitiği ve onunla kurulan ilişkinin doğası bir kere daha kendini gösterdi ve ABD, Rusya ve Türkiye arasında gelişen yeni ilişki biçimi PKK’ya olan bu desteği sona erdirdi. Bunun Kürtlere maliyeti ise, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’nin eline geçmesi ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılması oldu. Kürtler bir kere daha büyük devlet politikalarının soğuk yüzünü gördüler.

Öte yandan, 1975’ten sonra Kürtleri unutan ABD, 1991’de onları yeniden hatırladı. 1980-88 arasında Irak’ın, ABD’nin bölgedeki en büyük düşmanı haline gelen İran’la savaşması, Kürtlerden uzak durması için yeterli bir neden olmuş, ama aynı güdülerle bu kez İran, Iraklı Kürt grupları desteklemişti. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam’ın başlattığı Enfal Operasyonuyla büyük bir dram yaşarken, savaş boyunca Saddam’ı destekleyen Batılı büyük güçler bu dram karşısında sessiz kaldılar.

1991’de Kuveyt’in kurtarılması için Irak’a müdahalesiyle başlayan süreçte ABD’nin Kürtlerle bir kere daha yolu kesişti. Müdahale sırasında Amerikan’ın Sesi radyosunun yaptığı yayınların da etkisiyle ayaklanan Kürtler, ilginç bir biçimde ABD’nin Saddam’la vardığı mutabakat sonucu yine Irak ordusunun operasyonuna maruz kaldılar. Sonuç, bir milyonu aşkın Kürtün Türkiye ve İran sınırlarına hücum etmesi oldu.

Bunun ardından ABD Kuzey Irak’ı uçuşa yasak bölge haline getirerek Çekiç Güçle koruma altına alsa da, 1998’e değin süren Barzani-Talabani çatışmalarına hiç sesini çıkarmadı. Vakti geldiğinde de tarafları Washington’da bir araya getirerek çatışmaları sona erdirme ve ABD desteğinde bölgede istikrarlı bir yapı kurma konusunda anlaşmaya zorladı. Böylece ABD kendi himayesinde ve kendine müzahir bir Kürt bölgesi kurmuş ve Saddam’a son darbeyi vurmak için Irak Kürt hareketini kendi eksenine katmıştı. Kürtler açısındansa en azından şimdilik bir hayal kırıklığı ve hüsran yoktu. Yoksa Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu? O halde büyük güçlerle ilişki bu minval üzere devam etmeliydi.

Nitekim öyle de oldu. Kürtlerle ABD’nin yolları 2003’te bir kere daha kesiştiğinde aslında ABD için 1991’den beri ekilen tohumların hasat zamanı gelmişti. Kürtler Saddam’ı devirmek için yapılacak müdahale ve sonrasında ABD’nin en sadık müttefiki oldular ve 2003’te fiilen ABD’yle birlikte hareket ederek Saddam rejiminin devrilmesinde kilit rol oynadılar. Buna karşılık bağımsızlık elde edemeseler de, güçlü bir biçimde desteklendiler ve Irak’ta kurulan yeni düzende çok önemli kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımlar bağımsızlık yolundaki umutları artırdığı gibi, büyük devlet desteğine inancı da pekiştirdi. Gerçekten yoksa bu ilişki bakımından Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu?

Nihayet Bütün Dünya Kürtlerin arkasında…

2011 sonrası Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkide yeni bir döneme girildiği kuşkusuz. Özellikle de 2015’ten itibaren Kürtler nihayet tüm büyük güçlerin desteğini arkasına almış görünüyorlar. Bu sefer neredeyse tüm büyük güçler, neredeyse tüm Kürt hareketlerine yönelik güçlü desteklerini izhar ediyorlar. Bu ilk kez ortaya çıkan bir durum.

Kürtlerin bu denli büyük güç desteğine mazhar olmasında kuşkusuz Irak’taki istikrarsız durumun, Suriye’deki iç savaşın ve IŞID faktörünün etkisi çok büyük. Halihazırda büyük güçler benzer korku ve beklentilerle bölge politikalarında Kürtleri temel dayanaklarından biri yapmış durumdalar. ABD, Rusya ve Avrupa’nın önemli devletleri Irak’ta ve Suriye’de IŞID’e karşı durabilecek tek gücün Kürtler olduğunu düşünüyorlar. Bunun için terör örgütü ilan ettikleri PKK ile bağlantısı kuşkusuz olan PYD’ye, Türkiye’yi küstürme pahasına her türlü desteği sağlamada hiçbir sakınca görmüyorlar. Rusya’nın PYD ve PKK’ya olan desteği ayrıca Uçak Krizi nedeniyle Türkiye’ye karşı intikam hırsından da besleniyor. ABD ise Irak’ta tek istikrarlı yerin Kürt bölgesi olduğu ve Iraklı Kürtlerin 1991’den beri verdiği mücadele ve gösterdiği sadakatle bir devlet olmayı hak ettiğini düşünüyor.

Tüm bunları alt alta sıraladığımızda, yıllar boyunca büyük devletleri kendisi için mesih gibi gören Kürtler, şimdi bu çalkantılı dönemde dünya tarafından Ortadoğu’nun kurtarıcı mesihi olmuş gibi görünüyorlar. Bu çerçevede ABD ve Rusya Kürtleri kendi eksenine katma mücadelesi içinde onlara her türlü desteği sunmada son derece cömert davranıyorlar. Bununla birlikte bu devletler Kürtleri birbirine kaptırma endişesi ile müttefiklerini kaybetme endişesi arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu çelişki nedeniyle şimdilik temkinli bir Kürt politikası izleyerek ne Kürtleri ne de müttefiklerini küstürmemeye çalışıyorlar.

Bu politika ne kadar devam eder bilinmez ama Kürtlerin bunu tarihi bir fırsat olarak gördükleri kuşkusuz. Madem ki Ortadoğu’da yüzyıllık statüko alt üst oluyor, o halde Kürtler, yüzyıl önce başlayan makus kaderlerini değiştirmek ve yeni düzende kendilerine güçlü bir yer bulmayı umuyorlar. Büyük güçlerle son yirmi yıldır süren kesintisiz ilişkinin artık meyvesini almayı bekleyen Kürtler, bir kere daha büyük güçlerin açtığı yolda hayallerini gerçekleştirebilmenin eşiğine gelmiş bulunuyorlar. Bu eksende bulundukları ülkelerde statülerini bir üst aşamaya taşımak için (Türkiye ve Suriye’de özerklik, Irak’ta bağımsızlık) var güçleriyle mücadele ediyorlar. Bu yolun sonu nereye çıkar, tarihsel kısırdöngülerini kırabilir mi, bilmiyoruz. Ama Kürtlerin şimdi büyük güçlerle bir balayı dönemi yaşadığı kuşkusuz.

Peki ya sonra…

Kürtlerin makus tarihleri bu beklentilere fazla güvenilemeyeceğini söylese de, elbette tarihsel akıl da yanılabilir. Ama her durumda, başta dile getirdiğimiz şu gerçeği kulak ardı etmemek gerekir: Büyük devletlerin Kürtlerle kurduğu ilişkinin çerçevesini kendi çıkarları belirler ve her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengelerdir.

O nedenle büyük devletler ancak bölgesel ve uluslararası dengeler doğrultusunda çıkarları elverirse Kürtlerin hayallerini gerçekleştirmelerine izin vereceklerdir. Böyle bir izne karşılık da herhalde kendilerine bir biçimde sadakat duymalarını bekleyeceklerdir. Bu sadakatse, Kürtleri yine bölgesel politikanın nesnesi/aracı yapabilir. Ama böyle bir durumda daha kötüsü Kürtler, İsrail gibi bölgede düşman nazarıyla bakılan, yapayalnız bir aktöre dönüşebilir. Tabii tüm bunların dışında, tarihin tekerrürü de mümkün: 

Ya büyük güçler, geçmişte olduğu gibi, çıkarlar ve dengeler gereği Kürtleri yüzüstü bırakırlarsa…


Nitekim buna dair güçlü emareler de var. Örneğin, Türkiye’de PKK terörüyle mücadele kapsamında yapılan operasyonlara dünyadan tek bir ses çıkmaması Kürtler için bir işaret olmalı. Benzer biçimde büyük güçlerin İran’la ilişkilerini konsolide ettiği bir dönemde İran’ın da Kürt ideallerine sıcak bakmayacağı aşikar. Bu durumda büyük güçler belki şimdilik Suriye ve Irak ekseninde Kürtlere güçlü destek veriyor olsalar da, bu Irak ve Suriye’deki statükoyu gözden çıkardıkları için şimdilik böyle. Ama Türkiye ve İran için aynı şey söylenemez. Biri ABD’nin öteki Rusya’nın müttefiki olan Türkiye ve İran büyük güçler açısından gözden çıkarılmaları mümkün değil. Bu ülkelerinse Kürt ideallerinin karşısında olduğu ise kuşkusuz. O halde soru şu: Büyük güçler Türkiye ve İran’a rağmen Kürt ideallerini gerçekten sonuna kadar desteklerler mi?



http://www.aljazeera.com.tr/dosya/buyuk-guclerin-kurt-karti


3.CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,



...


KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, Bölüm 1



KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN  BÜYÜK DEVLETLER,  BÖLÜM 1




Kürtler Yine Oyuna Getiriliyor.,

Ali Kaçar
29 Kasım 2014.,


Emperyal ülkeler her dönemde kendi kirli ve kanlı projelerini uygulamak için –birbirine tenakuz gibi görünen onlarca senaryoyu aynı anda devreye sokarlar. Bu senaryoları boşa çıkarmak ancak bölgeyi, bölge halklarını ve emperyal ülkeleri 
çok iyi tanıyan ve karşılığında kısa ve uzun vadeli strateji geliştirebilen akla ihtiyaç vardır. Ne yazık ki İslam coğrafyasında, Osmanlı’dan bu yana henüz böyle bir akıl ortaya çıkmış değildir. Bu nedenledir ki, Osmanlıyı oluşturan kavimler her defasında emperyal ülkeler tarafından oyuna getirilmiş, en çok oyuna getirilen, aldatılan kavim ise ne yazık ki Kürtler olmuştur. Kürtler sadece aldatılmamış, aynı zamanda kıyıma uğrayan, parçalanan ve her defasında bir şekilde oyuna getirilen bir kavim olmuştur. Nitekim Kürtler parçalanarak, 4 ülkede yaşamak zorunda bırakılmış, dilleri, ırkları inkâr edilmiş ve her defasında da, bu ülkelerin zalim yönetimleri tarafından jenoside tabi tutulmuştur. İşin asıl ilginç yanı ise, Kürtler, her defasında sanki oyuna hiç getirilmemiş gibi, yine de kendisini oyuna getiren emperyal ya da bölgesel ülkelerin yedeğinde ve istekleri doğrultusunda yönlendirilerek aynı akıbeti yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bunun bir nedeni, Kürtleri yöneten liderlerin birçoğunun satılık, işbirlikçi olmaları, diğeri ise emperyal ülkeler ve bölgesel işbirlikçi ülke yönetimlerinin sömürgeci politikalarıdır.










Mahabad-Kurt-Cumhuriyeti


Kürtlerin yaşadığı bölge ilk olarak 1916’da Skys-Picot antlaşması çerçevesinde paylaşılmıştır. 
1918’de yıkılan Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde, Türklere, Araplara onlarca devletçik kurdurulmasına rağmen, Kürtlere bir devlet(çik) dahi kurma hakkı ve imkânı tanınmamıştır. Mondros Mütarekesi imzalanmadan kısa bir süre önce Şeyh Said Berzenci’nin oğlu Şeyh Mahmut Berzenci, İngilizlere, 7 Nisan 1918'de birçok Kürt liderinin de imzaladığı ve Kürt bağımsızlığını vurgulayan bir muhtıra vermiştir. Bu muhtıra üzerine, Britanya Hükümeti adına Binbaşı E. M. Noel, 1 Kasım 1918'de, Kürdistan Hükümdarı olarak ilan edilen Berzencî’yi tanıdıklarını açıklamıştır. Ancak kısa bir süre sonra Britanya/İngiltere, Kürt politikasını yeniden gözden geçirmeye ve Berzencî’ye karşı tavır almaya başlamıştır. 

















GÜNEYDOĞUDAKİ AĞA BASKISINA İLK BAŞ KALDIRI - HAMİDO .


Bu tavır, Berzenci ile İngilizler arasında 22 Mayıs 1919'da çatışmaya dönüşmüş ve bu çatışmada Berzenci, Süleymaniye’deki İngiliz birliklerini esir alarak Bağımsız Kürdistan Hükümeti’ni ilan etmiştir.

Berzenci tarafından hükümetin ilan edilmesi çatışmayı daha da alevlendirmiş ve çok geçmeden Berzencî, 12 Haziran 1919'da yaralanarak İngilizlere esir düşmüştür. Bağdat’ta yapılan yargılama neticesinde Berzenci idam cezasına çarptırılmışsa da, toplumsal olayların daha da büyüyeceği endişesiyle arkadaşlarıyla birlikte Hindistan’a sürgüne gönderilmiştir. 
İngilizlerin, Berzenci’nin ilan ettiği Kürdistan hükümetine tahammül etmemesinin en önemli sebebi, bağımsız bir Kürdistan’ın, İngiliz Sir Percy Cox’un da belirttiği gibi, Kerkük ve Musul petrollerinin sağlayacağı zenginlikten vazgeçilmesi anlamına gelecek olması idi. Ancak Berzenci’nin sürgün edilmesi nedeniyle Berzenci’nin taraftarları Amediye, Akra, Musul ve Kerkük’te 
gösteriler başlatmışlardır. Bu gösteriler Araplarla Kürtler arasında şiddetli çatışmalara dönüşünce Ekim 1922'de Şeyh Mahmud Berzenci, sürgünden geri getirilerek bazı yetkilerle ‘Özerk Kürdistan’ın başına oturtulmuştur. Şeyh Mahmud Berzencî, 10 Ekim 1922'de 7 bakandan oluşan bir kabineyle hükümet kurduğunu ilan etmiştir. Resmî olarak Hikûmeta Cenûbî Kurdistan olarak geçen özerk yönetim, yargı ve yürütme organlarını ve halk meclisini aynı gün içerisinde açmıştır. 

Süleymaniye’yi başkent, Şeyh Mahmud Berzencî kral ve hükümet başkanı ilan eden meclis, Kurdistan adıyla bir resmî gazete yayınlamaya başlamıştır. 30 Nisan 1923’te İngiltere ile Irak arasında imzalanan ortak anlaşmayla İngiliz Hükümeti, Güney Kürdistan Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya ve Güney Kürdistan’ı nihai olarak Irak’a ilhak etmeye karar vermiştir. 
Irak ordu kuvvetleri, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin desteğiyle 19 Temmuz 1924'te Süleymaniye’ye girmiş, Berzencî birlikleriyle birlikte dağlara çekilmek zorunda kalmıştır. İngiltere, 1924 ve 1927’de tekrar başkaldıran Berzenci’ye 
son darbeyi 1930’da vurmuş ve 1941’e kadar Irak’ın güneyine sürgüne göndermiştir. 1941 yılına kadar sürgünde ağır koşullarda yaşayan Berzencî, daha sonra Bağdat’a yerleşmiş ve 9 Ekim 1956 yılında burada yaşamını yitirmiştir.

İngilizlere güvenerek yola çıkan Mahmud Berzenci, kısa bir süre sonra İngilizlerin ikiyüzlü politikalarını anlamışsa da geç kalmıştır. Başkenti Süleymaniye olan Kürt Devletini kurduğu ilk günden itibaren İngilizlere karşı ayaklanmışsa da her defasında yenilmiş ve hüsrana uğramıştır. Bu, İngilizlerin Kürtleri yarı yolda bırakması/oyuna getirmesi ilk olmayacak, daha sonraki yıllarda da ne yazık ki bu, tekrarlanacaktı.

MAHABAD KÜRT CUMHURİYETİ,

Kürtlerin yarı yolda bırakıldığı bir diğer olay ise Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kurulması döneminde meydana gelmiştir. 4 ülke arasında parçalanan, parselle nen Kürtler, her ülkede ya bir araya gelerek Birleşik büyük bir Kürdistan devleti kurmak ya da en azından bulundukları ülkelerde özerk/otonomi, yarı özerk bir yönetim kurmak için mücadele etmeye devam etmişlerdir. Bu çerçevede Kürdistan’ın Doğusunda ve Güneyinde 16 Ağustos 1943’de bir grup aydın ve Kürt ileri gelenleri tarafından KOMELA (Komeleyê Jîyanewê Kurdistan - Kürdistan Diriliş Topluluğu) adında bir örgüt kurulmuştur. 
Daha sonra 1945’te KOMELA, Kürdistan Demokratik Partisi-İran (KDP-İ)  olarak isim değiştirmiştir.

Sadece Kürd anne-babalardan doğan gençleri üye kabul eden Komela, gizli hücreler halinde Musul, Kerkük, Erbil, Süleymaniye, Revanduz’da faaliyet göstermekteydi. Kerkük’teki petrol bölgelerini gözleri gibi korumaya çalışan İngilizler, bu örgütten rahatsız olmuştur. Bölgenin önemli dini ve toplumsal önderlerinden olan Gazi Muhammed de o tarihe kadar Komela’nın gizli örgütçülüğünden ve Sovyet yanlılığından rahatsızdı. Kısa bir süre sonra Gazi Muhammed, Demokratik Kürd Partisi adıyla bir parti kurduğunu açıklamış ve Kürdlerin demokratik özerkliğini tarif eden 12 maddeli parti bildirisine 
105 Kürd lideri imza koymuştur. Yeni partinin kuruluşu Komela’yı sarsmış ve pek çok Komela üyesi yeni partiye geçmiştir. 
Gazi Muhammed’in siyasi gücünü, 1932 ve 1945’te İngilizlere iki kez yenildikten sonra Irak’tan ayrılarak Mahabad’a gelen Melle (Molla) Mustafa Barzani’nin 3 bin kadar silahlı adamı daha da pekiştirmişti.

Böylece 22 Ocak 1946’da Sovyetler Birliği’nin desteği ile başkenti Mahabad olan ve Senendec, Şino, Miyandoab şehirlerini kapsayan, 13 bakandan oluşan ve Cumhurbaşkanlığına Gazi Muhammed getirilen Mahabat Kürt Cumhuriyeti kurulmuştur. 
Önde gelen Kürd şefleri Sovyet ordusunun giysilerini giyerek silahlandırıldılar. Bu devletin, milli marşı ve milli bayrağı bulunmaktaydı. Ayrıca meclis, genel ve zorunlu ilköğretim için karar almış ve camilerde vaazlar Kürtçe verilmeye 
başlanmıştır. Yeni kurulan Kürd Cumhuriyeti için, Amerikan ve İngiltere, Sovyetler Birliği’ne baskı yapmaya başlamıştır. 
Bu baskıların sonucunda, Sovyetler Birliği kısa zaman içinde Kürtlere verdiği desteği geri çekmiştir. SSCB İran’la anlaşıp, 9 Mayıs 1946’da İran’dan tamamen çekilince 17 Aralıkta İran ordusu Mahabad’ı işgal ederek Mahabad Kürt Cumhuriyet’ini yıkmış ve yöneticilerini tutuklamıştır. 31 Mart 1947’de Cumhurbaşkanı Gazi Muhammed, Başbakan Hacı Baba Şeyh ve Savunma Bakanı Muhammed Hüseyin Han Seyfi Kadı, Cumhuriyetin kurulduğu yer olan Çarçıra Meydanı’nda asılarak idam edilmişlerdir. Üstelik Kadı Muhammed idam edilirken üzerinde çok güvendiği Sovyet Hükümeti’nin askeri üniforması bulunmaktaydı.

Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluşu Sovyetler Birliği’nin himaye ve desteğinde gerçekleşmişti. Ancak emperyal devletlerin pragmatistliği burada bir daha ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği’nin, ayaklanmaları ve özerk bir devlet kurmak için destekledikleri Kadı Muhammed ve önderliğindeki Kürtler, tarih yine tekerrür etmiş ve yine yalnız bırakılmışlardır. İran despotizmi karşısında yalnız bırakılan Kürtler, idam edilmemek üzere teslim alınan Kadı Muhammed ve arkadaşları başta olmak üzere birçok Kürd kıyımda geçirilmiştir. Kısacası Kürtler, bu sefer de Komünist bir yönetim olan Sovyetler Birliği tarafından oyuna getirilmişlerdir.

11 MART 1971 KÜRTLERE OTONOMİ VERİLMESİ


















GÜNEYDOĞUDAKİ AĞA BASKISINA İLK BAŞ KALDIRI - KOÇERO

Kürtlerin oyuna getirildiğine vereceğimiz üçüncü örnek ise 1970’li yıllarda meydana gelmiştir. 
1958 yılında darbeci Irak Devlet Başkanı Abdülkerim Kasım’ın daveti üzerine Molla Mustafa Barzani Irak’a dönmüş ve bu dönüş coşkun bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. Irak devleti tarafından Molla Mustafa Barzani’ye hem maaş bağlanmış, hem de lojman tahsis edilmişti. Ancak bu durum, çok uzun sürmemiş, Mısır diktatörü Nasır’ın etkisinde kalan Irak Devlet Başkanı Abdülkerim Kasım Arap milliyetçiliğine sarılınca Kürtler yönetimden ve toplumsal hayattan dışlanmaya başlanmıştır. 

Bunun üzerine Kürtler, 1961 yılında bir kez daha dağlarına çekilerek on binlerce peşmerge, Molla Mustafa Barzani’nin komutasında yeni ve uzun sürecek bir savaşa başlamıştır. Savaşın ilk yıllarında bölgelerinin büyük bir bölümü kurtarılmış, özellikle dağlık Kuzey bölümü başta olmak üzere yerleşim yerlerinin önemli bir bölümü Kürtlerin denetimine geçmiştir. 
Irak hükümetinin genel saldırılar dışında Irak Kürt Bölgesi’nde hiç bir hâkimiyeti kalmamıştır. 1961 ayaklanması, 1970 yılının ilk aylarına kadar devam etmiştir.

Yıllardan beri İran ile Irak arasında Basra Körfezine hâkimiyet kurma noktasında çekişme bulunmaktaydı. ABD’yi de arkasına alan İran, Irak’ı zayıflatmak amacıyla askeri, ekonomik ve siyasi girişimlerini artırmak için hareket geçmiştir. İran’ın ABD ile ilişkilerinin gelişmesi, Irak’ı da Sovyetler Birliği’ne yakınlaştır mıştır. Bu yakınlaşmanın sonucunda Irak ile Sovyetler Birliği arasında 1972’de, 15 yıl sürmesi kararlaştırılan Dostluk ve İşbirliği Anlaşması imzalanmıştır. Irak-SSCB ilişkilerindeki iyileşme, Irak’ın hızla silahlanması ve petrol üretimini arttırması İran’ı, İsrail’i ve dolayısıyla ABD’yi endişelendirmeye başlamıştır. Irak’ın gittikçe Sovyetler Birliği etkisi altına girdiğini gören ABD, Irak rejimini zayıflatmak için İran aracılığıyla Kürt hareketini desteklemeye başlamıştır.

Oysa Irak hükümeti ile Barzani arasında ilişkiler yumuşamış ve anlaşmanın imzalanması aşamasına gelmişti. Bu durum ise, İran’ın işine hiç gelmemekteydi. Çünkü Kürtlerin Irak hükümetiyle anlaşması İran’ı, Irak karşısında önemli bir avantajdan yoksun bırakıyordu. İşte bu nedenle İran, Barzani’yi 15 Ocak 1970’de üst düzey bir protokolle ağırlamış ve açıkça Bağdat ile anlaşma yapmaması halinde kendisine büyük yardımlarda bulunulacağı vaat etmiştir. İran, ayrıca bu yardıma ABD ve İsrail’in de yardım ve desteğinin artarak devam edeceğini özellikle belirtmiştir. Nitekim bir CIA belgesine göre İran ve İsrail 
yalnızca Şubat ayı içinde kendisine 3 milyon 360 bin dolar nakit para yardımı yapmıştır. Ayrıca, yapılan davet üzerine 4 Mart 1970’de Molla Mustafa’nın oğlu İdris Barzani Tahran’a gitmiş, burada İran İstihbarat Teşkilatı- SAVAK ve –İsrail 
İstihbarat Teşkilatı- Mossad yetkilileriyle görüşmeler yapmıştır. Bu girişimler, İran ve İsrail desteğini arkasına alan Barzani’nin Bağdat’la giriştiği pazarlıkta elini ciddi şekilde güçlendirmiştir. Ancak İran’ın ve İsrail’in bu tavrına rağmen 
11 Mart 1970’de, Irak’ta devlet başkan yardımcısı Saddam Hüseyin El-Tikriti, Araplar, Molla Mustafa Barzani de Kürtler adına otonomi anlaşmasına imza atmıştır. Böylece Kürtler ile Irak arasında 1961’den beri devam eden savaş sona ermiş, Kürtler dağlardan inerek, kendi meclislerini kurmuşlar ve içte tamamen bağımsız bir tutum takınarak, kendi ülkelerini kendi yasaları ile yönetmeye başlamışlardır. Bu antlaşma, Kürdistan’a bir özerk yönetim getirecek, bunun için öngörülen düzenlemeler, 4 yıl içinde gerçekleştirilerek, 11 Mart 1974’e kadar tüm antlaşma hükümleri yerine getirilmiş olacaktı. 









Büyük Güçlerin Kürt Kartı


11 Mart 1974’e kadar hükümleri yerine getirilecek anlaşmanın bazı önemli hükümleri şöyleydi:

1- Çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bölgelerde Kürtçe, Arapça’nın yanında ikinci eğitim dili olarak kabul edildi. 

Aynı şekilde Irak’ın diğer bölgelerinde de Arapça’nın yanında Kürtçe ikinci eğitim dili olarak resmileşti.

2- Kürtlerin yönetime katılması konusunda, hassas askeri ve idari işlerde onlarla diğerleri arasında ayrım yapılmayacak ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bölgelerde üst düzey makamlar idari, askeri ve güvenlikle ilgili memurlar, Kürtlerden ya da Kürtçe bilenlerden seçilecekti. Cumhurbaşkanı yardımcılarından biri de Kürt olacaktı.

3- Tüm Irak’ta imar konusunda adalet sağlanacak ve Kürt bölgelerinin geri kalmışlığı giderilecek, bu bölgedeki kültür ve eğitim alanındaki geri kalmışlığın giderilmesi için çalışılacak.

4- Yerlerinden göç ettirilen Kürt ve Arap köylüler, kendi yerlerine dönecekler.

5- Irak milletinin, Irak Devleti çerçevesinde Arap ve Kürt milletlerinden oluştuğu vurgulanacak. Kürt halkı Irak’taki sayısı oranında yasama organında pay sahibi olacak.

6- Kürt hareketine mensup silahlı kişiler, Kürdistan’daki yerel polis ve muhafız gücünü oluşturacak; ordu güçleri kışlalarına, peşmergeler de ana yollardan uzak mesafelerdeki yerlerine geri dönecek.

Bu anlaşmanın uygulanması için en fazla dört yıl süre konulmuştu. Bu dört yıl içerisinde Irak Devleti Kürtlere güven vermek için onların bazı isteklerini hemen uygulamaya koymuştu. Irak Devleti, öncelikle tüm siyasi tutukluları serbest bırakmış, Kürtçeyi, eğitim dili olarak Arapça’nın yanında resmi hale getirmiş ve Kürtlere, peşmergelerden şehirlerdeki asayişin sağlanması yönünde istifade etmeleri izni verilmiştir. Ayrıca Irak Baas rejimi kabinesinde Barzani yanlısı beş Kürt bakana da yer verilmiştir.

Ancak İran boş durmamış, Irak’ı zayıf duruma düşürerek 1937’de yapılan antlaşmayla Irak’a bıraktığı Şatt-ül-Arap’ı geri almak istemekteydi. Bu nedenle de İran Hükümeti tarafından 1937de imzalanan anlaşma, 1972’de geçersiz sayılmıştı. İran, Irak’a isteklerini kabul ettirmek amacıyla Kuzey Irak’taki Kürtleri Irak’a karşı kışkırtmak için yoğun bir şekilde görüşmeler yapmaktaydı. İran’ın bu faaliyetleri ise, Baas yönetiminin dikkatinden kaçmamaktaydı. Zaten 1970 Anlaşması’nın uygulanma evresinde Baas’ı en fazla rahatsız eden konu, KDP’nin İran ile devam eden ilişkisi olmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla, İran Şahı 11 Mart uzlaşmasından derin bir rahatsızlık ve hayal kırıklığı duymuş olsa da, Kürtlere en azından Baas yönetiminden istediği alana kadar işbirliğine devam ettirme politikasına sahipti. Baas Partisi’nin 23 Eylül 1972’de KDP’ye verdiği 
memorandum da devam eden KDP-İran ilişkilerinin detayları belirtilmiş ve Kürt liderliğinden İran’la ilişkilerini bitirmesini talep etmiştir. Baas yönetimine göre, ilişkilerin sağlıklı biçimde devam edebilmesi için aşılması gereken ikinci temel sorun, Irak hükümetinin Kürt bölgesinde faaliyet göstermesine izin verilmemesi İdi. Memoranduma göre halen İran sınırını Kürtler kontrol ediyor, sağlık görevlileri dahil olmak üzere kuzeye alınmıyor, Kürtler kendi yargı mekanizmalarını işletiyor, vergi koyup topluyor, petrol boru hattı ve demiryolu ve hava alanı gibi yerlere saldırılarda bulunabilecek güçlere sahiptiler.

İran Şah’ı, Kürtleri, Irak’a karşı tekrar savaşmaları için yardım etmek üzere ABD’yi ikna etmeye çalışmaktaydı. Bu çerçevede İran ABD arasında da yoğun görüşmeler yapılmaktaydı. İran Şahı, Kürtleri silahlandırarak ABD, Bağdat’taki Baas rejimini son derece zayıflatacak ve Kürt ayaklanmasına karşı koyamayan Irak’ı belirli tavizler vermeye zorlamak istiyordu. Tavizlerin başında, Irak’ın, Körfez bölgesinde Şah rejiminin önderliğinde bir barışın sağlanmasına boyun eğmesi geliyordu. Bunun gerçekleşmesi halinde de ABD, anında Kürtlere verilen yardımı kesecek ve Kürtleri kendi kaderleriyle baş başa bırakacaktı. 

İran da ABD’ye yardım bakımından sınır kapılarını Kürtlere kapatacaktı. Geriye Saddam Hüseyin rejiminin Kürtleri yok etmesi kalıyordu. Devam edecek olan savaşta Kürtler yok olurken Irak da epey zayıflayacaktı.”

Molla Mustafa Barzani İran’ın, ABD’nin verdiği desteğe güvenerek 11 Mart 1970 tarihli özerklik kanununu reddetme kararı almıştır. Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) Merkez Komite üyelerinden üçü ve Molla Mustafa’nın Ubeydullah adlı oğlu, Barzanilerin politikalarına karşı olduklarını belirterek onu terk ettiler ve partiyi, SAVAK’ın etkisi altında kalmakla suçladılar. 

Böylece, Kürtlerle Bağdat rejimi arasında 1974 yılında yeni bir savaş başlamıştır.

Turan Yavuz, bu dönemi ve bu dönemde olup bitenleri çok detaylı bir şekilde ‘ABD’nin Kürt Kartı’ adlı eserinde anlatmaktadır. 
Turan Yavuz, ABD ve İran’ın Kürtlere yaptıkları ihaneti, onları yarı yolda bırakmalarını özetle şöyle ifade etmektedir; 
Washington ve Tahran’ın istediği, Irak’ın toprak bütünlüğünün parçalanması değildi. Onlar Kürtlerin, mücadelelerini belirli bir düzeyde tutarak Bağdat rejiminin kaynaklarını tüketmek istiyorlardı. İran Şahı da Kürt kartını Bağdat’a karşı bir koz olarak tutuyordu. İran’ın Irak’la sınır sorunu vardı. Şah, Kürt kartını oynayarak Irak’tan sınır düzenlemeleri konusunda bazı tavizler koparabilirdi. Şah işte bunun hesabını yapıyordu.

1974 yılının Ağustos ayında Irak ve İran’lı diplomatlar gizlice İstanbul’da buluşmuştu. Ancak Iraklı ve İranlı diplomatlar, bu ilk oturumda anlaşamamış lardır. Bu oturumu 1975 yılının Ocak ayında İstanbul’da İran Dışişleri Bakanı Abbas Ali Halatbari ile Irak’lı karşıtı Sadun Hammadi arasında yapılan gizli görüşme izlemiştir. Artık Irak, Sovyetler’den aldığı silah yardımına rağmen Kürt ayaklanmasının üstesinden gelemeyeceğini anlamış ve savaş alanında elde edemediğini masa başında Irak’ın bazı topraklarını İran’a vererek çözümlemeye karar vermişti. Kürtler, haberleri olmadan pazarlık konusu olmaya devam ediyordu…

Kürtler artık son derece zayıflatılmış Irak’a karşı, bu desteğin devam etmesi halinde, her an zafer ilan edebilecek duruma geliyordu. Ancak bunu “ Ağabeyleri ” iki ülkenin politikaları doğrultusunda bir türlü gerçekleştiremiyor lardı. Kısacası öldürücü darbeyi indirmelerine izin verilmiyordu. 
Zaten Beyaz Saray’ın da bütün istediği buydu. Sovyet uydusu haline gelen Irak’ın zayıflatılması, ancak ölmemesiydi…

“6 Mart (1975) günü Saddam Hüseyin ile İran şahı tarafından yayımlanan bir ortak bildiride iki ülke arasında barış döneminin başladığı açıklanıyordu. Irak, Kürt ayaklanmasını bastırmak için İran’a oldukça büyük toprak tavizleri vermişti. 
Bunun karşılığında İran şahı da, Irak’taki Kürtlerden desteğini çekeceğini ve onlara silah yardımında bulunmayacağını taahhüt ediyordu. Cezayir protokolünün 6 Mart tarihinde imzalanmasından bir gün sonra Irak ordusu, ülkedeki Kürtler üzerine yürümeye başlamıştı… İran’dan silah yardımının kesilmesiyle Kürtler bir anda Saddam Hüseyin’in orduları karşısında 
ağır yenilgilere uğruyordu. Nitekim birkaç hafta içinde Kürt ayaklanmasından eser kalmamıştı ve Kürtler, Saddam Hüseyin tarafından kendilerine önerilen affı kabul etmekle karşı karşıya bırakılmışlardı. Ancak bunu kabul etmediler ve Türkiye ile İran sınırındaki dağlara doğru kaçmaya başladılar. Bölgede büyük bir mülteci krizi yaşanmaya başladı. Irak ordusu kuzeyde Kürtlere karşı acımasız bir şekilde şiddet kampanyasını sürdürürken, 10 Mart tarihinde bölgedeki Kürt karargâhından, yine bölgede bulunan CIA istasyon yetkilisine şu acil mesaj gönderildi:

“Halkımız ve kuvvetlerimiz arasında korku ve kargaşalık var. Halkımızın geleceği bugüne kadar eşi görülmemiş bir tehlike içindedir. Yok, edilmeyle karşı karşıyayız. Buna hiçbir anlam veremiyoruz. Bu yüzden size ve hükümetinize, verdiğiniz sözleri tutma çağrısı yapıyoruz. Olaya bir an önce müdahale etme çağrısı yapıyoruz. Sizi ayrıca Molla Mustafa Barzani’nin hayatını ve ailelerimizin onurunu kurtarmaya ve sorunumuza şerefli bir çözüm bulmaya çağırıyoruz…”

Barzani mektubunda İran’ın Kürtlere tüm sınırlarını kapadığını ve bunu fırsat bilen Irak ordusunun da halkını yok etmek için eşi görülmemiş operasyonlar düzenlendiğini anlatıyor. Barzani Henry Kissinger’e Mektubunda, “Herkesin sessiz kalması sonucunda davamız ve halkımız yok ediliyor” diyen Barzani şu hususlara dikkat çekiyordu: “Ekselans hazretleri, inancımız odur ki, kendilerini sizin ülkenizin siyasetine adamış olan halkımıza karşı manevi ve siyasi bir sorumluluğunuz vardır.

Ekselans hazretleri, bu hususlardaki cevabınızı bir an önce bekliyoruz ve ABD’nin bu gibi kritik dönemde ilgisiz ve duyarsız kalmayacağınızı ümit ediyoruz…”

Henry Kissinger mektuba cevap bile vermemişti. Kendisi ve Beyaz Saray için sorun kapanmış ve dosya bir süre için rafa kaldırılmıştı. İran, Irak’la bir anlaşma imzalanmış ve Kürtler sayesinde Irak’ın askeri gücü oldukça zayıflamıştı.

Oysa Molla Mustafa Barzani sık sık verdiği demeçlerde “Başka hiçbir büyük güce güvenmiyorum” ifadeleriyle ABD’ye güvendiğini açık bir şekilde söylemekteydi. Hatta bir keresinde “Şayet davamızda başarıya ulaşırsak ABD’nin 51. eyaleti 
olmaya hazırım…” bile demişti.

1974 yılında Kürtleri ayaklanmaya kışkırtan ABD, bu anlaşmadan sonra Kürtleri de Barzani’yi de satmıştır! 

Barzani, 8 Şubat 1977 günü Amerika’da “2933 Melanie Lane Oakton Virginia” adresinden ABD Başkanı Carter’a gönderdiği mektupta “Kürt ayaklanmasının hem Birleşik Devletlerden, hem İran’dan destek göreceği söylendi” diyerek Kürt 
ayaklanmasının ardındaki Amerikan desteğini açıklamıştır. Barzani aynı mektubunda, “Eğer Amerika’nın verdiği söze tam olarak inanmasaydım halkımı bu felaketten kurtarabilirdim” diye yakınmış ve mektubunu “Yarım asırdan fazla bir zamandır halkım bütün güvenini, umudunu bana bağladı. Şimdi ben bu umudu size devrediyorum” diye bitirmiştir.

Tarih, bir daha tekerrür etmiştir ve Kürtler bir kere daha başta ABD olmak üzere bölgedeki işbirlikçi ülke yönetimleri tarafından oyalanmış ve ihanete uğramıştır. Ne yazık ki her ihanetin sonucunda binlerce, yüz binlerce masum insan 
katledilmiş ve çok daha fazlası ise mülteci konuma düşürülmüştür. Böyle bir oyun ve ihaneti tekrarlamaktan ne emperyal ülkeler bıkmış, ne de Kürt kavmi aklını başına almıştır. Her defasında senaristi, oyun ve oyuncuları aynı olan sahne  yazık ki  tekrarlanmaktadır. Nitekim İran-Irak savaşında da aynı oyun sahnelenmiştir. Bu savaşta, İran ile birlikte Irak’a karşı savaşan Kürtler, Saddam’ın başlattığı Enfal operasyonu sonucunda tam anlamıyla bir katliama tabi tutulmuşlardır. 
Çoluk çocuk, yaşlı, kadın erkek ayrımı yapılmaksızın 300 bin civarında masum Kürt, kimyasal gazlarla, bombalarla katledilmiştir. Yaşı müsait olan herkesin ömürleri boyunca hiç unutamayacağı Halepçe katliamı bu operasyon esnasında  
gerçekleştirilmiştir. İnsanlar, sofra başında, evde, kapı önündeki aileler, çalışan babalar, bulaşık ve çamaşır yıkayan, yemek yapan, evi süpüren, beşikteki çocuğu uyutmaya çalışan anneler ve beşikteki bebeler, dışarıda oyun oynayan çocuklar, henüz isimleri bile konmamış yavrular, koyunları ve davarları otlatan çobanlar, velhasıl mazlum, mustaz’âf Müslüman 5 bin (Halkın verdiği bilgilere göre 22 bin) kişi, Şehîd edilmiştir.

Evet, tarih bir daha tekerrür ediyor, geçmişte birçok kez Kürtleri yarı yolda bırakarak ihanet ettiği için Kürlerin katliama uğramasına neden olan ABD, yine bugün, hem Kuzey Irak Kürtlerini, hem de PKK’yı kullanmaktadır. Irak Kürtlerinin bu kaçıncıdır ABD tarafından yüz üstü bırakıldıklarından dolayı katliama uğradıkları! Hala daha akıllanmamış gibi ABD’nin tetikçiliğini yapmaktadır bölgede! ABD için önemli olan menfaatlerinin kalıcılaşması ve Siyonist İsrail’in güvenliğidir. 

Bunlar temin edildikten ve güvenlik altına alındıktan sonra, isterse bütün İslam coğrafyası yangın yerine dönsün hiç umurunda değildir. IŞİD dolayısıyla bölgedeki Kürtler özellikle de Barzani yönetimindeki Kürtlerle PKK, ABD’ye hizmet noktasında yarışmaktadırlar. Oysa bunun sonucu da tıpkı daha öncekiler gibi hüsran olacağı asla unutulmamalıdır. 

Zaten ABD’li yetkililer defalarca bizim için ne Kobani, ne IŞİD önemlidir; 

Bizim için önemli olan Petrol Rafinerilerin Güvenliğidir açıklamasını yapmıştır.


http://www.gencbirikim.net/kurtler-yine-oyuna-getiriliyor/


2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


..