BÜYÜK DEVLETLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BÜYÜK DEVLETLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2016 Perşembe

KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 6




KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 6




Büyük Kürdistan İncirlik’te kuruluyor.,

Bünyamin Aka

17 Ağustos 2015















Bu plan karşısında Türk Milleti birleşmelidir. Milliyetçi olduğunu söyleyen Partinin başkanı Bahçeli, bu planın yanında değil karşısında yer almalıdır. Türk Milleti, devleti yok edilirken sorumluluktan kaçan Milliyetçi olamaz.
İncirlik, Adana’nın Merkez Yüreğir ilçesine bağlı beldenin adıdır. Şimdi beldeliği de kaldırılmış mahalle durumuna getirilmiştir. İncirlik Üssü’nün kuruluşu Menderes Hükümeti dönemidir. 1951 yılında inşaatına başlanan üs, 1954 yılında kullanıma açılmıştır.

İncirlik Üssü’nün, Türkiye ve ABD’nin ortak kullanımı için açılmış olduğu söylense de genelde ABD üssü olarak bilinir. İncirlik üssünde görevli Türk subaylar bu durumdan rahatsız olduklarını çok kez açıklamışlardır. Türk Subaylarının denetiminde yapılması gereken uçuşlar, bağımsız yapılmakta ve üssün birçok yerinden, Türk subayları uzak tutulmaktadır.

İncirlik Üssü, bir kez kapatılıyor. ABD, Kıbrıs Barış Harekatı’na karşı çıkıyor. Türkiye’ye ambargo uyguluyor. Rum kasaplarının yanında yer alıyor. Çünkü Rumlar Türkleri kesiyor. ABD, Türkiye çıkarına herhangi bir olayda, Türkiye’nin yanında yer almıyor. Yeter ki kesilenler Türk olsun. Sözde NATO müttefikimiz Türkiye’ye ambargo uygulamaktan çekinmiyor. Ambargonun kalkmasıyla birlikte kapalı olan bütün ABD üsleri açılıyor.

İncirlik Üssü, Türkiye’nin bağrına saplanmış hançerdir

Kıbrıs Barış Harekatı bizlere şunu gösterdi ki, ABD ve örgütü NATO, Türkiye’nin zor yıllarında yardım etmemiştir. Hiçbir zaman da etmeyecektir. Çünkü onlar, Türkiye’yi yok etmek isteyen emperyalistlerdir. NATO’nun içimize girmesi ile birlikte Türkiye’nin yörüngesi değişti. ABD yönetimine, denetimine girdi. Türkiye’yi CIA yönetmeye başladı. Siyasi liderleri, siyasi partileri, darbeleri, komploları, cinayetleri CIA belirledi. NATO’ya girişimizin sonucunu, bugün çok ağır şekilde yaşıyoruz.

İncirlik Üssü, Rusya’ya karşı kurulmuş olduğu söylense de üs bölgesinin, Rusya’dan uzak oluşu başka amaçlar için kurulduğunu gösteriyor. Üs, ilk kez İsrail ve Lübnan krizlerinde kullanıldı. Buradan anlaşılıyor ki İncirlik Üssü, ABD’nin Ortadoğu çıkarları için açılmıştır. Özellikle son 25 yıldır, kendi topraklarımızda ki üs, BOP’u uygulamak için kullanılıyor.

Hatırlanacağı gibi BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) Ortadoğu coğrafyasında bulunan birçok ülkenin sınırlarını ve yönetim şekillerini değiştirmeyi hedef almaktadır. Sınırları ve yönetimi değişecek ülkeler arasında Türkiye’de vardır. İncirlik Üssü, Türkiye’nin sınırlarını değiştirmek yani Türkiye’yi bölmek ve Büyük Kürdistan’ı kurmak için kullanılmaktadır.

Birinci Körfez Savaşı, BOP’un başlangıcıdır

ABD, 1980 yılında, İran ve Irak’ı birbirine düşürdü. İran-Irak savaşı tam sekiz yıl sürdü. ABD, Irak tarafında gibi duruyordu ama İran’a da gizli gizli silah sattığı ortaya çıktı. 1988 yılında savaş bitti. Sekiz yıl boyunca bu iki ülke can ve mal kaybına uğradı. Ekonomik olarak sıfırlandılar. Saddam Hüseyin, ABD’nin yol açtığı bu savaşta, ABD’nin istediklerini yapan biri olarak ekonomik kayıplarını telafi etmenin yollarını aramaya başladı. Hedefini de belirlemişti, Kuveyt.

Saddam, Kuveyt’i sıkıştırmaya başladı. Kuveyt’in, Irak’a ait olduğunu iddia ediyordu. Kuveyt, gerçekten de Irak’tan kopartılmış bir parçaydı. O parçayı emperyalist devletler kopartmıştı. ABD, ilk başta bu olaya karışmayacağını açıkladı. Bu açıklamayı duyan Saddam, 1990 yılında Kuveyt’e girdi ve işgal etti ve hayatının hatasını yaptı. ABD’nin, tuzağına düştü.

Bu olaya karışmayacağını açıklayan ABD, bir anda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni harekete geçirdi. Diğer emperyalistleri ve işbirlikçi Arap ülkelerini de yanına alarak, 1991yılında Irak’a saldırdı. O dönem Türkiye’de Özal yönetimi vardı. Özal, Irak’ın bir bölümünü işgal etmeye kalkmış ve dönemin Genel Kurmay Başkanı bu istek karşısında istifa etmişti. Özal, beklemediği bu istifa üzerine işgal planından vaz geçti ama İncirlik Üssü’nü ABD kullanımına açtı. İncirlik Üssü’nden kalkan ABD uçakları, Irak semalarında binlerce sorti yaptı. Tonlarca bomba bıraktı. Binlerce insan yok edildi.

Irak’ı parçalayan Kürtler, şimdi Suriye’yi parçalıyor

Birinci Körfez Savaşı bitti. Irak yenildi. ABD, Irak’ı yenmekle kalmadı. Irak içerisindeki, Barzani ve Talabani aşiretlerinin öncülüğünde Kürtleri ayaklandırdı. Saddam Hüseyin, Kürt ayaklanmalarını bastırdı. Saddam’dan kaçan Kürtler, Türk sınırına yığıldı. Türkiye, kürt sığınmacıları özellikle Batı ülkelerinin yardım sözüne kanarak kabul etti.

Batı basını ve içimizdeki Kürtçüler, Kürtlere ağlıyor ağıtlar yakıyorlardı. Kürtçü basına göre Saddam, Kürtlere karşı kimyasal silah kullanıyor, mazlum, zavallı, savunmasız Kürtler, yok ediliyordu. Her yerde buram buram Kürtçülük kokuyordu. Saddam zalimdi. Yok edilmeliydi. Kürtler masumdu. (Daha sonra ortaya çıkan bir gerçek var ki Saddam’ın kimyasal silah üretecek tesisi yoktu.)

Kürtler, ne mazlum, ne de savunmasızdı. Ellerine silah alarak saldırıya geçen, Kürtlerdi. Emperyalist desteği ile silahlı ayaklanmaya kalkışmışlardı. Ayaklanmak, parçalamak suç değil, devleti korumak için ayaklananlara karşı çıkmak suç olmuştu. Oysa Irak’a giren ABD askerlerini, ABD bayrağı sallayarak alkışlayan, yine Kürtlerdi. Türkiye, sınırı açmış, Iraklı Kürtlere yardım ederken, PKK’lı teröristler de boş durmuyordu. Askerlerimizi, sivil memurlarımızı şehit etmeye devam ediyorlardı. Kürt sığınmacıların, Türkiye’ye girmesinden sonra PKK eylemleri, şiddetini artırarak, alanını genişletti. Bazı il ve ilçelerde bayrak çekmeye çalıştılar. Babaları ABD’ye o kadar güveniyorlardı ki Türk Ordusu’nun karşısına düzenli ordu birlikleri gibi çıkma gafletine bile düştüler. Pusu kurmaya alışmış hain çeteyi, yok olmaktan yine ABD kurtardı.

Bugün aynı olaylar Suriye sınırımızda sürmektedir. IŞİD’den kaçanların Türkiye sınırına yığılması, Kobane dedikleri yeri, kürt bölgesi göstermelerinin nedeni aynıdır. 1991’de Irak ve Saddam ne ise 2015’de IŞİD ve Suriye aynıdır. Saddam’ı ve IŞİD’i yaratan ABD’dir. Konu ise tanıdık. Her zaman ki gibi hainlikleri ve işbirlikçilikleri ile öne çıkan Kürtler.

Kürt koruma kalkanı, Çekiç Güç

Irak’ta ayaklanmış ama başarısız olmuş Kürtleri, ABD koruma altına almak için Irak’ı böldü. Irak’ın, Kürt ve Şii bölümlerine, Saddam’ın askerlerinin girişi yasaklandı. Bu yasağı uygulamak için yine İncirlik Üssü seçildi. İncirlik Üssü’ne, adına Çekiç Güç denen, ABD ve diğer batılı ülkelerin uçakları yerleştirildi. Çekiç Güç’ün amacı, Saddam’ın askerlerinin, yasak bölgelere girmesini engellemekti. Girerlerse, İncirlik’ten kalkan uçaklar, Saddam’ı bombalıyordu. Çekiç Güç, Kürtler için hem kalkan hem de saldırı aracı oldu. Kürtler dokunulmazlık kazandı. Barzani ve Talabani, devlet kurmak için alt yapı çalışmalarına başlayıp adım adım ilerlediler.

Barzani ve Talabani genel olarak birbirine düşman iki aşirettir. Zaman zaman birbiriyle kanlı çatışmalara girmişler ve çok zaman, Türk devletinin çabalarıyla bu kavgalar sonlandırılmıştır. İkinci Körfez Savaşı’nda, Saddam ortadan kaldırıldı. İki aşiret lideri arasında çatışma çıkmasın diye Talabani, Irak Devlet Başkanı yapılırken, Barzani’ye ise Kürt tarafının başkanlığı kaldı. Kuzey Irak Barzani Kürt devletçiği bu şekilde kuruldu. Talabani’nin Irak’a başkan yapılması, Apo’nun Türkiye’ye başkan yapılması ile eş değerdir. Ve bütün amaçları da budur. Irak, Kürtlerin yönettiği bir ülke durumuna getirildi. Sırada, Suriye ve Türkiye bulunmaktadır.

İncirlik Üssü’nün varlık nedeni, Büyük Kürdistan’ın kuruluşudur

Kuzey Irak’ta, ABD’nin kurmak istediği Kürt devletine, Türkiye karşı çıkmıştır. Kırmızı çizgilerimiz var denmiştir ama Kuzey Irak Kürt devletçiğinin kurulmasını, İncirlik Üssü sağlamıştır. Türk hükümetleri; gaflet, delalet ve hatta hıyanet içerisinde Türkiye’nin çıkarını değil, ABD ve Kürtlerin çıkarını düşünmüş, Kürtler genişlerken, Türkiye kendi sınırlarını koruyamaz duruma düşürülmüştür. İncirlik Üssü, kurulduğundan itibaren Türkiye yararına hiçbir faaliyet göstermemiş aksine yapılan gizli anlaşmalarla nükleer silah yerleştirilerek Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye sokmuştur. Kendi ülkemizde, ABD atom bombası vardır.

İncirlik Üssü’nün kullanım amacı, BOP’un uygulama hareket merkezidir. ABD çıkarları doğrultusunda, Ortadoğu’yu şekillendirmek ve kendi istediği yönetimleri oluşturmaktır. Buna Türkiye’de dahildir. ABD, Kürtlere, Ermenilere, Rumlara bu coğrafyada devlet kurmak için daha 1900’lü yıllarda söz vermiştir. Ermeni, Rum, Kürt ayaklanmalarının nedeni, ABD’nin verdiği sözdür. İncirlik, Küçük Kürdistan’ı kurmuş, Büyük Kürdistan’ı kurmak için çalışmaktadır. İncirlik Üssü’nü Menderes vermiştir. Özal, sınırsız bir şekilde ABD yönetimine açmıştır. AKP hükümeti ise açılan bu yoldan devam etmiştir. İşin ilginç tarafı, Menderes, Kürt ağalarını büyütmüş, Özal bütün Kürtleri harekete geçirmiş, AKP ise açılım, çözüm diyerekten Türkiye Cumhuriyeti’ni yok saymış, PKK ağzı ile Kürdistan’ı kurmak için çabalamıştır.

AKP ve PKK’nın kuruluş amacı, Kürt devletidir

BOP eş başkanı Tayyip Erdoğan’dır. Tayyip Erdoğan, açılım ya da “çözüm” denen süreci boş yere başlatmamıştır. Saddam’ın gidişiyle başlayan BOP, Suriye ile devam etmektedir. Türkiye, federasyonlara bölünecek ve kendisi de federasyonların başkanı olacaktır. AKP siyasi, PKK silahlı olarak, BOP’un araçlarıdır. ABD, AKP sayesinde İncirlik’e yerleşmiş, IŞİD’e karşı çekiç güç rolüne soyunmuştur. Türkiye’nin güneyinde bir Kürt devleti daha kurmak için yine bombalar yağdırmaktadır.

ABD, İncirlik Üssü’nden kalkan uçaklarla Kuzey Irak Barzani Kürt yönetimini kurdu. Şimdi yine İncirlik’ten kalkan uçaklarla Kuzey Suriye PYD Kürt Devletini kuruyor. Sonra sıra Türkiye’ye geliyor. İncirlik Türkiye içerisinde, Türkiye’yi yok etmek için kullanılıyor. İncirlik Üssü, Türkiye’nin bağrına saplanmış hançerdir. ABD, AKP, PKK, PYD bu coğrafyadan Türkleri atmak için işbirliği yapıyor.

Bu plan karşısında Türk milleti birleşmelidir. Milliyetçi olduğunu söyleyen partinin başkanı Bahçeli, bu planın yanında değil karşısında yer almalıdır. Türk milleti, devleti yok edilirken sorumluluktan kaçan milliyetçi olamaz. Milliyetçiler, birlik olup ayağa kalkmalıdır.




http://www.turksolu.com.tr/buyuk-kurdistan-incirlikte-kuruluyor/

..


KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 5





KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 5





PKK’da Strateji Değişikliği ve Nedenleri


Yazar: Merve Önenli Güven
10 MAYIS 2016 SALI

PKK tarafından Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde Suriye benzeri kanton yapılanmaların kurulabilmesi ve demokratik özerklik adı altında bölgede alternatif bir yönetim modeli oluşturabilmek adına 2015 yılı içerisinde örgüt tarafından kıra dayalı şehir savaşı stratejisi modeli benimsenmiştir. Bu bağlamda örgüt üst yönetiminin 52 isminden 17’sinin Suriye/Ayn-el Arap (Kobani)’da bulunduğu, aralarında; Bahoz Erdal kod Fehman Hüseyin, Avareş kod Mustafa Karasu ve Sofi Nurettin kod Nurettin Halef Al Muhammed’in de bulunduğu şahısların,Ayn-el Arap (Kobani)’ı üs bölgesi olarak kullandıkları yönünde bilgiler bulunmaktadır. Bu bölgede şehir savaşı yöntemlerini öğrenen örgüt mensuplarının, Diyarbakır/Sur, Şırnak/Merkez, İdil, Cizre, Silopi, Hakkâri/Yüksekova, Mardin/Nusaybin gibi örgüt tarafından iç çatışma yaratmak üzere belirlediği bölgelere savaşmak amacıyla gönderildikleri tespit edilmiştir.





PKK’nın Temmuz 2015 itibarıyla yürüttüğü stratejisinde 2016 yılı içerisinde bazı değişikliklere gittiği gözlemlenmektedir. Örgütün strateji değişikliğine gitmesindeki en önemli etken şehir savaşı stratejisi planlamasında halktan almayı beklediği desteği alamamasıdır. Diğer önemli bir husus da örgütün operasyonlar neticesinde önemli bir düzeyde bozguna uğratılmasıdır. PKK, şehir savaşı stratejisiyle halk savaşı başlatacağı planlaması yaparken halktan beklediği desteği alamadığı gibi halkın kendisine net bir şekilde olumsuz tavır sergilemesine de kendiliğinden neden olmuştur. Örgüt şehir savaşı stratejisinin başarısız olmasını; “Bölge halkından destek görmemesi, Kobani’de olduğu gibi cephane ve takviye gönderilmemesi, büyük Botan yürüyüşü gibi çağrılarının halk tarafından karşılıksız bırakılması” temelinde açıklamaya çalışmaktadır.

Bu yazıda PKK’nın strateji değişikliğine gitmesine neden olan faktörlerin neler olduğu ve bu faktörler neticesinde örgütün nasıl bir strateji değişikliğine gittiği hususları analiz edilecektir.

Örgütün Değişen Stratejisi ve Neden Olan Faktörler:

1.Şehir savaşı stratejisi temelinde örgüt, hendekler açılması, evlerin birbirlerine tünellerle bağlanmasını sağlayarak kaçma-kurtulma yolları yaratmayı ve çatışma üstünlüğü elde etmeyi hedeflemiştir. Şehir savaşlarının en önemli özelliği olan sivillerin bulunmasından ve zarar görme ihtimallerinden hareketle örgüt, halkın bölgeden ayrılmasını istememiştir/istememektedir. Bu nedenle de sokağa çıkma yasakları örgütün hareket kabiliyetini sınırlandıran bir unsur olmuştur/ olmaktadır.  Ayrıca siviller üzerinden oluşacak zayiatlar çerçevesinde örgüt, devletin Kürtleri katlettiği söylemini kullanabileceği bir ortam yaratma çabası içerisinde olmuştur.

Ancak operasyonların başarılı bir şekilde gerçekleşmesi ve bu bağlamda kırsal kadronun öncülüğüne rağmen, sokak ve mahalle hâkimiyetlerini kaybederek dar bir çember alanda sıkıştırılan örgüt gruplarının bazıları teslim olmuştur bazıları ise çeşitli kaçış yollarıyla yeniden kırsal alana ulaşmaya çalışmıştır/çalışmaktadır. Bu çerçevede, örgüt üst yönetiminin kadrolarına güvendikleri genç elemanlarla birlikte kırsal kadro mensuplarının kırsal alana geri dönmesi yönünde verdiği talimat dikkat çekicidir. Söz konusu hususlar nedeniyle örgüt kırsal kadroların daki deneyimli mensuplarının öncülüğünde elde etmeyi amaçladığı bölge hâkimiyeti stratejisinden vaz geçerek özellikle deneyimli ve yeniden örgütlenmeyi sağlayabilecek nitelikteki kadrosunun kaybının önüne geçmek adına bu kadroların kırsal alana ve Türkiye’nin arka cephesine (Irak ve Suriye) geçmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu durum aynı zamanda örgütün yerleşim yerlerinden eylemsel ağırlığını kırsal alana kaydıracağını göstermekle beraber, büyük şehirlerin yanı sıra beklenmedik orta ölçekli şehirlerde de sansasyonel nitelikli eylem gerçekleştirme planlamalarına devam edeceğinin sinyallerini vermektedir.












2.PKK’nın şehir savaşı stratejisinde en güvendiği ve uzun bir süre etkin bir şekilde kullandığı keskin nişancılarına yönelik nokta istihbarat çerçevesinde yapılan operasyonlar örgütün bu kozunu kaybetmesine neden olmuştur. Bugüne kadar keskin nişancılar nedeniyle 23 güvenlik mensubumuzun şehit verildiği açıklanmıştır. Bu bağlamda, Diyarbakır/Sur ve Şırnak/Cizre’de yürütülen operasyonlarda güvenlik birimlerinin fazla kayıp vermesine neden olan, daha önce Suriye/Ayn el Arap (Kobani)’da IŞİD’e karşı savaşırken Türkiye’ye geçtiği tespit edilen 13 keskin nişancıya yönelik nokta operasyonlar gerçekleştirilmiştir. Keskin nişancıların 8’inin Sur, 3’ünün Cizre, 2’sinin ise Silopi’de bulunduğu tespit edilmiştir. Operasyonlar neticesinde 13 keskin nişancının 5’inin öldürüldüğü açıklanmıştır.

3.Örgüt, hâkim olduğu bölgelerde Suriye/Ayn-el Arap (Kobani) bölgesindeki gibi kanton yapılanmalar kurma hedefini gerçekleştirememesi neticesinde, öncelikli olarak eylem kapasitesini büyük şehirlere yöneltmiş ve sansasyonel nitelikli bombalı araçlarla intihar saldırıları gerçekleştirmiştir ve bu yöndeki planlama larına ve arayışlarına devam etmektedir. Bu eylemlerdeki en temel amaç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde yaşanılan güç kaybını büyük şehirlerde ses getirici eylem yapabilme kabiliyetini sergileyerek örgütün güçlü olduğunun mesajının verilmesidir. Ayrıca, şiddet eylemlerinin büyük şehirlere yayılmış olduğunu göstermek suretiyle operasyonların sürdürülmesine ve destek verilmesine ilişkin halkın düşünce ve kanısını değiştirmek, bu yolla da hükümet üzerinde baskı oluşturulmasını sağlayarak operasyonların sorgulanmasına neden olmaktır. Söz konusu hususların yanı sıra bu tarz eylemlerin engellenememesi noktasında da halk nezdinde güvenlik birimlerine yönelik yetersiz olunduğu yönünde bir algının oluşmasını sağlamaktır.

Bu çerçevede örgütün kullandığı patlayıcıların türleri ve miktarları da eylemlerin ses getirici olması yönünde örgütün amacını net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Örneğin;17/02/2016’da Ankara Merasim Sokak’ta Genelkurmay’ın servis araçlarına yönelik gerçekleştirilen eylemde kullanılan patlayıcının; RDX, mazot ile TNT’nin karıştırılmasıyla elde edilmiş yaklaşık 300 kiloya yakın olduğu açıklanmıştır. Diğer bir örnek yine Ankara’da 13/03/2016 tarihinde Kızılay’dan Çankaya’ya giden otobüs duraklarının bulunduğu bölgede seyir halindeki BMV markalı bombalı araçla intihar saldırısı düzenlenmesinde görülmektedir. Eylemde kullanılan patlayıcı miktarının yine 300 kilo olması ve bu sefer kullanılan patlayıcı türünün TNT, RDX, amonyum nitrat ve balmumu karışımından yapılmış olması yukarıda bahse konu sansasyonel eylem tanımını nitelemektedir.

PKK, ilk kuruluş yılları sonrasında, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri kapsamında ve özellikle Batılı ülkeler nezdinde meşru bir zemine yerleşebilmek adına eylemlerinde sivil kayıplardan sarf-ı nazar etmiştir. Ancak hâlihazırda uluslararası alanda özellikle Suriye’deki iç savaş neticesinde elde ettiği pozisyon ve Irak’taki varlığı çerçevesindeki bir kazanımı Türkiye sınırları içerisinde de elde edebileceğini düşünmüştür. Ancak bu konudaki hesaplamalarının beklentisinin aksine sonuçlanması, örgütü daha da ses getirici eylemler gerçekleştirmeye itmiştir. Bu durum örgütün sadece kendisi dışındakilere değil kendi yapılanmasına da güçlü olunduğunun mesajını vermeyi amaçlamaktadır. Çünkü bu tarz yapılanmalar sorgusuz itaati şart koşsa da yaşanan kayıplar ve güç kaybı örgütün varlığının sorgulanmasına neden olabilmektedir. Bu çerçevede özellikle teslim olan örgüt mensuplarının verdikleri ifadelerde halka yönelik örgüt talimatlarıyla gerçekleştirilen uygulamaların sorgulanmasına neden olan; halk için ve halk adına verilen vaatlerle gerçekleştirilen eylemler ile bu eylemlerin yol açtığı sonuçların uyumsuzluğudur. Halkın özgürlüğü adına yapıldığı iddia edilen eylemlerin halkın yaşadıkları yerleri terk etmesine neden olmasıve halkın örgüte yönelik menfi tutumunu gören kadroların bu süreci sorgulaması bu duruma örneklerden birisidir.

Örgütün gücünü ispat etme yönteminin sivil kayıplara neden olması neticesinde örgüt kendisine yönelik olumsuz tepkileridizginlemek için de PKK’nın silahlı kanadının bir parçası olan Kürdistan Özgürlükleri Şahinleri (TAK) birimini, örgütten ayrılmış bir grup olarak kendi talimatları dışında hareket eden bir yapılanma şeklinde göstermeye çalışmaktadır.












Bu bağlamda, 17/02/2016 tarihinde Ankara’da Genelkurmay’ın servisleri ile 13/03/2016’da Kızılay’da gerçekleştirilen araçlı intihar eylemleri TAK tarafından üstlenilmiştir. TAK’ın PKK ile organik bağı örgütün kendi kaynaklarındaki şematik yapılanmalarında açıkça görüleceği gibi örgüt üst yönetiminin eylem sonrası açıklamaları da bu durumu somut bir şekilde ortaya çıkartmaktadır. Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi Konseyi (KCK) Eş Başkanı Cuma kod Cemil Bayık 18/02/2016 tarihinde, Ankara’da 17/02/2016 tarihinde askeri servislere yönelik gerçekleştirilen eyleme ilişkin olarak; “ Saldırıyı kimin yaptığını bilmediklerini ama Kürdistan’daki katliamlara karşı bir misilleme eylemi olduğunu, Türk Devleti’nin Cizre başta olmak üzere Kürdistan’da devam ettiği katliamların hesabının sorulacağını, ilerleyen günlerde gerilla güçlerinin dağda, şehirde ve her yerde daha aktif olacağını ” ifade etmiştir. Bu açıklamada eylemin kim tarafından gerçekleştirildiğinin bilinmediğinin iddia edilmesine rağmen söz konusu eylemin misilleme amacıyla yapıldığı ve “ Gerilla Güçlerinin ” dağda ve şehirde daha aktif olacağı vurgulanmıştır. Yani eylem aslında hem üstlenilmiştir hem de kadrolara bu tarz eylemlerin sürdürülmesi talimatı verilmiştir. 

Ayrıca KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri OK da 17/02/2016’da Ankara’da bomba yüklü araçla yapılan saldırıya ilişkin olarak; “Bu eylemi TAK ya da başkan bir gücün üstlenmiş olabileceğini, ancak Zinar yoldaşın eyleminin her açıdan sahiplenilecek ve onur duyulacak tarihsel önemde bir eylem olduğunu” belirtmiştir.  

Diğer bir açıklama ise PKK Yürütme Komitesi Üyesi Abbas kod Duran Kalkan tarafından25/02/2016 tarihinde yapılmıştır. Açıklamada; “Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun yönetiminin yıkılacağını, Mart sürecinin büyük bir direniş süreci olacağını, 2016 baharının Kürt baharı olacağını, ahlak, hukuk, kural, insanlık, hiçbir değer tanımaz zulmeder, zalimlik yapılırsa birilerinin de onlara dur diyeceğini, sonradan devlet olduklarını, siyasetin kurallarını bilmediklerini, gücü, silahı ellerine geçirince her şey olduklarını sandıklarını, ancak herkeste güç olduğunu ve silahı herkesin kullanabildiğini, Ankara’daki durumun da bunu ortaya koyduğunu, daha önce öfkenin büyüdüğünü, ateşle oynadıklarını söylemlerine rağmen, kendilerini dinlemediklerini, şimdi gelinen noktada gelişmeleri kendilerinin de dizginleyemediklerini, patlamayı gerçekleştiren grubun (TAK), PKK’yı pasifizmle suçladığını, Kürt gençlerinin yeni örgütler kurduklarını ve daha radikal olacaklarını,

Cizre’de hata yaptıklarını, Cizre’de bilançonun ağır olduğunu, bu düzeyde saldırı beklemediklerini, düşman olsa da karşılarındaki güçlerin (güvenlik birimleri) insan olduklarını sandıklarını, bu kadar alçalacaklarını, vahşileşeceklerini hesaba katmadıklarını, düşman gerçeğini tanımanın da önemli olduğunu, yas tutmanın değil, isyan etmenin gerektiğini, direnişe katılanların özgürlük gururu olduklarını, hepsine sahip çıkılması gerektiğini, kaybedilenlerin anılarına yakışır cenaze törenlerinin düzenlenmesi gerektiğini, halka bu çağrıyı yaptıklarını,

Kürdistan Demokrat Partisi (KDP)’nin Cizre’de yaşanan katliama sessiz kalmalarını kınadıklarını, Cizre’nin Halepçe’den ne farkı olduğunu, Güney Kürdistan’daki sorunların çözümünün AKP siyasetine endekslenmiş olmaktan çıkmakla mümkün olabileceğini, AKP’ye bugün bütün dünyanın karşı olduğunu, sadece Almanya ve KDP’nin destek verdiğini, Erdoğan ve Davutoğlu yönetiminin çok kısa bir zamanda yıkılacağını, iplerini kendi elleriyle çektiklerini, sisteme karşı mücadelenin genel boykot topyekûn direniş temelinde olması gerektiğini, bunun için de öz savunmanın esas olduğunu, gençliğin gerillaya katılması ve YPS’yi büyütmesi gerektiğini, her mahallenin savunma güçleri olmasının, her sokakta bir YPS takımının, hatta bir YPS bölüğünün oluşturulması gerektiğini” ifade etmiştir.

Söz konusu açıklama örgütün operasyonlar nedeniyle sıkışmışlık halini açıkça ortaya koymaktadır. Öncelikli olarak yeni bir hedef tanımı daha net bir şekilde yapılmıştır. Demokratik özerkliğin gerçekleştirilmesi adına bölge hâkimiyetinin elde edilmesi adına sınırlı bir alan içerisinde tanımlanan eylemlilik, hükümet yetkililerinin bulundukları pozisyonlarının ortadan kaldırılması olarak değiştirilmiştir. Güvenlik birimlerine karşı verilen kayıplar nezdinde örgüt kadrosunun moral motivasyonunun restore edilmesi ve canlandırılması adına hedef ve amaç daha üst bir düzeye çıkartılmıştır. Fiziksel yakınlığın sınırlı olduğu bu hedef tanımıyla örgüt mensuplarının eylemlilik süreçleri uzatılmaya çalışılmaktadır. Düşman tanımı içerisinde bulunan hükümet yetkililerine yönelik düşman tanımında bir güncelleme yapılmıştır. Verilen kayıplarla örgüt üst yönetimi, örgütün sorgulanmaması adına hedeflerini yeni güncellemelerle aktif tutmaya çalışmaktadır.

Diğer bir nokta halkın genelinde korkunun yaygınlaşmasını ve süreklileşmesini sağlamaya yönelik söylemlerde şekillenmektedir. Bu amaçla da Kürt gençleri tarafından yeni örgütlerin kurulduğu (TAK gibi yapılanmalar kast edilmektedir) ve bu örgütlerin kendi inisiyatifleriyle hareket ettikleri söylemi üzerine bir gerçeklik inşa edilmeye çalışılmaktadır. Oysaki yine aynı açıklamada her sokakta bir YPS bölüğü inşa edilmesi talimatı verilmektedir. Bu durum bile en basit düzeyde PKK’nın, diğer tüm birimleriyle olan hiyerarşik organik bağını net bir şekilde ortaya çıkartmaktadır. PKK’nın yapılanmaları dışında hâlihazırda örgütlü bir Kürt gençliği bulunmamaktadır. Kürt gençliği vurgusunda yatan diğer bir alt mesaj da örgütün şiddet yoluyla gerçekleştirdiği eylemlerine kimlik boyutu kazandırma çabasıyla ilgilidir. PKK, eylemlerine sözde haklı gerekçeler uydurarak meşru bir zemin yaratabilmek adına eylemlerini zulüm gören bir halkın hak arayışı yönünde gerçekleştirildiği algısını yaratmaya çalışmaktadır.

Bu çerçevede, PKK’nın büyükşehirlerde bombalı araç ve bombalı eylem yapmak için yurtdışındaki kamplarından bomba ve intihar eylemi eğitiminden geçen teröristleri harekete geçirdiği yönündeki istihbarat önem arz etmektedir. Ayrıca, PKK tarafından sicili temiz, çoğunluğu Türkiye’nin batı kesiminde bulunan kentlerden kısa süre önce örgüte katılan kişilerden oluştuğu düşünülen 120-150 kişilik grubun eylem gerçekleştirmek amacıyla büyük şehirlere gönderildiği bilgisi de bu bağlamda dikkat çekicidir. Ankara/Merasim Sokak’taki eylemi gerçekleştiren PKK/TAK mensubu Abdülbaki Sömer’in hiçbir kaydının bulunmaması çerçevesinde ortaya çıkan söz konusu durum, örgüt üst yönetiminin iddialarının aksine büyük şehirlerde gerçekleştirilen eylemlerin PKK’nın ana organı tarafından nasıl organize edildiği ve bağımsız grupların kendi inisiyatifleriyle nasıl eylem gerçekleştirmediğinet bir şekilde anlaşılmaktadır.

Ayrıca söz konusu Ankara eylemlerinin zamanlamaları ve bu zamanlamalara ilişkin örgüt üst yönetimi tarafından Ocak 2016 içerisinde yayınlanan talimatta eylemlerin PKK tarafından planlı bir şekilde gerçekleştirildiğini net bir şekilde göstermektedir. Bu bağlamda 26/01/2016 tarihinde gönderilen talimatta; “15 Mart, 8 Mart ve Nevruz için yoğun hazırlıklar yapılması, 15 Şubat itibarıyla Türkiye genelinde radikal, kitlesel ve yaygın eylem planlamaları yapılması” hususları yer almaktadır. 15/02/2016 itibarıyla eylem yapılması talimatı akabinde 17/02/2016’daki eylem gerçekleştirilmiş olup akabinde de bir ay geçmeden 13/03/2016 tarihindeki eylem gerçekleştirilmiştir.

4.PKK Yürütme Komitesi Üyesi Abbas kod Duran Kalkan, aralarında aşırı sol örgütlerin de bulunduğu 10 örgütün; PKK, MLKP, TKP/ML, THKP-C/MLSPB, MKP, TKEP-Leninist, TİKB, Devrimci Karargah, Proleter Devrimciler Koordinasyonunun, 12/03/2016 tarihinde “Halkların Birleşik Devrim Hareketi” adıyla güç birliği yaptığına ilişkin açıklamada bulunmuştur. Söz konusu örgütler; “AKP ve TC olarak tanımladıkları güce karşı, silahlı mücadele de dâhil tüm alanlarda, tüm araç ve yöntemlerle devrimi yükseltmek için güç ve eylem birliği” yaptıklarını duyurmuştur. Bu şekilde örgüt güç kaybını, bu tarz birleşmelerle perçinlemeye çalışmaktadır.

5.Örgütün büyük şehirlerdeki sansasyonel eylemlerini süreç içerisinde orta ölçekteki şehirlere kaydırmaya başladığı ve kaydırma planlaması içerisinde olduğu anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bahar aylarıyla birlikte kırsal alanda da eylemsellik planlamalarını hayata geçirdiği gözlemlenmektedir. Örgütün kırsal alan hazırlıklarını işaret eden en önemli göstergelerden; Van, Ağrı/Doğubayazıt, Siirt, Bingöl, Bitlis, Tatvan, Erzurum ve Iğdır kırsallarında gerçekleştirilen operasyonlarda ele geçirilen malzemelerin mahiyetidir. Bu durum, örgütün kırsal alanda şehirlerle birlikte eş zamanlı bir eylemsel planlama içerisinde olduğunu göstermektedir.

Ayrıca örgüt eylemlerini Van ve Tunceli kırsallarına kaydırmaya başlamıştır. Diğer taraftan da Adana, Bolu, Bursa, Manisa, Giresun gibi illerde örgütlenme, barınma ile birlikte eylemler gerçekleştirmektedir. Bu durum da örgütün stratejisindeki değişimi net bir şekilde ortaya çıkartmaktadır.

Bu çerçevede Murat Karayılan Van, Şırnak, Erzurum, Muş ve Tunceli çevresindeki örgüt gruplarına yönelik yaptığı son telsiz konuşmasında; “Halkın ve aşiretlerin kazanılması, grupların kendi elemanlarını kendilerinin temin etmesi, halkın nasıl örgütleneceği ve nasıl harekete geçirilebileceği konusunda planlamalar yapılması, halkın katılımının sağlanmasına yönelik çalışmaların yürütülmesi, operasyonlar nedeniyle verilen kayıpların yerine yeni eleman temin edilmesi, Kandil’den eleman beklenmemesi, Kandil’den talimat beklemeden her grubun kendi bölgesinde kendi imkânları dâhilinde eylemler gerçekleştirmesi, telefon ile iş yapmanın intihar olduğu, şifre ile muhabere yapılması, örgütün planlarının açık konuşulmaması, Türk ordusunun gücünün küçük görülmemesi, askerler tarafından kuşatma yöntemlerinin çok iyi kullanıldığı, korucuların da mücadeleye katılmak istendiği buna imkân verilmemesi gerektiği, bahar döneminin kayıplara açık bir dönem olduğu bu nedenle dikkatli olunmasının önem arz ettiği, büyük gruplar halinde dışarı çıkılmaması, kritik yerlerde küçük timler halinde dolaşılması, baharla beraber yeniden canlanmanın sağlanması gerektiği” yönünde talimatlar vermiştir. 

Sonuç

Örgütün güç kaybı içerisinde olduğu üst yönetim tarafından verilen talimatlardan net bir şekilde anlaşılmaktadır. Talimatlarda; “Sisteme karşı mücadelede genel boykotun topyekûn direniş temelinde olması gerektiği, bunun için de öz savunmanın esas olduğu, gençliğin gerillaya katılmasının ve YPS’nin büyütülmesinin önem arz ettiği, her mahallenin savunma güçlerinin olması, her sokağa bir YPS takımı, hatta bir YPS bölüğü oluşturulması, hendek olmasaydı da saldırıların başlayacağı, nitekim ateşkesi bozup saldırıları başlattıklarında hendek olmadığı, AKP Hükümeti’nin ‘tek millet, tek bayrak, tek dil’ eksenini korumak ve yeni dizaynda Kürt halkının herhangi bir statü kazanmasının önüne geçmek için Kürdistan halkının öz yönetim ve özerklik taleplerini bastırmak istediği, Kürt sorununun varlığının inkârı ile sürecin bozulduğu, yaşananın bir iç savaş olduğu, savaşta kullanılabilecek tüm silahların halka karşı kullanıldığı, hendek ve barikatların siyasi soykırıma karşı geliştirildiği, hendeklerin bir savunma yöntemi olduğu, silahlanmanın kendiliğinden geliştiği bu süreçte, silahsız bir şekilde direnen insanların bir şekilde giderek kendi imkânlarıyla silahlanmak durumunda kaldığı, HPG’nin resmi bölük ve takımlarının henüz şehre inmedikleri, böyle bir kararın da bulunmadığı, ancak böyle devam etmesi halinde HPG’nin de dâhil olma durumunun söz konusu olabileceği, bu konunun hareket olarak gündeme alındığı, demokratik özerklik sisteminin tüm Türkiye için talep edilen bir sistem olduğu, bunun reddedilmesi halinde birliğin de reddedilmiş olacağı, bu nedenle demokratik özerklik direnişinin Kürt halkının Türkiye’yle birlikte yaşama tutumu ve son arayışı olduğu, bugün direnen bir halk gerçekliğinin bulunduğu, halkın hepsinin öldürülemeyeceği, bastırılamayacağı, ordunun daha fazla ileri sürülmesi halinde, yeni kararlar alacakları, bu bağlamda savaşın daha çok yaygınlaşacağı, derinleşeceği ve sonunda Türk Devleti’nin kaybedeceği, Türk Devleti’nin Kürt özgürlük mücadelesi karşısında kazanma şansının olmadığı, çünkü davalarında haklı oldukları” hususları yer almaktadır. 

Öncelikli olarak güç kaybının en önemli göstergelerinden birisi yeni örgütlenme modeli geliştirme çabalarıyla anlaşılmaktadır. Diğer bir husus hendek stratejisi nedeniyle gerek halkı kaybeden gerekse de örgütten kopuşlara neden olan bu yöntemin haklı çıkartılmaya çalışılmasıdır. Sözde davanın ve gerekçelerinin meşru bir zemine oturtulması yönünde halkın talebi şeklinde örgüt taleplerinin yeniden formüle edilmeye çalışılması da örgütün destek alabilmek adına kendisini yeniden ifade edebilme zorunluluğunu göstermektedir. Ayrıca güç kaybını kamufle etmek adına HPG’nin henüz çatışmalara dahil olmadığı vurgusu, örgütün operasyonlardan dolayı ne kadar zor durumda olduğunun en önemli göstergelerindendir.

Eğer PKK gerçekten kendisinin anlattığı gibi bir durumda olsaydı, alt kadrolarına tekraren bu tarz söylemler iletme ihtiyacı içerisinde olmayacağı gibi elindeki tüm kozları bu şekilde masaya yatırmazdı. Ayrıca AKP içerisindeki görüş ayrılıklarından faydalanarak kendisine konuşulabilecek bir ekip oluşturup yeniden çözüm masasına oturma mesajı verme ihtiyacı hissetmezdi.[1] Bu bağlamda PKK yöneticilerinden Murat Karayılan 29/03/2016 tarihinde yaptığı açıklamada; “HPG’nin şehirlere girmesini istemediğini, şehirlerde bu düzeyde bir savaş yaşanmasına gerek olmadığını, hükümetin Kürt sorununa çözüm süreci odaklı yaklaşım sergilemesi halinde hendek sorunlarının çözülebileceğini, artık şehir, dağ ve ova tüm alanların direniş alanı olduğunu” ifade etmesi örgütün operasyonlar nedeniyle ne kadar güç kaybettiğini göstermektedir. Bu nedenledir ki örgütün stratejileri iyi okunmalıdır.

Bugün yaşanılan süreç kapsamında; örgütün halk desteğini alamadığı, üst düzey sözde eyalet yöneticilerini kaybettiği, örgütlenmesinde çatlakların oluştuğu bir dönemde operasyonların sonlandırılması, örgütün yeniden toparlanmasına imkân sağlayacaktır. Örgütün kendi varlığının sorgulanmasına ve gerekliliğini ortadan kaldıracak herhangi bir çözüm arayışı içerisinde olmadığı çok net bir şekilde görülmektedir. Hâlihazırda planlamalarında hedeflerine ulaşamayan örgütün, yeniden güç toplayabilmek adına çözüm süreci tarzında bir girişimde bulunulması yönünde sinyaller verdiği görülmektedir. Bu tarz girişimlerin gerçekleşmesi için uluslararası destek arayışında da olduğu gözlemlenmektedir.

PKK’nın Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki uzun süreli varlığı, bölgenin dinamiklerine uzak olan kişi ve gruplarca bölge gerçekliğinin olduğundan farklı bir şekilde değerlendirilmesine ve yansıtılmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda PKK’nın uzun süreli mevcudiyeti neticesinde, bölgedeki hâkimiyeti yadsınamayacak bir gerçektir. Örgütün propaganda imkân ve kabiliyeti ile halkın genel itibarıyla eğitim seviyesinin düşük olması ve genel bilgi edinme şeklinin fısıltı gazetesi şeklinde kulaktan dolma bilgiyle gerçekleşmesi de örgütün propaganda imkân kabiliyetini güçlendirmektedir. Söz konusu hususlar ışığında örgütün bölgede yaşayan insanlar adına kendisini temsilci pozisyonunda konuşlandırması ve dile getirdiği hususların bölgedeki vatandaşların talepleriymiş gibi yansıtması örgütün başarılı bir algı operasyonudur.

Bu çerçevede bölge gerçeklerine ve dinamiklerine uzak kişiler üzerinde örgütün bu propagandası başarılı bir şekilde işlemekte ve örgütün söylemleri üzerinden bölge gerçekliği değerlendirilmektedir. Bu durumun sınırı aşan bir etkisi de özellikle batı ülkelerinde de önemli düzeyde propaganda imkân-kabiliyetine sahip örgüt ve uzantılarının şiddet üzerinden gerçekleştirdikleri eylemleri bir kimlik sorunu öznesinde anlaşılmasına neden olmasıyla sonuçlanmaktadır.

Bir devletin asli görevi vatandaşlarının güvenliğini sağlamak, temel hak ve özgürlüklerini korumaktadır. Çözüm süreci döneminde örgütün hâlihazırda şehir savaşı çerçevesinde nasıl hazırlandığı bugün yaşananlar çerçevesinde çok net bir şekilde görülmektedir. Bu hazırlıklar, bölgede yaşayan insanların gözleri önünde ve her türlü varlıklarını tehdit edecek şekilde gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda yapılan ihbarlar dahi sonuçsuz kalmış ve bugün; tuzaklanmış tünellere, asfalt ve kaldırımlar altına yerleştirilmiş patlayıcı düzeneklerine, alternatifli kaçma-kurtulma yollarının çeşitlendirilmesine, ciddi düzeyde patlayıcı malzeme temin edilmesine, güvenlik birimlerine ilişkin detaylı istihbari çalışma yapılmasına imkân sağlayan bir sürecin neticeleri yaşanmaktadır.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen güvenlik birimlerinin büyük bir özveriyle bölgede gerçekleştirdiği operasyonlar başarıyla sonuçlanmaktadır. Örgütün operasyonlar çerçevesinde yaşadığı kayıplar ve gerileme örgüt üst yönetiminin talimatlarında çok net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle operasyonlar bölgeden son terörist temizlenene ve bölge halkının güvenliği yeniden sağlanana kadar devam etmeli, vatandaşın maddi kayıpları karşılanmalı, yaşanan bu süreç neticesinde ortaya çıkan travmalara yönelik psikolojik destek sağlanmalıdır. Bu şekilde örgütün bu durumlardan faydalanmasının ve bölge insanını sömürmesine uygun bir ortam bulmasının önüne geçilebilir.



[1]Cemil Bayık, 07/03/2016 tarihinde yaptığı açıklamada; “AKP’de partinin kuruluş felsefesine sahip çıkan bir ekibin olduğunu, bu ekibin Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun yürüttüğü politikaları doğru bulmadığını, Erdoğan’ın mevcut politikalarının AKP’yi uçuruma sürüklediğini, bu ekibin (Abdullah Gül, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik) hem AKP’yi hem de Türkiye’yi felaketten kurtarması gerektiğini, bu ekibin demokratik değerlere sahip çıkması ve askeri faşist politikalardan vazgeçmesi halinde kendilerinin (PKK) bu çabaları destekleyeceğini” ifade etmiştir.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2016/05/10/8444/pkkda-strateji-degisikligi-ve-nedenleri


...

KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 4




KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 4



PKK Nasıl Kuruldu ve Güçlendi?

Kürt Sorunu'na çözüm sürecinde askeri faaliyetlerini durduran PKK'nın temelleri, farklı bir siyasi atmosferde, Kürt kimliğine yönelik baskıların en üst düzeyde olduğu bir dönemde atıldı. 

26 Ara 2013 
Güncelleme 00:27 TSİ

















PKK'nın kurucusu Abdullah Öcalan


Örgütün Askeri kanadı olan HPG yapılanması derin bir hiyerarşiyle yönetiliyor.

Türkiye'de siyasal Kürt hareketi,  27 Mayıs Darbesi'nin ardından kabul edilen 1961 Anayasası'nın yarattığı özgürlük ortamı, ' Doğu Meselesi'ni üzerinde en çok konuşulan konulardan biri haline getirdi. Özgürlükçü ortamda gelişen sol akımlar, o güne kadar meşru siyasi zeminde örgütlenme şansı bulamayan Kürtler için bir fırsat yarattı.

Bununla beraber doğudan batıya doğru göç olgusu, pek çok Kürt vatandaşın ülkedeki eşitsizliklerin ve ekonomik farklılıkların farkına varmasını sağladı. Doğudan gelen gençler okumak ve siyasetle uğraşmanın yanı sıra birlikte hareket etme olanağını da yakaladı . 
Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci, Faik Bucak, Sait Elçi, Yaşar Kaya gibi isimler Kürt hareketinin hem teorik hem de pratik zeminini oluşturdu. 
Özellikle Musa Anter’in çıkarttığı ve doğunun geri kalmışlığını işleyen İleri Yurt gazetesi bu açıdan önemliydi. Kürt hareketinin entelektüel zemin kazanmasıyla birçok Kürt aydın yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) bünyesinde aktif siyasete girdi.

Doğu Mitingleri

Devletin doğuda uygulamaya koyduğu komando baskınlarına tepki olarak 1967’de bölgede başlayan gösteriler, Kürtlük bilincinin geliştiğinin göstergesi oldu. İşte bu dönemde TİP önderliğinde Diyarbakır, Silvan, Batman, Tunceli, Siverek, Ağrı, Erzurum ve Ankara’da düzenlenen mitingler, hem Kürtlerin Cumhuriyet sonrası kitlesel olarak gerçekleştirdikleri ilk demokratik hak arama eylemi olmuştur, hem de Kürt Sorunu'nun o dönemki sol ve sosyalist hareket içerisinde yer bulmasının yolunu açmıştır. 

12 Mart 1971 muhtırasının ardından yaşanan baskı dönemi de sol hareketin gelişmini engellemeye yetmedi. PKK’nın temellerinin atılması da bu döneme rastlar.

1974 yılında Ankara’da kurulan Demokrat Yüksek Öğrenim Derneği'nin kurucuları arasında yer alan Abdullah Öcalan, daha sonra Kürdistan İşçi Partisi'ni yani PKK'yı kuracaktı.

PKK, ilk kurulduğu yıllarda Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinde yaşayan vatandaşların Türk ırkından ayrı bir ırk olduğunu, Türk devleti tarafından sömürüldüğünü, dil ve kültürünün asimile edildiğini savunarak, Türkiye’nin doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerini içine alacak şekilde Suriye-İran ve Irak toprakları üzerinde bağımsız birleşik demokratik Kürdistan devleti kurmayı hedeflemekteydi.


PKK'nın kurucusu Abdullah Öcalan

PKK, Türkiye'deki sol örgütlerin Kürt Sorunu'na yaklaşımlarına ve çözüm önerilerine bir tepki olarak ortaya çıksa da, Marksist söylemden kopmadı. Ancak örgüt, ilk oluşumundan itibare önceliğini Kürt ulusal bilincinin oluşturulmsına verdi. PKK'nın kurulması, Türkiye’nin çözemediği Kürt Sorunu' n da bir dönüm noktası oldu.

Abdullah Öcalan öğrencilik yıllarında ulusal sorunun silahlı mücadeleyle çözülebileceği fikrini savunarak, faaliyet alanını Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine taşıdı. 1978 yılında silahlı eylemler başladı. 

Grup, ilk önce ‘Apocular’ veya ‘UKO’cular’ ( Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak tanındı. Öcalan ve arkadaşları, Diyarbakır’ın Lice ilçesi Fis köyünde 27 Kasım 1978’de yaptıkları toplantıyla örgütlenmelerinin ismini PKK olarak belirledi. 

12 Eylül 1980 tarihi Türkiye’nin çok uzun süre çıkamayacağı karanlık bir tünelin başlangıcı oldu. Darbeyle beraber başlayan baskı rejiminden Kürt hareketi de nasibini aldı. Çok sayıda Kürt vatandaş yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Suriye’ye gidenler Filistin eğitim kamplarına katıldı, Avrupa’ya iltica edenlerse üniversiteler ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla Kürt Sorunu'nu Batı’ya anlatmaya başladı. 
Geride kalanların pek çoğu ise dönemin baskılarının simgesi haline gelen Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeydi. Böyle bir dönemde PKK da, çoğu yasadışı örgüt gibi Türkiye dışına çıktı. 12 Eylül’den kısa bir süre önce Şam’a yerleşen Öcalan, örgütü buradan yönetmeye başladı. 

Darbenin Kürt hareketine yönelik tasfiye amacı sosyalist harekete uyguladığı tasfiye kadar başarılı olamadı, aksine Kürt hareketi darbe sonrası toparlandı. Özellikle Diyarbakır Cezaevi’nden çıkanların kitlesel olarak PKK’ya katılarak dağa çıktığı bir süreç yaşandı. 
Filistin kamplarında eğitimlerini tamamlayarak Suriye’den Türkiye sınırını geçen örgüt üyeleri Adıyaman, Sason ve Dersim’e yerleşerek örgüte vurucu bir güç kazandırdı.













PKK-Suriye İlişkisi

15-25 Temmuz 1981’de Suriye'de yapılan PKK 1. Konferansı'na 60 civarında örgüt mensubu katıldı. Konferans PKK’ya tahsis edilen Helve Kampı'nda yapılmış, dönemin Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad tarafından Kürdistan Demokrat Partisi'nden (KDP) alınan izinle de, örgüt Kuzey Irak’a yerleşmiştir. KDP lideri Mesut Barzani önce Türkiye’den çekinerek bu teklifi reddetmek istese de, Esad’ın baskıları sonucu kabul etmek zorunda kaldı. Böylece 1981’de Kuzey Irak’a ilk adım atıldı.

PKK’nın ilk eylemi ve yükselişi

1984’de Şam’da gerçekleştirilen ikinci kongreden sonra kamplardaki üyelerini gerilla savaşına hazırlayan örgüt özellikle Hakkari, Mardin, Siirt illerini kapsayan bölge içerisindeki askeri hedeflere karşı silahlı eylem hazırlığını hızlandırdı. 15 Ağustos 1984’te PKK’nın ilk ses getiren eylemi gerçekleşti. Hakkari'nin Şemdinli ilçesi ile Siirt'in Eruh ilçesine düzenlenen eşzamanlı baskınlarla örgüt silahlı çatışma sürecini başlattı.

Abdullah Öcalan, 1999 yılında yakalandıktan sonra verdiği ifadesinde, örgütün silahlı faaliyetlerini 1984 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayıracaktı. 

Öcalan ifadesinde, ‘Hilvan-Siverek dönemi’ olarak tanımladığı birinci dönemde mücadelenin, ağalara ve şeyhlere, yani mahalli otoriteye karşı sürdürüldüğünü; Şemdinli ve Eruh baskınlarından sonra başlayan ikinci dönemde ise gerilla taktiği tarzındaki silahlı eylemlerle örgütün doğrudan devlete yöneldiğini anlattı.

İfadesinde Şemdinli ve Eruh baskınlarının kendi talimatıyla gerçekleştiğini kabul eden Öcalan, eylem kararını 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde üç örgüt üyesinin ölüm orucunda hayatını kaybetmesi üzerine verdiğini kaydetti.

Bölgede ‘ Alternatif Otorite ’

Üçüncü kongre kararlarından sonra PKK silahlı eylemlerinin yelpazesini genişletti. Askeri hedeflerin yanı sıra, kamu kurumlarının araçlarına, yönetim binalarına saldırılar arttı. Bu gelişmeler üzerine, 1987’de sıkıyönetim yerine “ Olağanüstü Hal ” ilan edilmiş ve “ Jandarma Bölge Asayiş Komutanlığı ” kurulmuştur. Yurtiçinde faaliyetlerini yoğunlaştıran PKK ile asker ve polisten oluşan özel güvenlik güçleri arasındaki çatışmalar yoğunluk kazandı. Bu dönemde başta Suriye olmak üzere Lübnan, Kuzey Irak, Yunanistan ve Rusya’dan büyük destek gören PKK, köy baskınlarına yöneldi.

Örgütün 1986-1987 yıllarında yoğunlaştırdığı bu eylemlerin amacı PKK’yı devlete karşı alternatif otorite olarak kabul ettirmekti. 
Bu nedenle hedefler özenle seçiliyordu. ‘ibret’ yöntemi en kestirme 'ikna' yolu olarak görülüyordu. Güvenlik güçlerine kim bilgi veriyorsa ‘ajan’ olarak ilan edilip öldürülüyordu. Esnaftan ve sınır geçişlerinden alınan haraca ‘vergi', örgüte katılmalara ise ‘askere alma’ işlemi adı veriliyor, örgüt otoritesi bölge halkına alternatif devlet otoritesi olarak sunuluyordu.

Bu kavramların kullanılması ve halk nezdinde bu yönde propaganda yapılması Öcalan ve PKK’nın ‘parti-cephe-ordu' üçlemesi içinde orduya geçiş aşaması olarak görülüyordu.

Komşu ülkelerinin desteği

PKK’nın ordulaşma çabaları sürecinde gördüğü dış destek de çok önemliydi. İran-Irak Savaşı’nın yarattığı ortamı değerlendiren Öcalan ve PKK, 1988 yılında Bağdat ile yoğun bir ilişkiyi başlatmasını takiben, İran’ın desteğini de sağlamaya yöneldi.

Böylece örgüt Suriye ve Irak’tan sonra, İran’ın da hem Irak'a, hem de Türkiye’ye karşı PKK’yı kullanabileceği mesajını vererek, Türkiye’ye girişte İran’dan da yararlanmaya başladı. Türkiye’ye komşu üç ülkenin sağladığı bu hareket alanı PKK’yı rahatlatırken, örgüt iç bölgelere daha fazla sızarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni daha geniş ve kontrolü zor bir alana yayılmaya zorladı.

PKK, bu dönemde yaşanan İran-Irak Savaşı'nın sonuçlarından da yararlandı. Dönemin Irak lideri Saddam Hüseyin, Kuzey Irak’taki KDP lideri Mesut Barzani 'ye bağlı güçlere saldırdı. İran’a kaçmak zorunda kalan Barzani birliklerinin arkalarında bıraktıkları silahlara PKK tarafından el konuldu. Örgüt Kuzey Irak’ta ortaya çıkan bu boşluktan yararlanarak bölgeye yerleşimi tamamladı, ayrıca Barzani’ye bağlı bazı militanları bünyesine katmayı başardı. PKK sağladığı bu güçle kendini otorite olarak kabul ettirmeye yönelik silahlı eylemlerini arttırdı. Bu eylemler neticesinde PKK, Kürtçülük hareketini uluslararası platformda tartışılır hale getirse de pek çok ülke tarafından ‘terör örgütü’ ilan edildi.

Siyasallaşma Adımı,

PKK Eylül 1990’da hazırladığı ‘Şehir Talimnamesi’ çerçevesinden yasal kitle örgütleriyle ilişkilerin arttırılması ve basın yayın çalışmalarının hızlandırılması kararı alarak bu doğrultuda Özgür Halk, Ülke, Dilan gibi yayınlar çıkarmaya başlamıştır.

O dönem ayrıca, Halkın Emek Partisi'nin (HEP) propaganda alanı haline getirilmesi, 1991 genel seçimlerinde partinin desteklenerek meclise 
temsilci sokulması talimatı Öcalan tarafından verildi.

PKK’nın 1990 yılının Mart ayında Cizre, Silopi ve Nusaybin’de düzenlediği gösterilere beklenenin üzerinde bir katılım oldu. Bunun üzerine örgüt faaliyetlerini artırarak bir yandan bu kitle desteğini canlı tutmaya çalışırken diğer yandan da siyasallaşma çabalarını yoğunlaştırdı.

Körfez Savaşı’yla güçlenme

Amerika Birleşik Devletleri öncülüğündeki koalisyon güçlerinin 17 Ocak 1991’de Irak’a başlattıkları askeri harekat, bu ülkenin Kuveyt’ten çekilmesi ve Birleşmiş Milletler'in Nisan 1991’de 36. paralelin kuzeyini Bağdat yönetimine yasaklaması kararıyla sonuçlandı. 
Bu karar hem Türkiye, hem de PKK için önemli sonuçlar doğurdu. Kuzey Irak’ta meydana gelen otorite boşluğundan bir kez daha yararlanan PKK, silahlı gücünün önemli bir bölümünü buraya kaydırdı. Kuzey Irak’a yerleşerek kamplar kuran PKK, Irak ordusunun kuzeyden çekilirken geride bıraktığı silahlara da el koydu. Bu gelişme örgütü silah ve mühimmat bakımından o güne kadar hiç olmadığı kadar güçlendirdi.

Kaynak: Al Jazeera

http://www.aljazeera.com.tr/dosya/pkk-nasil-kuruldu-ve-guclendi


..


6 Temmuz 2016 Çarşamba

KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 3




KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 3





 ABDULLAH ÖCALAN YAKALANMA DÖNEMİ


Abdullah Öcalan Kenya'da nasıl yakalandı ?

23.05.2013 11:17

Abdullah Öcalan'ın Kenya'da yakalanıp Türkiye getirilmesinin perde arkasını Yunan ajan açıkladı. 

Yunan ajan anlattı: 

Minsk'te Öcalan'la eksi 17 derecede 8 saat bekledik.

Abdullah Öcalan, 1998 yılında Suriye'den ayrılıp Atina'ya gittikten sonra Yunanistanlı ajan Savas Kalendiris'le tanıştı. Türkçe bilen Kalendiridis, Yunanistan'dan başlayıp, Rusya, İtalya, Tacikistan, Belarus ve Kenya'ya uzanan ve Türkiye'de noktalanan yurtdışı macerasında Öcalan'a en yakın isimlerden biri oldu. Kalederidis o günleri Irak Kürdistan Bölgesi'nden gazeteci Noreldin Waisy'ye anlattı.





















"AFRİKA'YA GİTMESİNİ ABD İSTEDİ"

Sizce Öcalan'ın Avrupa'dan Afrika'ya gönderilmesi bir Amerikan önerisi miydi?

Evet önerinin arkasında Amerikalılar vardı. Çünkü Türkiye'nin Afrika'da güçlü bir etkinliği yok. Öcalan Afrika'ya gitmeyi reddetti. Bazı Kürtler Moskova'ya gitmesini önerdi. İtalya'da 66 gün kaldı. İtalyan hükümeti daha sonra ülkeyi terk etmesi için baskı yapmaya başlayınca Rusya'ya döndü. Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright Rusya'da Dışişleri Bakanı Yevgeny Primakov ile görüşerek Öcalan'ı sınırdışı etmelerini istedi. Ruslar Öcalan'ı Tacikistan'a götürerek onun Rusya'da olmadığını söylediler. Daha sonra da St. Petersburg'a götürdüler. Burada uçaktan bile indirilmedi. Her an Rus mafyasının muhtemel bir suikastına hedef olabilirdi. Neticede Rusya'dan da ayrılmak zorunda kaldı. Hükümetimiz Öcalan'a Yunanistan'a dönmemesini söylemişti. Fakat Öcalan buna uymadı, 29 Ocak 1999'da gizlice, Yunan arkadaşları ve destekçilerinin yardımı ve özel bir uçakla Atina'ya döndü.

Siz Öcalan'la tekrar nasıl buluştunuz?

Öcalan Atina Havaalanı'nda polise görünmeden VIP Salonu'na gitmek istedi. Ancak polis onu tanıdı ve istihbarata bilgi verdi. Öcalan'la nasıl başa çıkabileceğimizi tartışmak için acilen toplantı yaptık. Öcalan'ın gayrı resmi yollardan geldiğini ve durumu görmezlikten gelebileceğimizi söyledim. Ancak istihabarat şefinin yardımcısı bunu reddetti. Öcalan'ı arayıp, Atina'da bir evde bulduk. Sonra müzakerelerimiz başladı.




















"BELARUS İÇİN UÇAK HAZIRLANDI"

Ne gibi istekleri oldu Öcalan'ın?

'Gidecek bir yerim yok ve burada kalmak istiyorum' dedi. Biz onu gizlice Libya'ya götürmeyi önerdik. Avrupa'dan arkadaşları Hollanda'ya gidip oradan siyasi sığınma isteyebileceğini söylediler. Hükümet Öcalan'ı Belarus'a götürecek bir uçak hazırladı. Oradan da bir kargo uçağıyla Hollanda'ya, Rotterdam'a gidilecekti. Bana da Öcalan'a eşlik etme emri verildi. Ancak başkent Minsk'te bizi alacağı söylenen uçak gelmedi. -17 derecede 8 saat bekledik.

"HÜKÜMET İKNA ETMEYE ÇALIŞTI"

Öcalan'a eşlik edenler aynı kişiler miydi?

Hayır bu kez bizimle birlikte Hollanda'dan iki avukat, Kıbrıslı bir işadamı ve Kürt bir kadın vardı. Uçak gelmeyince Atina'ya döndük. Korfu Adası'na gidip 2 gün kaldık. Hükümet bir Afrika ülkesine gitmesi için Öcalan'ı ikna etmeye çalıştı.

"BAŞKAN SEÇENEĞİN YOK" DEDİM

Yunanlılar yakalanabileceğini bilmelerine rağmen neden Öcalan'a Afrika'ya gitmesini tavsiye ettiler?

Çünkü başka şansımız yoktu. Muhtemelen bunu Yunanistan'a bunu dikte edenler de Amerikalılar'dı. Güney Afrika'ya yakın bir ülkeye gitmesini önerdik. Oradayken siyasi sığınma için gerekli hazırlıkları yapacaktık. Öcalan benim fikrimi sordu. Ona 'Başka seçeneğin kalmadığı için kabul etmelisin' dedim. Kabul etti.

Bu ülke Kenya mıydı?

Başta bunun Kenya olduğunu bilmiyordum, uçakta öğrendim.

Kenya'ya giderken kaç kişiydiniz?

Öcalan, Kıbrıslı işadamı, İsveç vatandaşı bir Kürt adam, Almanya vatandaşı bir Kürt kadın ve ben. Kenya'nın başkenti Nairobi'de bizi Yunan Büyükelçi karşıladı. Kontrolden geçmeden ülkeye girdik, doğruca Yunan elçiliğine gittik. Kenyalı yetkililerin haberi olmadı.

Kaç gün kaldınız Kenya'da?

12 gün. Vardıktan bir gün sonra Güney Afrika Lideri Nelson Mandela'nın Yunan avukatını aradım. Süreci ayarlamak için G. Afrika'ya gitmem emredildi. Ancak Kenya hükümeti buna izin vermedi.

Öcalan Kenya'daki elçilikteyken Yunan hükümetine baskı yapıldı mı?

Kenya'ya varmamızdan birkaç gün sonra Yunan hükümeti büyük baskı altına alındı. Üst düzey bir Yunanlı yetkili krizi çözmemizi istedi. Öcalan'ı korumak durumunda olduğumuzu söyledim, Öcalan'ın başına kötü bir şey gelmesi hem Kürt-Yunan dostluğuna hem de Yunanistan'ın saygınlığına zarar verirdi.

"2 SAAT İÇİNDE KAÇIRABİLİRLER"





















Sonuçta Öcalan nasıl kaçırıldı?

Kaçırıldığı gün pazartesiydi. Aynı gün Kenya Dışişleri Bakanlığı Yunan elçiyi çağırdı. Tüm iletişim araçlarımız devre dışı bırakıldı. Elçiliği ablukaya aldılar. Elçimiz bakanlığa gitmeyi reddetti. Kenyalı yetkililer gerekirse elçiyi güç kullanarak götürmek üzere binaya geldiler. Gitmek zorunda kaldık. Bakanlıkta uydudan çekilen görüntüleri gösterip 'Öcalan'ın elçilikte olduğunu biliyoruz' demişler. Kenyalılar Öcalan'ı bir uçakla Hollanda veya Finlandiya'ya göndermeyi önerdiler. Elçi Atina'yı aradı, onlar da anlaşmamızı önerdiler. Kenyalı yetkililer, akşam saat 19.00'a kadar süre verdiler ve "Bu saatten sonra elçiliğe suikastçiler girebilir, sizi öldürüp Öcalan'ı kaçırabilirler, bundan sorumlu değiliz haberiniz olsun" dediler.

Elçi Öcalan'a öneriyi açıkladı. Sadece iki saatimiz vardı. Öcalan 'Hadi gidelim, ne zamanımız ne de seçeniğimiz var. Arkadaşlarıma daha fazla yük olmak istemiyorum' dedi. Plana göre diplomatik plakası bulunan elçilik aracına binecektik. Araçla uçağın yanına kadar gidecek, ben araçtan inip uçağın içini kontrol edecektim. Uçak güvenliyse Öcalan'la birlikte uçağa binecek ve gitmek istediği ülkeye gidecektik. Ancak Kenyalılar bizi kendilerine ait 3 araca bindirdiler. Elçi ilkinde, Öcalan ortadakinde ve ben de 3'üncü otomobildeydim. Şoförler Kenyalı'ydı. Öcalan'ın bulunduğu otomobil yolda bizden ayrılınca şoförden Öcalan'ın bindiği otomobili takip etmesini istedik ancak bunu reddedip, havaalanında buluşacağımızı söylediler. Havaalanına varınca bir saatten fazla Öcalan'ı aradık ama bulamadık. Taksiyle elçiliğe döndük ve olayı Atina'ya bildirdik. Sonraki gün televizyondan Öcalan'ın kaçırıldığını öğrendik.


http://www.habername.com/haber-abdullah-ocalan-kenyada-nasil-yakalandi--88525.htm

..


KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN BÜYÜK DEVLETLER, BÖLÜM 2




KÜRTLERİ YARI YOLDA BIRAKAN  BÜYÜK DEVLETLER,  BÖLÜM 2


     



 Büyük güçlerin Kürt kartı,

Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını.,

Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı. 






















Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur.  Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.



















Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil.  Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.

Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak












Kadı Muhammed..,

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.

Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.

Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.




















Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.




















Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, 

(i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve 
(ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.

Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.




















Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.

Önce İngilizler vardı…

Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.

















1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.



Musul’da Petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.

Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.

İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.

Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.

Sonra Ruslar geldi

Fakat Kürtler büyük güçlerden umudunu yine de kesmedi. Sonraki yıllarda bir yandan isyanlarını sürdürürken, öte yandan büyük güçlerden yardım talep etmeye devam ettiler. Ama bu talepler uzunca bir süre karşılık bulamadı. Ta ki, 2. Dünya Savaşına değin. 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca, Rusya buradaki varlığını tahkim etmek için işgal bölgesindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturdu. Savaşın hemen sonunda da, Ocak 1946’da Mehabat Kürt Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat uluslararası güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtlere verilen destek de kesildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken SSCB hiç sesini çıkarmadı. Kürtlerin bir büyük güce dayanarak giriştikleri bu ilk devlet deneyimi, dış desteğin sona ermesiyle hüsranla sonuçlandı. Böylece Kürtler ikinci kez büyük devletler tarafından aldatılmanın şokunu yaşamış oldu.



Buna rağmen Mehabat’ın genelkurmay başkanlığını yapan Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani’nin ülkesine döndüğünde karşılaştığı baskı nedeniyle SSCB’ye iltica etmesi, Kürtlerin büyük devlet desteğine olan inancını kaybetmediklerini göstermektedir. 12 yıl SSCB’de sürgün kalan Barzani, SSCB çıkarlarının Kürt çıkarlarıyla örtüşeceği günü sabırla bekledi. Ancak 1958’de Irak’ta yapılan darbe sonucunda ülkesine dönen Barzani’ye Sovyetler sadece Irak’la ilgili değil, Batı blokunda yer alan Türkiye ve İran’la ilgili de bir misyon yüklemişti: Onun tüm Kürtler nezdindeki saygınlığından yararlanarak tüm bu ülkelerdeki Kürt hareketlerini canlandırmak. Gerçekten öyle de oldu ve özellikle Türkiye’de 1930’lardan bu yana etkisini neredeyse tamamen kaybetmiş olan Kürt hareketi 1958’den itibaren yeniden canlandı. Irak’ta ise mevcut Bağdat yönetimiyle anlaşamayan Barzani 1960 sonlarına değin SSCB desteğiyle çeşitli ayaklanmalar çıkartsa da, SSCB esasen Irak’la anlaşmanın yollarını aramaktaydı. Nihayet 1972’de SSCB Irak’la “ Dostluk ve İşbirliği Anlaşması ”nı imzalayınca Kürtleri bir kere daha unutuverdi. Böylece Kürtler bir büyük hayal kırıklığı daha yaşadı ve SSCB’den umutlarını kestiler.

  _ RUSYA ''  BİZİM RADYO  İSTASYONU ÜZERİNDN KÜRTÇE Yyın yPrK O DÖNEM KÜRTLERİ İSTEDİĞİ SİYASİ YAPI İÇİNDE EG,TME YOLUNADA GİTMİŞTİR.. 1960 -1970 YILLARI ARASI  HER AKŞAM 21.00 DEN SONRA..,

Daha sonra Amerikalılar ortaya çıktı

Ama Kürtlerin iki kutuplu sistem mantığına uygun olarak destek alabileceği bir başka büyük güç daha vardı: ABD. Barzani hiç vakit kaybetmeden, son derece pragmatik bir manevrayla bu sefer de ABD’nin desteğini almaya çalıştı. ABD ise Sovyet yörüngesine oturmuş olan Irak’ı sıkıştırmak ve belki de cezalandırmak için Barzani’nin yardım talebine olumlu yaklaştı. ABD’nin bölgedeki sadık müttefikleri İran (Şatt-ül Arap sorunu nedeniyle) ve İsrail de (Arap devletlerini zayıflatma politikası) Irak’a karşı Kürtleri desteklemeye istekliydiler. Böylece İsrail-İran-ABD desteğini arkasında bulan Barzani Irak’ta 1974’te büyük bir Kürt ayaklanması başlattı. Fakat kısa süre içinde bölge politikasının öznesi olan devletler arasında anlaşma sağlanınca (1975’te İran ve Irak arasında Cezayir Anlaşması yapıldı), yine bölge politikasının nesneleri/araçları olan Kürtler yüzüstü bırakıldılar. Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin çekilmesiyle başarısızlığa mahkum olurken, 1975’te bir CIA yetkilisine ABD’nin 51. Eyaleti olabileceklerini bile belirten Barzani, daha sonra Amerikan Başkanına yazdığı 2 mektupta hayal kırıklığını dile getirdi ve sitemkar duygular içinde 1979’da Amerika’da hayatını kaybetti. Bir kere daha aldatılan Kürtlerin payına yine hayal kırıklığı ve hüsran düşmüştü.

Bu olaydan sonra bir süreliğine büyük güçler tarafından unutulan Kürtleri, SSCB 1980’de “yeni Soğuk Savaş”ın başlamasıyla yeniden hatırladı. Bu sefer temas kurulan Kürtler, ideolojik olarak kendine yakın duran Türkiye’dekiler oldu. PKK’nın 1980’de SSCB’nin Ortadoğu’daki müttefiki Suriye’ye yerleşmesi ve Bekaa’daki kamplarda askeri eğitime başlaması elbette bir rastlantı değildi. SSCB yeri geldiğinde Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir aracı elinde tutmak istiyordu. 1984-91 arası SSCB’nin Suriye üzerinden süren dolaylı desteğiyle PKK, NATO üyesi Türkiye’ye karşı uzun süreli ve yıpratıcı terör eylemlerine girişti.

Söz konusu süreç 1991’de SSCB’nin dağılması ve ABD’nin Irak müdahalesiyle farklı bir boyut kazandı. Şimdi PKK, hem ABD hem de Rusya için bölge politikalarının kullanışlı bir aracına dönüşmüştü. 1992-96 arası ABD ve Rusya’nın desteğini arkasına alan PKK’nın eylemleri gözle görünür biçimde arttı. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin kendi ekseninden çıkmasını engellemeye ve bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye dönük bir araç olarak PKK’dan yararlanırken (PKK ABD’nin Çekiç Güç’le koruduğu Kuzey Irak’ta varlığını tahkim etti ve eylemlerini artırdı), Rusya da Türkiye’nin Çeçenistan’a dolaylı destek politikasını engellemek ve dengelemek için PKK’ya desteğini artırdı. Bir Kürt hareketi ilk kez bu kadar açık biçimde iki büyük gücün desteğini aynı anda elde etmişti. Sonuçta, PKK bölgenin en güçlü ve dinamik aktörlerinden biri haline geldi.

Fakat bir süre sonra büyük güç reelpolitiği ve onunla kurulan ilişkinin doğası bir kere daha kendini gösterdi ve ABD, Rusya ve Türkiye arasında gelişen yeni ilişki biçimi PKK’ya olan bu desteği sona erdirdi. Bunun Kürtlere maliyeti ise, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’nin eline geçmesi ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılması oldu. Kürtler bir kere daha büyük devlet politikalarının soğuk yüzünü gördüler.

Öte yandan, 1975’ten sonra Kürtleri unutan ABD, 1991’de onları yeniden hatırladı. 1980-88 arasında Irak’ın, ABD’nin bölgedeki en büyük düşmanı haline gelen İran’la savaşması, Kürtlerden uzak durması için yeterli bir neden olmuş, ama aynı güdülerle bu kez İran, Iraklı Kürt grupları desteklemişti. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam’ın başlattığı Enfal Operasyonuyla büyük bir dram yaşarken, savaş boyunca Saddam’ı destekleyen Batılı büyük güçler bu dram karşısında sessiz kaldılar.

1991’de Kuveyt’in kurtarılması için Irak’a müdahalesiyle başlayan süreçte ABD’nin Kürtlerle bir kere daha yolu kesişti. Müdahale sırasında Amerikan’ın Sesi radyosunun yaptığı yayınların da etkisiyle ayaklanan Kürtler, ilginç bir biçimde ABD’nin Saddam’la vardığı mutabakat sonucu yine Irak ordusunun operasyonuna maruz kaldılar. Sonuç, bir milyonu aşkın Kürtün Türkiye ve İran sınırlarına hücum etmesi oldu.

Bunun ardından ABD Kuzey Irak’ı uçuşa yasak bölge haline getirerek Çekiç Güçle koruma altına alsa da, 1998’e değin süren Barzani-Talabani çatışmalarına hiç sesini çıkarmadı. Vakti geldiğinde de tarafları Washington’da bir araya getirerek çatışmaları sona erdirme ve ABD desteğinde bölgede istikrarlı bir yapı kurma konusunda anlaşmaya zorladı. Böylece ABD kendi himayesinde ve kendine müzahir bir Kürt bölgesi kurmuş ve Saddam’a son darbeyi vurmak için Irak Kürt hareketini kendi eksenine katmıştı. Kürtler açısındansa en azından şimdilik bir hayal kırıklığı ve hüsran yoktu. Yoksa Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu? O halde büyük güçlerle ilişki bu minval üzere devam etmeliydi.

Nitekim öyle de oldu. Kürtlerle ABD’nin yolları 2003’te bir kere daha kesiştiğinde aslında ABD için 1991’den beri ekilen tohumların hasat zamanı gelmişti. Kürtler Saddam’ı devirmek için yapılacak müdahale ve sonrasında ABD’nin en sadık müttefiki oldular ve 2003’te fiilen ABD’yle birlikte hareket ederek Saddam rejiminin devrilmesinde kilit rol oynadılar. Buna karşılık bağımsızlık elde edemeseler de, güçlü bir biçimde desteklendiler ve Irak’ta kurulan yeni düzende çok önemli kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımlar bağımsızlık yolundaki umutları artırdığı gibi, büyük devlet desteğine inancı da pekiştirdi. Gerçekten yoksa bu ilişki bakımından Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu?

Nihayet Bütün Dünya Kürtlerin arkasında…

2011 sonrası Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkide yeni bir döneme girildiği kuşkusuz. Özellikle de 2015’ten itibaren Kürtler nihayet tüm büyük güçlerin desteğini arkasına almış görünüyorlar. Bu sefer neredeyse tüm büyük güçler, neredeyse tüm Kürt hareketlerine yönelik güçlü desteklerini izhar ediyorlar. Bu ilk kez ortaya çıkan bir durum.

Kürtlerin bu denli büyük güç desteğine mazhar olmasında kuşkusuz Irak’taki istikrarsız durumun, Suriye’deki iç savaşın ve IŞID faktörünün etkisi çok büyük. Halihazırda büyük güçler benzer korku ve beklentilerle bölge politikalarında Kürtleri temel dayanaklarından biri yapmış durumdalar. ABD, Rusya ve Avrupa’nın önemli devletleri Irak’ta ve Suriye’de IŞID’e karşı durabilecek tek gücün Kürtler olduğunu düşünüyorlar. Bunun için terör örgütü ilan ettikleri PKK ile bağlantısı kuşkusuz olan PYD’ye, Türkiye’yi küstürme pahasına her türlü desteği sağlamada hiçbir sakınca görmüyorlar. Rusya’nın PYD ve PKK’ya olan desteği ayrıca Uçak Krizi nedeniyle Türkiye’ye karşı intikam hırsından da besleniyor. ABD ise Irak’ta tek istikrarlı yerin Kürt bölgesi olduğu ve Iraklı Kürtlerin 1991’den beri verdiği mücadele ve gösterdiği sadakatle bir devlet olmayı hak ettiğini düşünüyor.

Tüm bunları alt alta sıraladığımızda, yıllar boyunca büyük devletleri kendisi için mesih gibi gören Kürtler, şimdi bu çalkantılı dönemde dünya tarafından Ortadoğu’nun kurtarıcı mesihi olmuş gibi görünüyorlar. Bu çerçevede ABD ve Rusya Kürtleri kendi eksenine katma mücadelesi içinde onlara her türlü desteği sunmada son derece cömert davranıyorlar. Bununla birlikte bu devletler Kürtleri birbirine kaptırma endişesi ile müttefiklerini kaybetme endişesi arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu çelişki nedeniyle şimdilik temkinli bir Kürt politikası izleyerek ne Kürtleri ne de müttefiklerini küstürmemeye çalışıyorlar.

Bu politika ne kadar devam eder bilinmez ama Kürtlerin bunu tarihi bir fırsat olarak gördükleri kuşkusuz. Madem ki Ortadoğu’da yüzyıllık statüko alt üst oluyor, o halde Kürtler, yüzyıl önce başlayan makus kaderlerini değiştirmek ve yeni düzende kendilerine güçlü bir yer bulmayı umuyorlar. Büyük güçlerle son yirmi yıldır süren kesintisiz ilişkinin artık meyvesini almayı bekleyen Kürtler, bir kere daha büyük güçlerin açtığı yolda hayallerini gerçekleştirebilmenin eşiğine gelmiş bulunuyorlar. Bu eksende bulundukları ülkelerde statülerini bir üst aşamaya taşımak için (Türkiye ve Suriye’de özerklik, Irak’ta bağımsızlık) var güçleriyle mücadele ediyorlar. Bu yolun sonu nereye çıkar, tarihsel kısırdöngülerini kırabilir mi, bilmiyoruz. Ama Kürtlerin şimdi büyük güçlerle bir balayı dönemi yaşadığı kuşkusuz.

Peki ya sonra…

Kürtlerin makus tarihleri bu beklentilere fazla güvenilemeyeceğini söylese de, elbette tarihsel akıl da yanılabilir. Ama her durumda, başta dile getirdiğimiz şu gerçeği kulak ardı etmemek gerekir: Büyük devletlerin Kürtlerle kurduğu ilişkinin çerçevesini kendi çıkarları belirler ve her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengelerdir.

O nedenle büyük devletler ancak bölgesel ve uluslararası dengeler doğrultusunda çıkarları elverirse Kürtlerin hayallerini gerçekleştirmelerine izin vereceklerdir. Böyle bir izne karşılık da herhalde kendilerine bir biçimde sadakat duymalarını bekleyeceklerdir. Bu sadakatse, Kürtleri yine bölgesel politikanın nesnesi/aracı yapabilir. Ama böyle bir durumda daha kötüsü Kürtler, İsrail gibi bölgede düşman nazarıyla bakılan, yapayalnız bir aktöre dönüşebilir. Tabii tüm bunların dışında, tarihin tekerrürü de mümkün: 

Ya büyük güçler, geçmişte olduğu gibi, çıkarlar ve dengeler gereği Kürtleri yüzüstü bırakırlarsa…


Nitekim buna dair güçlü emareler de var. Örneğin, Türkiye’de PKK terörüyle mücadele kapsamında yapılan operasyonlara dünyadan tek bir ses çıkmaması Kürtler için bir işaret olmalı. Benzer biçimde büyük güçlerin İran’la ilişkilerini konsolide ettiği bir dönemde İran’ın da Kürt ideallerine sıcak bakmayacağı aşikar. Bu durumda büyük güçler belki şimdilik Suriye ve Irak ekseninde Kürtlere güçlü destek veriyor olsalar da, bu Irak ve Suriye’deki statükoyu gözden çıkardıkları için şimdilik böyle. Ama Türkiye ve İran için aynı şey söylenemez. Biri ABD’nin öteki Rusya’nın müttefiki olan Türkiye ve İran büyük güçler açısından gözden çıkarılmaları mümkün değil. Bu ülkelerinse Kürt ideallerinin karşısında olduğu ise kuşkusuz. O halde soru şu: Büyük güçler Türkiye ve İran’a rağmen Kürt ideallerini gerçekten sonuna kadar desteklerler mi?



http://www.aljazeera.com.tr/dosya/buyuk-guclerin-kurt-karti


3.CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,



...