23 Kasım 2015 Pazartesi

Kürt Aydınları ve Ermeni Soykırımı



Kürt Aydınları ve Ermeni Soykırımı



 21/11/2015

Toros Sarian: 

Ermenilere karşı işlenen soykırım üzerine açık ve derinlemesine tartışmalar Türkiye’de eskiden olduğu gibi engellenmemekte artık. Geçtiğimiz birkaç yılda konuyla ilgili sayısız makale ve kitap yayınlandı; bunların arasında Türk resmi tarihyazımında egemen görüş açısını yansıtmayan bırcok eser vardır. Nisan 2011’de, Prof. Halil Berktay soykırımın yıldönümü vesilesiyle Hamburg’da bir konuşma yaptı ve önde gelen Türk bilim insanlarının Ermenilere karşı işlenen suçu Birleşmiş Milletler Sözleşmesine göre soykırım saydıklarını belirtti laf arasında. Ama, pek çoğu, galiba aşırı milliyetçilerin tepkilerinden korktukları ya da sadece devletin eğitim kurumlarındaki işlerini kaybedebilecekleri kaygısıyla  henüz açıkça dile getiremiyor. Çoğu bilim insanı ve aydının soykırım gerçeğinin artık inkar edilemeyeceği şeklindeki görüşü giderek itibar kazanmış da olsa, Türkiye halkı açısından durum oldukça farklı. Devletin inkar politikası egemenliğini ve kamuoyunu biçimlendirmeyi hâlâ sürdürüyor. Dolayısıyla kimse gerçekten açık ve kısıtlamasız bir tartışmadan söz edemez henüz.
Türkiye halkının tersine, Kürtler soykırım konusuyla hesaplaşmaya hazır görünüyorlar. Onlar arasında resmi tarih tezleri oldukça yaygın biçimde reddedilmekte. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtlerin temel ulusal ve kültürel hakları inkar edilmekteydi ve 1937-38’de Dersim’de bir başka soykırımın kurbanı olmuşlardı. Geçtiğimiz otuz yıl içinde binlerce Kürt köyü yakılmış, milyonlarca Kürt yurtlarından zorla göçürtülmüşlerdir. Türk askeri ve devlet kontrolündeki paramiliter birliklerce öldürülmüş sivil Kürtlerin sayısı muhtemelen hiç bir zaman belirlenemeyecektir. Köyü yakıldığından dolayı bir batı Anadolu kentinin yoksul bir mahallesinde yaşayan ya da halkının ulusal ve kültürel hakları için mücadele ettiğinden dolayı yıllarını cezaevinde geçiren bir Kürt, Türk milliyetçiliğinden yeterince çektiği için soykırım yıllarında Ermenilerin başlarına ne geldiğini çok daha kolaylıkla anlayabilir.

Kürtler ve Ermeni Soykırımının Kabulü

Eğer Türkiye’nin inkar politikası ve soykırım etrafında ördüğü sessizlik duvarı giderek yıkılmaya başladıysa, bu, sadece uluslararası düzeyde tanıma çabalarının ya da Diaspora Ermenilerinin kampanyaları sayesinde olmamıştır.  Ne de, ne yazık ki hâlâ çok zayıf olan Türk sivil toplumundan dolayıdır. Türkiye’de soykırım konusunda bir tartışmanın ortaya çıkması daha çok Kürt ulusal hareketinin direnciyle bağlantılıdır. Soykırım konusuyla, Kürt sorunuyla ve diğer tabu temalarla yüzleşme ihtiyacı artık kaçınılmaz olmuştur. Nisan 1997’de, sürgündeki Kürt parlamentosu Ermenilere ve Süryani/Asurilere karşı işlenen soykırımı tanımış ve aynı zamanda, Hamidiye alaylarında yer alan Kürtlerin o suçta Türk hükümetinin işbirlikçileri olduklarını beyan etmişti.[1]
PKK (Kürdistan İşçi Partisi)’nin cezaevindeki lideri Abdullah Öcalan, 10 Nisan 1998’de Ermenistan başkanlık seçimindeki zaferinden dolayı Robert Kocharian’a bir kutlama mesajı çekmiş ve soykırım konusunu dile getirmişti. Belçika Senatosunun Türk Hükümetini Ermeni soykırımını tanımaya çağırma kararını da alkışlamıştı. Ayrıca, suçun arkaplanının kapsamlı bir biçimde ele alınıp tahlil edilmesine de ihtiyaç olduğunu vurgulamıştı.
1982’nin başlarında PKK Parti Gazetesi Ermeni soykırımını anmış ve bundan Jön Türk rejimini sorumlu tutmuştu: “Halkların imparatorluktan kopmaya çaliştiği bir dönemde ortaya çıkan bujuva milliyetci hareketin programmının temelini, imparatorluğun ‘Birlik ve Bölünmezlik’ korumak oluşturur. Imparatorluğun ‘birlik ve bütünlüğü’ korumak demek, baskı altında tutulan halkların en demokratik hakkı olan ‘Kendi Kaderlerini Tayin Hakkına’ karşi olmak demektir. Hıristiyan ve müslüman çeşitli halkların, kendi kaderlerini özgürce tayin etmek için harakete geçtikleri, ayaklandıkları, direndikleri bir dönemde, halkların bu direnmesini kendilerinin iktidar olmasi için bir basamak olarak kullanan Jön Türkler, iktidara geçtikten hemen sonra halklar üzerinde eskisinden katbe kat daha fazla bir baskı rejimi kurmuşlar, her tarafa ordular göndererek halkların bu en dogal hakları olan direnme mücadelelerini zorla bastirmaya çalışmişlar, hatta Ermeni tehcirinde görüldüğü gibi en vahşi soykırımları uygulamaktan çekinmemişlerdir.”[2] Birinci Dünya Savaşı sırasında, Jön Türk rejimi “yüzbinlerce Kürd’ü ‚mecburi iskana’ tabi tutarken – bunlarin çoğu Toroslar’da öldü – bir milyonu aşkın Ermeni’yi katlederek soykırıma uğrattilar” diye yazmıştı parti yayın organı.[3]
Soykırımı başka Kürt örgütleri de tanımıştır. “Kongremiz 1915 Büyük Ermeni soykırımını insanlık tarihinin kara lekelerinden biri olarak mahkum eder. ‹şbirlikçi Kürt Feodallerinin de Osmanlı-Türk sömürgeciliğine suç ortaklığı yaptığı bu kanlı eylemin, Ermeni halkına karşı işlenmiş tarihsel bir haksızlık olduğunu kabul eder.” diye yazıyordu PRK/Rizgari (Kürdistan Özgürlük Partisi) parti konferansının bir kararında. Ayrıca, soykırımdan sağ kurtulanların torunları eski yerleşim yurtlarına dönme hakkına sahip oldukları da dile getiriliyordu aynı kararda.[4] “Ermeni ulusunun uğradığı tarihsel haksızlığı da telafi etmek üzere Kürdistan’da bir dizi önlem geliştirilecektir, a) Kürdistan’da yaşayan Ermeni halkı için Ermenice eğitim ve öğretim yapan okullar, yayın olanaklar ve Ermeni kilisesinin örgütlenmesi de dahil Kültürel Özerklik hakları, b) 1915 sürgünü ve soykırımı sırasında göçettirelen Ermeni ailelerinin ülkelerine dönebilmelerine hakkı ve olanakları sağlanarak, yerleşim alanları verilecektir.”
Kürt yayınları yıldönümlerinde soykırımı konu edinmiştir düzenli olarak. Kürtçe “Zel Yayınları” 1994 yılında İstanbul’da M. Kalman’ın “Batı Ermenistan, Kürt İlişkileri ve Soykırım” başlıklı eserini yayınladı. Bir Kürt yazarın, alışılageldiği gibi Kuzey Kürdistan’dan değil de Batı Ermenistan’dan söz etmesi dikkate değerdir. Bir başka dikkate değer eser de, Recep Maraşlı tarafından 2008 yılında “Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı” adıyla yayınlanan kitabıdır.[5]

Cinayetler Yüksek Makamlardan Gelen Emirlerle mi İşlendi?

Kürtler Kürt-Ermeni ilişkilerini ve Ermeni Soykırımını ele almaya hazır görünüyorlar; ancak konu Kürtlerin soykırım sürecinde oynadıkları role dayanınca, Kürt aydınları arasındaki görüş farklılıkları açığa çıkıyor. Sol-liberal “Taraf” gazetesi yazarı, Mardinli Orhan Miroğlu, soykırımın 2011 yıldönümünde “1915, İnkar ve Kürtler” başlıklı bir makale yazdı.[6] Makalede, Hamidiye Alaylarının kuruluş nedenlerini ele aldı ve bu alayların 1894-1896 Ermeni katliamlarına dahlinden söz etti. Miroğlu burada Kürtlerin rolünün yanı sıra Ermenilere ve Süryani/Asurilere yönelik soykırımdan söz ediyor: “1915’te Kürtler Ermeni ve Süryani katliamında önemli rol oynadılar. Bu rolün öyle sıradan bir tetikçilik rolü olmadığı açıktır. Hele Süryani’lerin Turabdin bölgesinde yok olmaları tamamen yerel otoritelerle, Kürt ve Arap aşiretleri arasındaki işbirliği sonucunda gerçekleşti. İttihatçıların, Süryaniler için özel bir planları bile yoktu.” Miroğlu, Kürtlerin işbirlikçiliklerini inkar ettiklerinden dolayı Kürt aydınlarının konumlarını eleştiriyor: “Suça ortaklığı kabullenmek söz konusu olduğunda, Kürt aydınlarının iyi bir sınav verdiği söylenemez. Aydınlarımız, aşiretlerin katliamlarda oynadıkları rolü tamamen İttihatçıların kışkırtıcılığına bağladılar.” Buna itiraz ediyor Miroğlu: “Kürtlerin eliyle gerçekleşen katliamlar, emirlere uymak gibi basit bir gerekçeyle açıklanamaz. Onlar İttihatçıların propagandalarına gerçekten inandılar veya inanmak işlerine geldi.” Miroğlu, Kürtlerin uzun bir süredir soykırım konusunu geçiştirmelerini eleştiriyor: “Dolayısıyla Kürt aydını, ve siyasetçisi, yakın zamana kadar, 1915 söz konusu olduğunda, Kürdistan’da yaşayan Ermenilerin ve Süryanilerin kitleler halinde yok edilmeleri gerçeğiyle yüzleşmek yerine, ‘Kurtarılan Ermenilere ve Süryanilere’ dair hikayelere sığınmayı tercih etti.”
Sürgünde yaşayan Kürt gazeteci ve yazar Ahmet Kahraman, Avrupa’da yayınlanan “Yeni Özgür Politika” gazetesinde adını vermeden Miroğlu’nun eleştirisine cevap verdi: “Oysa Soykırım, TC kurucularının da yer aldığı İttihat ve Terakki iktidarının projesiydi. Bu projede Ermeni katli “vacip”, malı, mülkü ganimetti. Kararda Kürtlerin bir ilgisi, dahli yok ama, uygulamada, “koruculuk” sisteminin başka şekli olan Hamidiye Alaylarının[7] doğrudur.”
Miroğlu, makalesinde o zamanın Kürtlerinin ve Kürt aşiret reislerinin soykırımdan sorumlu olduklarını ileri sürmemiş olsa da, Ahmet Kahraman, Miroğlu’nu bu demekle suçluyor ve Kürtleri suçlamasından dolayı onu kınıyor. “Kürtleri sorumlu tutmak, entrikacı akla uygun, ama gerçeğe ters, Kürtlere iftiradır. İftira ile katillerin paklanması mümkün değildir.”[8] Türk ceza yasasında meşum 301. madde yer almakta: ‘Ermenilere karşı soykırım işlendiğinden söz edenler “Türklüğü aşağılamak”la suçlanırlar.’ Bu nedenle Orhan Pamuk ya da Elif Şafak gibi Türk aydınları sanık sandalyesine oturtulmuşlar ve Hrant Dink de aynı nedenle Ocak 2007’de öldürülmüştü. Eğer Orhan Miroğlu Kürtlere leke çalmaktan suçlanacaksa, bu durum resmi Türk tarihini eleştirenlere karşı Türk devletinin başvurduğu yöntemi hatırlatmaktadır.
Ermeni Soykırımı geçen yıllar boyunca tarihçilerin ciddi ilgisini çekmiş bir konudur ve devlet arşivlerindeki pek çok belge yayınlanmıştır. Ermeni bilimcileri ya da aydınları 1894-96 katliamlarından ya da 1915 soykırımından Kürtlerin sorumlu olduklarını iddia etmemişlerdir. Prof. Vahakn N. Dadrian genel anlamda en tanınmış Ermeni tarihçisi olarak bilinir. Kendisi son 50 yıldır soykırım tarihini araştırmaktadır. 1995 yılında yayınlanan “The History of the Armenian Genocide”[9] adlı kitabı konuya ilişkin önemli bir eserdir. Onda da Kürtlerin rolüne dair ne bir bölüm ne de altbölüm yer almaktadır. Kürtler tüm kitapta sadece 14 kez geçiyorlar.
Soykırımla ilgili tartışmalarda, hiç kimse – hatta Türk resmi tarihçileri bile – Ermeni ve Süryani/Asuri soykırımlarından dolayı Kürtlere sorumluluk yüklemiyor. Kürt Hamidiye Alaylarının 1894-96 katliamlarındaki rolü bilinen bir şeydir. Kürtlerin, İttihatçı rejim tarafından planlanıp uygulanan suçta rol almış olmaları da bilinmekte ve yadsınmamaktadır.

Aydınlar

Aydınlar ve araştırmacılar tarihin incelenmesi ve değerlendirilmesinde önemli bir rol oynarlar. Resmi tarihe yönelik eleştiriler, soykırıma yol açan gerçek siyasî, sosyal ve ekonomik şartların da açıklanmasını beraberinde getirmelidir. Ancak “değerlendirmeye değer” Kürt yazarlarının Ermeniler ve soykırım hakkında yazdıkları devletin “Türk Tarih Kurumu”nun bakış açısına kısmen de olsa benzemektedir. Birkaç istisna dışında, yazdıkları, özellikle Ermenilerin ve Süryani/Asurilerin tarihleri açısından yüzeyselliği ve bilgi eksikliğini yansıtmaktadır. Çoğu yazar, literatürü, özellikle de günümüzün önemli belgelerini bilmiyor görünmekte. Yine, Kürtlerin 1915-1916 soykırımında oynadıkları rolün eleştirel bir değerlendirmesini yapmaya soyunanların kendi halkını aşağılamakla suçlandıkları da görülüyor. Bu şekilde, gerçekten eleştirel ve derinlemesine bir tartışmaya sınırlar getirilmeye çalışılıyor.

Ermeniler Revandüz’de 5000 Kürt’ü öldürdüler mi?

Özellikle Türkiye’nin doğrusunda yaşayan Aleviler arasında, tarihsel ve kültürel anlamda ilişkili oldukları Ermeniler ve soykırımın tarihçesine artan bir ilgi göze çarpmaktadır. “Kızılbaş” dergisinin pek çok sayısında Ermeni Soykırımı üzerine makaleler yer almıştır. Onlardan biri de Naci Kutlay’ın soykırım ve Ermeni-Kürt ilişkileri konularına özel bir önem atfeden yazısıdır.
Kutlay şöyle yazıyor: “Yer yer, cezaevlerindeki Kürtleri, Ermenileri öldürsünler diye serbest bıraktılar. Ne var ki, Rusya ordularının Kürdistan’ı işgali sırasında, Ermeni fedayileri ve örgütleri de aynı tür katliamlarla yanıt verdiler. Mayıs 1916’da Revandüz’de[10] bazı kaynaklara göre beş bin Kürt öldürüldü. Bu açıkça bir öç almaydı.” Kutlay, bunu, bu çok ciddi bir suçlamaya kaynak olarak göstermenin gereği olmadığını düşünüyor.
Herhangi bir bilimsel araştırmaya atıfta bulunulmamasına rağmen Kutlay, tanınmış tarihçi Dr. Kemal Mazhar Ahmed’in[11] Bağdat’taki Kürt Akademisi tarafından 1975’de yayınlanan bir yazısından yararlanmış görülüyor. “1916 Mayıs’i başlarında General Çiornezbev’in komutasında Rus kuvvetleri, Revanduz’a girerken dört Ermeni fedayi grubu da beraberlindeydi. 13 Mayıs günü sehri aldilar. Ermeni fedayileri intikam almak istiyorlardu ve bu nedenle cok kan akıttılar. Bircok kaynağa göre bu katliam sonunda, kadın, erkek, çocuk yaklaşık 5000 Kürt öldürüldü. Çoğu kurşunla değil, Revandüz vadisine fırlatılarak öldürüldü” diye yazılı Ahmed’in yazısında. Bir dipnottaysa, zamanın İngiliz subayı K. Mason’ın bir kitabına yer veriyor. Kitap, Türk-Irak sınır sorunu ve Milletler Ligi’nin rolünü ele alıyordu. Dipnotunda bizzat K. M. Ahmed’in Revandüz’de 5000 Kürt’ün öldürülmüş olduğuna kuşkulu yaklaştığını vurgulaması önemlidir: “Bu rakam abartılımışa benziyor. Ne M. H. Zeki – ki savaşın yolaçtığı zarar ve ziyandan bahseder – ne de Hüseyin H. Mukriyani – ki kendisi I Savaş’tan sonra Revandüz’da yaşamiş ve bu konuda yazmış – böyle bir rakam vermiştir. Halk arasında, çok sayıda Kürt kadınının, namusunu kurtarmak amaciyla kendilerini vadiye fırtattıkları anlatılır.” Dolayısıyla, sadece 5000 Kürt’ün öldürülmesi değil, Revandüz’de kitlesel bir cinayetin yaşanıp yaşanmadığı da sorgulanabilir bir konudur. Naci Kutlay, ya K. M. Ahmed’in düştüğü bu önemli notu okumamış ya da kasten söz etmemiş görünüyor. Okuyucunun aklında kalan şeyse, Revandüz’de 5000 Kürt’ün Ermeni fedayilerinin öç eylemin kurbanı olduğudur.
Açıkçası şu ki, kimse suçun ağırlığını önemsememeye cesaret edemez ya da sessiz kalamaz. Ancak, araştırmacılar ya da aydınlar hiçbir sağlam kanıt göstermeden 5000 Kürt’ün katli gibi son derece ciddi suçlamalar yaptıklarında, bilerek ya da bilmeyerek halklar arasında kini, nefreti ve güvensizliği körüklemiş oluyorlar. 1916’dan itibaren Rus denetimi altındaki bölgelerde bulunan Ermenilerin öç aldıkları inkar edilemez. Batı Ermenistan’dan pek çok Ermeni fedayisi geldi. “1908 Jön Türk Devrimi” öncesinde hükümet güçlerine ve Hamidiye Alaylarına karşı savaş verdiler. Dolayısıyla, katliamlara katılmış olan hükümet yanlısı Kürt aşiretleri Ermenilerce bilinmektedir. Bu nedenle onlar öçlerini bu Kürtlere yöneltmişlerdi. Güneyde kalan ve Ermeni yerleşim alanlarının dışında olan Revandüz’de, kayda değer bir Ermeni nüfusu yoktu. Kürdistan’ın bu bölgesindeki Kürt aşiretleri, ne Abdülhamit döneminde ne de sonradan, Ermeni katliamlarında rol almamıştı. Kısacası, Ermeni fedayilerinin ora halkı Kürtlere karşı öç eylemlerine girişmiş olmalarına pek ihtimal verilemez.

Tazminatsız Özür Olur mu?

Naci Kutlay’ın “Kızılbaş”taki makalesi Ermeniler açısından kayda değer niteliktedir, çünkü soykırım sorununun nasıl çözülebileceği konusuna el atıyor: “Ölenlerin geri gelmesi olanaksız. Maddî ve manevî zararları gidermek ve yaraları onarmak imkansız, ama, etkisini bir ölçüde hafifletmek mümkün. Almanya’daki Yahudi soykırımından sonra, sosyal demokrat hükümetin lideri Willy Brand, Yahudilerden özür diledi. Hitler’in yaptığı yanlışın yükünü neden Alman toplumu ve Willy Brand çeksin?”[12] Yani Kutlay soykırım konusunun çözümünü sağ kalanların torunlarından özür dilenmesinde görüyor.
Katledilen Ermenilerin mezarlarından kalkmayacakları açık. Fakat Naci Kutlay maddî ve manevî zararları gidermenin imkansız olduğuna nereden inanıyor? Bunun gerekli ve mümkün  olduğunu bizzat Almanya örneği bize gösteriyor: 1951 yılında Konrad Adenauer’in Hıristiyan-Demokrat hükümeti Alman halkının Nazi suçlarından suçlu ve sorumlu olduğunun yanı sıra İsrail ve Yahudi halkına karşı ilkesel bir görevi olduğunu da Bundestag’da onaylamıştı. Alman federal hükümeti ve Yahudi örgütleri temsilcileri 1952 yılında toplu tazminat olarak 3.45 milyar DM’lık bir ödeme öngören bir anlaşma yapmışlardı.
Kutlay, Almanya’nın maddî ve manevî sorumluluklarını yerine getirdiğini görmezlikten gelmekle kalmıyor, Türkiye’nin Alman öncülünü izleyerek tazminat vermesinin neden “imkansız” olduğunu açıklamakta da çaresiz kalıyor. Kürt halkına karşı savaşan askerinin harcamaları hakkında  hiçbir sıkıntı duymayan ve kendi halklarını terörize etmek için on binlerce Kürt “köy korucusu” için olağanüstü paralar harcayan Türk hükümetinin kenarda köşede parası yok mu? Kutlay, ya Ermenilerin sözde “haksız tazminat talepleri” konusunda Türk devletiyle dayanışma içinde olmak zorunda hissediyor kendini ya da bundan Kürtlerin de etkilenebileceklerinden korkuyor.
Ingilizceden çeviren: Attila Tuygan
[1] Asbarez Online 29.04.1997
[2] Serxwebun, Sayı 2, Şubat 1982, Sayfa 10
[3] Serxwebun, Sayı 4, Nisan 1982, Sayfa 11
[4] PRK/Rizgari (Kürdistan Özgürlük Partisi) Birinci Parti Kongresi Nihai Beyannamesi, 1999
[5] Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, İstanbul 2008, Peri Yayınları
[6] Taraf, 25.04.2011
[7] Hamidiye Alayları 1890 yılında Ermeni cemaatlerini baskı altında tutmak, ezmek ve gözünü korkutmak üzere doğu ve güneydoğu Anadolu’da Sultan Abdülhamid tarafından bölge Kürtleri arasında oluşturulan askerî birliklerdir. Soykırım sırasında hem Ermenilerin hem de Süryanilerin imhasında çok önemli rol oynamışlardır.
[8] Yeni Özgür Politika, 28.04.2011
[9] Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi, İstanbul 2008, Belge Yayınevi
[10] Revandüz, Irak Kürdistan’ı Erbil Yönetimine bağlı Soran’ın bir ilçesidir.
[11] Dr. Kemal Mazhar Ahmed, Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Kürdistan ve Ermeni Soykırımı (Kurdistan during the WW I and the Armenian Genocide), Stockholm 1986 (Türkçe çeviri). K.M. Ahmed, Sovyetler Birliği’nde eğitim görmüş bir tarihçidir.
[12] Kızılbaş, Sayı 3, Nisan 2011
https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7403975790903408862#editor/src=sidebar
..
Not;   Bu  web  sitesi haberlerini okudukça  kürt & ermeni işbirliğinin hangi boyutlarda oldugu açıkça  görülmektedir..


KÜRTLER, ROJAVA’DAKİ HRİSTİYANLARIN KAYGILARINI GİDERMELİDİR



KÜRTLER, ROJAVA’DAKİ HRİSTİYANLARIN KAYGILARINI GİDERMELİDİR





Kasım ayının başında Suriye’nin Haseke vilayetinde Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) ilan ettiği Cezire Kantonu’nda 16 Süryani ve Ermeni kurumu tarafından ortak imzalı bildiri yayınladı.  Bu bildiri Cezire Kantonu’ndaki yönetime ilişkin bazı itirazlara işaret ediyordu. PYD bu bildiriye dair bir açıklama yayınladı ancak ne yazık ki kaygıları gidermeye yeterli değil. Üstten konuşan bir dil ve sonu uyarı ile biten bir açıklama…
HABUR SAVUNMA MUHAFIZLARI KOMUTANI’NA YÖNELİK SUİKAST
Bundan yedi ay önce Habur Savunma Muhafızları komutanı David Antar Gindo’nun bir suikast sonucu öldürülmesine ilişkin yine Süryaniler YPG’e adalet çağrısında bulunmuştu. Suikastı gerçekleştirenler YPG’li beş kişi idi. YPG olaydan sonra David Antar Gindo’yu şehit ilan etmiş ve kendisini şehit edenlerden hesap sorulacağını açıklamıştı. Kanton mahkemesi ise iki kişi hakkında iki yıl hapis cezası vererek davayı sonuçlandırmıştı. Asuri Süryani Aydınları Platformu (Platform Turabdin) 22 Nisan 2015’de öldürülen Habur Savunma Muhafızları Komutanı’na yönelik suikastın örtbas edildiğini belirterek, Kürt Özgürlük hareketini, tekçi, zalim ve entrikacı Türkiye Devleti gibi davranmakla eleştirmişti. Aynı tarihlerde YPG-YPJ ile Süryani savaşçıların birlikte IŞİD’e karşı operasyonlar yaptıklarını da biliyoruz. Cizire Kantonu’nda başlatılan ve adını “Komutan Rubar Hamlesi” koydukları operasyonda IŞİD’e ‘büyük darbeler vurulduğu’na dair haberleri de izlemiştik. Ancak Süryaniler kaygılıydılar yine de…
16 SÜRYANİ VE ERMENİ KURUMUNUN AÇIKLAMASI
Aradan geçen yedi ay sonra Hristiyanlardan oluşan 16 kurum Cezire Kantonu’ndaki yönetime ilişkin bir bildiri yayınlarak bazı kaygı ve itirazlarını dile getirdiler.

İtirazlar şu dört başlıkta toplanıyor:

Özel ve kamu okullarında yeni eğitim müfredatı
Gençlerin zorunlu olarak askere alınması
Özel vergi uygulaması
Süryanilere ait olan mülklerin gasp edilmesi
Bildiride yeni çıkarılan özel vergi yasasına biat etmeyeceklerini ve Hristiyanlara ait olan mülklerinin de başkalarının kullanımına tanzim edilemeyeceği belirtiliyor.
“Temel insan hakları korunmalı” denilen bildiride, “Etnik ulusal kültürel farklılıklara rağmen tüm sakinlerin, Cezire vilayetinde barış içinde bir arada yaşamaya devam edeceğine inanıyoruz” ifadelerine yer veriliyor. Kanton Yönetimi’nin çıkarttığı yeni ‘Göçmen Mülkleri Yasası’na konu olan mülklerin, çoğunlukla çatışmalar nedeniyle evini terk etmek zorunda bırakılan Hristiyanlara ait olduğu belirtiliyor ve Göçmen Mülkleri Yasası’nın, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki mülkiyet hakkına aykırı olduğunu kaydediyorlar. Bildiride ayrıca, hiçbir nedenle, evlerini terk etmek zorunda bırakılan kişilere “hain” muamelesi yapılamayacağına dikkat çekiliyor. Bildiriye imza atan 16 Süryani ve Ermeni kurumları arasında bölgedeki Süryani, Ermeni, Keldani kiliselerinin yanı sıra, Süryani Demokratik Örgütü, Suriye Hristiyan Gençlik Merkezi gibi örgütler de yer alıyor. İlk anda İttihat ve Terakki’nin geçen yüzyılın başlarındaki soykırımı projesinin öncesi aldığı kararlar ve çıkardığı yasalara benzer uygulamaları andırıyor olan biten. Haliyle de korkuyoruz. Merakla PYD’nin bu konuya ilişkin bir açıklama yapmasını bekliyoruz.
PYD’DEN ROJAVA’DAKİ SÜRYANİ VE ERMENİ KURUMLARININ BİLDİRİSİNE DAİR AÇIKLAMA
Fırat Haber Ajansı ANF’de yer alan habere göre, PYD’nin ilan ettiği Demokratik Özerk Yönetim içinde yaşayan herkesin özel mülkiyetini koruma altına almanın Demokratik Özerk Yönetimi’nin sorumluluk alanında olduğu hatırlatılarak “Özel mülkiyetin korunması konusunda çıkacak olan bir yasanın önceliği de Süryani, Asuri ve Arap halkımızın özel mülklerini korumayı bir görev olarak görür” deniyor. Bildiride aktarıldığı gibi Haseke’deki Süryani okuluna YPG tarafından el konulmadığını açıklayan PYD EŞ Başkanlık Danışmanlarından Shinko Dibo, IŞİD çetelerinin daha önce buraları işgal ettiği sırada bu tür binalara girdiğini ve buralardan saldırı düzenlediğini söylüyor. Bu nedenle bu tarz binaların güvenlik nedeniyle bir dönem korunduğunu belirten Dibo, çetelerin temizlenmesinin ardından okulun şu an yeniden Süryani halkının kontrolünde olduğunu belirtiyor. YPG’nin Süryani gençlerini zorla askere aldığı yönünde bildiride öne sürülen iddiayı da yalanlayan Dibo, YPG’nin kimseyi zorlayarak saflarında askerlik yaptırmasının mümkün olmadığını söylüyor.
“KİLİSE VE CAMİLER POLİTİK KONULARA KARIŞMASIN”
Bildiriyi yayımlayan kesimler arasında kiliselerin yoğunlukta olduğuna dikkat çeken Dibo, “Kiliselerin işi, politik konularda açıklama yapmak değildir. Aynı şey camiler için de geçerlidir. Yönetim konularında zaten halkların seçilmiş temsilcileri var, onlar karar verir. Kantonlarımızda kanunlar tüm halklardan temsilcilerin katılımı ile yapılıyor” diyor.
AÇIKLAMA KAYGILARI GİDERMEK İÇİN YETERLİ DEĞİL
Açıklamanın sonundaki uyarı dikkat çekici: ‘’Bildiriyi yayınlayan kesimler arasında kiliseler yoğunlukta… Kiliselerin işi, politik konularda açıklama yapmak değildir. ’’ Ve zaten yönetim konularında halkların seçilmiş temsilcileri var, onlar karar verir denilerek bildiride geçen kaygılara, itirazlara dair ikna edici olmayan açıklamaların ardından siz susun deniyor.
Peki, madem halkların seçilmiş temsilcileri var, neden onlar değil de PYD bu konuya dair açıklama yapıyor? Ki açıklamalar resmi TC devleti açıklamalarını andırıyor: “Özel mülkiyetin korunması konusunda çıkacak olan bir yasanın önceliği de Süryani, Asuri ve Arap halkımızın özel mülklerini korumayı bir görev olarak görür” Ama işte Süryaniler ikna olmamış. Bu cümle onları ikna edecek bir cümle değil ki. Daha doğrusu birileri bazı maddeler sıralayıp itirazlarını sıralıyor, birileri de bunlar doğru değildir diyor. Bu nasıl ikna edici olsun.
Kürtler son 50 yıldır Ortadoğu’daki her devrimci demokratik mücadelenin öyle ya da böyle parçası hatta öncüsü durumunda, her kesimin umutla izlediği destek verdiği önemli bir güç halindeler. Ve dolayısıyla düşman bellediklerimizin yaptıkları bizi hayal kırıklığına uğratmazken, dostların çöpü dahi göze batar. Bu normal karşılanmalıdır. Özellikle Rojava’da ne büyük bedeller ödendiği herkesçe biliniyor. Tam da bu yüzden beklentiler büyüktür. Bu noktada bölgedeki zalim devletlerle Kürtler tabi ki aynı kefeye konmayacaktır. Ama Kürtlerden hep en doğru olanı yapması beklenecektir. Ki bölgede azınlık durumundaki mazlum Hristiyan uluslardan insanların kaygılarını ortadan kaldırmak en çok da Kürt ulusunun temsilcilerinin görevidir.

1915 Soykırımı Bağlamında Kürt-Ermeni Tarih Muhasebesi



1915 Soykırımı Bağlamında Kürt-Ermeni Tarih Muhasebesi,




Hovsep-Hayreni-Kitap









Dostum Hovsep Hayreni’nin çalışmalarını değerlendiren bir sunuş yazmak son derece zordur. Zira O kılı kırk yaran titiz bir araştırmacıdır. Bu bakımdan yazıları üzerinde konuşurken ve yazarken de onun gibi titiz ve özenli olmak gerekir.
Tarihi Ermenistan’da, Ermeni- Kürt – Kızılbaş başta olmak üzere halkların birbirleriyle olan ilişkileri konusunda bir elin parmaklarını geçmeyen araştırmaların yanına Hovsep, kapsamlı, 1915 Soykırımı odaklı yüz yıllık süreci inceleyen, irdeleyen ve yorumlayan bir araştırma eklemiştir. Halklar arasındaki ilişkilerin yanında, bu ilişkilere etki eden şahsiyetler de inceleme kapsamına alınmış, denek taşına oturtulmuştur. Denek taşına oturtulan bir diğer olgu da 1915 Soykırımına ilişkin seçici vicdandır. Hovsep burada kişileri, toplumları ve olgularısorgulayarak dikkatli bir dille okuyucularıyla paylaşır. Bu dil aynı zamanda adaleti arayan bir dildir.
Kısaca elinizdeki kitap bu konudaki araştırmaların başında ve türünün en mükemmel örneklerinden biri olmasının yanında, halklar arasındaki ilişkilerin, tarihsel bir süreç içinde nasıl incelenerek günümüze ışık tutan bir perspektifle okuyucularla buluşacağının örneğini verir. İlişkilerin olumlu olumsuz yanlarını tartar, inişli çıkışlı dönemleri, nedenlerini ve sonuçlarını irdeler.
Hovsep, çalışmasıyla bir bakıma halklar arasındaki ilişkilerin incelenme ve yorumlanma perspektifini ve yöntemini paylaşır. Bu yüzden elinizdeki kitap aynı zamanda bir yöntem kitabıdır. Kürtler ve Kürdistan üzerine hele Ermeni-Kürt ilişkileri üzerine konuşmak ve yazmak son derece zordur. Tepkiler pusuda bekler. Yazdığın her sözcük vatan-millet-Fırat süzgecinden geçmek zorundadır.
Hovsep, bu sırat köprüsünü, bu handikapı başarıyla aşan önemli kalemlerdendir. O, seçtiği sözcüklerle, tarihten günümüze bölgedeki ilişkilere ayna tutarken bir an bile objektifliğinden ayrılmaz, duygusal davranmaz. Her bir yazının her bir sözcüğü titiz bir düşünce ve dille kaleme alınmıştır. Böyle netameli bir alanda yanlış bulduğu ve milliyetçi tarafgirlik olarak gördüğü yorumları eleştirirken, tersi yönde haksızlık etmemek için azami özeni gösterir.
Bu bakımdan bu alandaki yazıları sabırsızlıkla beklenen en saygın kalemlerden biridir. Bu çalışmanın, HovsepHayreni’nin uzun sayılabilecek zaman aralığında bir çok yerde yazdığı ancak bütünlüklü bir perspektif içinde birbirini tamamlayan yazıları ve konuşmalarının bir araya toplanarak oluşturulması, klasik bir derleme olarak anlaşılmamalıdır. Yazıların bilinçli bir tercihin ürünü olarak birbirinin devamı niteliğinde olması birçok can alıcı sorunun birbiriyle ilintisini ortaya serdiği gibi, bu yazılar birçok bakımdan can yakıcı güncel sorunlara müdahaleyi içermektedir. Bu kurgu, sorunları birbirleriyle bağlantısını kaynaklarıyla birlikte görmemizi ve daha kolay anlamamızı sağlar.
İncelemenin bütünde-fonunda sorunların 1915 itibariyle donduğunu görmek mümkündür. Uyarıları dikkatle incelenerek göz önüne alınacak bilge niteliklere sahiptir. O coğrafyada çözüm 1915 Soykırımı ile çok sıkı bir bağ ile bağlıdır:
Kürt milliyetçiliği ve tarihyazımı bu alanda soykırımın sonuçlarından pekala istifade etmiş ve halen de etmektedir. Evet Ermeni halkına mezar edilen Batı Ermenistan siyasi ve hukuki olarak Kürdistan’a dönüşemedi, yine Türk devletine kaldı. Ama demografik ve kültürel olarak geçmişte olmadığı kadar Kürdistan hüviyeti kazandı.
HovsepHayreni’nin bu sözleri boşa söylenmiş sözler değildir. Ölçülmüş tartılmış ve paylaşılmıştır.
Eline sağlık Hovsep…
İyi okumalar dostlar…
.

18 Ekim 2015 Pazar

Ermenistan'ı Türkiye Üzerinden Ele Geçirmek



Ermenistan'ı Türkiye Üzerinden Ele Geçirmek



13 Eylül 2008 Cumartesi
EROL MANİSALI
Washington, Londra ve Brüksel, Ermenistan ve Gürcistan’ın NATO ve AB’ye alınmasını istiyorlar.
İsrail, Ermenistan ve Gürcistan Büyük Ortadoğu Projesi’nde Batı’nın bölgedeki doğal uzantıları konumundalar.
Ermenistan ve Gürcistan’ın NATO ve AB’ye sokularak Batı’nın Kafkasya’ya yerleştirilmesinde Ankara bir maşa gibi kullanılıyor. Bu “misyonu” üslenen hükümete Batı’dan alkışlar geliyor “Sen benim maşam ol, ben senin arkanda durayım…” AKP hükümeti Ermenistan ve Gürcistan konularında neler yapıyor? AB ve NATO üyeliklerinin altyapısı nasıl hazırlanıyor? Önce Ermenistan’ı ele alalım:
-Ermenistan fiilen, bölgenin iki büyük gücü Rusya ve İran ile çok yakın ilişkiler içinde. Ekonomik ilişkilerden başlayarak bu bağların koparılması ve “Türkiye üzerinden Batı’ya kaydırılması” isteniyor.
Ermenistan üzerinde Batı’nın etkisini arttırabilmek için onun iktisadi olarak güçlendirilmesi zorunlu. Kuzey Irak’ta Barzani yönetimi için yaptırdıklarını şimdi de Ermenistan için uygulattırıyorlar.
Kapılar açılacak ve bu kapılardan Ermenistan’a Batı’nın her türlü eli, Türkiye üzerinden uzanacak. Böylelikle Rusya ve İran’ın etkisi ortadan kalkacak, Batı ekonomik olarak dev yardımlar yapacak. Diyaspora Türkiye’yi bir koridor gibi kullanacak.
İşte Gül’ün (ve hükümetin) üslendiği misyon budur. Washington, Londra ve Brüksel’den yükselen alkış sesleri bundandır.
-ABD (ve AB) Gürcistan’da Ankara’ya gerekenleri yaptırttı. Gürcistan’a Türkiye üzerinden silah sokuldu, ordusu Ankara’ya eğittirildi. Sonunda düğmeye basıldı ve Gürcistan ile Moskova arasında, “uluslararası bir sorun üretildi.”
ABD ve NATO savaş gemilerinin Karadeniz’e doluşmalarının yolu böylelikle açıldı. Ayrıca Ankara ile Moskova bir güzel karşı karşıya getirildi.
Gül’ün Erivan ziyareti Batı \t\tiçin çok önemli
Rusya ve İran’a karşı Ermenistan’ın “Türkiye üzerinden Batı’ya bağlanması”, Batı’nın Kafkasya’daki çıkarları ve BOP için hayati bir önem taşıyor.
Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırması ile başlatılan “kampanya”, “Gül’ün Ermenistan’a Batı’nın elini uzatması ile” devam ediyor. Erivan ziyareti, 1991’deki “Çekiç Güç”e paralel bir operasyondur. Çekiç Güç’ün bugüne kadar Irak ve Güneydoğu’da yerine getirdiklerini, kuzeydoğu sınırımızda başlatacaktır.
ABD ve AB’nin AKP ile yürütmekte olduğu politika devam ederse şu sonuçla karşılaşacağız:
-Gürcistan ve Ermenistan NATO ve AB’ye zamana yayılarak alınacaklar. Muhtemelen iki ülke arasında federal bir çatı kurulacak.
-Hükümetin de desteği ile ABD, AB ve NATO askeri güçleri Karadeniz’e yerleşecekler.
-Türkiye Rusya ile karşı karşıya gelecek ve çok büyük sorunlar yaşanacak.
“ABD’nin 1 Mart Teskeresi’ni” Meclis’ten geçiremeyen hükümet Irak, Kıbrıs ve Kafkasya’daki uygulamaları ile bunu telafi etmiş ve Amerika’nın gözüne girmiştir. Cüneyt Zapsu’nun tavsiyeleri ABD tarafından uygulanmaktadır.
Ankara kendi kuyusunu mu kazıyor?
AKP’nin izlediği politika kime yarıyor? Bölgeye ve Türkiye’ye barış ve esenlik mi getiriyor? Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgede çağdaş, demokratik, güçlü bir ülke durumuna gelmesini mi sağlıyor? Yoksa sömürgeci amaçlar peşinde koşan dış güçlerin bölgeye, “Türkiye’deki yönetimler aracılığı ile”yerleşmelerine mi yol açıyor?
Bu sorunların yanıtlarını Ortadoğu’da son 15 yıl içinde ortaya çıkan fiili gelişmeler ve Batı’nın Türkiye ve bölge üzerinde belgelere geçmiş talepleri ışığında baktığımız zaman büyük olasılıkla şunlarla karşı karşıya kalacağız:
-Türkiye Karadeniz’den, Kafkasya’dan, Irak’ın kuzeyinden, Akdeniz’den ve Ege’den kuşatılıp baskı altında tutulacaktır.
-Yunanistan ve Rum örneğinde olduğu gibi NATO ve AB’nin yeni üyeleri tarafından Kafkasya’dan da sürekli sıkıştırılacaktır.
-ABD, AB ve NATO, “Türkiye karşıtı üyeleri kanalı ile” Ankara’yı baskı altında tutacaktır. Bugünkü politika sürerse karşılaşacağımız manzara bu olacaktır.
ABD ve AB’nin “Türkiye içinde oluşturdukları siyasi ve ekonomik uzantıları” , bütün bu koşulların hazırlanmasına yardım ediyor. Abdullah Gül’ün ABD, AB, Ermenistan ve Gümrük Birliği ile ilgili olarak dün söyledikleri ile bugün yaptıkları ve söyledikleri arasındaki karşıtlık,“sorunların nedenlerini de açık bir şekilde gösteriyor”.
Bugün yapılmakta olan yanlışlar, “yanlış oldukları biline biline uygulanıyor.” Ancak Türkiye için hata kabul edilenlerin emperyalizmin doğruları olduğunu görüyoruz.
Keşke Gül Erivan’a bölge ülkelerinin ve halklarının ortak çıkarları için gitseydi. Keşke bölgeye göz diken dış güçlerin alkışlamadığı bir insan olarak bu ziyareti yapsaydı. Ama o zaman da iktidarda başkaları olurdu, esas sorun burada…

Bir not: 

8 Eylül 2008 tarihli Bıçak Sırtı’nda “Güneydoğu Asya Birliği” sözcükleri yanlışlıkla yazıya girmediği için Hindistan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü içinde bulunduğu gibi yanlış bir anlam ortaya çıkmıştır; düzeltiriz.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/9610/Ermenistan_i_Turkiye_Uzerinden_Ele_Gecirmek_.html
..

16 Ekim 2015 Cuma

Yalnız Ermenileri Değil Aldo Moro'yu da Biz Öldürdük!



Yalnız Ermenileri Değil Aldo Moro'yu da Biz Öldürdük!


 Ali Tartanoğlu




Kim günahsızsa taşı ilk atsın!

21.04.2015 0:00   


Türk’ün garip başının yüz yıllık belası… Veya belalarından biri…

Sanki Türkler dünyanın en lanetli ulusu… Biraz daha dursalar Kızılderilileri de, Afrikalıları da, Hintleri de Türkler kestiydi diyecekler…

Libya’yı da Türkler işgal etti, Irak’ı da Türkler işgal edip bir buçuk milyon insanı Türkler öldürdü; Hindistan’ı, Afrika’yı yüzyıllarca Türkler sömürüp, 200 milyon Afrikalıyı Türkler öldürdü; Amerika’da zencileri Türkler katletti, Kunta Kinteleri Türkler yarattı. Amerika’da köleliğin kaldırılmasına itiraz eden Güney Amerikalılar da Türk’tü, dört yıl boyunca bu yüzden savaştıkları Kuzey Amerikalılar da Türk’tü. Hatta polisimiz hala, parkta, bahçede, benzincide, evinin önünde arabasını yıkarken nerde zenci görse takır takır vuran polisler de aslında Gezi Parkından Amerika’ya tayin edilmiş Türk polisleri.  İkinci Dünya Savaşında ülkedeki Japonları da Türkler toplama kamplarına tıkmıştı. Hindistan’da Gandileri Türkler hacamat etti…

Ve kendileri sanki pir-ü pak… Zemzemlerde yunmuş… Sütten çıkmış ak kaşık…

Son söyleyeceğimizi ön söyleyelim: Ermeni soykırımı diye bir şey yoktur. Bu, dört başı mamur bir emperyalist alçaklıktır. Birinci Dünya Savaşını Osmanlı çıkarmadı. Osmanlı istemeye istemeye, adeta mecburen katıldı. Savaşı çıkaranlar, Osmanlı’nın “düveli muazzama” dediği, o günlerin büyük alçaklarıydı.
 
Bu savaşın bir başka adı da “Birinci Paylaşım Savaşı”dır. Kavga bu büyük alçaklar arasındaki sömürge paylaşımı kavgasıdır. Ama o günlerin en büyük lokması da Osmanlı topraklarıydı. Dolayısıyla, geneli itibariyle bir dünyayı paylaşma savaşı olan Birinci Dünya Savaşı, özeli itibariyle bir “Osmanlıyı Parçalama ve Paylaşma” savaşı haline gelmiştir.
 
Böyle büyük ve son derece kanlı bir hengame elbette sadece topla, tüfekle, kılıçla cereyan etmez. Edemezdi çünkü. İçine elbette büyük diplomatik alçaklıklar, kalleşlikler, namussuzluklar da girmelidir, girmiştir.
 
 
 
 
      

(Hindistan'da Amristar Katliamı anıtı, 14 Nisan 1919'da resmi rakamlara göre 379 Hintli öldürüldü ve yaklaşık 1200 Hintli yaralandı.)
 
Emperyalist Batı namussuzluğu “size bağımsız devlet veririz” gerekçesiyle kandırma yöntemini önce Yunan, Bulgar, Sırp, Karadağlı vb. gibi Avrupa’nın ortasında yaşayan Hıristiyan Balkan unsurları için kullanmış ve başarılı olmuştur. Ermenilerin aynı yöntemle kışkırtılmaya başlanmaları aşağı yukarı bu Balkan unsurlarını takip etmiş; en önce Yunanistan, sonra Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ koparılmış, bu denemenin başarısı üzerine hemen Ermeniler üzerinde çalışmaya başlamışlardır.
 
Osmanlı, Birinci Dünya Savaşında Batı’da, Doğu’da, Güney’de, her cephede savaşmaktadır. Bu arada bir Balkan Savaşı da yaşanmış, 40 gün içinde neredeyse bütün Balkanlar kaybedilmiş, milyonlarca Türk Anadolu’ya doğru göçe zorlanmış, yani bir anlamda düpedüz tehcir edilmiş; Emperyalist Batı namussuzluğu asla sözünü etmese de, bunlardan bir milyon kadarı da ölmüştür. Ermeniler işte tam bu dağınıklık, açlık, yoksulluk, perişanlık, kan, ölüm cehenneminin ortasında Anadolu’yu Doğu’dan işgal edip, Erzurum’a kadar ilerleyen Rusların yanı başında devreye girer. Bağımsız devlet sahibi olacaklardır ya…

Tehcir, bir kere bu düşman yardakçılığının bir sonucudur. Tehcir sırasında açlıktan, hastalıktan çok sayıda ölen olmuştur. Ama bunun dışında devletten tamamen bağımsız, devlet görevlilerinin densizliklerinden kaynaklanan ölümler olduğu gibi, sivil Ermeni, sivil Türk de birbirine kıymıştır. Daha önemlisi Rusların, Fransızların vb. silahlandırdığı yarı resmi Ermeni milisleri de pek çok Türk’ü öldürmüştür.
 
Ama Ermenilerin bilinçli, planlı bir şekilde öldürülmeleri için bir devlet kararı kesinlikle yoktur. Bu, halt etmenin Emperyalistçesidir. Ermenicesi demeye gerek yok. Ermenice, Emperyalist alfabenin olsa olsa saf-salak bir harfinden ibarettir. Zaten Emperyalist alfabenin böyle kandırılmış işbirlikçi ulusal, etnik o kadar çok harfi vardır ki… Dünkü Gürcistan’ın, Şimdiki Ukrayna’nın, Libya’nın, Mısır’ın, Suriye’nin, Irak’ın, Pakistan’ın, Afganistan’ın haline bakın yeter. Yugoslavya’nın, Çekoslovakya’nın, hatta Sovyetler Birliği’nin… Ve nihayet Türkiye’nin…

Hindistan’ı kim böldü Pakistan, Hindistan, Bengaldeş diye?.. 1839-42 arasında İngiltere, sonra 1856-60 arasında İngiltere ile birlikte Fransa niye Çin’e savaş açtı, bu savaşların adı niye Afyon Savaşları?..
 
1870-1898 arasında İngiltere, imparatorluğuna 4 milyon mil kare toprak, 88 milyon nüfus; Fransa yine 4 milyon metrekare toprak 40 milyon nüfus; Almanya 1 milyon mil kare toprak ve 16 milyon nüfus; Belçika 900 bin mil kare toprak, 30 milyon nüfus; Portekiz 800 bin mil kare toprak 9 milyon nüfus katmış. Nasıl?.. Gül buketleri sunarak, serenatlar yaparak, aryalar okuyarak, ilan-ı aşk ederek mi?..(*)
 
Hollandalı yerleşimciler Afrika’daki Transvaal ülkesinde kendi bağımsız devletlerini 1836’da kurmuşlar. Bu ülke geniş, güneşli ve hayat dolu olduğu kadar, görünürdekinden çok fazla zenginliklere sahip... 1869’da elmas, 1885’de altın madeni keşfedilmiş. Başlangıçta hayli yavaş olan yerleşmeler, birkaç yıl içinde, spekülatörlerin çılgın hücumuna dönüşmüş. Bu kapış kapış ortamında demiryolu ve sanayi projeleriyle bir İngiliz çıkmış sahneye: Cecil RHODES… İngilizler Transvaal’e bir saldırı düzenlemiş. Hollandalılara karşı!..  Ve Boer Savaşı başlamış.
 
“Dün Londra’nın doğu ucundaydım, işsizlikle ilgili bir toplantıya katıldım. Ekmek.!.. Ekmek!.. Ekmek… haykırışlarından ibaret çılgın konuşmalar dinledim. … Toplumsal sorunların çözümü için şöyle bir fikrim var: Örneğin, İngiltere’nin 40 milyonluk nüfusunu kanlı bir iç savaştan korumak için biz sömürge yöneticilerinin fazla nüfusu yerleştirecek, onların fabrika ve madenlerde ürettiği mallar için yeni pazarlar yaratacak yeni topraklar kazanması gerekir. … imparatorluk, bir yağ ve ekmek sorunudur.”(**)
 
Cecil Rhodes’un sözleridir bunlar. Afrika macerasından önce bir gazeteci tarafından aktarılan… Cecil’in soyadı, 1965-78 arasında Rodezya diye bildiğimiz, bugün üzerinde Zambiya, Zimbabve, Mozambik gibi ülkelerin bulunduğu toprakların ilk adıdır.
 
Cecil Rhodes’un sözlerinin anlamı açık: “İngilizlerin açlıktan birbirini kırma tehlikesi var. Bunu önlemek için biz egemenler fedakarlık yapmayalım. Bunun yerine başka ülkelerin halklarını ülkeleriyle birlikte sömürgeleştirelim…”

Nitekim öyle olmuş, emperyalist ülkelerin egemenleri, başka ülkelerin ve halkların sömürüsüyle elde ettiklerinden verdikleri paylarla susturmuş, sakinleştirmiş, kendileri ile bütünleştirmişlerdir. Ve hem de ne yazık ki “sosyal demokrat partiler” aracılığıyla…

Bir başka boyut ve örnek…

“… Her ne kadar (o dönemde Afrika’da) kölelik düzeninde ticaret ve filiz halinde sınıflar var idiyse de, toprakta özel mülkiyet olmadığı için gerçek anlamda sınıflar ve görünür bir sınıf çatışması yoktu. Bu durumda toplumun değerleri, zenginlikleri iyi karşılamayan, varlıklı insanlara saldıran, ekonomik dengesizlikleri önlemeye çalışan değerler oldu.
 
Fakat Avrupalıların gelip, Afrika’nın önemli bir ihraç malı olan esir zenciye ilgi duymaları üzerine, bu düzen içinde canlı bir ticaret başladı. Kuzey ve Güney Amerika’daki tarım işletmelerinden gelen talep, Arap’ından İngiliz’ine çeşitli uluslardan esir tüccarlarının milyonlarca Afrikalı zenciyi köle olarak götürüp Amerika’da satmaları sonucunu doğurdu. Bu yeni ticaret, Afrika’da bir tür ekonomik hareketlilik yarattı yaratmasına… Kendi soydaşlarını yakalayıp beyaz esir tüccarına getiren Afrikalılar, Afrika koşullarında bir tür orta sınıf haline geldiler gelmesine… Ancak bu olay Kara Kıta için korkunç bir darbe oldu. Ailelerinden ve vatanlarından koparılan milyonlarca insanın dramı bir yana, en genç, en sağlam insanlarını alıp götürerek insan gücünden yoksun bıraktı. … (Öte yandan) bu işi başlangıçta tekel şeklinde yürüten Africa Company, köle alımının sürekliliği için yerlilerle iyi geçinmek zorundaydı; dolayısıyla av yapar gibi kabilelerden insan kaçırmak yoktu. Ne zaman ki bu insan ticaretine kendi başına iş yapan maceraperestler girdi, insan avı da başladı. Bir de aralarında rekabet çıkınca, bu tip bireysel eşkıyalar, işi esir satın alabilmek için kabileler arasında savaş çıkarmaya kadar götürdü. … İnsani kanama (hemorragie humaine) adı verilen esir ticaretinin Afrika’ya verdiği zarar konusunda rakamlar farklıdır. Örneğin bir Amerikan kaynağı, Amerika’ya ulaşabilen zenci esirlerin sayısının 15-20 milyon civarında olduğundan hareketle 3-4 milyon insanın seyahat sırasında veya daha yakalanırken ölmüş olabileceğini, toplam rakamı ise 40 milyon olarak tahmin etmektedir. Bir Sovyet uzmanının verdiği rakam 100 milyondur. Senegal Başkanı Senghor’un, Afrika Sosyalizmi konusunda yapılan 1962 Dakar Kollokyumunda verdiği rakam ise çok daha yüksek… Senghor da Amerika’ya ulaşan esir sayısının 20 milyon olduğunda hemfikir. Fakat her bir Afrikalının esir alınışında 9 Afrikalı av sırasında veya yolculuk sırasında gemi ambarında öldüğü için toplam rakam 200 milyondur.”(*)
 
Evet… 40 ila 200 milyon insan… Amerika’ya karşı isyan etmiş değil, Amerika savaş halinde iken, onun düşmanıyla işbirliği halinde Amerikalıları öldürmüş değil. Amerikalı kimdir, nedir, Amerika neredir bilmeyen garibanlar… Sırf ücretsiz tarım işçisi yapmak üzere öldürülmüş… 1’ini yakalamak için 9’u öldürülmüş. Yolda gemi ambarında ölenler hariç…

İngiltere’nin, Portekiz’in, Fransa’nın (Cezayir’de bir buçuk milyon insan), Belçika’nın vb. döktüğü kan bu hesabın dışında. İngiltere’nin ayrıca Hindistan’da, İspanya’nın Güney Amerika’da (Aztek, İnka, Maya uygarlıklarını yok ederken) katlettikleri de…

Kim soykırımcı?!..
 
Batı’nın bize vereceği insanlık dersi olamaz!.. Onlar önce kendi vicdanlarını ve ellerini temizlesin.
 
Aynı şekilde, dünya üzerinde milliyetçi akımlar da, Kürtçülük veya Ermenicilik de önce Osmanlı toplumu içinde değil, Avrupa da başlamıştır. Taa 1760’larda… Daha o tarihlerde Papalığın (Vatikan) görevlendirmesiyle Osmanlı’nın Kürt bölgesine gelen İtalyan misyoner Maurizio Garzoni, Diyarbakır’da tam 18 yıl yaşayarak farklı lehçeleriyle Kürtçe öğrenmiş, ülkesine dönünce de tarihin ilk Kürtçe sözlüğünü yazmıştır. “Kürtçülüğün Babası” olarak anılır bu nedenle. Evet Kürtçülüğün Babası, Babanzadeler, Bedirhaniler, Şeyh Ubeydullah, Baytar Nuri, Şeyh Sait, Öcalan değil, Papalık memuru bir İtalyan misyonerdir.(**)
 
Çünkü hiçbir ülkenin insanları tek bir milletten, tek bir etnik gruptan oluşamaz. Bu mümkün değildir, eşyanın tabiatına aykırıdır. Ve doğaldır. Siz ananızdan Türk doğarsınız, bir başkası Laz doğar, öbürü Çerkez doğar. Bunlar aynı ülkenin insanlarıdır, aynı devletin yurttaşlarıdır. Üç tane saf masum bebek… Ne bilsin kini, düşmanlığı… Bunlar öğrenilir, öğretilir… Türklük, Lazlık, Çerkezlik, Kürtlük de öğrenilir ve öğretilir. Birileri öğretmeden, kışkırtmadan Kürt Türk’e düşman olmaz. Ermeni de olmaz… Türk de ötekilere… Kürtlerle dört yüz yıl hiç çıt çıkarmadan birlikte yaşayan Türk, neden birden bire Kürt’e düşman olsun? Ermenilerle 500 yıl kavim kardaş birlikte yaşayan Türk neden birden bire, durduk yerde Ermeni kesmeye başlasın? Sırf Ermeni olduğu için, sırf Kürt olduğu için düşman olsaydı, daha Anadolu’ya girer girmez yapardı bunu.
 
Yavuz ve Kanuni toprak ağalığı, beylik, mirlik, şıhlık verirken, Türkmen Alevileri  Kürtlere kestirirken iyiydi, bir İdrisi Bitlisi peydah olurken iyiydi, okumaz yazmaz Kürt ağasına “paşalık” unvanı verirken iyiydi de, neden birden bire Türkler kötü oldu? 1806’da Babanzadeler, 1847’de Bedirhanlar, 1876’da Şeyh Ubeydullah Osmanlı’ya isyan ederken Atatürk mü vardı, cumhuriyet mi vardı, İstiklal Mahkemeleri mi vardı, tekçilik mi vardı, ne vardı? 1921’de bir yanda Sakarya’da, Dumlupınar’da Yunanla savaşırken Cumhuriyet mi vardı, tekçilik, ayrımcılık, eşitsizlik mi vardı da Koçgiri isyanı çıkmıştı?
 
Kürtçülük ve Kürdoloji konusunda en uzman ikinci ülke yine taa I. Katerina döneminden itibaren Çarlık Rusya’sı ve Sovyet Rusya’dır. Fransa ve İngiltere de geri kalmamıştır. En gelişmiş Kürt enstitüleri, en zengin Kürdoloji kütüphaneleri bu ülkelerdedir, iki yüz elli yıl öncesinden beri… En ünlü, en önemli Kürdoloji uzmanları bu ülkelerden çıkmıştır.
 
Aynı gerçekler, birebir Ermenicilik Ermenoloji konusunda da geçerlidir.
 
Ermeniler 1895’te Osmanlı Bankasını basıp, Osmanlı Padişahını öldürülmeye kalkışırken Ermeni soykırımı mı vardı? Osmanlı Padişahı bu saldırıların sanıklarını bile affetmişken neden Ermeniler Birinci Dünya Savaşında, Rize’yi, Trabzon’u, Kars’ı, Van’ı, Erzurum’u işgal etmiş Ruslarla birlik olup kendi yurdunu arkadan vurdu? Ruslarla Birlik olup yaptıkları, karınlarını deştikleri hamile kadınlar, kafalarını kestikleri kundak bebeleri, camilere doldurup yakarak öldürdükleri insanlar hangi zulmün, hangi soykırımın karşılığıydı?
 
Tam da o günlerde Osmanlı hükümetinde iki Ermeni bakanın, Osmanlı Meclisinde bir sürü Ermeni milletvekilinin bulunmasının, Osmanlı toplumunun içindeki onca farklı unsura rağmen Ermenilerin “milleti sadıka” (sadık millet) olarak ayrı bir yere konmasının karşılığı mı?..
 
Arşivlerin açılmasına, arşivlerin incelenmesine, konuşu önce tarihçilerin belirlemesine bu kadar yan çizilmesinin nedeni bu olmasın?
 
Türk sanat müziğinin, klasik Türk müziğinin unutulmaz isimleri Yorgo Bacanoslar, Aleko Bacanoslar, Bimen Şenler, Artaki Candanlar, Udi Hırantlar, Tatyos Efendiler, hala bizim de “değerlilerimiz”, unutamadıklarımız oldukları, şarkıları, besteleri hala dilimizden, yüreğimizden düşmediği için mi?
 
Hayır! Ermenilerin, kendilerinin de ülkesi olan toprakları işgal etmiş, Osmanlı askeriyle savaşan Ruslarla birlik olup Türk kesmelerinin, “düveli muazzama” denilen namussuzların iğvasına gelmek dışında hiçbir haklı, ikna edici izahı yoktur. Türkler için bu bir “sırtından hançerlenme”den başka şey değildir, olamaz. Çünkü Türkler, nasıl 400-500 yıl yönettikleri ülkeleri “vatan” belleyip, Batılı Emperyalistlerin Afrika’da, Hindistan’da, Güney Amerika’da yaptığı emperyalistliği yapmamışsa, hele Anadolu’nun Rum’unu, Ermeni’sini, Bağdat’ın, Şam’ın, Gazze’nin, Kahire’nin Arap’ını da kardeş bellemiştir.
 
Ama her isyan, her başkaldırı, biz onaylayalım onaylamayalım, ancak “kazanırsa” başarılıdır. Kazanamazsa her isyanın, biz onaylayalım onaylamayım, bedeli olur ve ödenir.
 
Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları da, üstelik hiçbir isyan görüntüsü vermedikleri halde, “Padişahımız” demeye devam ettikleri halde, Osmanlı, Mustafa Kemal’i bizzat padişah fermanıyla Üçüncü Ordu müfettişi olarak ve ayrıca “Padişah Yaveri” unvanıyla Samsun’a gönderdikten bir ay sonra, sırf Rumları kayırmak üzere Türk kesmediği için idama mahkum etmiştir. Atatürk başarmıştır, kazanmıştır. Aksi olsaydı Atatürk ve arkadaşları da Osmanlı tarafından da, Şeyh Sait kazansaydı onun tarafından da idam edilmeyecek miydi?
 
 
Yine de…

Ermeniciliği Osmanlı Ermenilerine ve diğer Ermenicilere, Kürtçülüğü Osmanlı Kürtlerine ve diğer Kürtçülere öğreten Avrupa’dır. Avrupa’ya sonradan Amerika eklenmiştir.
 
Rusya, Kafkaslar üzerinden Ortadoğu’ya dolayısıyla Akdeniz’e, Basra üzerinden Hint Okyanusu’na inmek amacındadır. İngiltere, başlangıçta Rusya’nın bu yönelişini engellemek için Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü savunmuş ise de, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşından sonra, yine aynı amaçla, yani Rusya’nın yayılmasını önlemek için bu kez Osmanlı toprakları üzerinde küçük küçük zinde ulus-devletler kurmaya, yani Osmanlı’yı parçalamaya yönelir.
 
Ve 1875-1911 arasındaki bütün baskılarında Kürtlerin Turan kökenli, Turani bir kavim olduğunu belirten ünlü İngiliz Encyclopedia Britanica’nın, 1911’den sonra birden bire Kürtleri İran kökenli saymaya başlaması bu politika değişimiyle paraleldir.
 
1774 Küçükkaynarca Antlaşmasıyla Osmanlı topraklarındaki Hıristiyanların koruyuculuğuna soyunan ve bu sayede Rumeli’nin Osmanlı’dan kopmasını sağlayan, sonra da Doğu Anadolu’daki Ermenilere el atan Rusya’yı, öteki Avrupa ülkeleri izlemekte gecikmemiştir.
 
Türk Tarih Kurumu Basımevinde 1987’de basılan Nutuk’un 2’inci baskısında (sayfa 1022-23) Gazi Mustafa Kemal Atatürk, özetle, Kürtçülüğü (ve Ermeniciliği) “Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanan bir suikast” olarak nitelemektedir.
Lütfen dikkat: Osmanlı Devleti Aleyhine değil “Türk milleti aleyhine suikast…”

Değerli büyükelçi, tarihçi Bilal Şimşir bu noktayı şöyle açar: “Osmanlı Devleti aleyhine hazırlanmış olsaydı, Osmanlı yıkıldıktan sonra bu suikast girişiminin de ortadan kalkmış olması gerekirdi. Kürtçülük devam ettiğine göre, demek, suikastten de hala vazgeçilmemiştir…”

Buraya kadarını bir toparlayalım. Avrupa budur, Avrupa’sıyla Amerika’sıyla Batı budur. Ağına düşürmek istediği her ulusa karşı böyle kalleş, alçak, içinden pazarlıklı, ikiyüzlüdür. Şeriatçıların tabiriyle “münafık”tır, arabozucudur. Hele Türklere karşı…

Ermenilere gelince… Ermeniler aslında yetenekli, keyif ehli, kültürlü, zanaat ve sanat ehli, kafası çalışan ama gariban bir doğulu halktır. Büyük Ermenistan diye nostaljisini yaptıkları son devlet sekiz yüz yıl önce ortadan kalkmış ve o krallığın toprakları çok farklı başka hükümranlıklar yaşamıştır. Mesela Persler (veya İranlılar), Ruslar, kısmen Araplar… Romalılar, Bizanslılar… Ermenistan, tıpkı mesela Filistin gibi, Doğu-Batı diye bölünmeden önceki Büyük Roma İmparatorluğunun bir eyaleti de olmuştur.(*)
 
Hadi Persler, Romalılar, Bizanslılar çok eskide kaldı diyelim… Ama Ermeniler kendilerini yöneten Araplara ve Ruslara da tık çıkarmaz. Varsa yoksa Türkler…

Oysa Türkler Anadolu’ya, Malazgirt’e Ermeni ülkesi, Kürt ülkesi olarak değil düpedüz Bizans diye gelmişlerdir. Karşılarındaki ordu resmen Bizans Ordusudur, Ermeni veya Kürt ordusu değil… Karşılarındaki ordunun komutanı mesela Ahmedi Hani veya Sarkis Paçacıyan değil, Romen Diyojen’dir.
 
Birinci Dünya Savaşı sırasındaki hadiseler ise yine düpedüz, Büyük savaşın (eskilerin tabiriyle “Harb-i Umumi”nin) kendisi gibi o günün büyük devletlerinin kışkırtmasıyla oluşan korkunç kaos ortamında yaşanan karşılıklı boğazlaşmalardır. Bir.
 
İkincisi “karşılıklılık” son derece önemlidir. Yani Ermeniler de az Türk kesmemiştir.
 
Üçüncüsü ve en önemlisi yabancıların kışkırtması ve kandırmasıyla vatandaşı oldukları ülkeye karşı silaha sarılıp isyan etmekle, aynı pasaportu ve yurdu paylaştıkları Türkleri öldürmekle kalmamışlar, bunu yurttaşı oldukları Osmanlı’nın o sırada fiilen savaş halinde olduğu düşman Ruslar’ın yanında yer alarak onlarla işbirliği halinde, Osmanlı’nın fiilen savaş halinde olduğu Fransızların yanında olarak, onlarla işbirliği halinde yapmışlardır.
 
Yani geleneksel olarak da, evrensel olarak da, ahlaki olarak da, iç ve dış hukuk açısından da sadece “asi” değil aynı zamanda “hain” konumundadırlar ne yazık ki! Çünkü Osmanlı, onların da devletidir. Türklerle yurttaştırlar..
Osmanlı için başarıncaya kadar Atatürk nasıl idama layık isyancı idiyse, Kurtuluş Savaşı döneminin devleti demek olan ve başında Atatürk’ün bulunduğu TBMM hükümeti için Çerkes Anzavur, Yozgatlı TÜRK Çapanoğlu, Çerkes Ethem veya Konyalı TÜRK Delibaş Mehmet ne ise, Ermeniler de odur.
 
Kaldı ki Çerkes Ethem de kaçıp yabancı düşmana sığınmıştır. Çerkes Anzavur, Yozgatlı Türk Çapanoğlu, Konyalı Delibaş Mehmet idam edilmiştir.
 
Ama isyan ve vatana ihanet suçundan idama mahkum edilen ve hele bu cezası infaz edilen bir tek Ermeni yoktur. Olsa olsa bireysel suçlardan ceza görenler vardır.
 
O günkü Osmanlı hükümetinin bırakın bilinçli, planlı bir soykırımı, bir katliamı bile, uygulamak bir yana, düşünmediğinin en önemli göstergesi budur.
 
Ermenilerin bu mağdur zırıldamasını bırakması gerekir. Bu mağdur zırıldaması bugün evrensel bir moda… Şeriatçı faşist AKP, onun şeriatçı faşist ortağı Cemaat, Kürtçüler, Ermeniciler vesaire vesaire, herkes ağlaşıyor…

Kendi yaptıkları, kendi zalimlikleri, kendi vahşetleri hiç önemli değil. Öyle ya… Arkalarında zalimlikte kimsenin kendileriyle yarışamayacağı emperyalist ağa-babalar var.
 
Hayır. Türkler aptal değildir. En az… Tekrar: En az AKP, Cemaat, Ermeniciler, Kürtçüler, ileride muhtemelen Lazcılar, Çerkezciler kadar zekidir, akıllıdır. Türkler de çok acı çekmiştir. Ama her şeye zırıl zırıl mağdur ağlaşmasını bilmez. Şımarık değildir.
 
Evet Ermeniler bu lüzumsuz, şımarık, çirkin, bayağı, basit mağdur ağlaşmasını bırakacak; kendi yedikleri naneleri de “evet biz de az Türk kesmedik. Biz de asi olmanın ötesinde vatanımıza ihanet etmiştik” diye kabul edecek. Boyuna bacağına bakmadan Azerbaycan’da işgal ettiği TÜRK topraklarını efendi efendi bırakacak. Bütün dünyada şımarık şımarık soy kırım kararı diplomasisinden vaz geçecek.
 
Sonra sınır da açılır, elçiler de gönderilir, ticaret de başlar. Zaten halen Türkiye’de kaç kaçak Ermeni işçi çalışıyormuş?!... Duyamadım?!..
 
Amma… Bu demek değildir ki kendilerinden özür dilenecek, üstüne bir de tazminat, onun da üstüne bir de toprak verilecek…

Yok öyle şey!.. Gidin ağa babalarınıza ağlayın.
 
Ya da bizim içimizdeki işbirlikçilere!.. Ne Batılı Emperyalistler, ne kendileri de az Türk kesmemiş Ermeniler değil… Zurnanın zırt dediği yer işte burası… İçimizdeki kurt… İçimizdeki aşağılık kompleksi abideleri…

Sizin, daha dün “1915’te ölen Ermenilere rahmet” dileyen başbakan-cumhurbaşkanınız varsa, daha dün dünyanın bütün emperyalist namussuzları huzurunda Ermenistan’la barış protokolü imzalayan ama devlet adamlığı ve bilhassa Türkiye cahili “sıfırcı profesör” dışişleri bakanı-başbakanınız varsa…

Erivan’a gidip maç seyretmeyi marifet sayıp “güzel şeyler olacak” diyen bir eski başbakan-dışişleri bakanı-cumhurbaşkanınız varsa…

Sizin daha 15 gün önce “Türkler soykırımcıdır. CHP ve Atatürk Dersim soykırımcısıdır. Ergenekonda yargılananlar en ağır cezalara çarptırılmalıdır. Soykırımın yüzüncü yılında aday gösterilmemin büyük bir sembolik anlamı vardır” diyen, ama adaylığından ancak üç gün önce CHP’ye üye olmuş çığırtkan, militan, küstah, şımarık bir avukat bozuntusunu, bütün bunlara rağmen sırf Ermeni diye 7 Haziran seçimleri için İstanbul’da 1’inci sıradan aday gösteren, bu konudaki eleştirilere de “kim ne yorum yaparsa yapsın” diye karşılık verebilen bir ana muhalefet partisi lideriniz varsa…

Bütün dönek solcu aydınlarınız, adını Atatürk’ün verdiği Cumhuriyet dahil hemen bütün ulusal gazeteleriniz, televizyonlarınız Ermeniciliği, Kürtçülüğü, Lazcılığı, Çerkezciliği marifet, demokratlık, insan hakları savunuculuğu, hatta ilericilik, solculuk, hatta sosyalistlik; Türklüğü ise utanılacak bir vasıf sayıyorsa…

“Türklük de Türkiye’deki (önce 24, sonra 36, en son) 44 etnik gruptan sadece biridir” diyebilen bir adam, sizin ülkenizde 13 yıl başbakanlık yapmışsa…

Yaklaşan genel seçimler için ilan ettiği seçim bildirgesinde vaadleri olan yeni anayasada “herhangi bir etnik kimliğe atıf yapmayan eşit vatandaşlık tanımını esas alacaklarını” belirten, dilinin altındaki bakla olarak, Türk ve Türklük kavramını anayasadan çıkaracaklarını itiraf eden bir iktidar partiniz varsa…

Partileriniz Ermeni, Kürt, Roman vb. aday gösterme yarışına girmişse…

Amerika’ya, Fransa’ya, Almanya’ya, İsviçre’ye, Belçika’ya, Uganda’ya, Papua Yeni Gine’ye, elbette Ermenilere ve nihayet Papa’ya ve Avrupa Parlamentosuna söyleyecek sözünüz olabilir mi?
 
Kendi düşen ağlamaz…  Sev yarini sevsin eller, döv yarini dövsün eller…

Tam da böyle durumlar için ne güzel söylemiş atalar…

Önce bu iğrenç kendinden utanma pisliğinden kurtulmak gerek.
 
Sonra bütün dünyaya, “Soykırım moy kırım yoktur. Bütün dünyada ve bütün zamanlarda savaş ortamlarında yaşananlar yaşanmıştır. Osmanlı Devletinin, hükümetinin hiçbir resmi, kasti tutumu yoktur. Biz Türkler, başka hiçbir ulusu küçümsemiyor, aşağılamıyor, hor görmüyoruz, görmedik, görmeyiz. Ama başkalarının da bizi uydurma gerekçelerle küçümsemesine, aşağılamasına, hor görmesine, hele cezalandırmaya, ders vermeye kalkışmasına asla izin vermeyiz.
 
Ermenilerden özür dilenmesi, hele tazminat, hele hele toprak verilmesi kesinlikle mümkün değildir, söz konusu olamaz. Ancak Ermenilerin ve onların destekleyen tüm çevrelerin, Ermenilerin de savaş ortasında vatandaşı olduğu devletin savaşmakta olduğu düşman ülke ile birlikte kendi devletine isyan ettiğini, o düşman ülkelerin askeri üniformalarıyla sayısız Türkü hem de vahşice öldürdüğünü açıkça olmasa bile kabul ederek bu temelsiz iddia ve taleplerinden vazgeçmeleri, anayasalarını dostluğa uygun şekilde değiştirmeleri koşuluyla; ayrıca kendilerini destekleyen ülke ve devletlerin de 100 yıl önceki art niyetli kışkırtıcılıklarını bugün de sürdürmekten vazgeçmeleri halinde Türkiye Ermenistan sınırı açılabilir, ticari ve ekonomik ilişkiler tesis edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti olarak son sözümüz budur.
 
Avrupa Parlamentosu Başkan Yardımcısı’nın ‘Soykırımı bugünkü Türk hükümeti yapmadı ya…’ dedikten sonra soykırımı tanımasını, özür dilemesini bugünkü Türklerden istemesi ise tutarsızlığın, art niyetin de ötesinde bir yavuz hırsız saçmalaması harikası olmaktan öte bir değeri yoktur. Kendisi günaha, suça batmış olan başkalarını, hele günahsızları taşlayamaz.
 
Ermeni destekçisi ülkelerin cesaret edebilecekleri her türlü yaptırıma hazırız. Buyurun!..” şeklinde bir bildiri yayınlanmalıdır.
 
Ve artık o öyle ezik büzük, adeta yalvaran çabalardan, tartışmalardan, sözüm ona lobi çalışmalarından, “vallahi biz suçsuzuz… Bakın arşivlerimizi de açtık… buyurun bakın…” zevzekliklerine de kesin bir nokta konmalıdır.
 
N’olur bilmem nere parlamentosundan şöyle veya böyle bir karar çıkarsa?.. Siz ne kadar ezik büzük yalvarırsanız yalvarın, ne kadar ikna etmeye uğraşırsanız uğraşın, adamlar zaten bildikleri gibi düşünmeye devam ediyorlar, edecekler. 50 yıldır anlatmaya, ikna etmeye çalışıyoruz da ne değişti?
 
Merak etmeyin, biz içimizi sağlam tutarsak, işbirlikçi, iktidarda kalmaktan başka şey düşünmeyen, bunun için Batı’ya her türlü tavizi vermeye hazır, her türlü itibarsızlığa razı, “beni deliğe süpürmeyin de nasıl kullanırsanız kullanın, her istediğinizi yaparım” zavallılığındaki hükümetlerden kurtulursak kimse Türkiye’ye yüz yıl önceki bir yalan için savaş açamaz, ambargo uygulayamaz. Vize zaten uyguluyorlar…

Önce bizim kendimize saygı duymamız gerek. Başkası size saygısızlık ederse vurursunuz poposuna tekmeyi biter. Ama kendinize saygı duymuyorsanız, kendi bacağınız kendi poponuza erişmez…

Atatürk dönemini unutmayalım. İlle her an başımızda bir Atatürk olmasını da beklemeyelim. Hepimiz, her birimiz Atatürk onuruna, gururuna, kişiliğine sahip olmadıkça, bize Eskimoları bile kestirtirler…

 

* Robert L. Heilbroner, İktisat Düşünürleri, Büyük İktisat Düşünürlerinin Yaşamları ve Fikirleri, sayfa 168, çev: Ali Tartanoğlu, Dost Kitabevi Yayınları, 3. Baskı, Nisan 2013, Ankara.
** a.g.e. sayfa 171.
* Baskın Oran, Az Gelişmiş Ülke Milliyetçiliği, Kara Afrika Modeli, sayfa 60-61, 1. Baskı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, 1977 Ankara.
** Bilal Şimşir, Kürtçülük 1787-1923, 1.Cilt, 2. Basım, sayfa 13-20, Bilgi Yayınevi, Ağustos 2007, Ankara.
* Georges de Maleville, 1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi, Çev: Necdet Bakkaloğlu, 1. Baskı, , sayfa 19-27, Toplumsal Dönüşüm Yayınevi, Temmuz 1998, İstanbul.
 
 
Ali Tartanoğlu
Gerçekedebiyat.com