24 Aralık 2014 Çarşamba

ERMENİLERCE HAZIRLANAN DİYARBAKIR’DA 14 GÜN BELGESELİ.. 1


ERMENİLERCE HAZIRLANAN DİYARBAKIR’DA 14 GÜN BELGESELİ.. 1


                   DİYARBAKIR KÜRTÇE ( AMED )   &  ERMENİCE ( TİGRANAKERT )..,

 
Diyarbakır’da 14 gün/Amed’e dair 14 fotoğraf/ Tigranakert’e dair 14 metin
Gazeteci ve fotoğrafçı MJM Repair için iki hafta boyunca Diyarbakır'da (Kürtçe ismiyle Amed ve Ermenice Tigranakert'te) röportajlar yaptı. 1915 Soykırımından önce şehirde nüfusu binlerle ölçülen Ermenilerin geçmişi, bugünü ve geleceğine dair fotograflar çekti. MJM hikayeleri Ermenilerle kesişen mekanlar ve insanlarla karşılaşmalarını röportajları boyunca okuyucuyla paylaşıyor. 
Bu foto-röportaj Mayıs 2013'te yapılmıştır. Yazıda yer verilen bazı hususlarda o tarihten sonra değişiklikler olmuştur.
1. gün – Plastik ambalajlı Surp Giragos
Diyarbakır’a ilk gelişimden iki yıl sonra Surp Giragos epey değişmiş. Bu Ermeni kilisesini resmi açılışından bir kaç ay önce görmüştüm, o zaman inşaat çalışmaları devam ediyordu. Her yerde yapı iskeleleri vardı, mobilyalar henüz gelmemişti. Oysa şimdi üzerilerinde Ermeni alfabesiyle yazılmış “SG” (Surp Giragos) baş harfleri bulunan yepyeni banklar yerleştirilmiş, mumlar yakılmış ve Ortadoğu’nun en büyüklerinden biri olduğu söylenen kilisenin restorasyonuna katkıda bulunmak isteyenler için kilitli iki kutu bağışları bekliyor. Koronun olduğu bölümde sandalyeleri ve ihtişamlı bir koltuğu tozdan korumak için üzerilerinde kalın plastik örtüler var hala. İnananları ağırlamak için her şey hazırsa da, Surp Giragos’ta temel bir şey, daha doğrusu biri eksik : bir papaz !
Patrikhane bir gün bir papazın geleceğine söz vermiş olsa da kimse ne zaman geleceğini bilmiyor. Din görevlisi sayısının azlığından dolayı, Diyarbakır’ın küçük Ermeni topluluğunun Pazar ayininin burada yapıldığını görmek için daha beklemesi gerekiyor. Yerli ve yabancı turistler her gün ziyaret etse ve Paskalya kilisede bu yıl ikinci defa çörekler ve rengârenk yumurtalar eşliğinde kutlansa da, kilise bu yüzden şimdilik “bekleme modunda”. Bir din görevlisinin yokluğunda töreni yönetmeyi üstenen Ermenice öğretmeni Kevork bize Paskalya için hazırlanan yumurtaların 500’den fazla olduğunu anlatıyor.
Kilisenin ağır kapısı kapanıp sokağın uğultusu geride kalınca içeriye huzur hâkim oluyor. Doğa burada kendine ait olanı yeniden almış, küçük avluya hükmeden dut ağacı ziyaretçilere kurtarıcı gölgesini ve tatlı meyvelerini sunuyor. Bir köşede bir fotoğraf sergisi yapılan restorasyon çalışmalarının boyutunun farkına varmayı sağlıyor, aynı zamanda ziyaretçilere geçen yüzyıl başı Diyarbakır’ında Ermenilerin varlığı hakkında bilgi veriyor. Binanın iki tarafına da bu bölgede insanın asla reddetmeyeceği türden bir ferahlık sağlayan çeşmeler yerleştirilmiş. Seslerini duyduğumuz güvercinler ise Rusya’dan özel olarak getirilmiş ve Surp Giragos’un hayatta olduğunu bize hatırlatan ağır çanların yanında kendilerine bir yer bulmuşlar bile. “Çok kültürlülüğün örnek kenti olmalıyız, ezan seslerinin yanında çan seslerini de duymak istiyorum”, demişti iki sene önce yapılan bir söyleşide Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir. Rüyası sonunda gerçekleşti…



Çeşitli gazete ve dergilerde çalışan MJM Yerkir Europe Sivil toplum kuruluşu için Ermenistan ve Türkiye'de foto-röportajlar gerçekleştirdi. Çalışmalarından örnekler www.mjm-wordsandpics.com sitesinde görülebilir.

Diyarbakır’da 14 gün/Amed’e dair 14 fotoğraf/ Tigranakert’e dair 14 metin
Gazeteci ve fotoğrafçı MJM Repair için iki hafta boyunca Diyarbakır'da (Kürtçe ismiyle Amed ve Ermenice Tigranakert'te) röportajlar yaptı. 1915 Soykırımından önce şehirde nüfusu binlerle ölçülen Ermenilerin geçmişi, bugünü ve geleceğine dair fotograflar çekti. MJM hikayeleri Ermenilerle kesişen mekanlar ve insanlarla karşılaşmalarını röportajları boyunca okuyucuyla paylaşıyor. 
Bu foto-röportaj Mayıs 2013'te yapılmıştır. Yazıda yer verilen bazı hususlarda o tarihten sonra değişiklikler olmuştur.
2. gün – Aram’ın rüyası
Dicle Üniversitesi’nde felsefe dersleri veren ve sanatla uğraşan 32 yaşındaki Seçkin Aydın’la Amed’e geldiğim ilk gün, “Le Mona” adındaki bir kafede tanışıyoruz. “Otur, aç mısın ? Gel, bunun tadına bak hepsini yiyemem ben” diyor kendini tanıtırken. Bir modern sanat bienali için yakında İtalya’ya gidecekmiş. Üzerine ezme sürdüğü bir dilim ekmeği uzatırken “Aram Tigran’ı tanıyor musun ?”  diye soruyor. Burada kim Aram Tigran’ı tanımaz ki ? Kurmanci kadar Ermenice ve Arapça da çok iyi söyleyen ve gerçek ismi Aram Melikyan olan sanatçı bölgenin en büyük müzisyenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Ermeniler tarafından az tanınsa da kendisi Kürt ve Ermeni kültürlerinin arasında kurulan bir köprü adeta. 2009 Ağustos’unda vefat eden Tigran atalarının topraklarına, Diyarbakır Ermeni mezarlığına gömülmek istemişti. Ama Türk İçişleri Bakanlığı buna izin vermedi.
Seçkin bana projesinden bahsediyor : “Aram Tigran hakkında araştırma yaparken onun bir sözüne rastladım. ‘Dünyaya tekrar gelirsem bütün tankları ve ateşli silahları alıp müzik aletlerine dönüştüreceğim’ demiş. Bu bir bakıma Aram Tigran’ın rüyasıydı, ben de gerçekleştirmeye karar verdim” diyor gülümseyerek. Silahları temin edip erittikten sonra Diyarbakırlı zanaatkârlardan aralarında darbuka ve defin de bulunduğu müzik aletlerini yapmalarını isteyecekmiş. “İtalya’da yaşayan Kürt arkadaşlarım var ve onları bu aletlerle Kürt müziği yapmaları için davet edeceğim” diyor Seçkin. “Biliyorsun, buradaki insanlar Ermenileri katlettiler, Kürtlerle Ermenilerin ilişkilerine dair anlatacak çok fazla iyi hikâye yok. Aram Tigran’ın babasının Kürtler tarafından kurtarılıp büyütülmesi ve minnet borcunu ödemek için oğlundan onların dillerinde söylemesini istemesi bu hikâyelerden biri ve benim de çok sevdiğim bir hikâye”.
Ölümünden önce Aram Tigran ailesinin yaşadığı yerleri sonunda kendi gözleriyle görebilmişti. Newroz için Batman’da ve Diyarbakır’da bir konser vermişti. Diyarbakır’da gördüğü sıcak ilgiden esinlenerek bu şarkıyı yazmıştı : « Di xewnên şevan de min bawer nedikir (Rüyamda görsem inanmazdım)/Bi çavan bibînim bajarê Diyarbekir (Diyarbakır’ı göreceğimi)/Rojbaş Diyarbekir me pir bêriya te kir (Merhaba Diyarbakır, seni çok özledik)/Te derî Li me vekir (Bize kapını açtın)/Te me şa kir (Bizi çok mutlu ettin). »
* Amed, Diyarbakır’ın Kürtçe ismi.

Çeşitli gazete ve dergilerde çalışan MJM Yerkir Europe Sivil toplum kuruluşu için Ermenistan ve Türkiye'de foto-röportajlar gerçekleştirdi. Çalışmalarından örnekler www.mjm-wordsandpics.comsitesinde görülebilir.


Diyarbakır’da 14 gün/Amed’e dair 14 fotoğraf/ Tigranakert’e dair 14 metin
Gazeteci ve fotoğrafçı MJM Repair için iki hafta boyunca Diyarbakır'da (Kürtçe ismiyle Amed ve Ermenice Tigranakert'te) röportajlar yaptı. 1915 Soykırımından önce şehirde nüfusu binlerle ölçülen Ermenilerin geçmişi, bugünü ve geleceğine dair fotograflar çekti. MJM hikayeleri Ermenilerle kesişen mekanlar ve insanlarla karşılaşmalarını röportajları boyunca okuyucuyla paylaşıyor.
Bu foto-röportaj Mayıs 2013'te yapılmıştır. Yazıda yer verilen bazı hususlarda o tarihten sonra değişiklikler olmuştur.
3. gün - Şeyhmus Diken, Diyarbakır’ın sesi
Diyarbakır Ermenilerinin tarihi ve yaşadıkları bölgeler bugün Kürtlerin elinde. Kürtler, kendilerine rağmen, 1915’te Ras-ul-Ayn’daki imha kamplarına, oradan da Der Zor çöllerine sürülen ya da onlarca yıldır buradan uzaklarda yaşamak zorunda kalan “gâvurların” hatıralarının bekçisi olmuş durumdalar. Burada tanıştığınız her Kürdün Ermenilere dair anlatacağı küçük ya da büyük bir hikâyesi var.  Biri size çocukluk arkadaşının kendisine Paskalya yumurtaları verdiğini anlatır, bir başkası kimsenin demiri ya da değerli metalleri Ermeniler gibi işleyemediğini, diğeri de tanıdığı bir Ermeni’nin harika yemek yaptığını. Zamanla silinmeye başlayan ve son derece anlamsız görünebilen bu bellek parçaları tarihin yapraklarında sonsuza dek kalacak geçmiş bir zamanın önemli izleri aslında.
Yazar Şeyhmus Diken belki de Diyarbakır’ın bu sesini ve geçmişini en iyi temsil eden kişi. Doğduğu şehre dair pek çok kitabın yazarı olan Diken Kürtlerin, Ermenilerin, Süryanilerin ve Yahudilerin görece bir uyum içinde birlikte yaşadığı Amed’in o altın çağını tekrar yaşatmak için anılara başvuruyor. “Bu şehir ne tek dilli, tek dinli, ne de tek kimliklidir. Ermenilere olduğu kadar Kürtlere ve Süryanilere de aittir” diyor yazar. “Geçmişin büyük adaletsizliklerinden sonra bazı halklar buradan silindiyse de yaşadıkları olaylar, yerler ve hatıraları hala burada ve hep bahsediliyor” diye ekliyor. Yazar Ermenilerden özür dileme kampanyasının imzacılarından biri aynı zamanda. Görüşmemizde bölgede ve başka yerlerde Kürtlerle konuşmalarımızda hep gündeme gelen önemli bir konudan da bahsediyoruz. Ermenilerin ve genel olarak Hristiyanların bölgeden yok edilmelerinin yarattığı inanılmaz kayıptan. “Şehir sadece ekonomik olarak değil, aynı zamanda kültürel, entelektüel ve siyasi olarak ta fakirleşti. Tek tipleşti” diye özetliyor Şeyhmus Diken. Ve ekliyor : “Diyarbakır halkı bunun tamamen bilincinde”.  

Çeşitli gazete ve dergilerde çalışan MJM Yerkir Europe Sivil toplum kuruluşu için Ermenistan ve Türkiye'de foto-röportajlar gerçekleştirdi. Çalışmalarından örnekler www.mjm-wordsandpics.comsitesinde görülebilir.


Diyarbakır’da 14 gün/Amed’e dair 14 fotoğraf/ Tigranakert’e dair 14 metin
Gazeteci ve fotoğrafçı MJM Repair için iki hafta boyunca Diyarbakır'da (Kürtçe ismiyle Amed ve Ermenice Tigranakert'te) röportajlar yaptı. 1915 Soykırımından önce şehirde nüfusu binlerle ölçülen Ermenilerin geçmişi, bugünü ve geleceğine dair fotograflar çekti. MJM hikayeleri Ermenilerle kesişen mekanlar ve insanlarla karşılaşmalarını röportajları boyunca okuyucuyla paylaşıyor.
Bu foto-röportaj Mayıs 2013'te yapılmıştır. Yazıda yer verilen bazı hususlarda o tarihten sonra değişiklikler olmuştur.
4. gün- Özgür, Ermeni mezarlığının bekçisi
Şehrin Ermeni Mezarlığı Urfa kapısının yakınlarında bulunuyor. 450 kadar çökmüş, süsleri sökülmüş ve taşlarından ölenlerin resimleri silinmiş mezarın bulunduğu ve daha çok terk edilmiş bir bahçeye benzeyen bu alan için “mezarlık” sözü biraz fazla kaçıyor aslında. Burada her şey tam anlamıyla “ölü”, ayağımızın altında çıtırdayan kuru otlar bile. Bu hüzünlü görüntü bana Arapkir’de ve Dersim’de tarlaların arasında kalmış, bakışlardan uzak ve erozyona terk edilmiş Ermeni mezarlarını hatırlatıyor.
Noradouz’daki gibi binlerce haçkarın göz alabildiğine uzandığı ve ailelerin ölülerine en güzel mezarı sunmak için inanılmaz servetler harcadıkları bazı Ermeni mezarlıklarının saçma lüksünden çok uzağız burada. Mezar taşlarına isimlerin alelacele yazıldığı Diyarbakır’da böyle bir “mezar rekabeti” yok. İsimler Ermeni alfabesiyle yazılmamış ve çok az soyadı “yan” ile bitiyor. Türkçe isimler tercih edilmiş. Ermeni kimliği ölümde dahi inkâr edilmiş ya da silinmiş. Ünlü müzisyen ve şarkıcı Aram Tigran’ın son isteği bu mezarlığa gömülmekti. Ama İçişleri Bakanlığı başka türlü olmasına karar verdi…
Özgür, mezarlığın 35 yaşındaki tekvando meraklısı genç bekçisi, buranın tarihini pek bilmiyor, ama ailesinin en az üç kuşaktır mezarlığı koruduğunu anlatıyor. “Buranın sahibi Ermeniler dışında mahallede kimseyle anlaşamıyorduk. Bütün Müslümanlar bize hakaret edip dışlıyorlardı” diyor. Mezarlığı koruyan duvarları dedesi inşa etmiş. “Eskiden çok daha büyüktü bu mezarlık, ama gitgide küçüldü ve bugün ancak bu gördüğünüz kadar kaldı” diye anlatıyor. Kilise vakfının üyeleri bu mezarlığın yerine bir yenisinin yapılmasını tercih ediyorlarmış. “Esrar çekenler, içki içenler geliyor buraya ve benden başka kimse de burayı onlardan koruyamaz” diye anlatıyor. O sırada küçük oğlu mezarlığa girmeye çalışan bir çocuğu bir ıslıkla uzaklaştırıyor. Ailesinin Ermeni kökenli olup olmadığını sorduğumuzda –mahallede yaşadıkları sıkıntının kaynağında belki de bu vardı- “Evet” diye cevap veriyor. “Ne olursa olsun insan aslını unutmaz”. Harikulade işlenmiş ve 150 kilodan daha ağır bir mezar taşını kaldırıyor. “Daha hafif olsaydı çoktan bunu da çalmışlardı” diye ekliyor.


Mezarlık alanı 20 000 m²’den 1000 m²’ye düşmüş.


Çeşitli gazete ve dergilerde çalışan MJM Yerkir Europe Sivil toplum kuruluşu için Ermenistan ve Türkiye'de foto-röportajlar gerçekleştirdi. Çalışmalarından örnekler 
www.mjm-wordsandpics.com          SİTESİNDEN DEN GÖRÜLEBİLİRNİR

http://www.mjm-wordsandpics.com/diyarbakir-now/



DEVAM EDECEK

http://ermeniasala.blogspot.com.tr/2014/12/ermenilerce-hazirlanan-diyarbakirda-14_24.html

..




Ermenilerin Yaptığı Katliamlar Genelkurmay Başkanlığı Arşivi




Ermenilerin Yaptığı Katliamlar Genelkurmay Başkanlığı Arşivi



RESİM ÖLÇEK; 600x300 
RESMİN ÜZERİNE TIKLAYARAK BÜYÜLTEBİLİRSİNİZ.,































..

Ermeni soykırımı Tanıma ve tazminatlar




Ermeni soykırımı Tanıma ve tazminatlar



Ermenistan'dan bakış  Soykırıma dair Ermenistan'da adalet talepleri

 

                  
Lilit Gasparyan
Ermenistan editörü



2015 yılında, tüm Dünya Ermenileri, gerek Ermenistan’da gerekse diaspora’da çeşitli gösteriler eşliğinde Ermeni soykırımının 100. Yılını anmaya hazırlanıyorlar. Genellikle Ermeni toplumunda,  soykırımı anmak tazminatla özellikle de toprak talebiyle ilişkilendirilmiştir. Çeşitli parlamentolar tarafından Ermeni soykırımının tanınmasına yol açan kararname ve yasalarda tazminat konusundan bahsedilmemesi Ermenilerin Türkiye’den soykırımın tanınmasından öte bir talebi olmadığı yönünde yanlış bir izlenim oluşturmuştur ki bu tamamen yanlış bir izlenimdir.

Tazminat talebi farklı dönem ve farklı çevrelere göre değişik tanımlamalarla ifade edilmiştir, “tarihsel adaletin tesisi”, “talepkarlık”, “sonuçların giderilmesi” gibi.

1920-30 yıllarında 24 Nisan günü özellikle diaspora’da tüm kiliselerde yas ayinleriyle anılırdı. Ermenistan’ın Sovyetler Birliğine katıldığı ilk senelerde de 24 Nisan günü kiliselerde anılırdı, ancak ilerde 1965 yılına değin, Büyük Felaketin kurbanları anma günü, akraba ve yakınları anma günüymüşçesine sadece aile içinde anılır olmuştu. Türkiye’den tazminat, özellikle de toprak talebi temelde siyasi örgütler tarafından uluslararası konferanslarda, siyasi çevrelere sunulan başvurularda dile getiriliyordu.

1945 yılında 2. Dünya Savaşı bitiminde, diasporada işlevlerini sürdüren Ermeni siyasi parti ve örgütleri yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütüyle birlikte çeşitli kongrelere de başvurarak Ermenilerin Türkiye’deki topraklarının iadesi konusunda yardım talep ettiler. Geri alınmak istenen bu toprakların sınırları 1920 yılının Kasım ayında dönemin ABD başkanı Woodrow Willson’ın yargısal kararıyla belirlenmişti.

1946 yılında Ermenistan Dış işleri bakanlığı, “Türkiye tarafından Ermeni topraklarının zapt edilmesi” başlığıyla “410 N. özel öneme haiz” dosyayı hazırlar. Bu dosyada Sovyetler Birliğinin Türkiye’den hangi gerekçelerle toprak talebinde bulunması dair çok sayıda kanıt bulunmaktaydı.

Soğuk savaşın ilk yıllarında Ermenilerin bu talepleri bir nebze de olsa azaldı ancak asla son bulmadı. Batı dünyasında yaşayan Ermeniler için Sovyet Birliği üyesi bir devlet olan  S.S. Ermenistan Cumhuriyeti’nin topraklarına katmak için NATO üyesi bir devlet olan Türkiye’den toprak talep ettiklerini söylemek siyasi olarak kolay değildi. BM tarafından 1948 yılında kabul edilen Birleşmiş MilletlerSoykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin babası Raphael Lemkin’in soykırım olarak ilan ettiği Ermeni soykırımı suçlularının cezalandırılması konusunda konuşmak çok daha kolaydı tabii tazminat talebini de göz ardı etmeden.

1965 yılının 24 Nisanında Büyük Felaketin 50. yıldönümünde Sovyet Ermenistan Cumhuriyetinde Ermeni Soykırımı kurbanlarını anma günü etkinliği ilk kez devlet düzeyinde gerçekleşti. Erivan’da binlerce kişinin katıldığı gösterilerde “Topraklarımız, bizim topraklarımız” yazılı geniş pankartlar kullanıldı.

Aynı yıl, BM’de Ermeni Soykırımının uluslararası düzeyde tanınması sorunu yeniden gündeme gelmiş ve Uruguay’da yasal olarak tanınmıştı. Türkiye’de ise eşzamanlı olarak inkâr siyaseti güç kazanmıştı.

1973 yılından itibaren BM alt komisyonlarından birinde başlayan Ermeni soykırımının spesifik olarak tanınmasına yönelik çalışmalar nihayet neticeye ulaştı ve hazırlanan rapor 1985 yılında kabul edildi.

Bu süreçte temel olarak soykırımın ispatı üzerinde konuşulmaktaydı. Türkiye’nin soykırımı tanıması talebi ise, örneğin 1987 yılında Avrupa Parlamentosu’nda gerçekleşen konferansta olduğu gibi, bugünkü Türkiye’nin, Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşadığı trajediden sorumlu tutulamayacağı söylenmekteydi. Ve “ Bu tarihi olayın, soykırım olarak tanınması nedeniyle Türkiye’ye ne siyasi ne hukuki ne de maddi talepler sunulamaz” diye vurgulanmaktaydı. Bu ikaz bugünkü Türkiye’den bu yönde taleplerin daima olageldiğinin ve Avrupa Parlamentosunun bu taleplere engel teşkil ettiğinin ispatı niteliğindedir.

Bu genel atmosfer içinde Sovyet Ermenistan Parlamentosu 1989 yılının 23 Eylül günü “16 Mart 1921 Rus-Türk antlaşmasını(Moskova Anlaşması Ç.N.) siyasi ve hukuki değerlendirme komisyonu” kurmuştu. Bu komisyon 16 Mart 1921 Rus-Türk antlaşmasını ve bunun tekrarı niteliğindeki Ermenistan’a zorla kabul ettirilen Kars Antlaşmasını yasa dışı ilan etmek üzere bir plan hazırlayacaktı.  (Türkiye bugün geçerli saydığı sınırları hukuki temelini Kars Antlaşmasına dayandırmaktadır.)

23 Ağustos 1990, Ermenistan’ın bağımsızlık ilanı, Sovyet Ermenistan Parlamentosu, “ Ermeni halkının kaderi, tüm Ermenilerin arzularının gerçekleşmesi ve tarihsel adaletin yeniden tesisi konusunda sorumluluğunun bilincinde olarak,” Demektedir.  […] “Ermenistan Cumhuriyeti, 1915 yılında Osmanlı Türkiye’sinde ve Batı Ermenistan’da uygulanan Ermeni soykırımının uluslararası tanınırlılığı konusunda yardımcı olmak için etkin rol üstlenecektir” Burada Ermenistan Cumhuriyeti Anayasasına göre “Ermeni Devletinin temel ilkeleri ve uluslararası gayeleri tespit edilmiştir”

24 Nisan 1998 yılında Ermenistan Cumhuriyeti başkanı Robert Koçaryan, Ermeni halkına hitaben yaptığı konuşmada “ Biz geçmişin kölesi olmak istemiyoruz, ancak bundan kurtuluşun tek çaresi geçmişin tüm dünya tarafından doğru olarak takdir edilmesidir. Soykırımın tanınması yönünde talebimiz bölgede rahatlamaya ve barışın tesisine yarayacaktır. O halde bugün başlıca sorunumuz tüm Ermenileri ve insani yardım örgütlerini bir araya getirerek, tarihi adaletin zaferini gerçekleştirmek ve ülkemizin huzur içinde gelişmesini, güçlenmesini sağlamaktır” demektedir. 20 Nisan 2005 yılında Koçaryan, “ Ermeni halkı soykırım nedeniyle göçer bir hale düşüp tüm dünyaya dağıldı. Ermeni Felaketinin uluslararası yargıya gitmesi ve tarihsel adaletin yeniden tesisinin zorunluluğu büyük bir siyasete kurban edildi.

2007 yılında kurulan, Ermenistan Cumhuriyeti milli güvenlik, strateji servisi şöyle demektedir, “Ermeni soykırımının genelde ve Türkiye özelinde tanınırlılığını ve mahkûmiyetinin talepçisi olarak Ermenistan bunu, sadece tarihsel adaletin tesisi değil bölgede karşılıklı güven ortamının oluşması ve ilerde benzer cürümlerin engellenmesi bağlamında değerlendirmektedir”.

 24 Nisan 2008 yılında yaptığı konuşmada yeni başkan Serj Sarkisyan, “ Tüm dünya Ermenilerinin anayurdu olan Ermenistan, tarihsel adaletin yeniden tesisi konusunda çabalarını kat be kat arttırarak devam etmelidir” der. Bir sene sonra aynı gün “ Ermeni soykırımının uluslararası tanınırlılığı ve mahkûmiyeti, Ermeni halkı ve Ermenistan Cumhuriyeti için tarihsel adaletin yeniden tesisi sorunudur” demektedir.

14 Aralık 2010 yılında uluslararası “Soykırım suçu, engellenmesi, kınanması ve sonuçları″ başlıklı uluslararası konferanta Ermenistan Cumhuriyeti Devlet Başkanı, “Eminiz ki tanımaktan affa, adaletten barışa uzanan yolun, hoşgörü ve birlikte yaşamak fikrinin alternatifleri yoktur” demiştir.  Serj Sarkisyan  “Bu konferans, soykırımın hukuki sonuçlarna yönelik kesin bir yaklaşım sergilemek için önemlidir ve ileriye dönük konseptlerin geliştirilmesi bağlamında da oldukça yararlı olacaktır.” Diye konuşmasını bitirmiştir.

“Jarankutyun” (Miras) Partisi genel başkanı ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk dış işleri bakanı Raffi Hovhannisyan da Ermeni soykırımı ve bunda Türkiye’nin sorumluluğu konusunda muhtelif zamanlarda konuşmalar yapmıştır. 2013 yılında,  Ermenistan Cumhuriyeti Devlet Başkanlığına adaylığını koyan Hovhannisyan, seçim öncesi konuşmalarında, “ Ermeni soykırımı ve Ermeni halkının anayurdundan koparılmasının yüzüncü yılında, 24 Nisan 2015 günü, Türkiye Cumhuriyetinin kendinde siyasi cesaret ve ahlaki gücü hissedip Türk- Ermeni ilişkilerinde var olan uçurumu yok etmeye çalışması, bu bağlamda, insanlığa karşı işlenen bu benzersiz suçun tanınması ve barışın sağlanması, gerçeğin kabulü ve tazminat temeline dayanan ilişkilerin normalleşmesi yönünde bir yol izlemesi çok yerinde olacaktır.” Demişti.

 24 Nisan 2013 günü eski dış işleri bakanı, bugün “Parkavac Hayastan” (Müreffeh Ermenistan)Partisi danışma üyesi Vartan Oskanyan şöyle yazmıştı; “Soykırımın tanınması gerekliliğini göz ardı etmeden başlıca hedefimizi bunun sonuçları üzerine yöneltmemizin tam zamanıdır, hatta geç bile kalınmıştır. Bu maddi, manevi ve entelektüel zararlarımız karşılığında hak taleplerimize sahip çıktığımızı gösterir.”

Aynı gün, Ermeni Apostolik Kilisesi’nin her iki Katolikosu yan yana gelip ortak bir bildiriyle Türkiye’den;

“1- Ermeni halkının ve hem ulusal hem de insani haklarının tecavüzüne karşılık tüm zararlarının tanzimini

2- Ermeni halkının kilise, manastır ve kiliseye ait diğer mülklerinin, ruhani, kültürel değerlerin derhal iadesini.”  talep ettiler.

27 Mayıs 2014 tarihinde Erivan’da, Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılını anma etkinliklerini düzenleyen komisyonun dördüncü oturumu Ermenistan Cumhuriyeti devlet başkanı Serj Sarkisyan’ın başkanlığında gerçekleşti. Başkan konuşmasında “Ermeni Soykırımıyla ilgili hukuki belgelerin düzenlenmesi Ermeni hukukçular tarafından ve kişisel, toplumsal ve ulusal sorunlar çerçevesinde ele alınmaktadır.” “Kimse, Büyük Felaketin Yüzüncü yılının davamızın son noktası olduğuna dair umut beslemesin. Bu sadece yasımızı tutmak, manen gücümüzü arttırmak ve adalete ulaşmanın kendine has bir safhasıdır. Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yılında yeni amaçlar ve önümüzde tüm dünya Ermenilerini bir araya getiren bir programla çok daha güçlü bir devlet ve diasporaya sahip olacak projelerle ortaya çıkacaktır. Yüzüncü yılda biz tarihi bir dönemi toparlayacak ve adaletin yeniden tesisi adına yeni bir aşamanın başlangıcını ilan edeceğiz” dedi.

 19 Eylül 2014’de Ermeni Soykırımı tazminat araştırma grubunun son raporu yayınlandı. “Ermeni soykırımına yönelik adil çözüm-tazminat” başlıklı rapor aşağıdaki önerileri sunmaktadır.

1-Ceza

“Ermeni soykırımının asıl suçluları artık hayatta değiller, yargılanamazlar, dolayısıyla bu maddeyi uygulamak mümkün değil”

2-Tanımak, af, eğitim ve anma

“Türk hükümeti ve suç birliği içinde olan sivil toplum kuruluşları, soykırımı resmen tanımalı ve af dilemeliler”

3- Ermenistan’a ve Ermenilere destek

“Uzun vadeli iyi yaşam koşullarının sağlanması amacıyla Türk devleti siyasi veya farklı konularda Ermenistan’a ve tüm dünya Ermenilerine destek olmalıdır”

4- Türkiye’nin normalleşmesi

İnkâr politikasının tamamen sonlandırılması ve Türkiye’de yaşayan Ermenilerle diğer uluslara saygı ortamının oluşturulması gerekir. Bunun dışında Türk devleti tüm kültür ve eğitim kurumlarından Ermeni karşıtı söylemleri ve soykırımın ideolojik ve pratik izlerini tamamen silmelidir. Örneğin Türk ceza kanununun 301. Maddesi.

5- Mülklerin iadesi ve mülk kaybı, ölüm ve zulmün telafisi.

70 milyar $-105milyar $ arası değer belirlenmiştir.

Araştırma grubu, başkan Woodrow Willson’ın yargısal kararıyla belirlenmiş alanın siyasi değişimini(transfer) en doğru şekil olarak düşünmekle birlikte alternatif  arayışını da sürdürmektedir.

20 Eylül 2014 tarihinde, 5. Ermenistan-Diaspora Forumu kapanış oturumunda devlet başkanı Serj Sarkisyan 700den fazla katılımcıya yönelik konuşmasında “Sizlerden çoğu, Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılı anma etkinliklerini düzenleyecek komisyonlara üyedir. Hepinizin amacı adaletin yeniden tesisi ve karanlığa karşı, insanlıktan nefret eden ideolojilere karşı insani düşüncenin zaferidir”

Aynı forumun dört temel konusundan biri “Ermeni Soykırımı’nın uluslararası tanınırlılığı, yargılanması ve sonuçlarının telafisi” süreciyle ilgiliydi. 40’a yakın katılımcının konuşma yaptığı toplantıda çoğunun önerisi, 100. Yılın temel amacının Ermenilere haklarının iadesi, adalet ve tazminat talebi olmasıydı. Ermenistan Cumhuriyeti Ulusal Meclisi, dış ilişkiler daimi komisyonu başkanı Artak Zakaryan, Büyük Felaketin tanınması son hedef değildir, çünkü aynı zamanda Ermeni halkı da bu davada talepkâr taraf olacaktır diyordu.

Bu forumdan birkaç gün sonra, 24 Eylül’de başkan Serj Sarkisyan, BM Genel Asamblesi’nde yaptığı konuşmada “Tarihte benzeri görülmemiş, tüm bir halkın ölümü ve anayurt topraklarından sürülmesi amacıyla yapılan katliam tüm dünya Ermenileri için onulmaz bir yara olarak kalmaya devam ediyor ”. Daha önce çeşitli yerlerde bu konuya değinmesine rağmen, Ermenistan devlet başkanı ilk kez BM kürsüsünde “Toprakların Kaybı”ndan söz ediyordu.

“Adalet”, “Tarihsel Adaletin Tesisi”, “Ermeni Soykırımının sonuçlarının giderilmesi”, “Tazminat”,bunlar Ermeni Soykırımı sorununun çözümü mevzubahis olduğunda Ermenilerin sıkça kullandığı ifadeler olmuştur. 100. Yıl  sanki bu ifadelerin uluslararası platformda özellikle de Türk toplumu tarafından işitilir olmasına olanak verir gibidir.



..

HRANT DİNK'TEN ÖNCESİ VE SONRASI ERMENİSTANIN BAKIŞ I




HRANT DİNK'TEN ÖNCESİ VE SONRASI  ERMENİS,TANIN BAKIŞI,


.

Özür, Yüzleşme, Yas
Yetvart Danzikyan

 



 
Yetvart Danzikyan
Gazeteci ve insan hakları aktivisti





Yüzleşmeye niyetlenen bir siyasi otoritenin öncelikle kendi elleriyle inşa ettiği bir beton duvarı yıkması gerekecektir. Yüzleşme ve özür ancak bundan sonra gelebilir.
Bir insan için olduğu kadar, bir ülke için de öncesiyle, sonrasıyla, “o an”ıyla kritik bir merhaledir özür dilemek. Ülkeye geleceğiz. Ama önce insan ile başlayalım. Biliyorum, biraz klasik olacak ama, en başta şunu gerektirir: bir özür dileme alışkanlığını, anlayışını, her şeyden önce gereksinmesini. Bir hata yapıldığını kabul etmeyi ve bu hatanın telafisinin mümkün olmadığını ancak bunu için hiç olmazsa, ya da gerekşart olarak, bir özür dilenmesi gerektiğini. Yani önce “hata”yı kendimizin yaptığını anlamamızla başlar. Bu da bir süreçtir, zaman zaman zor olabilir Hepimiz –muhtemelen- hayatımızın bir aşamasında –ciddi bir vakayla ilgili olarak elbette- bir ya da birkaç kere özür dilemişizdir. Öncesindeki o süreç kolay değildir. Buna “yüzleşme” diyoruz işte. O ana kadar aslında kendimizin haklı olduğunu düşünürüz belki de. Fakat bir bakarız ki dışımızdaki hayat öyle devam etmiyor. Arkadaşlarımız, etrafımız bizi haklı görmüyor. Mağdur durumda olan bir kişi var. Özetle bir aşamada ters giden bir şey olduğunun farkına varırız. Ve başlarız işte o yüzleşme sürecine. Öncesinde içimizdeki bir huzursuzluk olur. Birilerine  haksızlık yapmış olmanın, bunu bilmenin verdiği huzursuzluk. Öyle başlarız kendimizle yüzleşmeye. Sonra yüzleştikçe gitgide nerede hata yaptığımızın farkına varırız. Etrafımızdan görüş alırız, detayları netleştirmeye çalışırız.
Bir aşamada yüzleşme biter. Nerede hata yaptığımızı anlamışızdır. Ama hala süreç bitmemiştir. Sadece kendimizle, çevremizle yüzleştik, ne yaptığımız anladık.  İş geldi bunu karşı tarafa söylemeye. Burası da bir süreçtir. Çünkü kimi kültürlerde ya da daha doğrusu  şöyle diyelim, kimi “dünya”larda hatayı kabul etmek, zayıflık olarak görülür. Bir kez “hatalıydım” dersen, bir kez “özür” dilersen kendini zayıf  bir duruma düşürmüş olabilirsin. Böyle anlaşılır, böyle bilinir.  Dolayısıyla yüzleşme sonrasında o özrü dilemek de öncesiyle, o anıyla ve elbette ki  sonrasıyla önemlidir.
En önemlisi de burasıdır zaten. “Özür” dilemenin zor olduğunu bilmek, öyle bir dünyadan gelmek kimi zaman insanı özür yerine geçecek başka kelimeler bulmaya zorlar. Hatalı olduğunu farketmiştir, anlamıştır ama o özrü dilemeyi hala istemeyebilir insan. Çünkü özür dilemek, evet yukarıda söylemiştik, belki de bir zayıflık göstergesidir, hatayı kabul etmek belki de gardı düşürmek demektir. Hayatı bir savaş, bir mücadele, hep üstte, önde olunması gereken bir çarpışma alanı gibi görüyorsanız eğer, bu bir meseledir.

Özür bizi o ana kadarki duruşumuzdan aşağı indirir
Başka bir formül bulmalı. Ama ne? Arayış başlar. “Oldu bir kere” denebilir mesela, gerisi jestlerle getirilmeye çalışılır. Bir boyun eğiş, bir “üzgünüm” anlamına gelen kaş hareketi, dudakları talihsizce büzme vs. Böyle sıyrılmaya çalışabilir bazen insan bu işten. Kimi zaman işe yarar bu. Ama aslına bakarsınız nadiren. Beklenen, ‘özür’dür, hatanın kabul edilmesidir. O yüzden “özür” kelimesi, kelime olarak önemlidir. O yüzden annelerimiz bize özür dile der, “özür”ün üzerine basarak. Mesele bu kelimeyi telaffuz etmektir. Ya da hiç olmazsa “hatalıydım” diyebilmektir, “oldu bir kere” yerine.. 
Neden?  Neden “özür” kelimesini kullanmak önemlidir ve neden karşı taraf bizden başka bir formül ya da kelime değil de mutlaka bunu bekler? Elbette ki hepimizin bu konuda kafasında bir fikir var, bildiğimiz şeyleri yeniden anlatmak değil amacım. Sadece bu konunun üzerinden biraz geçersek “devletler/toplumlar” meselesine de daha kolay gelebiliriz diye düşünüyorum. Evet neden ille de “özür”?
Şundan elbette: özürün kelime anlamı olarak ne manaya geldiğini evet  hepimiz biliyoruz ama ilave olarak bir de şu manaya gelir: kendimizi o ana kadarki duruşumuzdan, pozisyonumuzdan aşağı indirir. 
İster muhatabımızla eşit  konumda olalım, ister iş, yaş ya da ailevi ilişkiler açısından ondan üstün/kıdemli/güçlü bir konumda olalım. Hangi konumda olursak olalım, özür dilemediğimiz sürece yaptığımız şey, kendimizi muhatabamızdan üstün ve güçlü konumda görmek ya da görmeye devam etmek olacaktır.  Ancak özür dileyerek, dolayısıyla yaptığımız hata ile yüzleştiğimizi anladığımızı söyleyerek o konumdan aşağı ineriz. Şurası önemli: ilk aşamada onunla eşit dereceye değil. Ondan daha aşağı bir dereceye, daha aşağı bir konuma. Bir anlamda diz çökeriz önünde. Ve yine  tam da bu yüzden bazen fiziki olarak da diz çökeriz muhatabımızın önünde. “Ancak böyle affetirebilirim kendimi” demekteyiz aslında, diz çöksek de, çökmesek de. Ancak o an, karşısında eğilerek, diz çökerek bunu telafi edebileceğimizi düşünürüz. Önce diz çökeriz ki, sonrasında –karşı taraf da uygun görüyorsa elbette - eşitlenebilelim. Bazı kabahatler ancak böyle telafi edilebilir çünkü. Willy Brandt’ın Polonya’da yaptığı, bir anlamda buydu işte.
Fakat bir yandan da bu özür dileme meselesini bir paranın iki yüzü gibi de düşünebiliriz. Zira bir de özür diletmek, özür dilemeye zorlamak vardır. Bu da insani ilişkilerin, hiyerarşinin işin içine  girdiği, insanların kendilerini muhataplarına göre hangi komumda gördükleri ya da görmek istedikleri ile ilgili bir durumdur. Burada “özür dileme”nin edilgenliğinden, yüzleşmesinden, hesaplaşmasından, o süreçten çıkarız biraz. Hele ki özür bekleyen taraf kendini üstte bir yerde görüyorsa, o üstte görmenin altını bir kez daha çizmek istiyorsa, bu bir dayatmaya da dönebilir. Böyle durumlarda hele ki gerçekten özür bekleyen toplumsal konum olarak gerçekten de üstte bir yerde ise, bir işverense, bir siyasetçi ise, güçlü bir konumda ise, o özür, özür olmaktan çıkar. Burada özür dileyen o başta bahsettiğimiz yüzleşmeyi yapmaz çünkü. Zira özür artık ona dayatılan bir davranış biçimi olmuştur. Dilemezse başına türlü dertler açılabilir, günlük hayatını, işini yürütmekte zorlanabilir. Bunlarla başedemeyecek konumdaysa, o özrü diler. Burada da belki bir diz çökme vardır belki ama bu daha çok diz çöktürmedir. Sadece yukarıda olanın kendi konumunun altını tekrar çizmesine yarar, hiyerarşiyi yeniden üretir. Başka da bir işe yaramaz. Devlet arası ilişkilerde bunu da zaman zaman görürüz. Ama bahsettiğimiz özür bu değildir. Bu, özür meselesindeki kötü örneğimizdir.
Son olarak özür bekleyene bakalım. Mağdurdur. Hem de tartışılmaz biçimde mağdurdur. Büyük kayba uğramıştır. Hem maddi, hem de manevi olabilir bu kayıp. Bunun telafisini bekler elbette. Ama elbette ki bir “özür”le birlikte. Sadece maddi tazmin onu tatmin etmez. Neden? Çünkü, başta da söylediğimiz gibi, failin yapılanla, ya da yaptığıyla yüzleşmesini bekler, ister. Fail eğer bu yüzleşmeyi yapmazsa tazmin (burada bir tazminat varsayıyoruz, ama kimi  zaman bu olmayabilir gündemde) eksik kalacaktır.  Tazmin kadar, failin yaptığı ile yüzleşmesi, o süreci yaşaması da önemlidir, hatta kimi zaman daha önemlidir. Tazminat gerekiyorsa kalsın özür yeter denmesinin sebebi budur. Ve elbette sadece yüzleşme değil. Yukarıda da bahsetmiştim. “Özür” kelimesinin kullanılmasıdır önemli olan. (Burada ise  AKP Hükümeti’nin Uludere’de de bombalanarak öldürülen 34 vatandaşın yakınlarından ısrarla özür “dilememesi”ni, “özür yerine geçen çok şeyler yaptık” demesini hatırlayabiliriz mesela. Bu ısrarla, inatla özür dilememe “özür” kelimesini kullanmama tavrı, yukarıda bahsettiğim çerçevede devlet-toplum, merkezi otorite-Kürtler bahsinde bize çok şey anlatır.) 

İnkar suçun devamıdır
Kimi durumlarda da –evet, artık insanlar arası durumlardan çıkıp toplumlar arası durumlara geçebiliriz- fail kendini yukarıda, üstte bir yerde gördüğü için yapmıştır, yapacağını. Kendini üstün bir yere koyarken muhatabını zaten eşiti saymamış, hatta onu daha da aşağıda bir yere itmek için yapmıştır. Derdi onu güçten düşürmek, zayıflatmak, belki de yok etmektir. Yaptığının arkasında bu vardır. Biraz da bu yüzden tazminat yeterli değildir. “Parasını verdim kurtuldum işte” gibi bir yüzleşmeden bahsetmiyoruz zira. Ve bu niyetle davrandığı içindir ki, özür dilemediği sürece, yaptığını inkar ettiği sürece, o suçu işlemeye devam etmektedir aslında. Dolayısıyla şunu pekala söyleyebiliriz herhalde: kimi durumlarda inkar, bir anlamda suçun devamıdır.
Burada artık tamamen devletler, toplumlar sahasına girebiliriz herhalde. Hatta girdik bile. Ne demiştik, inkar suçun aslında başka bir düzeyde devamıdır. Türkiye’ye geleceğiz elbette. Türkiye’ye ve resmi görüşün “dil”ine. Türkiye’de resmi görüşün ve kurucu otoritenin en rahatça, en pervasızca yaptığı budur. İnkarı her şeyden önce ve elbette ki ‘dil’de kurar. Ve bu alandaki performansı gerçekten olumsuz anlamda “etkileyici”dir. İki alanda kurmuştur bu dili. Kürtler ve Ermeniler konusunda. Anlamlıdır. Çünkü aslına bakılırsa Cumhuriyet bu iki (Rumları da sayarsak üç) halka “karşı” kurulmuştur. Bu yazının konusu olmadığı için bu kuruluşun hikayesine girmeyeceğiz ancak tarafsız bir okuma bile bize şunu gösterecektir ki Cumhuriyet İttihat ve Terakki’nin “Türk ve Müslüman devlet” karakterini benimsemiş, kuruluş sonrasındaki ilk Kürt itirazında da (Şeyh Sait isyanı) bu “Müslüman” içindeki Kürt ve dindar tarafları da yontmuştur.
Bu hat üzerinde  kurulan Cumhuriyet zamanla iki büyük inkara gitmiştir. Ermeni soykırımını/katliamını inkar ve Kürtler’in varlığını inkar. Bir Kürt siyasetçinin geçtiğimiz yıllarda dile getirdiği “Ermeniler yıllardır öldürüldüklerini ispatlamaya çalışıyor, Kürtler ise yaşadıklarını” esprisi/saptaması bu durumu kısa ve net biçimde özetlemekte aslında. Kurucu otoritenin bulduğu formül şuydu: Kürt diye bir millet yoktu, Ermeni katliamı, soykırımı ise “sözde” idi. Bu “sözde” kelimesinin seçimi Türkiye Cumhuriyeti’nin onu oluşturan topluma bakışını çok iyi özetler. Ve bu “sözde” formülü zamanla sadece Ermeni soykırımı için değil resmi görüşün karşısına aldığı  neredeyse tüm kurum ve kavramlar için kullanılmaya başlanmıştır. Mesela haber bültenlerinde geçen “Terör örgütünün sözde Tunceli sorumlusu” gibi. Söz konusu örgüt devletin yıllar sonra müzakereye oturacağı PKK’dan başkası değildi elbette.
Ancak bu diğer kullanım alanları, konumuzun dışında. Biz burada Ermeni katliamı, soykırımı için “sözde” kelimesinin kullanımı üzerinde duracağız biraz. Bu, özür ile, yüzleşme ile de bağlantılı çünkü.
Hayatımız boyunca gömüldüğümüz, tüm toplumu gömdükleri o resmi görüş bombardımanından biraz kafamızı kaldırıp şöyle bir nefes alıp etrafımıza baktığımızda göreceğimiz şudur. Bir otorite, ve onunla birlikte hareket eden “çoğunluğa” dair bazı unsurlar, Anadolu’nun yerleşik bir halkını etnik bir temizliğe tabi tutmuşlardır. Göç ettirmişler, katletmişler, mallarına da büyük oranda el koymuşlardır. Bu hamle sonrasında o halkın nüfusu, yaşadığı topraklarda sembolik bir orana inmiştir. Bütün bu olup bitenlerden sonra mağdur ile fail arasında –doğal olarak- bir gerilim doğmuş, mağdur, daha doğrusu o vahşetin kurbanı bir “yaklaşım” beklemiştir.
Burada biraz daha somut siyasal hayata gelebiliriz artık. Evet bilindiği gibi 2015 yaklaşıyor. Not düşmek bile gereksiz, 1915’in 100. Yılı. Ve mağdurlar, kurbanların yakınları kadar “resmi görüş”ü devralan AKP’nin de bir hazırlık içinde olması kuvvetle muhtemel. Hatta bunun ipuçları da var. Ve pragmatist bir parti olarak klasik resmi görüşün dışına “çok” çıkmadan, ama bir çıkış formülü de arayan, dolayısıyla 2015’te çok fazla spot altında kalmak istemeyen bir hat üzerinden gidildiği izlenimini doğuracak adımlar var. Bunlardan birini Kültür Bakanı Ömer Çelik, geçtiğimiz aylarda Agos’a açıkladı. (1) Önce meseleyi nasıl tarif ettiğine bakalım:
Çok samimi bir şekilde ve soykırımın bütün anlamlarını göz önünde tutarak söylüyorum, bence burada yaşananlara soykırım denmesi mümkün değil. Burada, büyük bir savrulma zamanında, büyük bir otorite boşluğunda karşılıklı katliamlar yaşanmış. Bu durumda, ya yas tutmanın büyük bir erdem ve geleceği inşa etmek açısından halkları olgunlaştıran bir eylem olduğu gerçeğine yaslanan yeni bir gelecek kuracağız. Ya da, soykırım lobisinin ve buna karşılık veren birtakım radikal siyasetlerin arasında ortak tarihi, ortak yası, ortak kültürü sürekli olarak hırpalayan ve bu radikal siyasetlerin oyuncağı haline getiren bir sıkışmışlık içerisinde bunu sürdüreceğiz.”
Bakan Çelik’e göre bu bir soykırım değil. Bir otorite boşluğunda karşılıklı katliamlar yaşanmış. Burada klasik resmi görüşün dışında yeni bir söz görünmüyor. Fakat bir  formül arayışı da var. Onu da biraz sonra görüyoruz:
Yüzleşme ve helalleşme, bence özürden daha büyük bir meseledir. Cumhuriyet döneminde insanlar inançları, anadilleri ve etnik kökenleri itibarıyla Anadolu’nun içinde bile diaspora haline getirildiler. Helalleşme ve yüzleşmeden bahsederken, bütün bunlardan da bahsediyoruz. Geleceğimizi bir geçmiş parantezinin içine sıkıştırmamak gerekiyor. Eğer bir hesaplaşma içine gireceksek, bu Türklerle Ermenilerin yapacağı bir hesaplaşma değil, içimizdeki İttihatçılarla, soykırım lobisinin karşılıklı yapacağı bir hesaplaşma.”

Resmi görüşün kibri devam ediyor
Bu mantık, bu formül, evet klasik resmi görüşe göre ileri bir adım.  Ve elbette olumlu. En azından bir yüzleşme içeriyor. Ancak bu sözlerden çıkan sonuç şu: orada bırakıyor. Ve bulduğu formül, “hellalleşme”. İlk bakışta kulağa gayet iyi geliyor. Otorite, bir şeyler yapıldığını farketmiş, ne yapıldığını biliyor aslında ve “hadi gel, hellaleşelim” diyor. Fakat bir mesele doğuyor burada. Yazının başında “bireysel” bölümde biraz bahsetmiştim. “Özür” dememek için başka, daha kolay  bir yola sapılabiliyor. O kelimeyi kulanmaktan kaçınılıyor. Denebilir ki belki, bu olan da bir özürdür ve Türkiye’nin bu pozisyona gelmesi de önemlidir, devletler bahsinde “mutlaka” özür beklemek gerçekçi olmayabilir.
Evet bu da bir görüştür ancak kabul etmek gerekir ki devletler ya da toplumlar arasında böyle meselelerde “helalleşme” diye bir formül de yoktur. En azından bu, nihai bir formül olamaz. İki nedenle: öncelikle mağdur, kurban açısından, “fiil” tanımlanmamış, fail yapılanı aslında kabul ederken bunun gereğini, mantıki sonucu “yapmamayı” tercih etmiş oluyor. Özetle aslında “özür” filan dilemiyor. Sadece bir şeyler olduğunu kabul ediyor ve bunu bir hercümerç içinde tesadüfen olup bitmiş,  faili, öznesi olmayan bir vaka haline sokuyor.  Bu, ister istemez otorite ile kurban arasındaki hiyeraşiyi koruyor, yeniden üretiyor. Failin mirasını devralan otoritenin, resmi görüşün kibri, devam ediyor.  (Tam da burada üçüncü anımsatma uygun kaçabilir: AKP Hükümeti’nin Mavi Marmara saldırısı nedeniyle İsrail’den neden sadece ve “mutlaka”  özür beklediğini ve neden “özür” kelimesi kullanılmadıkça ilişkilerin normalleşmeyeceğini ilan etmesini hatırlayalım. Bir de  Ömer Çelik’in sözlerindeki “hellaleşme özürden daha büyük meseledir” cümlesi ile Başbakan Erdoğan’ın Uludere’den bahsederkenki “özürden daha büyük şeyler yaptık  cümlesini karşılaştıralım.)
İkinci olarak: helalleşme, farklı farklı kullanım alanları içeriyor. Bunlardan biri (ve en yaygın kullanılan/anlaşılanı) iki tarafın da  o güne kadar “her ne yaptıysa” bunların unutulmasını, “iki tarafın da” birbirini affetmesini ve konunun artık gündemde tutulmamasını içeriyor. Bu da hem doğal olarak mağdura “sen de bir şey yaptın, kabul et” demek oluyor. Hem de meseleye böyle baktığımızda da bu formülün bir özür/yüzleşme içermekten çok, konunun “kapatılması” anlamına geleceğini, mağdurda, kurban yakınlarında bu anlamı yaratabileceğini görebiliyoruz.
Çelik’in sözlerinde son olarak değineceğimiz nokta “İçimizdeki İttihatçılarla soykırım lobisi”ni aynı düzeyde, benzer aktörler olarak görmesi. Burada tabii resmi görüşün yıllar boyunca 1915’te olanları “soykırım” olarak tanımlayan çevreleri “Kötü Ermeniler” olarak sunmasını hatırlıyoruz. Mekanizma hala böyle işliyor. Olup bitenlere “soykırım” demeyen “İyi Ermeniler” ve soykırım diyen “Kötü Ermeniler”. Bunlar genellikle yurtdışında yaşayan “diaspora” üyeleridir. Şu tabii hiç düşünülmez: yurtiçinde yaşayanlar neden buna “soykırım” diyemediler? Diyebilirler miydi? Diyenlerin başına ne geldi? Ya da 1915 ve sonrasındaki mülk transferi konusunu gündeme getirmek mümkün müdür, mümkün müydü? Soykırımı geçtim, bir “normalleşmeyi”, karşılıklı bir tedaviyi  savunan, hayatını buna adayan Hrant Dink’i hedef haline getiren iklim neydi? Hrant Dink neden kolaylıkla hedef haline getirildi, hangi ezberler üzerinden yüründü? Türkiye’de Ermeniler nasıl bir iklim içinde yaşadılar ve yaşamaktalar? Bu soruların cevabına hakkaniyetle kafa yorulmadığı sürece İyi Ermeni/ Kötü Ermeni denkleminin alıcısı çok olacaktır, bu ülkede. Ve tabii “fail” olan İttihatçılarla kurban yakınları olan diasporanın aynı düzlemde sunulması da normal karşılanacaktır.
Ömer Çelik’in sözleriyle ilgili bahsi kapatırken son olarak şunlar söylenebilir. 2015’te ya da öncesinde nasıl bir siyasi iklim olacağını öngörmek mümkün değil elbette. Dolayısıyla AKP’nin ya da Türkiye’nin illa bu sözlerde tarif edilen pozisyonu takınacağını öne sürmek mümkün değil. Daha yumuşak bir ton da görebiliriz, daha sert bir ton da. Ama bu sözler elimizdeki en somut ipuçları, analizi o yüzden bu sözler üzerinden yaptım.

Mağdur, kurban ne bekler?
Yine de, her şeyin net, pürüzsüz olduğu bir alandan  bahsetmiyoruz. Sorular var. Tam da burada Marc Nichanian’a başvurabiliriz belki. Faleket, özür, affetme, yas üzerine kafaya yoran bu konularda verdiği konferanslar “Edebiyat ve Felaket” (2) başlığıyla  kitaplaşan Nichanian, sözkonusu kitabının bir yerinde şöyle der, Derrida’yı da işin için katarak:
Barışmanın neyi ortaya koyduğunu neyi gizlediğini hep birlikte  sorgulayabilecek düzeyde olmamız için barışma hareketinin ilk adımının itiraf, affedilme talebi, barışma projesi olması gerekiyordu. Hayatının son yıllarında bu konular Derrida’yı da meşgul etmişti. Defalarca ve sürekli olarak aynı sorunları tekrar gündeme aldı: affetme sahnesinin küreselleştirilmesi sorunu, itirafın ve tanıklığın dünya çapında tiyatrolaştırılması sorunu. Kendi suçlarımız ve babalarımızın suçları için günah çıkarıyoruz. Evet suçluyuz, af diliyoruz. Ya da başka bir haliyle: her ne kadar kişisel olarak suçlu olmasak da af diliyoruz. Kimin ve ne adına? Devlet adına mı? Sivil toplum adına mı? Babalarımız adına mı? Babalarımız adına konuşma hakkımız var mı? Üstelik ‘özür diliyoruz’ cümlesi tam olarak kimi muhatap alıyor? Ulusu mu? Sıradan bireyleri mi? Bu bireylerin temsil ettiği ya da ulusu somutlaştırdığı kabul edilen Devlet’i mi? Dünya çapında bir mahkemeyi mi? Kuşkusuz çok fazla soru var ortada. Ne var ki bunların her biri acilen cevaplanmayı hak eden, dolayısıyla zaruri sorular. Dahası var, ufukta başka bir soru beliriyor. Ağızdan çıkması gereken cümle ‘Özür diliyoruz’ ya da ‘özür diliyorum’ cümlesi midir? Çevrildiğinde bazen ‘I apologize’ halini alıyordu, ama örneğin ‘I ask forgiveness’ değil. (...) Bu cümleler gerçekten özür dileme cümleleri midir? Muhatap alınan kişi, affetme gücü taşıyıp taşımadığını kendine sorabilecek durumda mıdır?”
Devam ediyor Nichanian ve bence hayli can alıcı bir yere geliyor:
Derrida barışmanın ‘tür’ünü sorgularken herhangi bir barışma projesinin ortaya koyduğu ya da herhangi bir barışma sürecinin işlediği her yerde, her zaman tehdit olduğunu açıkça öne sürüyordu. Yasın gasp edilmesi karşısında yaşanan yaralanma, kökten parçalanma, suçluluk: Bütün bunlar, kaçınma ya da yalnızca görmezden gelme, inkar etme riskiyle karşı karşıya kalıyorlardı; hakikat, politeai’nin ya da egemen Devlet’in iktidar iradesine boyun eğme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu; hasılı yas bir kez daha gasp  edilme ya da manipule edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu.”
Kritik sorular/sorunlar bunlar elbette. Bütün bu sorularla beraber nihai noktada kendi adıma önereceğim tutum, elbette ki her türlü yüzleşme talebinin yanında olmak, “barışma” adına atılan adımları boş bırakmamak olacaktır, siyasi düzeyde..
Böylece hem yazının sonlarına hem de kritik bir aşamaya geldik. Şöyle bitirelim: Mağdur, kurban ne bekliyor, ne bekler? Bu dönemden döneme, muhataptan mutahataba değişiklikler gösterse de ana tema hiç değişmemiştir: tanıma. Yani failin olup biteni adil biçimde tanıması, tanımlaması. Bu, kurbanın, mağdurun en temel hakkıdır. Haktan da ötedir esasen. Bir varoluş biçimidir. Çünkü bu tanıma olmadan iki şeyi yapamaz. a) yas tutamaz b) adalet duygusunu tatmin edemez. Yas ile başlayalım. Soykırıma, katliama gitmeden, bambaşka bir örnek vereceğim. 1990’larda devlet içindeki çetelerin cehenneme çevirdiği Güneydoğu’da ve İstanbul’da çok sayıda kayıp vakası, daha doğrusu kaybettirme vakası yaşanmaktaydı. Resmi görevliler Kürtleri, muhalifleri evlerinden alıyor, bir daha da bu insanlardan haber alınamıyordu. Muhtemelen öldürülmüşler ve bir yere –muhtemelen bir toplu mezara- gömülmüşlerdi. Darbe dönemindeki değildik ama klasik bir cunta marifetiyle karşı karşı idik. Kimi zaman belli belirsiz tanıklıklara ulaşılıyor (şu karakolda görülmüş, sivil bir araba almış götürmüş gibi), ama araştırmalar davalar bir sonuç vermiyordu. Bu “kaybettirme” sürecinin mağdur ailelerde yarattığı travmayı anlamak ve tarif etmek çok güç. Ancak yıllar sonra, bazı görevlilerin itirafları ya da bazı araştırmaların sonuç vermesiyle bazı kemikler bulundu. İşte o zaman o kayıp aileleri tekrar konuştular. Söyledikleri bir çok şey arasında belki de  en önemlisi şuydu: artık yasımızı tutabiliriz. Evet artık tutabilirlerdi çünkü devlet, o cesedi, kemikleri ailesine vermeyerek, o kemiklerin yerini söylemeyerek, onları “kaybederek” aileyi yastan, o en insani süreçten mahrum etmişti. Yıllar yıllar boyunca çocuklarının, kocalarının, babalarının yasını bile tutamamış yüzlerce insan. Hayal etmek, anlamak muhtemelen bizler için mümkün değil. Ama “otorite”nin nasıl da gaddar olabileceğini görebilmek mümkün.

İnkar “yas tutma”yı Ermeni toplumunun elinden almıştır
İnkar siyasetinin, inkar kültürünün, tüm resmi yazışmalarda konuşmalarda haberlerde kullanılan “sözde Ermeni soykırımı” formülünün yaptığı da bir anlamda budur işte. İnkar ederek, “sözde”leştirerek, üste çıkarak, “asıl mağdur olan biziz” argümanını gür bir biçimde tekrarlayarak “yas tutma”yı Ermeni toplumunun elinden almıştır. Aynı kemiklerinin yerini söylemediği “kaybettikleri” gibi.  Fark şu ki burada tarihsel aralığımız kapanmadı ve 1915’ten beri sürüyor. Bu, yas tutamamak için çok uzun bir süre.
İkinci olarak adalet duygusunu tatmin edemez demiştik. İşin aslı burada herhalde fazla tarife gerek yok. İnsanlar, toplumlar adalet beklerler. Bunun için öncelikli şart, kurbanın “kurban” olduğunun teslim edilmesidir. İlk adım böyle atılır. Fakat resmi ve paylaşılan görüş, (doğrusunu isterseniz böyle demeliyiz çünkü resmi görüş demek aslında yetmiyor, bu resmi görüşün kamusal alanda toplumun önemli bir kesimi tarafından paylaşıldığını da not düşmek gerekir) inkar siyasetinin devamı olarak kurbanın “kurban” olduğunu da teslim etmemiştir. Ve yine bu siyasetin devamı olarak asıl kurbanın kendileri olduğu savını öne sürmüş, hatta bunu Türkiye’deki Ermeni toplumuna dayatmışlardır. Özetle “yas” mağdurların ellerinden alındığı gibi, “gerçeklik” de ellerinden alınmış, yıllar yıllar boyu atılan, tekrarlanan nutuklarla “kurban” yer değiştirmiş, (3) tüm bunlar yetmezmiş gibi “Ermenilik” bir küfür, bir suçlama/aşağılama aracı haline getirilmiştir, üstelik “bizim kültürümüzde ırkçılık yoktur” argümanları eşliğinde. Dolayısıyla işin aslı, olur da yüzleşmeye niyetlenen herhangi bir siyasi otorite çıkarsa, öncelikle kendi elleriyle inşa ettiği ya da inşasına katkıda bulunduğu bu beton duvarı yıkması gerekecektir.
Yüzleşme ve özür ancak bundan sonra gelebilir. Ve yas da ancak böyle başlar.

1-Ömer Çelik ile söyleşi, Agos, 25 Nisan 2013
2-Edebiyat ve Felaket, İletişim yayınları, Çev: Ayşegül Sönmezay, sayfa 207 ve devamı
3-Bunu söyleyerek elbette ki o dönemde Türk/Müslüman tarafında yaşanan kayıpları önemsemiyor değilim. Burada da  kayıplar yaşanmıştır ve paylaşılması, önemsenmesi gereken bir acıdır. Ancak bunu 1915’te yaşananların karşısına koymak, zaman geçtikçe de üstüne koymak, bu yolla 1915’i hiçleştirmek adil bir yaklaşım olmasa gerek.

..