Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2019 Çarşamba

KÜLTÜRLER ARASI İLETİŞİM ENGELLERİ _ 1991

KÜLTÜRLER  ARASI İLETİŞİM ENGELLERİ _ 1991  


KÜLTÜRLER ARASI İLETİŞİM ENGELLERİ: 1991’DEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE -ERMENISTAN İLİŞKİLERİ ÖRNEĞİ 


Melek Sarı GÜVEN 
Bartın Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, 
Bartın, TÜRKİYE 
Email: meleksari1@yahoo.com 


Özet 

Kültürler arası iletişim kavramı temel olarak kültür ve iletişim kelimelerinin içeriğinden oluşur ve en az iki bileşene ihtiyaç duyar. 
Çünkü iletişim karşılıklılık gerektirir. Kültür tanımının ise çok farklı kullanımları vardır ve bu çalışmada toplumların davranışsal, dilsel ve düşünsel 
normları çerçevesinde kullanılacaktır. Dünya üzerinde çok sayıda kültür olduğu düşünülürse her kültürün birbiriyle iletişime geçmesi için de kültürlerin 
birbiriyle temas içerisinde olması gerekir. Özellikle de iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki ilerleme; dünya nüfusunun artması; küreselleşme;  
turizm ve ticaret; göç hareketleri ve ülkeler arası eğitim programları hareketliliği kültürlerarası iletişim koşullarını yoğunlaştırmıştır. 

Bu çalışmada, farklı kültürel geçmişleri olan iki komşu ülkenin, Türkiye ve Ermenistan’ın, kültürlerarası iletişim engellerinin ne olduğu konusuna 
odaklanılacaktır. Her iki ülkenin maddi ve manevi kültürel varlıklarından hareketle ortak noktalar ve farklılıklar belirlenerek iletişim durumlarının 
seviyesi ortaya konulacaktır. İki ülkenin iletişimini engelleyen unsurlar tek tek ele alınarak çözüm önerilerinde bulunulacaktır.  

İletişimsel boyutu ortaya koyan noktalardan hareketle Türkiye-Ermenistan iletişimi yorumlanacaktır. Dilsel iletişim, sözsüz iletişim, sosyokültürel 
ve stratejik yeterlikler olarak ele alınacak olan iki ülke iletişimi bu destek noktaları üzerinden incelenecektir. Dilsel iletişimin ardından toplumların 
tarihsel, coğrafi, ekonomik, sosyokültürel ve stratejik yapılarının aynılık ve farklılıkları önemlidir. İki ayrı etnik grubun yüzyıllarca aynı topraklarda 
oluşturmuş oldukları maddi ve manevi ortak öğeler bulunmakla birlikte 1991 yılı itibariyle iki komşu ülke boyutunda bir iletişim süreci başlamıştır.  

Buradan hareketle Türkiye ve Ermenistan’ın iletişim düzeyi hakkında bir yargıya varılarak kültürler arası iletişim engellerinin neler olduğu ve nasıl 
en aza indirgenebileceği tartışılacak ve bu konuda önerilerde bulunulacaktır.  


Giriş 

  Kültürlerarası iletişim kavramı, hem kültüre ait hem de iletişime ait tüm bileşenleri kapsamaktadır. Ayrı iki terim olan kültür ve iletişim kavramları günümüzde ortak anlamlar yüklenerek, kültür temelli iletişim çalışmalarının yürütülmesinde rol almaktadır. Türkiye ve Ermenistan gibi ortak kültürü olup da iletişimi olmayan iki komşu ülke için de kültürlerarası iletişim çalışmalarından yararlanılarak iletişimin kurulması amaçlanmaktadır. Bunun için öncelikle kültürlerarası iletişim kavramının tanımı yapılarak bu çalışma için sınırları belirlenmeli; sonra bu kavram, Türkiye-Ermenistan örneklemi üzerinden ele alınarak iki ülke iletişiminin öncesi ve bugünkü durumu değerlendirilmelidir.  Kültürlerarası iletişim, iki ayrı insan grubunun manevi ve maddi kültürel öğeleri yardımıyla temasa geçmesi, birbirini algılaması, anlamaya çalışması, kabul etmesi, saygı göstermesi ve birlikte yeni manevi ve maddi değerler üretmesine imkân sağlayan disiplinler arası bilimsel faaliyetler bütünüdür. Bir grubun sahip olduğu dil, din, ahlak yapısı, değerleri, adet ve geleneklerini kapsayan manevi kültür öğeleriyle; teknolojik varlığı, üretim araçları, sanat ve ekonomik-sosyal altyapısını oluşturan maddi kültürel öğeleri bu faaliyetler bütünü içerisinde yer almaktadır. İnsan davranışlarını dil ve inancın yönlendirdiği düşünülürse manevi öğelerin maddi öğelerden daha kuvvetli bir şekilde iletişimde etkili olduğu söylenebilir. Bu sebeple, iletişim engelleri ele alınırken öncelikli iletişim alanları göz önünde bulundurularak, onların sekteye uğradığı durumlarda iletişimin hangi yönde ilerlediğine bakmak yerinde olacaktır. Kültürlerarası iletişim kavramı, insanların uyguladığı etkinlik olarak eski olmakla birlikte akademik bir disiplin olarak henüz yeni bir disiplindir. Bu disipline tarihsel olarak bakacak olursak, kültürlerarası iletişim kavramını ilk kez kullanan kişi Amerikalı antropolog Edward T. Hall olmuştur. Hall’ın 1959’da yayınladığı Sessiz Dil isimli kitabı alanın kurucu belgesi niteliğindedir. Hall için kültürlerarası iletişim paradigmasının ana unsurları sözsüz iletişim, bilgi alışverişi, kültürel farklılıkların kabulü ve eğitimdir. Kültürlerarası iletişim kavramının Üniversitelerde ve diğer kuruluşlarda öğretimi ve eğitimi ABD’de 1970’li yıllarda Avrupa’da ise 1980’li yıllarda ortaya çıkmıştır1. Kartarı’ya göre kültürlerarası iletişimin amacı, “farklı kültürlerden insanlar arasında gerçekleşen iletişimi anlamak ve açıklamak, iletişim süreçleri ile ilgili tahminlerde bulunmak” tır2. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler, küreselleşme nin ekonomi alanındaki gelişimi, kültürel çeşitliliğin artış içinde olması ve nüfusun artması kültürlerarası iletişim alanında gelişmelere yol açmaktadır3. Hall, kültürlerarası iletişim kavramını bir disiplin olarak inceleyen ilk araştırmacı olmaktan başka bu alanın kavramsal ve kuramsal çerçevesini oluşturan farklı çalışmalarla da alana katkıda bulunmuştur. Ona göre, farklı kültürlerin üyeleri iletişim kurmak ve bir etkileşimde bulunmak için birbirleri hakkında yüksek derecede bilgiye sahip olmasalar da olur. Önemli olan en gerekli bilgilerin bilinmesidir4. Bu durumda, Türkiye-Ermenistan kültürlerarası iletişimi için bilinmesi gereken karşılıklı bilgi mevcuttur. Yüzyıllardır aynı coğrafyada yaşamış, ortak kültürel değerlerin ve ortak bir geçmişin sahibi olan iki ülke için iletişimi başlatmak ve doğru bir şekilde yürütmek için gerekli altyapı hazırdır. Bu halde neden iki komşu ülke arasında bir iletişim başlatılmamış veya başlatılamamıştır. 

Bu durumda kültürlerarası iletişim engellerinin olduğu düşünülebilir. 
Bu engeller geçmişten gelen ve günümüze kadar devam eden iletişim engelleridir. Kültürlerarası iletişim çalışmaları, toplumsal ilişkilerin gelişmesiyle birlikte insanların diğer insanlar hakkında ne düşündüklerini, onları nasıl etkilediklerini ve onlarla nasıl ilişki kurduklarını incelemek maksadıyla önemli hale gelmiştir. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, uluslararası ilişkilerde ve ülkelerin komşuluk ilişkilerinde bireyin rolü önemli bir hal almıştır. Siyasi iktidarların kendi devamlılıkları için kişilerin beklentilerini bilmek istemeleri sebebiyle kamuoyunun fikir ve görüşleri alınmaya başlanmış, bu sebeple birçok stratejik araştırma merkezi, vakıf, kurum ve kuruluşlar kurulmuştur. Bu kuruluşlar ülkeler arası iletişimi farklı yöntemlerle ölçerek politika üretme ve geliştirme süreçlerinde yardımcı olmuşlardır5. Kültürlerarası iletişim çalışmalarının son derece önemli hale geldiği günümüzde, Türkiye-Ermenistan iletişim engelleri üzerine yapılacak olan bu çalışma, sınırlı iletişime sahip iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi adına olumlu bir katkıyı hedeflemektedir. Türkiye ve Ermenistan tarihi süreçte yüzyıllarca aynı topraklarda yaşamıştır. Bu zaman süresince aynı ve farklı kültürel değerler oluşturmuşlardır. İki ülke arasındaki kültürel benzeşmenin yüzyıllardır süregeldiği görülmektedir. Türkiye-Ermenistan arasındaki kültürel benzerlikler maddi ve manevi değerlerden oluşmaktadır. Bunlar kılık kıyafet, kullanılan araç gereç, yeme içme, halk oyunları ve halk müziği gibi maddi unsurlardır. Kültürel farklılıkları ise, daha çok dil, din, hayat görüşü gibi manevi değerler oluşturmaktadır. Dolayısıyla kültürel ayrışmaya neden olan ve iletişim için önemli olan dil, din ve dünya görüşü farklılığı engel teşkil etmektedir. Bunların yanı sıra, iki toplumun farklı toplumsal hafızalara sahip olması da iletişim kanallarını engelleyen nedenlerden birisidir. Dil, din, dünya görüşü ve toplumsal hafızanın farklı olması iletişimi olumsuz yönde etkilemektedir. Kültürlerarası iletişim engelleri bağlamında en büyük engel dil yeterliğidir. Dil, iletişimin ilk ve en önemli katmanıdır6. Bununla ilgili olarak 2006 yılı Avrupa Parlamentosu ve Konseyi Tavsiye ’sinde şöyle bir ifade yer almaktadır: “…yabancı dilde iletişim kurmak anlama yeteneği, vurgulama ve yorumlama yeteneği, düşünceler, hisler, fikirler, gerçekleri içerir… sosyal ve kültürel statüye göre, o anki ihtiyaçlara göre değişir… yabancı dille iletişim hüner ve karşıdaki kültürü anlamayı da gerektirir…”7. Türkiye-Ermenistan iletişimi ele alındığında da en büyük iletişim engelinin dil olduğu görülür. Ermenice, Hint-Avrupa dil ailesine ait, MS. V. Yüzyılda Mesrop Maştods adlı  bir din adamı tarafından geliştirilmiş bir alfabeye sahip bir dildir. Türkiye’de Ermenice bilen kişi sayısı da Ermenistan’da Türkçe bilen sayısı da oldukça azdır. Mevcut sayı her iki ülkenin birbirleriyle iletişim kurabilmesi için yeterli bir sayı değildir. Oysa Chandler’e göre, farklı konuşan toplumlar farklı düşünmektedir8. Hem farklı konuşan hem de birbirinin dilini bilmeyen iki komşu ülke Türkiye ve Ermenistan için kültürlerarası iletişimde en büyük engel dil konusudur. İki kültür arasında ne kadar çok farklılık varsa kültürlerarası iletişim engelleri de o kadar çoktur. İki kültür arasındaki dil engelinden sonraki engel sözsüz iletişim engelidir. Bazı araştırmacılar sessiz iletişim ibarelerinin her toplum için aynı olduğunu düşünse de 9Türkiye ve Ermenistan için bu durum geçerli değildir. 

Her iki toplum için de jestler, mimikler, işaret dili farklıdır.                                

Üçüncü iletişim engeli ise sterotipler ve ön yargılardır. Sterotipler negatif ya da pozitif olabilirken; önyargılar her zaman için olumsuzdur. Her ikisi de bir bireyin kendi kültüründen temellenen ve etkilenen durumlardır10. Diğer iletişim engelleri ise endişe ve ırkçılıktır. Bazı kültürler, yeni bir kültürün farklılığı karşısında endişeye kapılır. Irkçılık ise kültürlerarası yanlış anlaşılmaları tetikleyen ciddi bir iletişim engelidir 11. Bu kültürel tarihe sahip olan Türkler ve Ermeniler, önce Selçuklu daha sonra Osmanlı Devletleri içerisinde birlikte uzun süre yaşamışlardır. 19. Yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti bünyesindeki etnik grupların Osmanlı’dan ayrılma ve kendi devletlerini kurma girişimlerine Ermeniler de dâhil olmuşlardır. Ermeni milliyetçiliğinin doğması ve gelişmesiyle birlikte bir Ermeni Devleti’nin kurulması fikri 20. Yüzyıl başlarında Ermeniler için ulaşılmaya çalışılan bir hedeftir. Ermeniler bu hedeflerine, 1917 yılında Rus Devleti’nin bölgede etkinliğinin azalmasının ardından, 1918 yılında merkezi Erivan olan Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ile ulaşmışlardır. Ancak bu devlet 2,5 yıl sonra, Aralık 1920’de, Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adıyla Sovyetler Birliği’ne katılmıştır. Bu tarihten 1991 yılına kadar olan dönemde Türkiye-Ermenistan ilişkileri Sovyetler Birliği aracılığıyla kurulmuştur. Ermenistan’ın bağımsızlığını tekrar kazanması 1991 yılında gerçekleşmiştir. 

Genel Değerlendirme ve Sonuç Genel olarak değerlendirdiğimizde, Türk-Ermeni ilişkilerini 5 dönemde inceleyebiliriz. 1Başlangıcından 1890’lı yıllara kadar olan dönem; 2- 1890’lı yıllardan 1915 yılına kadar olan dönem; 3- 1915-1920 yılları arasındaki dönem; 4-1920-1990’lı yıllar arasındaki dönem; 5- 1991-2014 yılları arasındaki dönem.  Ermenistan’ın 1991 yılında bağımsızlığını kazanmasından bu yana Türkiye ve Ermenistan arasında diplomatik ilişki tesisi için uygun koşullar oluşmamıştır. İkili ilişkilerin başlatılması için Türkiye, Nisan 2005’te Ermenistan’a Ortak Tarih Komisyonu kurulmasını önermiş ancak bu girişim bir sonuç vermemiştir. 2007 yılında ise Ermenistan’la sorunlarımızın ortadan kaldırılması ve ilişkilerin normalleştirilmesi amacıyla İsviçre’nin arabuluculuğuyla yeni bir süreç başlamıştır. Bunun sonucunda 10 Ekim 2009 tarihinde “Diplomatik İlişkilerin Tesisi Protokolü” ile “İkili İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolü” imzalanmıştır. Bu protokoller ikili ilişkilerin normalleşmesi için atılmış önemli bir adımdır. Türkiye hükümeti, protokolleri imzalandıktan sonra TBMM’ye göndermiştir. Ancak Ermenistan hükümeti, 22 Nisan 2010 tarihinde protokolleri dondurduğunu açıklamıştır. Bu durumda; ortak sınırın açılması, çalışma gruplarının oluşturulması ve alt komisyonların çalışmaya başlaması sekteye uğramıştır. Dolayısıyla, “sıfır sorun politikası” çerçevesinde komşuluk ilişkilerini yeniden yapılandırma hedefinde olan Türkiye bu hedefine henüz ulaşamamıştır. 23 Nisan 2014 tarihine gelindiğinde Türkiye, Başbakanlıktan yapılan yazılı bir basın açıklaması ile 1915 olaylarına ilişkin bir taziye mesajı yayınlamıştır. 8 ayrı dilde yayınlanan bu mesaj, Ermeni kimliğini anlama ve iletişim kurma noktalarından hareketle yazılmış bir mesajdır. Hükümetin ikili ilişkilerle ilgili geldiği son noktanın bu olduğu bir durumda iki ülke arasındaki karşılıklı algının belirlenmesi de bir kat daha önem içermektedir. Çünkü iletişimin başlayabilmesi için iki milletin birbirini nasıl algıladığı ve doğru algılaması için nasıl bir çaba gerektiği konuları önemlidir. Farklı kültürden insanların birbirlerini anlamalarını sağlamak ve iletişim kurmalarına vesile olmak için kültürel uyum gerekmektedir. Bunu sağlayabilmek için de bu kültürlerin birbirini nasıl                                                           
algıladığını bilmek lazımdır12. İki kültür arasındaki algıyı bildikten sonra, kültürlerin birbirleriyle iletişimi için alınacak tedbirler ortaya çıkar. Kültürlerarası iletişim engeli olarak anılan iki husus -dil ve sözsüz iletişim- çözülebilir iletişim engellerinden sayılmaktadır. Dil engeli, bir başka dil iletişime sokularak ortadan kaldırılabilir. Türkiye-Ermenistan için İngilizce veya Rusça iki kültürün birbirini anlamakta kullanabileceği alternatif dil olabilir. Bunun bir örneği, 25 Ocak 2015 tarihli Ermenistan ziyaretimiz esnasında yaşanmıştır13. Diğer bir engel olan sözsüz iletişim için de jestler, hediyeler, göz kontağı, benzer giysiler giymek ve dokunmak önemli bir engel kaldırma yöntemidir. Bununla birlikte önyargılar, algısal farklılıklar, yanlış anlamalar, olumsuz sterotipler, kültürel şoklar ve ırkçı davranışlar da dil ve inanç sistemine saygı ile çözülebilecek iletişim engelleri arasındadır. Kültürlerarası iletişim engellerini aşmak için kullanılacak iki önemli anahtar; dil ve inanç sistemine saygıdır. Farklı kültürlerden insanların birbirlerini anlamalarını ve birlikte yaşamalarını kolaylaştırmaları için kültürel uyumu yakalamaları gerekir14. 

Yukarıda sayılan kriterlere ek olarak iş seyahatleri, proje gezileri, öğrenci değişim programları, bilim ve turizm gezileri, eğitim gibi unsurların uygulanması 
da ülkelerin karşılıklı olarak birbirlerinin kültürlerine saygı duymalarına, birbirlerini anlamaya çalışmalarına, kişilerarası iletişimi doğru yönetmelerine ve 
belirsizlikler karşısında olumlu bir tavır almasına neden olur. 
Bu durumda karşılıklı iletişim engellerinin ortadan kaldırılması için önemeli bir adım atılmış olur. 

KAYNAKLAR   

Belaskova, L. 2011. Communication Misunderstandings and their Impact on Dealing Between Multicultural Companies, Bachelor Thesis, 
Tomas Bata University in Zlin Faculty of Humanities, s.40. 

Jandt, F. 2010. An Introduction to Intercultural Communication:identities in a global community. Los Angeles: Sage Publications. 

Chandler, D. 1994. The Sapir-Whorf Hypothesis. Aberystwyth University. EUR-Lex  2006, 394/14.   

Gibson, J.W. , Hanna, M.S.1992. Introduction to Human Communication, WCB. Hall, E.T.  1976. How Cultures Collide. Psychology Today 10. 

Kartarı, A. 2001. Farklılıklarla Yaşamak: Kültürlerarası İletişim. Ankara: Ürün. 

Leeds-Hurwitz, W. 1990, “Notes in the History of Intercultural Communication: 
The Foreign Service Institute and the Mandate for Intercultural Training.”, Quarterly Journal of Speech, 76 (3). 

Uygur, N. 1996, Kültür Kuramı, Yapı Kredi Yayınları.  


DİPNOTLAR;
        
1 Hall, E.T.  1976. How Cultures Collide. Psychology Today 10, s.66-74. 
2 Kartarı, A. 2001. Farklılıklarla Yaşamak: Kültürlerarası İletişim. Ankara: Ürün, s.12-13.  
3 A.g.e. s. 8. 
4 Leeds-Hurwitz, W. 1990, “Notes in the History of Intercultural Communication: The Foreign Service Institute and the Mandate for Intercultural Training.”, Quarterly Journal of Speech, 76 (3), s.269. 
5 Gibson, J.W.,Hanna, M.S.1992. Introduction to Human Communication, WCB. 
6 Uygur, N. 1996, Kültür Kuramı, Yapı Kredi Yayınları, s.15. 
7 EUR-Lex  2006, 394/14.  
8 Chandler, D. 1994. The Sapir-Whorf Hypothesis. Aberystwyth University.  
9 Jandt, F. 2010. An Introduction to Intercultural Communication:identities in a global community. Los Angeles: Sage Publications, s.112. 
10 A.g.e. s. 86-90. 
11 A.g.e. s. 82.
12 Bu konuda yapılmış iki anket çalışması vardır. 
1-Komşu Ülke Elitleri Türkiye’nin Dış Politikasını Nasıl Algılıyor? adlı bu çalışma, Doç. Dr. Savaş Genç ve ekibi tarafından Fatih Üniversitesi tarafından 
desteklenmiş olan bir Bilimsel Araştırma Projesidir. Bu proje için yapılan anket çalışmasında sorular, sokaktaki insan’dan ziyade karar alma sürecine 
doğrudan ya da dolaylı olarak etki etme potansiyeline sahip olduğu düşünülen ve elit diye tanımlanan eğitim seviyesi, ekonomik ve sosyal statüsü 
yüksek kimselere uygulanmıştır. Araştırma sonuçlarına göre Türkiye’nin 2002 yılı itibariyle komşularıyla olan ilişkilerinde daha barışçıl, uluslararası 
politikada daha aktif bir politika izlediği ortaya çıkmaktadır. Bölgesel aktör denildiğinde Türkiye’nin ilk sırayı aldığı bölge Balkanlar olmakla birlikte, 
Kafkaslarda Türkiye Rusya’dan sonra ikinci sırayı almaktadır. Ermenistan için ilk sırada Rusya vardır. Türkiye’nin Ortadoğu rejimleri için bir model olup 
olmadığı sorusuna ise sadece Ermenistan “hayır” demiştir. Bu çalışma Türkiye’ye kara sınırı olan Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan, İran, 
Irak ve Suriye olmak üzere yedi ülkede gerçekleştirilmiştir. Bu sonuçlardan Ermenistan’ın Türkiye’nin dış politika algısıyla ilgili söyleyebileceklerimiz; 
Türkiye’nin aktif bir politika izlediğini düşünme oranın en düşük olduğu ülke Ermenistan’dır. Türk dış politikasının daha barışçıl yönde ilerlediğine inanma 
oranının en düşük olduğu ülke yine Ermenistan’dır. Ermenistan, Türkiye’yi en iyi komşu sıralamasında en son sırada görmüş; savaş çıktığında sığınılacak 
ülke olarak %10 oranında oylamış; Türkiye’yi Ortadoğu ülkeleri için bir model olarak görmemiştir.  

2- Türkiye ve Ermenistan: Kalıpları Kırmak, Sınırları Açmak adlı bu çalışma, 14 Nisan 2009 tarihli, 199 no’lu Avrupa Raporudur. International Crisis Group 
adlı sivil toplum kuruluşu tarafından yürütülmüş olan bu çalışma, araştırma ve anket verilerine dayanmayan, daha önce yapılmış olan araştırma verilerinin 
bir araya getirildiği bir durum tespit raporu niteliğindedir. Bu raporda, güncel bir soruna katkı ya da yeni bir çözüm önerisi sunmak yerine daha önceki 
öneriler tekrarlanmıştır. Bu öneriler; sınırları açmak, Dağlık Karabağ sorununu çözmek, Ani harabelerini korumak adına çaba göstermek ve kapsamlı 
araştırmalar yapmak şeklinde sıralanmıştır. Bunlara ek olarak kısa vadede gerçekleşmesi zor olan önerilerde de bulunulmuştur. 
   Ermenistan’a “…mevcut süreç karşısında Türkiye kamuoyunun tahrik olmasına neden olabilecek soykırımın tanınmasına ilişkin açıklamalar ve uluslararası 
eylemlerden kaçınmalı” şeklinde bir öneride bulunmuştur. Raporun 9. sayfasında yer alan bir açıklama bu çalışmanın amacını ve hedefini tanımlar niteliktedir.
   “Kriz grubu, Osmanlı veya soykırım çalışmaları üzerine uzman değildir ve amacı, ortaya kesin bir tarih anlatısı koymak değildir. 
Bundan ziyade Kriz Grubu’nun amacı, çok sayıdaki anlatı ve tartışmalara dair farklı kesimlerin argümanlarını bir araya getirmek, bunları güncel siyasi 
bağlama oturtmak ve Türkiye-Ermenistan ilişkileriyle bağlantılarını ortaya koymaktır”. Yukarıda belirtilen amaç çerçevesinde farklı tartışmalara değinilmiş 
ve Türkiye-Ermenistan ilişkileri konusu siyasi bir temele oturtulmaya çalışılmıştır. Ancak kullanılan bilgi kaynaklarının bir demece (sayfa 1, dipnot 1), 
bir mülakata (s.1, dipnot2), bir tv programı anketine (sayfa 24, dipnot 199) dayandırılması ve bu kaynaklar üzerinden genellemelere gidilmesi 
çalışmanın bilimsel güvenirliği ve geçerliliği için bir sorun oluşturmuştur. 

13 25.01.2015-02.02.2015 tarihli Ermenistan-Erivan ziyareti esnasında CRRC Armenia’da yapılmış olan çalışma toplantısında Ermenice konuşma ile netlik 
kazanmayan konuşmalar İngilizce destekle yürütülmüştür. Bu da ikinci bir dilin iletişimi kurmak ve korumak anlamında desteği olduğunu göstermektedir. 
14 Belaskova, l. 2011. Communication Misunderstandings 
and their Impact on Dealing Between Multicultural Companies, Bachelor Thesis, Tomas Bata University in Zlin Faculty of Humanities, s.40.  
     

***

25 Mayıs 2019 Cumartesi

KEMALİZM UZUN ÖMÜRLÜ OLMAYACAK



KEMALİZM UZUN ÖMÜRLÜ OLMAYACAK


‘Sovyet tarihçiler Kemalizm’in uzun ömürlü olmayacağını düşünüyordu’



Sovyet Temsilciler 1922 yılında Türkiye'de Batı Cephesi'ni ziyaret ediyor. 

‘Sovyet tarihçiler Kemalizm’in uzun ömürlü olmayacağını düşünüyordu’

10.12.2018 
DOSYA

American University of Armenia’da Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı olan tarihçi Vahram Ter-Matevosyan aynı zamanda 
Ermenistan Ulusal Bilimler Akademisi’nde Türkiye Çalışmaları Bölümü’nün eski başkanı. Ter-Matevosyan son olarak ‘Turkey, Kemalism and the 
Soviet Union: Problems of Modernization, Ideology and Interpretation’ (Türkiye, Kemalizm ve Sovyetler Birliği: Modernizasyon, İdeoloji ve Yorumlama Meseleleri) Başlıklı bir kitap kalemle aldı. Çalışma önümüzdeki ay Londra’da Palgrave Macmillan Yayınevi’nden çıkacak. 
Ter-Matevosyan geçtiğimiz günlerde Türkiye’deydi. Yeni kitabı vesilesiyle kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdik.

VARDUHİ BALYAN-YETVART DANZİKYAN

YD: Yeni kitabınız Kemalizm ve Sovyet hükümetinin Kemalizm’e bakışı üzerine. Alanda nasıl bir eksiklikten yola çıkarak böyle bir kitaba çalışmaya karar verdiniz?

Türkiye’nin Cumhuriyet tarihine merak duyan herkes için Kemalizm’i, onun dönüşümlerini anlamadan Türkiye’nin tarihinin anlaşılamayacağı aşikâr. 
Türkiye’nin tarihini, siyasi gelişmelerini, devrim ve darbelerini hepsini anlamak lazım. Türkiye’ye ilk merak duymaya başladığım zamanlar yani postmodern 
darbe olduğu 1997’den beri, Kemalizm ve diğer siyasi ideolojiler arasındaki çekişmelerin Türkiye’deki siyasal süreçlerin temelini oluşturacağını anladım. 
Sonraki 10-15 yıl içerisinde Kemalizm’i, siyasal İslam’ı araştırmaya başladım. Kemalizm’e dış gözle bakan araştırmaların eksik olduğunu fark ettim. 

Kemalizm’i konu alan, onu ilham kaynağı, İslam dünyası için iyi bir örnek olarak gören, övgü şeklinde Batı kaynaklarda eksiklik yoktu. 
Enteresan bir şekilde dünyanın geri kalanının, yani Arap dünyasının, Sovyetler Birliği’nin görüşleri kaynaklarda pek yoktu. 

1920’lerde Rus, Ermeni basınını araştırmaya başladığımda bu kaynakların Kemalizm tarihini araştıran çalışmaların dışında kaldığını gördüm. 
Başta belki de kaynaklar çok fazla değildir diye düşündüm. 1920-30’ların Türkiye tarihi genel olarak Batı paradigması üzerine kurulu. 

Sovyet izi devre dışı kalmış. Araştırdıkça karşılaştığım kaynakların Türkiye tarihi araştırmasına katkı sunacağını gördüm. Zira Sovyetler Birliği o dönemde Türkiye’yle bağlantısı olan ülkeler arasında Türkiye’yi en iyi bilen ülke. Sovyetler Birliği Türkiye’yi hep odak merkezinde tutmuş. 

Sovyetler Birliği’nin en büyük dördüncü elçiliğinin Türkiye’deki elçilik olması şaşırtıcı değil. Onun dışında aralarındaki ilişkiler de durmamış. 
Sovyetler Birliği Türkiye’deki gelişmelerden hep çok iyi haberdar olmuştur. Onlar için Türkiye’nin tamamen İngiliz-Fransızların etkisi altına 
geçmemesi önemliydi. Bütün bu araştırmalar, siyasi çıkarlar, aynı zamanda Kemalizm’i konu alan birçok dikkat çekici çalışmalara neden olmuştur. 

Türkiye resmi tarih anlatımında Kemalizm teriminin ilk 1929’da kullanıldığı biliniyor. Fakat 1920 yılında Sovyet tarih yazımında Kemalizm terimiyle 
karşılaşıyoruz. 
1926 yılına kadar Kemalizm’e çok olumlu, burjuva devrimine karşı bir adım olarak bakılıyor. 1926’da Stalin Kemalizm’in resmi tanımını veriyor. 

Ve bu kabul görmüş tanım haline geliyor, Sovyetler Birliği’nde kimse bu tanım dışına çıkamaz oluyor. Bu olay da çok ilginç: Çinli öğrencilerle görüşen Stalin kendisi bir soru soruyor: “Kemalizm hakkında ben ne düşünüyorum?” Sonrasında da tanımını veriyor. 

Türk tarihinde bu sayfalar pek araştırılmamış. 

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye, Kemalizm’e yeni yaklaşımını belirleyen olaydır bu. O dönemde araştırmacılar, bilim insanları arasındaki çatışma da hayli ilginç. Bu gerginlik, çatışma, Çar döneminden gelen tarihçiler ve yeni Bolşevik tarihçiler arasındaydı.. Çıkan bu anlaşmazlıkta düşmanlar ortaya çıkıyor ve Kemalizm’in tanımını doğru yapmadığı gerekçesiyle Çarlık döneminden birçok bilim adamı öldürülüyor. Türkiye’de Sovyetler Birliği elçiliğinde bulunmuş birkaç kişi de sonrasında ölüm cezasına çarpıtılıyor. 

Sovyetler Birliği-Türkiye ilişkileri 1920-30’lu yıllarda acı sayfalarla dolu.
Bir de Kemalizm’e dışarıdan bakışları merak etmeme son zamanlarda yayınlanan bazı kitaplar vesile oldu. Biri Stefan İhrig’in ‘Naziler ve Atatürk’ kitabıydı. 
Burada Hitler’in ve Nasyonal Sosyalizm’in Kemalizm’den nasıl ilham aldığını ele alıyor. Fransa’da yayınlanan bir başka kitap “Sevilen Diktatör” ise 
Fransa’nın Kemalizm’den ilham almasını anlatıyor. Yani Kemalizm tarihine baktığımızda bir tek Sovyetler Birliği’nin eleştirel baktığını görüyoruz. 

Almanya Türkiye’yi nihayetinde yanına çektiğinde Sovyetler Birliği bu konuda endişe duymaya başladı. 
Sonra 1945 yılına geliyoruz, Sovyetler Birliği Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep ediyor ve ilişkiler daha geriliyor. Sovyetler’de Kemalizm’i övenler bile bundan sonra ona faşizm olarak bakmaya başlıyor. Burada jeopolitik durumun ideolojiyi nasıl etkilediğini gözlemliyoruz. 

1950’lerde olumsuz yaklaşım hakim olmaya devam ediyor. 

YD: 1950’lerde Stalin’in dünya üzerindeki Ermenileri Sovyet Ermenistanı’na çağırma politikası var. Bu konu burada ‘Stalin Ermenileri toplayıp Kars’a ve 
Ardahan’a baskı kurmaya çalıştı’ diye anlaşılıyor. Siz de öyle mi görüyorsunuz?

Evet, öyle bir şey vardı. 1945-53 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak taleplerini iyice inceledim. 
Bunun Sovyetler Birliği tarafından çok kötü organize edilmiş bir adım olduğunu söyleyebiliriz. 

YD: Sovyetler Birliği tarafından mı sadece Stalin tarafından mı?

Stalin ve bazı kişiler diyebiliriz. Komünist Partisi’nden üst düzey bazı insanların aklına esmiş bir fikirdi. Elçilerin, dışişleri bakanlarının mektuplaşmalarına 
baktığımızda Stalin’in aklına gelen bir fikir üzerine çalışıyorlar, sonrasında zaten ilişkiler daha da kötüye gidiyor, Türkler ise tamamen Amerika yandaşı oluyor. 

1950-1960 yılları arasında Sovyetler Birliği-Türkiye ilişkileri çok kötüydü. Birbirlerini eleştiriyorlardı, Türkiye’deki olaylara özellikle milliyetçiliğin 
yükselişine Sovyetler büyük endişe ile bakıyordu. 1960’larda ilişkilerde ilerleme oluyor ve Kemalizm’e karşı görüşlerin de yavaş yavaş olumlu yöne 
kaydığını ve akademik mecraya taşındığını görüyoruz. 1960’lara kadar Kemalizm’e bakış daha çok ideolojikti, bundan sonra akademik olarak da ele 
alınmaya başlar. 

Kemalizm’e dair genel bilimsel bir çalışma olmaması çok ilginç. Bir Azerbaycanlı akademisyen konuyu ele alıyor, onun dışında pek yok. Şimdi kitabın 
amacı Kemalizm’in uluslarötesi tarihini ele almak. Fransa’da yakında ‘Yakın Doğu ve Balkanlar’ın Kemalizm’e Bakışı’nı konu alan yeni bir kitap çıkıyor.

Kitapta sadece Sovyetlerin Kemalizm’e bakışını değil, aynı zamanda Kemalizm’in tarihini vermeye çalıştım. 1920-1970’ler zaman dilimini ele alan 
kitap 8 bölümden ibaret. 5-6 bölümde sadece tarihi değil Kemalizm’in dönüşümünü ele aldım, Kemalizm’in araştırılmasında var olan eksikleri, sorunları 
ortaya çıkarıyorum. Ve bu açıklardan biri de Kemalizm’in 1930’larda ve sonrasında dışarıdan araştırılmaması. Bu yaklaşımla hareket ettim. 


(Vahram Ter Matevosyan, FOTO: Berge Arabian)

VB: Kitap 1920-1970 yıllarını ele alıyor. Bu zaman dilimini seçmenizin nedeni neydi?

Şöyle ki, 1980 darbesi sonrası topluma Kemalizm dayatılması farklı süreçlerle yapılıyordu, vurguları farklıydı ve 1920-30 yıllarında dayatılan Kemalizm’den çok farklıydı. 1980’lerden 1995’e kadar CHP çok yıpranmış vaziyetteydi ve o sıralar Kemalizm belli belirsiz bir şeydi. 

Ve bir diğer nedeni de Sovyetler Birliği tarafından 1970’lerden sonra Kemalizm üzerine çalışmalar, araştırmalar yapılmamış. 1975-76 yıllarda Sovyet tarih yazımında Kemalizm üzerine çalışmalar son buluyor diyebiliriz. Fakat Sovyetler Birliği’nde Kemalizm hep göz önünde. Hatta 1976-1977 yıllarında özel idari kullanım için “Kemalizm” başlıklı bir kitap yayınlanıyor. Bu bir araştırma değildi daha ziyade o zamana kadar Kemalizm üzerine yayınlanan bütün araştırma, kitapların sıralandığı bir kaynakça. 1980-1990 Sovyetler Birliği de yoktu artık o yüzden 1970’lerde bitirmeye karar verdim. 1980’ler çok farklı siyasi, ideolojik, jeopolitik faktörlere bağlıydı, o yüzden onu bu kitapta ele almadım. 

VB: Stalin görüşmelerinden birisinde Kemalizm tanımını vermiş dediniz. Yaklaşık olarak nasıl bir tanım bu?

“Türkiye’de gerçekleşmiş devrimden dolayı çok mutluyuz. Ancak bu henüz tamamlanmamış ve köylü devrimi gerçekleştiğinde ancak tamamlanmış olur” Yani Marksist-Leninist yaklaşım. Bir de Aralık 1920’den sonra Ermenistan’ı terk etmiş Taşnakların Kemalizm’e bakışı çok ilginç. Günümüze ulaşan ilginç mektuplaşmalar var. İki üst düzey Taşnak siyasetçi (biri Birinci Ermenistan Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı) iki ay boyunca mektuplaşarak Kemalizm’in geleceğini tartışıyorlar. Biri Kemalizm’in yakında sona ereceğini söylerken, diğeri ise Kemalizm’in 50 sene boyunca pişen ideolojik akımların sonucunda ortaya çıkmış olgun ideoloji olduğu ve başarıya ulaşacağını dile getiriyor. Yani Taşnakların Kemalizm’i nasıl gördüğü de kitapta ele alınıyor. Kitapta sadece Sovyetler Birliği veya Rusya’nın bakışı değil, Ermenilerin de olaya nasıl baktığı gün ışığına çıkartılıyor. 

YD: Sovyet Rusya genel olarak Kemalizm’e siyasi açıdan bakıyor ve oradan inceliyor. Bir de Kemalizm’i ideolojik açıdan inceleyen araştırmalar var mı?

1926-27’ye kadar daha bilimsel bir yaklaşım görüyoruz. 1890’lardan beri Çarlık Rusya’da iki bilim merkezi vardı St. Petersburg’da ve Moskova’da. Sovyetler Birliği kurulduğunda birçok bilim insanı Doğu’yu araştırmaya devam ediyor ve bilimsel yaklaşım kalıyor. 1926’dan sonra ise yaklaşım değişiyor. O yıla kadar Kemalizm’i ideoloji olarak araştırıyorlar. Bulgulara dayalı, Marksizm-Leninizm’den uzak bir yaklaşım sergileniyor. Ondan sonra antiemperyalist terminoloji yer almaya başlıyor. Sovyet tarihçilerinin Kemalizm’e sınıfsal çekişme olarak, elit bir ideoloji olarak baktığını, bunun da uzun sürmeyeceğini düşündüklerini görüyoruz. Köyler modernleşmediği, her şey şehir merkezli olduğu için bu ideolojinin ömrünün uzun olmayacağını iddia ediyorlar. Aslında haksız olmadıklarını gördük, zira artık 1950’lerde Türkiye’de muhafazakarlığın tavan yaptığına şahit olduk. Demokrat Parti, ardından Adalet Partisi, Milli Görüş’ün yükselişi ile bu durumun devamlılığı da sağlanıyor. Batı imrenerek yaklaşsa da Kemalizm’in burjuvaziye, emperyalizme dayalı olması gözardı edilmiş. Ve sınıfsal yaklaşım Sovyet tarihçilerine bu ideolojiyi iyice anlamaya yardımcı olmuş. 

1920’lerin ortasında çok ilginç bir şekilde Sovyetler Birliği Kemalizm modelini Çin’de uygulamaya çalışıyor. Burada fikir ayrılığı yaşanıyor: Troçki ve Troçkistler Kemalizm’in model olarak başka ülkelerde, aynı zamanda Çin’de uygulanması gerektiğini savunurken Stalin buna katılmıyor, Kemalizm’in burjuva devrimi olduğunu, eğer gelecekte başarı ile sonuçlanırsa ancak, o modelin başka ülkelerde uygulanması gerektiği görüşünde. Kemalizm iyice araştırılmış bir konu fakat Sovyet yaklaşımını ele alan bir çalışma henüz yapılmadı. 

Kitap için belli bir sınırlama koymak zorundaydım ve birçok konuyu derinlemesine ele alamadım. Ama örneğin Çin tarih yazımında Kemalizm yaklaşımını incelemek önemli, umarım tarihçiler buna çalışır. Benim kitabım yeni araştırmalar, konular için kapı açıyor. Hindistan’daki Müslümanların Kemalizm’e yaklaşımına yer verdim kitapta, ancak derinlemesine değil. İslam dünyasında Kemalizm’i çok olumlu bir şey, ilham kaynağı olarak görülmüş. Sadece Sovyetler Birliği tarafından eleştirel bakış görüyoruz, o da ideolojik ayrılığından kaynaklanıyor. 



VB: Günümüzde Türkiye toplumunun karşılaştığı sorunların köklerini ideolojik altyapılarda aramamız gerektiğinden bahsediyorsunuz. Kemalizm bu sorunların nedeni mi ve nasıl?

Kemalizm’in altı ilkesine gelelim. Bunlar ilkeden çok fazla. Türk ideal toplumu bunun üzerine inşa edildi. Ve ilk önce bu Türkçülük ilkesine dayandı. Diğer ilkelerde cumhuriyetçilik, laiklik, devletçilik, milliyetçilik, inkılapçılık da vardı. Bunlar Türk toplumunun hamuruydu. Şimdi ise toplumsal değişikliklere baktığımızda muhafazakarlığın, İslamcılığın siyaseti dikte ettiğini görüyoruz. Ve 1920-30 yıllarında Kemal’in modernleşme politikasının kısmen başarılı olduğu aşikâr. Yani dayatılan modernleşmenin topluma yabancı kaldığı doğru. Sovyet tarih yazımında yer aldığı gibi elit kaldı, köylere ulaşamadı ve Türkiye hiçbir zaman eşit bir şekilde gelişemedi. Yani günümüz Türkiyesi’nin sorunlarını anlamak için Kemalizm’den de değil 1870-80’lerden, Abdülhamid döneminden okuma yapmamız gerek, nasıl bir Türk toplumu modeli oluşturmaya çabaladıklarını anlamaya çalışmalıyız. Günümüzde Türkiye farklı başkalaşım, değişiklik ve deneylerin sonucunda oluşan Türk modelidir. Erdoğan’ın siyasetinin, ideolojisinin temeli geçmişin devamı. Yeni bir şey yapmıyor, sadece Menderes, Demirel ve Milli Görüş dönemlerinde atılan temellerin devamını başarı ile sağlıyor. Yani Kemalizm gerçeklikte enteresan bir deneydi. Ulusal azınlıklar, toplumun büyük kısmı için acı bir sayfaydı, fakat bunun sayesinde Kemalistler ulus inşaatı sürecine protein aktarabildi. Bu yüzden de Kemalizm’in iyice araştırılması Türkiye’deki birçok sorunun cevabını verir. 

VB: Şimdiki siyasi durumda Kemalizm’i nasıl görüyorsunuz? Ve Kemalizm’in geleceği nedir?

Kemalizm’i altı ilkeleri kapsamında değerlendirecek olursak birçok şeyin değiştiğini göz önünde bulundurmalıyız. Örneğin laiklik ilkesinden neredeyse bir şey kalmadı. Günümüzde cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ilkeleri devam etmekte. Kemalizm hala okullarda çok yaygın. Erdoğan bunu biraz değiştirmeyi başarmış olsa da hala Türkiye vatandaşı Türk olarak görülmekte. Birçok sorunun nedeni Kemalizm döneminde öne sürülen ideoloji. Bir de bir detay var, Kemalizm’den bahsederken 1920-30’ların faşist Avrupasından nasıl etkilendiğini göz ardı ediyoruz. Faşizme çoğu zaman Alman ideolojisi olarak yaklaşıyoruz, fakat daha global bir ideolojiydi ve her ülkede farklılık göstermekteydi. Faşizmin ve Kemalizm’in kombinasyonu ciddi bir araştırma konusudur. Kitapta buna da değiyorum. Milliyetçiliğin Türkiye’de kalıcı olacağını ve Kürt meselesi, Ermeni soykırımı gibi konularda Türk milli görüşünün inkârcı olacağını söyleyebiliriz. Bu meseleleri Türk toplumunun gerçekliğinin bir parçası olarak görmeyecekler ve Türklere yakışmadığı için inkâr edilmesi gereken bir durum olarak bakacaklar. Bu yaklaşımlara karşı Türkiye toplumunun bilinçli kısmı, sivil toplum mücadele etmeli. Bu modelin yeniden şekillendirilmesi gerek.

‘Sosyal Demokrat İdeoloji yükselişte’

YD:Ermenistan’da iktidar değişikliği oldu. Paşinyan iktidara geldi fakat bu bir devrim mi? Seçimler için Paşinyan favori. (Not: söyleşi seçimlerden önce yapıldı) Ondan sonra büyük değişiklikler bekliyor musunuz? 

Çok zor ve katmanlı soru. Ermenistan’da gelecekte ne olacaklarına dair tartışmalar pek yok, herkes günümüzü anlamanın peşinde. Daha önce Agos’a verdiğim röportajda da dediğim gibi bu bir devrim değildi. Devrim açıklamalarla olmuyor, işle devrim olur. Eğer devrimi yapanlara inanırsak 20. yy’da 40 devrim gerçekleşmiş olduğuna inanırız. Fakat bunlardan kaçını hatırlıyoruz? Bolşevik devrimi, İran devrimi ve Çin devrimi. Ama baktığınızda ‘Mustafa Kemal’in yaptığı bile devrim olarak görülmüyor. Sonuçlarına baktığımızda çok az şey kalmış zira. Devrimlerin bir başlangıcı var ama sonu yok. Paşinyan olanlara devrim demeyi çok seviyor ama bunu daha kanıtlaması lazım. Devrim insanların fikirlerinde, davranışlarında sergilenmeli, açıklamalarda değil. Devrim aynı zamanda siyasetçiler için kolay bir referans noktası. Olan sivil itaatsizlikle gerçekleşmiş iktidar değişikliğidir. Ben böyle açıklardım. 

Geçtiğimiz aylarda birçok değişiklik gerçekleşti elbet. Fakat toplumda bu değişiklikleri gözlemlemek güç. Toplumda temel ve olumlu değişiklikler olacağına dair ümit var. Toplumun şikayetçi olduğu şeyler, yolsuzluk vs artık yok. Bunu yapan insanlar da yok. Bu alan Nikol’a ve ona inananlara verilmiş durumda. Ve bu insanların kamu yönetimi alanında deneyimi yok. “Benim Adımım” koalisyonunun seçim listesine baktığımızda işsizlerden oluşan büyük bir grup görüyoruz. Yani bu insanların ilk iş deneyimi meclis olacak. Son yıllarda Ermenistan’ın siyasi alanı boştu, Cumhuriyetçi Parti bütün siyasi alanı eline geçirmişti. Bunun sonucunda yeni siyasi partiler, güçler ve fikirler doğmuyordu. Piyasada varlığını sürdürebilen tek parti Müreffeh Ermenistan Partisi oldu, Taşnak Partisi hep vardı ama maddi kaynaklardan dolayı oldukça zayıftı. Nikol’un kurduğu ise bir parti değildi, sivil bir hareketti. Bu sivil toplum hareketler koalisyonuydu. İki, beş sene sonra nasıl bir Ermenistan’la karşı karşıya olacağımız sorusunun cevabını Nikol Paşinyan vermiyor, bu endişe verici. Kendisi ve ekibi bu mesele üzerine kafa yormak istemiyor. Benim gibi birisi de bunları dert edinir. 

Yoksulluğu bitireceğiz diyor mesela, çok iyi. Bunun gibi vaatler duymak istiyoruz. Nasıl bir ideolojiye sahip olacak ülke?

Seçimlere katılacak 11 partiye bakıldığında ilk kez sosyal demokrat ideolojinin yükselişini görüyoruz. İki parti hariç geri kalanı net sosyal demokrat yaklaşım sergiliyor. Bütün partiler sosyal adaleti, toplumda adaletin onarılması gerektiği görüşünde. Fakat bütün dikkati adalete verince yoldan sapmış oluyorsun. Başka yöntemler uygulayarak ülkenin eşit bir şekilde gelişmesini sağlamalıyız. Bu seçimler siyasi alanımızın boşluğunu çıplaklığını gösterdi. Seçimlere doğru düzgün hazırlanacak zamanları olmadı. Partiler hep seçime hazır olmalı elbet, ama dediğim gibi Ermenistan’da partiler oluşmuyor. Baktığımızda geçmişte bir tek bir parti liderini değiştirmiş, geri kalanında parti liderleri hep aynı kalmıştır. Halk bu tipten yorulmuş artık. Bir ülkenin demokrasisi için partiler kaçınılmaz fakat parti kültürü yok. Bu yüzden de bu seçimler Ermenistan için önemli. 

Nikol Paşinyan’ın otoriter açıklamalarından endişe ediyorum. Demokrat olarak tanıtıyor kendisini, halkın başbakanıyım diyor fakat tehlikeli otoriter davranışlar sergiliyor. Kızdığında tehlikeli birisine dönüşüyor ve kontrolü kaybediyor.
Yeni hükümetin dışişlerinde net olması gerekir. Son zamanlarda sarsılmalar oldu. Küçük ülkeler kapasitelerini iyi değerlendirmeli ve ona göre hareket etmeli. Biraz istikrar getirilmeli. 

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/21679/sovyet-tarihciler-kemalizmin-uzun-omurlu-olmayacagini-dusunuyordu

***

Atatürk "Ermeni Soykırımı" iddialarına ilişkin soruya ne yanıt vermişti

Devlet yetkililerinin ve tarihçilerin çeşitli açıklamalar yaptığı 1915 olaylarına ilişkin Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşleri merak konusu oldu.


30.04.2015 14:13 


Ermeni Soykırımı” iddiaları yüzüncü yıl nedeniyle son zamanlarda gündemde oldukça geniş yer tuttu. Devlet yetkililerinin ve tarihçilerin çeşitli açıklamalar 
yaptığı 1915 olaylarına ilişkin Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşleri merak konusu oldu.

Atatürk, 26 Şubat 1921’de Amerikalı gazeteci Streit ile yaptığı mülakat sırasında 1915 olaylarına ilişkin açıklamalarda bulunmuştu.

Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Atatürk’ün Bütün Eserleri” çalışmasının 11. cildinin 60, 61 ve 62 sayfalarında yer alan bu röportajda, 
Atatürk “Dünya kamuoyu, Ermeni ahalisinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz” demişti.

‘ERMENİ AHALİSİNİN TEHCİRİ HUSUSUNDA…’

Mustafa Kemal, gazeteci Streit’in “Harbi Umumi esnasında yapıldığı mütemadiyen ağızlarda dolaşan Ermeni katliam ve tehciri hakkında hükümetinizin resmi görüşü nedir?” sorusuna şöyle yanıt vermişti:

“Rus ordusu 1915’te bize karşı büyük taarruzunu başlattığı bir sırada o zaman Çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak Ermeni Komitesi, askeri birliklerimizin 
gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan ettirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye mecbur kaldığımız için kendimizi daima 
iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk. İkmal ve yaralı konvoylarımız acımasız şekilde katlediliyor, gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürdürülüyordu.

Bu cinayetleri işleyen ve saflarına eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini bazı büyük devletlerin daha barış zamanından beri kendilerine kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklar dan istifade ederek ve bu maksada yönelik olarak büyük stoklar husule getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinden yapıyorlardı.

İngiltere’nin barış zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya kamuoyu, 
Ermeni ahalisinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, 
tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan çoğu, şayet İtilaf devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi, evlerine dönmüş olurlardı.”

‘AMERİKALI GENERAL HARBORD ŞAHİDİMİZDİR’

Gazeteci Streit’in “Ermeniler ve Rumlar tarafından Türklere karşı vukuu rivayet edilen katliam hakkında ne gibi malumat verebilirsiniz?” sorusuna ise 
Atatürk şu yanıtı vermişti:

 “Gerek Umumi harp sırasında gerek Mütareke’den sonra Ermeniler ve Rumlar tarafından Müslüman ahaliye yapılan zulümler üzerinde durmak uzun bir 
hikaye olur. Brest-Litovsk Antlaşması’nın yapılmasını müteakip Rusların Doğu vilayetlerimizi tahliyeye başladıkları sırada Ermeni çetelerinin yapmış oldukları 
katliam ve tahribat kafi derecede herkesin malumudur. Sivas’ta benimle görüşmüş olan, daha sonra bu bölgeleri ziyaret etmiş eden ve buralarda 
Ermeni çetelerinin davranışları hususunda tafsilatlı gözlemlerde bulunarak daha sonra kendisine bu konuda anlatmış olduğum şeylerin doğru olduğunu 
Amerikalı General Harbord, Amerikan kamuoyunun kendisinden faydalı malumat temin edebileceği bir şahidimizdir. Taşnaklar daha sonra da 
Kars ve Oltu bölgelerinde Alexandropol Antlaşması’nın yapılmasına kadar cinayetlerine devam etmişlerdir” diyerek yanıtlamıştı.

‘WİLSON PROJESİ SADECE GÜLÜNÇTÜR’

Atatürk, “Wilson Ermenistan sınırları hakkındaki fikriniz nedir?” şeklindeki soruyu da şöyle yanıtlamıştı:  

“Ermenistan birkaç günden beri tekrar Taşnakların eline düşmüştür. Alexandropol Antlaşması’nı samimiyetle tatbik mevkiine koyacak her 
Ermeni hükümeti dostluğumuza güvenebilir. Milyonlarca Türk’ü binlerce Ermeni’nin hakimiyetine terk etmeye kalkışan Wilson projesi sadece gülünçtür” 
diye cevap vermişti.

Odatv.com

https://odatv.com/iste-kendi-agzindan-o-sozler-3004151200.html


***


9 Kasım 2016 Çarşamba

ABD-Irak Savaşları Sırasında Türk-Amerikan İlişkileri ve ABD Kongresi'nde Türkiye'ye Yönelik Ermeni Lobi Faaliyetleri


ABD-Irak Savaşları Sırasında Türk-Amerikan İlişkileri ve ABD Kongresi'nde Türkiye'ye Yönelik Ermeni Lobi Faaliyetleri



Dr. Şenol KANTARCI*

ERMENİ ARAŞTIRMALARI, 

Sayı 9, Bahar 2003

ABD, 2002 sonu ve 2003 yılı başında ikinci defa Irak'a yönelik olarak gerçekleştirdiği askeri harekat sırasında Türkiye'nin desteğine ihtiyaç duyduğunu belirtmiş ve bu amaçla, Türk hava sahasını, limanlarını doğrudan kullanmak, Türk hava alanlarından istifade etmek, 50.000’in üzerinde askerini Türkiye üzerinden Irak'ın kuzeyine sevk etmek ve bir yıl içinde askerlerinin lojistik desteğini Türkiye üzerinde sağlamak amacını güttüğünü Türk yetkililere bildirmiştir. Söz konusu Amerikan istekleri, askeri harekat öncesinde, aslında oldukça kapsamlı talepler olarak, hem Irak'ın hem de Irak’a saldıracak olan Amerikan ordusunun kaderini yakından ilgilendirmekteydi.[1] Bu dönemde Ankara ise, Washington’un söz konusu taleplerini yerine getirmek için haklı olarak ABD’den politik, askeri ve ekonomik konular başlığı altında güvenceler talep etmiştir[2]. Bunun için Ankara-Washington arasında görüşmeler yapılmıştır.
2003 yılının ilk aylarından itibaren Ankara ile Washington arasında söz konusu gelişmeler yaşanırken, Washington’da, Kongre koridorlarında bir başka koşuşturmaca yaşanmıştır.

Ermeni lobisinin önde gelen isimlerinden Frank Pallone, Türkiye’ye ABD tarafından yapılması düşünülen ve/veya kulislerde konuşulan (yaklaşık) 30 milyar dolarlık yardım paketinin engellenmesi için ABD Kongresinde yoğun şekilde lobi faaliyeti sürdürmüştür. Özellikle, ekonomik yardım alanında Türk taleplerini kabul etmenin Amerikan politikasına ters düşeceği noktaları üzerinde çalışmalar yürütmüş olan Pallone, yardımın gerçekleştirilmemesi için Dışişleri Bakanı Collin Powell’a mektupla başvuruya kadar işi boyutlandırmıştır[3].

Bu dönemde Pallone, Türkiye’ye yönelik yardım paketi rakamının çok yüksek olduğunu, Bush’un, Irak harekatı maliyetinin 50 milyar dolar ile 200 milyar dolar civarında tahmin ettiğini açıkladığını ve eğer Türkiye’ye konuşulan rakamlarda yardım yapılırsa bunun da savaş maliyeti içerisine ekleneceğini ifade etmiştir. Pallone, söz konusu yardım paketinin Amerikan iç yatırımlarını engellemesinin yanı sıra, bu yardım paketi olmaksızın dahi tahminen yıllık yaklaşık 300 milyar dolarlık bir bütçe açığının ortaya çıkacağını belirtmiştir[4].

Frank Pallone’ın Collin Powell’a gönderdiği mektubunda Türkiye’nin kendi halkına ve komşularına karşı saldırgan bir tutum içerisinde olduğunu, kendi toprakları içinde yaşayan Kürtlere karşı merhametsizce baskı yaptığını, dillerini, kültürlerini, meclisteki temsil haklarını sınırladığını, geçmişte Osmanlı Türklerinin Ermeni azınlığı üzerinde bir katliam kampanyası düzenleyerek 1,5 milyon Ermeni’yi öldürdüğünü; son zamanlarda ise Türk ordusunun Kuzey Kıbrıs’ta yaklaşık 29 yıldır süren illegal işgalinin devam ettiğini, etnik temizlik politikası ile 200 bin Kıbrıslı Rum’u göçe zorladığını belirttikten sonra asıl ısrarla üzerinde durduğu konuya geçmiş ve Türkiye’nin Irak savaşı süresince / sonrasında alacağı pozisyon üzerinde durmuştur[5].

ABD Kongresi Ermeni Komitesi eş başkanlarından olan Pallone: “Savunma Bakanı Donald Rumsfeld defalarca ifade etmiştir ki, Irak petrolü, Irak’ın menfaatleri için kullanılacaktır ve Irak’a aittir. Ancak, ne yazık ki, Türkiye, Irak petrolünü kendisi için istemekte ve özellikle Irak’ın kuzeyinde Kürt yerleşim alanının kalbinde olan Kerkük’e göz koymuştur”[6]. şeklindeki vurgusundan sonra söz konusu durumu Recep Tayip Erdoğan’ın: “ Meselenin sadece dolar pazarlığıyla basite indirgenecek kadar basit olmadığını, bölgede ki sınırlar hakkında da müzakereler yapılacağı...”[7] sözleriyle desteklemiş, bölgede Kürt hükümetinin olduğunu ve demokratik kurallar içerisinde bölge halkına hizmet ettiğini ve bunun desteklenmesi gereğini vurgulamıştır[8].

Powell’a yazmış olduğu mektubunda Pallone, son olarak: Türkiye’ye sözü edilen finanssal yardımı yapmanın, Amerikan politikasına ters düşeceğini, ABD bütçesini yaralayacağını daha da önemlisi Türkiye’ye Irak’ın geleceğinde herhangi bir rol verilmemesi ve petrol taleplerine karşı çıkılması hususunu ifade etmiştir[9].

Söz konusu dönem içerisinde Frank Pallone’ın yukarıdaki çabalarının yanı sıra, Kongre’de etkin lobi faaliyetleri yürüten, Ermeni Milli Komitesi’ (ANCA) de (2003) Şubat ayı ortalarından itibaren Senatörler ve Temsilciler Meclisi Üyelerine yönelik mektup kampanyası başlatmıştır. ANCA, Türkiye’ye yönelik olarak düşünülen yardım paketinin bir çok Amerikalı Ermeni’yi tedirgin ettiğini, kendi web sayfaları ve belge geçerlerine tepki mesajları yağdığını, kendilerinin de bu mesajları Kongre üyelerine gönderdiklerini ifade etmiştir[10].

ANCA lobi kuruluşu, Türkiye’nin baskı taktiklerinin her zamanki gibi beklenmedik bir şey olmadığını, söz konusu durumun zaten göz önünde tutulması gereken bir husus olduğunu, vergi mükellefleri olarak, Birleşik Devletlere düpedüz şantaj gibi başvuru yapan bir ulusa yardım edilmemesi, özellikle de Amerikan halkı tarafından önemli olarak kabul edilen bir çok önemli değeri ihlal eden bir devlete yardımın yapılmaması şeklinde ifadeleriyle Kongre üyelerini etkilemeye çalışmışlardır[11].

Ermeni lobisinin önde gelen kuruluşu ANCA ile dirsek teması halinde çalışan New Jersey Milletvekili Frank Pallone, Kongre içersinde “Ermenistan ve Ermeni sorunu” konuları üzerinde 1990’lı yıllardan beri oldukça aktif bir şekilde çalışmalar yürütmektedir.

ABD Kongresinde, Ermeni Konusu Üzerine Kongre Kurulu (Congressional Caucus on Armenian Issues) Ermeni lobisinin Kongre içerisinde legal kuruluşu olarak faaliyet göstermektedir. Her iki partiden de (Demokratlar ve Cumhuriyetçiler) üyelerin bulunduğu Ermeni Kurulu (Armenian Caucus)’nun üye sayısı 2002 itibariyle 121’e ulaşmıştır[12]. Cumhuriyetçi Michiganlı parlamenter Joe Knollenberg tarafından çalışmaları yürütülen Ermeni Kurulu (AC) Ocak 1995 yılında Demokrat Frank Pallone ve Cumhuriyetçi Edward Porter tarafından Kongre’ye dahil ettirilmiştir. AC, Ermenistan ve Ermeni (Sorunu gibi) konuları üzerine girişimleri destekleme amaçlı olarak Temsilciler Meclisi’nde çalışmaktadır.

Üyeleri farklı partilerden de olmuş olsa, Ermenistan’a ait konular üzerinde sıkı bir işbirliği ve yardımlaşma içerisinde olduklarının göstergelerinden birisi 907. Maddenin (Section 907) uygulanmasına devam edilmesi gayretlerindeki birlikteliklerinde görülmüştür[13].

BİRİNCİ ABD – IRAK SAVAŞI SIRASI VE SONRASINDA ERMENİ LOBİSİNİN ÇALIŞMALARI

1980’li yıllardan itibaren etkin bir şekilde, ABD Parlamentosunda lobi faaliyeti yürüten Ermeni Milli Komitesi (ANCA) ve Amerikan Ermeni Asemblesi (AAA)’nin Washington’un Ankara politikası üzerinde etkileri oldukça büyük olmuştur. Çeşitli aralıklarla Kongre’ye taşımış oldukları “Ermeni Tasarıları” ile Ankara-Washington ilişkilerinde gerginliklere yol açmışlardır.

1990’lı yıllarda Ortadoğu-Orta Asya-Kafkasya ekseninde ortaya çıkan yeni oluşumlar, bölge üzerinde hassasiyetle duran Washington’u da farklı politikalar üretmeye zorlamıştır. Söz konusu dönemde Ermeni lobisinin Kongre üyeleri üzerinde yapmış olduğu lobi faaliyetleri başarılı olsa da, ABD yönetimi Türkiye lehine bir tavır içerisine girmek zorunda kalmış, böylesi bir tavır ise Ermeni lobisinin etkinliğini kırmıştır. 

Mevcut dönem içerisinde ABD politikasının, Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki dinamik gelişmelerde ortaya çıkan çıkarları bazında zikzaklar çizdiği de görülmüştür.

1990 ve 1991 yılı, Türk-Amerikan ilişkilerinde –Ermeni sorunu bağlamında- önemli bir milat olarak yerini almıştır. Zira, bu tarih, gerek ABD gerekse ABD’de ki ve Ermenistan’da ki Ermeniler için, aynı zamanda ABD’de sürekli olarak Kongre’ye taşınan Ermeni sorunu konusu ve Türkiye için bir dönüm noktası olmuştur.

Birinci ABD – Irak Savaşı Sırasında ABD Kongresi’nde Ermeni Lobi Faaliyetleri

1991 yılı Nisan ayında Senato’da ki konuşmasında Senatör Kennedy, son haftalarda bütün dünyanın Irak’ta ki Kürtlere uygulanan büyük bir insanlık trajedisine şahitlik ettiğini söylemiştir[14]. Senatör Carl Levin’de benzer bir konuşma yapmıştır. Senatodaki konuşmasında Senatör Carl Levin, 1920 yılında Amerikan Senatosu’nun “Senate Resolution 359” kararıyla Senato Dış İlişkiler Komitesi’nin Ermenilerin katliamlara maruz kaldığı raporuyla olayı kabullendiğini hatırlatmıştır. Carl Levin, Ermeni olaylarından sonra dünyanın diğer yerlerinde soykırımların gerçekleştiğini söylemiş[15] ve Ermeni olaylarından ders alınmadığı için Nazi Holokost’unun cereyan ettiğini bundan sonra da bir milyon Kamboçyalı’nın öldüğünü vurgulamıştır[16]. Bu sözlerinden sonra Senatör Levin de: “Bu gün bir kez daha yalnızca kendileri olduğu için insanlar tehlike altında ve ölüyorlar. Bu defa çok sayıda Kürt, yaşamları için mücadele ediyor ve kaçıyor, biz bunun tekrar olmasına izin veremeyiz.”[17] diyerek sözü tekrar Ermeni sorununa getirmiş ve tarihten ders alınması lazım geldiğini ve Ermeni iddialarının kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir[18].

Konuşmacılardan Senatör Herbert Kohl, 24 Nisan 1991’in Ermeni soykırımının 76. yıldönümü olduğu, 1915 ile 1923 arasında 1.5 milyon Ermeni’nin yok olduğu ve Kongre’nin bu korkunç trajediyi bir hatırlama günü olarak kabul etmesinin tam zamanının olduğunu vurgulayarak sözlerine başlamıştır. Konuşmasında Kohl, sözü Kürtlere getirmiş ve Senatör Levin’in sözlerinin benzerini söyledikten sonra Körfez Krizi’nde Türkiye’nin (Saddam Hüseyin’e yönelik) tepkisini, bunun yanında cömertliğini ve yardımını özellikle vurgulama gereği duyduğunu belirtmiştir[19]. Senatörlerden Jeffords, Kerry ve Pell’de benzer konuşmalar yapmıştır.

Kürtlerle ilgili olarak Senatör Jeffords, bütün Amerika’nın Saddam Hüseyin’in ordusu tarafından (Kürt halkından) erkek, kadın ve çocukların öldürülüşünü izlediğini ve bu trajediye bir son verilmesi gerektiğini belirtmiş ve Türkiye’nin Körfez Krizi’nde ABD’nin kritik bir müttefiki olduğunu söylemiştir.[20] Konuşmacılardan Senatör John F. Kerry’de benzer temalara değindikten sonra Irak’ta günde yaklaşık 1000 (bin) Kürt’ün yaşamını kaybettiğini belirtmiştir[21]. Benzer görüşleri Senatör Claiborne Pell ikilemli bir ifadeyle şöyle aktarmıştır: “Ermeni soykırımını anıyoruz ancak Körfez Savaşı’ndaki koalisyon partnerimiz ve NATO müttefikimiz modern Türkiye’yi eleştirmiyoruz. Osmanlı’nın işlemiş olduğu suçlardan ötürü mevcut Türk Hükümeti’ni sorumlu tutmuyoruz, tıpkı Nazi zulümleri için modern Almanya’yı suçlamadığımız gibi, biz sadece Ermeni soykırımı hatırasını muhafaza ediyoruz...”[22]

1991 yılında Temsilciler Meclisi’nde ki bu konuşmalarda, Lehman’dan sonra kürsüye gelen T.M.Ü. Dooley:[23] (benzer cümlelerden sonra Lehman’dan farklı olarak, Anadolu’nun 3 bin yıldır Ermenilere ait olduğunu ve sürüldüklerini, 2.5 milyon Ermeni’den geriye yalnızca 100 bin Ermeni’nin kaldığını söyledikten sonra) “Modern Türk Hükümeti’nin Kürt mültecilere karşı yapmış olduğu yardım ve jestler yüzünden takdir edilmesi gerekir. Gerçekte bugünün Türk Hükümeti XX. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmıştır. Türkiye NATO’nun güvenilir bir üyesi ve ABD’nin müttefiki olarak hayati bir önem taşımaktadır. Müttefiklerin savaş makinası olan Saddam’a karşı Körfez Savaşı’ndaki askerî başarılarının büyük bir bölümünü Türkiye’nin uyumuna ve hava koridoru yardımına borçludurlar.” şeklinde Türkiye ile ilgili taltifli sözlerinden sonra: [24] “Toplantıyla bu trajedinin yansıtılmasının yanında söylemek istediğim ve hayran olduğum bir şey var. O da Ermeni halkının sahip olduğu manevi güç. 1988 depremi 35.000 Ermeni’yi öldürdü ve 500 bin insanı da evsiz bıraktı. Dahası Dağlık-Karabağ’daki anlaşmazlığın devam etmesi ve Ermeni karşıtı şiddet yüzünden deprem kurbanlarına uluslararası yardım çabalarını dahi engellemiştir.” diyerek Türkiye ve Azerbaycan’ı suçlamıştır.

1991 yılı konuşmalarında, diğer yıllarda olduğu gibi istisnasız hemen her konuşmacı Ermeni halkına karşı yapılmış olan (sözde) soykırımın 76. yılını kutlamak için burada olduklarını, 1915–1923 arasında 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü, 500 binden fazlasının da sürgün edildiğini, 1915 yılı 24 Nisan’ında 200 Ermeni dini, politik ve entelektüel liderinin tutuklanarak idam edildiği, XX. yüzyılın ilk soykırımı olduğunu, bu dönemde Osmanlı ordusu saflarında yaklaşık olarak 250 bin Ermeni’nin görev yaptığını, Ermenilerin yaklaşık olarak 3000 yıldır Anadolulu olduklarını, Sultan Abdülhamit II.’ nin yaklaşık 300 bin Ermeni’yi katlettiğini, 1915 yılından sonra Ermenilerin bir çoğunun Amerika’ya gelerek buraya yerleştiğini,[25] Amerikalı-Ermeni toplumunu oluşturduklarını ve bunun gibi konu üzerinde görüşlerini sunmuşlar ve konuşmacılardan T.M.Ü. Rinaldo, 1913–1930 arasında Amerikan halkının 113 milyon dolar yardımda bulunduğunu ve 132 bin yetim çocuğun bakımını sağladıklarını söylemiştir[26].

Birinci ABD – Irak Savaşı döneminde ABD Kongresi’nde yapılan konuşmalarda sürekli olarak Irak konusuna değinilmiş ve yukarıda da belirtildiği gibi Irak’taki Kürtlerin durumunun çok kötü olduğu vurgulanmıştır. Ermeni sorunu konulu söz konusu toplantılarda değişik söylemler de Ermeni lobisi tarafından dile getirilmiştir. Böylesi ilginç söylemlerden birisi, T.M.Ü. Broomfield’den gelmiştir. Broomfield yaptığı konuşmada 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs çıkarması sırasında (Broomfield bunu istila “invasion” kelimesiyle söylemiştir.) bir çok Amerikan vatandaşını da içeren 1500 masum Kıbrıslı Rum’un kaybolduğunu ve Türkiye’nin bunu inkâr ettiğini söylemiştir[27].

1991 yılı konuşmalarında her ne kadar geleneksel Ermeni iddiaları, Ermeni lobisi taraftarı olan milletvekilleri tarafından düzenli bir şekilde dile getirilse de gerek milletvekilleri gerekse Senatörler Türk-Amerikan dostluğundan, müttefikliklerinden bahsetmişler ve Türk-Amerikan ilişkilerine büyük ölçüde değer verdiklerini beyan etmişlerdir. Örneğin Senatör Larry Pressler, 1990 yılında Ermeni yanlısı bir tutum sergilerken, 1991 yılında yaptığı konuşmada Türk-Amerikan dostluğunu savunucu bir tarz sergilemesi,[28] 1991 yılı Amerikan çıkarlarının (ABD’nin Körfez bölgesindeki çıkarları) da önemli bir göstergesi olarak ortaya çıkmıştır.

Birinci ABD – Irak Savaşı Sonrası Gelişmeler: Stratejik Müttefik Türkiye

Son dönem Türkiye-ABD ilişkilerine[29] bakıldığı zaman gerek ekonomik gerekse askerî düzeyde iyi bir çizgi yakalandığı görülecektir. Türkiye’nin, NATO’nun büyüme planları içerisinde Avrupa, Ortadoğu ve Asya’ya uzanan bir köprü olması Irak’ın Türkiye üzerinden kontrolü, Körfez Savaşı sonrası ABD’nin Ortadoğu’da artan pazar payının korunması, İsrail’in ve ABD yanlısı diğer devletlerin varlığını daha güvenli sürdürmesi[30] amaçlı olarak oluşturulan Türkiye - İsrail - Ürdün askerî işbirliği ve bütün bu gelişmeler özellikle yakın dönemde Türkiye’nin ABD nezdinde, önemini artırmıştır.

1985 yılında ABD Kongresi Temsilciler Meclisi’nde konuşma yapan Milletvekili Siljander, Türkiye’nin ABD için stratejik önemini dile getirirken, Türkiye’nin NATO’nun en stratejik ve güçlü ülkesi haline geldiği, İran, Irak, Suriye, Bulgaristan ve Sovyetler Birliği ile sınırlarının olması ve hepsinden önemlisi de topraklarında NATO karargâhının ve ABD üslerinin bulunması dolayısıyla önemli bir müttefik olduğunu vurgulamıştır. Siljander konuşmasında, 1974 yılında Türkiye’ye uygulanan silah ambargosuyla neredeyse Türkiye’deki Amerikalıların kovulduğunu da anlatmıştır[31].

Aynı yıl ABD Dışişleri Bakanı George Shultz, Türkiye’nin Kore’de ABD ile savaştığını belirttikten sonra “ ..NATO’nun en büyük kara ordusuna sahip, Sovyetlerin Karadeniz üslerini Akdeniz’den ayıran boğazları koruyan ve güvenliğimiz için çok önemli olan  askerî ve diğer kolaylıkları sağlayan  Kuzey Atlantik  İttifakı Teşkilatı’nın  güvenilir bir müttefikidir.” açıklamasıyla  Türkiye’nin ABD için taşıdığı önemi dile getirmiştir[32].

Bir taraftan bu dönemde Amerikan kanadında bunlar söylenirken, Soğuk Savaşın[33] bitmesiyle beraber genel olarak Türk tarafınca düşünülen nokta, Türkiye’nin stratejik öneminin azalacağı kaygısında toplanmaktaydı. Bunun tabi sonucu olarak, Batı’dan daha az askerî ve ekonomik yardım alınacağı endişeleri bulunmaktaydı. Fakat bu durum, 1990’larla beraber oldukça değişime uğradı. Bundaki en önemli etken, hiç şüphesiz bu dönemde uluslararası ilişkilerin yapısında meydana gelen gelişmelerdi. 1991’deki Birinci ABD – Irak Savaşı ve yine aynı yılın Ağustos’unda SSCB’deki darbe ve ardından Aralık ayında bu ülkenin dağılması, Türkiye’nin stratejik önemini tekrar ön plana çıkartmıştır[34].

Türkiye, yukarıda gerek Slijander’in gerekse Dışişleri Bakanı Shultz’un da belirttiği gibi ABD’nin sadık müttefiki olarak kalmıştı. Mevcut süreç içerisinde ortaya konan sadakat ve işbirliğine rağmen diğer NATO üyelerinin yanı sıra özellikle ABD’den daha fazla malî ve askerî yardım elde edememe, yine aynı dönemde Türk yönetiminin en önemli problemlerinden birisini oluşturmuştur[35].

21 Ocak 1991 tarihli The New York Times gazetesinde “Savaş Türkiye’ye Daha Geniş Bir Rol Oynama Şansı Tanıyor” başlıklı yazıda şu yorum yapılmıştır:[36] “Bu güne kadar ki olan gelişmelerde Türkiye rolünü çok güzel oynamaktadır. Bunlar: Ekonomik ve askerî yardım fırsatı ve uluslararası saygınlığın geniş ölçülerini elde etmedir. Stratejik bir öneme sahip olan Türkiye, Sovyet tehdidinin ortadan kalkması üzerine önemini yitirmekteyken, birdenbire askerî kozunu oynamadan Avrupa Birliğine katılma arzularını tekrar popüler bir tartışma olarak ortaya koydu. Körfez Krizi, Türkiye’nin önemini ve NATO’da oynadığı rolü tekrar hatırlattı...”

The New York Times’ın yukarıdaki yorumun da çok az doğruluk payı ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin Körfez Savaşı’yla birlikte ABD’den ve körfez ülkelerinden yardım beklentileri artmıştır. Bu amaçla Türkiye, ABD’den tekstile uygulanan kotanın kaldırılmasını talep etmiş, askerî modernizasyona destek istemiş ve borçların hafifletilmesi talebinde bulunmuştur[37].

Ancak Körfez Savaşı’nın ortaya çıkışı ile ilk etapta Türkiye için öngörülen Amerikan yardımı bu dönemde 553.4 milyon dolardan 635.4 milyon dolara çıkmış (82 milyon dolarlık bir artışla)[38] ve bu yardımın en büyük kısmı ise doğrudan hibe yardımı şeklini almıştı. AKKA çerçevesi içerisinde ortaya çıkan askerî malzemenin Türkiye’ye verildiği de hesaba katılırsa, Türkiye’nin yuvarlak bir hesapla, Amerikan ve Alman askerî yardımı olarak 8 milyar dolarlık bir yardım elde edeceği görülüyordu. Elbette Türkiye, bölgedeki stratejik önemini burada bir kere daha ortaya koymuş oluyordu. Diğer taraftan da Avrupa’nın Ortadoğu petrollerine bağımlı oluşu, Avrupa’nın güvenliğinin, Ortadoğu’nun güvenliğinden ayrılmaz bir durum arz etmesi Ortadoğu’nun, NATO için artık “Bölge Dışı” olamaz şartını beraberinde getirmiş oluyordu[39].

Birinci ABD – Irak Savaşı sırasında Türkiye’nin ABD’ye sağladığı yardım hayatî bir önem taşımaktaydı. Petrol boru hattının kapatılması, Batı’nın ekonomik ambargosunun başarısını bu dönemde garantilemiştir. Ayrıca İncirlik Hava Üssü, Irak açısından kuzeyde yeni bir cephe açması nedeniyle bu ülke (Irak) üzerinde büyük bir baskı oluşturmuştu. Amerikan uçakları tarafından Kuzey’den gelebilecek muhtemel bir saldırıyı göz önünde bulundurmak zorunda kalan Irak üzerinde büyük bir baskı gerçekleştirmiştir. Türkiye, söz konusu desteğiyle Soğuk Savaşın sona erip yeni bir dünya düzenine geçildiği sırada Batı içindeki yerini ve dünyanın belli başlı devletleri içinde stratejik önemini garanti altına alıyordu[40]. Bir diğer önemi ise, Washington’un müttefiklere ihtiyaç duyduğu bir sırada Türkiye’nin (ABD’nin) yardımına koşmasıydı.

1990’ların ilk yıllarında, Körfez Savaşı’nın yanı sıra Orta Asya’daki hareketlilik de gerek ABD için gerekse Batı için Türkiye’nin stratejik önemini bir kere daha gözler önüne sermiştir. Söz konusu dönemden sonra Amerika’nın güvenlik düzenlemeleri düşüncesi içerisinde yer alan örneğin, Kafkasya, Avrupa’nın kanatlarındaki jeopolitiğin yeniden keşfedilmesi, kitlesel imha silahlarının ve nükleer füzelerin artmasına tepki verme konusuna daha fazla eğilme ve bölgesel dengelere hakim olmayı isteme gibi faktörler ABD’nin Türkiye’ye karşı stratejik ortak olarak daha fazla ilgi duymasını da beraberinde getirmiştir. Amerikalı yetkililer, Türkiye’yi NATO içerisinde yeni cephe devleti olarak görmenin yanı sıra Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ekseni ve Avrupa güvenliğiyle ilgili olarak da temel aktör olarak görme durumu içerisine girmişlerdir[41].

Stratejik Müttefik Türkiye Kan Kaybediyor... : 
Türkiye Nasıl Bir Çukurun İçine Sokuldu?

Gerek stratejik önemi bakımından gerekse ABD’ye olan sadık müttefikliği ile Türkiye ABD ve Batı nezdinde puan toplarken, savaş sonrası gelişmeler ve Türkiye’ye verilen sözlerin bir anda unutulması veya kasıtlı olarak yerine getirilmemesi ekonomik açıdan Türkiye’yi oldukça sarsmış ve bir o kadar da hayal kırıklığına uğratmıştır.

Sonraki 10 yıl içinde, Türkiye’nin sadece Irak’a uyguladığı ambargo yüzünden uğradığı kayıp, 14 Mart 2000 tarihli Milliyet gazetesinin Hazine Müsteşarlığı’ndan aldığı bilgiye göre 100 milyar dolar civarında olduğu[42] belirtilse de zararın 40–50 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü, söz konusu dönemde boru hattından elde edilen transit gelir durmuş, Irak’la yapılan ticaret (sınır ticareti dahil) büyük ölçüde bitirilmiştir[43]. Ortaya çıkan durum, özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde işsizliği artırmış, hatta Irak’ın Türkiye’ye olan borçlarını ödememesi ve müteahhitlik hizmetlerinin durmasını gibi neticeleri getirmiştir.

Birinci Irak Savaşı sırasında Türkiye’ye uygulanan ambargo sebebiyle, Kerkük – Yumurtalık petrol boru hattının durdurulması Türkiye – Irak ticaret düzenine büyük darbe indirmiştir. İki ülke arasındaki ticaretten hem Irak’ın kuzeyinde hem de Türkiye’de Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayanlar yararlanırken, ABD ve İsrail’in baskıları ile ambargo sert bir şekilde Türkiye – Irak ilişkilerine uygulanmış[44] / uygulatılmış ve bu uygulama dar anlamda en çok iki bölge insanını genel anlamda ise Türkiye ekonomisini yaralamıştır.

Ambargo öncesinde Irak’a en fazla mal satan ülke Türkiye iken, ambargo sonrası, Irak’a en fazla mal satan ülke Ürdün üzerinden her türlü malı Irak’a satarak gizli yollardan petrol paralarını kendi şirketleri aracılığıyla toplayan ABD olmuştur[45].

1990’larda, yeni dünya düzenine geçiş süreci içerisinde Irak ile beraber bölgenin kaybeden ve gerileyen ülkesi Türkiye olmuştur[46].

Irak – Türkiye ilişkilerinde son 12 yıllık değerlendirmeyi ticari açıdan ele alan, Chicago Tribune yazarlarından Paul Salopek:[47]

“ Türkiye’nin Irak’la 150 mil uzunluğunda ortak bir sınırı bulunuyor. Türk Hükümeti, geçtiğimiz 12 yıl içerisinde BM’nin Bağdat’a karşı uyguladığı yaptırımlar nedeniyle uğradığı ticari zararın 40 milyar dolar olduğunu iddia ediyor. Bağımsız uzmanlar ise söz konusu kaybın yaklaşık 10 – 15 milyar dolar olduğunu belirtiyorlar. Rakam ne olursa olsun, Ankara’nın Washington’u desteklediği için ekonomik zarara maruz kaldığına hiç şüphe yok.

“Bu acı hiçbir yerde, kaçakçılığı da içerisinde barındıran ticaretin yüzyıllardır artık bir yaşam biçimi olduğu ülkenin yoksul köşesi Güneydoğu Anadolu’nun ıssız platolarında olduğu kadar açık değil. Cizre, Silopi ve Diyarbakır gibi tarihi kentler, Balkanlar ve Orta Doğu arasında kapı oldukları için uzun seneler boyunca gelişmiş kent unvanını korudular. Körfez Savaşı’ndan önce buradaki ticaret geliri yılda yaklaşık 1,5 milyar dolardı. Ancak, Saddam’a karşı uluslararası yaptırımların uygulanmaya başlamasıyla bu görkemli yıllar sona erdi.”[48] şeklinde ki ifadeleriyle Türkiye’nin önündeki on yıllık tablonun da renklerini ortaya koymuştur.

“Uluslararası sistem içinde yürütülen ilişkilerde devletlerin siyasi ve kültürel amaçlarının yanında iki temel amacı daha bulunmaktadır: Bunlardan biri güvenlik diğeri ise ekonomik çıkardır.”[49] düşüncesinden hareketle, ekonomik açıdan yukarıda ifade edilen zararlara yol açtığı gibi siyasal açıdan da faydalı olmamıştır. Güneydoğuda işsizliğin artması PKK’nın (bugünkü adıyla KADEK’in) işine yaramış ve bölgede Türkiye’ye karşı faaliyetlerine güç kazandırmıştır. Özellikle Irak’ın kuzeyindeki güç boşluğu KADEK’in işini kolaylaştırmıştır.

Siyasî olarak bir diğer konu da, Türkiye-AB ilişkilerinde bir iyileşmeye gidileceği düşüncesiydi. Ancak bundan da beklenilen neticeye varılamamıştır. Hatta ekonomisi büyük yara alan Türkiye’nin, AB üyeliği daha da zayıflamıştır. Yine siyasî anlamda ortaya çıkan önemli noktalardan birisi de, savaş sonrası Orta Doğu’daki barış süreci için Madrid’te yapılan zirveye Türkiye’nin çağrılmamasıdır[50]. Bütün bu gelişmelerin yanı sıra savaş sonrası Kuveyt’in yeniden imarı konusunda Türkiye’nin bekleyiş içerisinde olduğu müteahhitlik fırsatları sunulmamış, hatta Kuveyt ve Suudi Arabistan savaş sırasında kendisini destekleyen ülkeler için yayınlamış oldukları teşekkür bildirgesine Türkiye’nin ismini koymamışlardır[51].

İkinci ABD – Irak Savaşı Öncesinde Ermeni Lobisinin Çalışmaları

Birleşik Devletler, 21. yüzyılda Amerikan tek-kutupluluğu ve hegemonyasının devamını sağlamak gayesi ile merkezinin Avrupa-Asya kıta bloğunun oluşturduğu coğrafyada yeni bir askeri-politik yapılanma / konuşlanma gerçekleştirme politikası izlemektedir. Merkez eksenleri, Orta Asya-Güney Kafkasya ile Orta Doğu olan, bu jeopolitik düzenlemeleri de içeren yaklaşımın iki hedefi vardır. İlk hedef, dünya sanayi sistemini ayakta tutan petrolün denetimini (Washington’un) mutlaka yakın kontrolü altına almaktır. Böylece, (ABD) önümüzdeki 25 yıl içinde bir sıçrama yaparak artacak olan petrol tüketimini güvence altına almanın ötesinde muhtemel rakipleri olan, Çin, Hindistan ve Avrupa Birliği’nin de enerji ihtiyaçlarını denetim altına almayı hedeflemektedir[52].

İkinci hedef olarak Washington, enerji kaynaklarının yer aldığı merkezlerin yanı sıra enerji nakil hatlarının geçtiği coğrafyaların çevresinde de askeri yapılanmalar oluşturmak, bir yandan Orta Asya ve Kafkasya’da diğer yandan da Orta Doğu’da güç projeksiyonu yapabileceği politik-askeri yapılanmalar oluşturmayı amaçlamaktadır[53].

11 Eylül sonrası Afganistan’la başlayan, hemen sonrasında Orta Asya eksenli yerleşim ve şimdilerde Irak operasyonu, oturtmayı amaçladığı ABD hegemonyasının oluşumunun sadece bir kısmını oluşturmaktadır[54]. Orta Doğu’da bu hegemonyaya tehdit teşkil edebilecek, her türlü engelin pasivize edilmesi, hegemonya oluşumunun gereklilikleri olarak ortaya çıkmaktadır.

Böylesi bir tablo içerisinde Türkiye’nin ABD – Irak Savaşı sonrasında da küresel, bölgesel ve ulusal çıkarları, Irak ve Irak’ın kuzeyindeki yeni gelişmeler, mercek altına alınarak gözden geçirilmelidir[55].

Ermeni lobisi, incelemenin başında da belirtildiği üzere, sıkı bir şekilde Ankara-Washington pazarlığında, Ankara’nın lehine sonuçlanabilecek anlaşmayı bozma gayreti içerisine girmiştir.

Türkiye’nin İkinci ABD – Irak Savaşı sırasında izlemiş olduğu politika, son 12 yılın tecrübesi olarak ortaya çıkmıştır. Ankara, Washington’un siyasi ve mali destek vaatlerini, sonradan yerine getirmeyeceği endişesiyle, (Irak operasyonuyla ilgili olarak) ABD yönetimine açık çek vermeyi geciktirmiştir.

Savaş öncesi ve sırasında, Ankara, garanti isterken, Washington mali açıdan kendisini bağlamaktan kaçmaya çalışmış bunu yaparken de, Amerikan siyasal sisteminin önemli ayaklarından olan lobileri kullanma yoluna gitmeyi tercih etmiştir.

ANCA lobi kuruluşunun aniden düğmeye basılmış gibi birden bire ortaya çıkması ve Türk-Amerikan pazarlığında ABD çıkarlarını korumaya çalışması, New Jersey Milletvekili Frank Pallone’ın Dışişleri Bakanı Collin Powell’a gönderdiği mektup, zamanlama olarak oldukça düşündürücü bir şekilde kamuoyuna yansıtılmıştır. Bu o kadar güzel bir tertiptir ki, Türkiye’ye yönelik düşmanlığı ile bilinen Ermeni lobisinin söz konusu hareketi de yadırganmamıştır.

Savaş öncesi/sırası ve sonrasında Amerikalılar, savaş sonrası Irak’ın yeniden düzenlenmesinde Türkiye’nin söz sahibi olamayacağı düşüncesiyle pazarlığa yanaşmayı denemişlerdir[56].

Mevcut dönem içerisinde Washington’un aba altından gösterdiği silahlarından birisi de, (sözde) Ermeni soykırım tasarısını Amerikan Kongresi’nden çıkartacağı tehdidiydi[57].
Ermeni lobisinin Washington kulislerinde ortaya attıkları 30 – 32 milyar dolarlık yardım paketi kampanyası bir tarafa, ABD’nin Türkiye’ye 2 milyar doları hibe olmak üzere 20 milyar dolarlık bir yardım paketi önerdiği de 2003 yılı Şubat ayı içerisinde yine kulislerde dolaşan[58] bir başka nabız yoklama harekatı olarak konuşulmuştur[59].

Söz konusu durumu Chicago Tribune gazetesi yazarlarından Paul Salopek’in Şubat ayı sonlarında Atlanta Journal’a, Türkiye Cizre’de yazmış olduğu makalesi şu şekilde ortaya koymuştur[60]:

“Amerika’nın en sadık müttefiklerinden biri olan Türkiye’nin neden işleri ağırdan alması ve ABD’nin Irak’a karşı gerçekleştireceği savaşa karşı çıkması gerektiğini anlamak için, masalsı İpek Yolu’nda bulunan bu eski kervan kentindeki engin kamyon mezarlıklarına bakmak yeterli.
“Yenilgiye uğramış bir ordunun ölen şövalyeleri gibi sıraya dizilmiş yaklaşık 48 bin paslı Fiat, Volvo ve Ford kamyon, Cizre çevresindeki çamurlu düzlüklerde yatıyor. Bunlar, komşu Irak’la bir zamanlar çok hareketli olan ve BM yaptırımları döneminde ve daha yakın zamanda savaş gemileriyle bozulan sınır ticaretinin tekerlekli kurbanları.
“Irak mazotunu Türkiye’ye ithal etmek üzere bir tanker alabilmek için annesinin sattığı altınlarını kullanan işsiz kamyon şoförü Heybet Karasi: ‘Birkaç yıl önce, Irak’ a o kadar çok kamyon giriyordu ki, ana caddeden karşıdan karşıya geçmek için 20 dakika beklemeniz gerekiyordu. Şimdi sınır neredeyse kapandı. Eğer istiyorsanız yolun ortasında uyuyabilirsiniz’ dedi.”

Bütün bunlar işin, oldukça önemli bir boyutunu ekonomik yönünü ortaya koymaktadır.

ABD’nin önemli yayın organlarından olan Washington Post gazetesinde Uluslararası Ekonomi Enstitüsü üst düzey yetkililerinden Morris Goldstein, Türkiye ile ilgili olarak “...korkunç derecede borcu olan bir ülke”[61]  tanımlaması yapmıştır. Gerçekte, Goldstein’ın bu tanımlamayı yaparken atladığı önemli bir nokta var. O da, korkunç derecede borcu olan Türkiye’nin sadece borç faizlerine ödeyeceği 73 milyar dolarlık bir dinamiğe sahip olduğu gerçeğidir[62].

Genel Değerlendirme

Elbette ki, ikinci ABD – Irak Savaşı öncesi ve sırasında sadece ekonomik boyut, Ankara’nın tek pazarlık konusu olmamıştır. Zaten Washington’da, Türkiye aleyhine lobi yapan ANCA ve memurlarından Pallone’da aynı görüşü savunmuşlardır[63].

Türkiye söz konusu dönemde, Irak’ın kuzeyindeki Türkmenlerin statüsüne netlik kazandırmaya çalışması gerekliliğinin sürekli olarak gündeminde tutmuş ve savunmuştur. Bölgede çıban başı olarak kök salan KDP – KYP yapılanması da Türkiye için önemli tehditlerden biri olmuş ve Türkiye konuyla ilgili siyasi endişelerini gündeme taşıması ve yine Türkiye’nin pozisyonunun ne olacağı noktalarının aydınlığa kavuşturulması noktasını ısrarla dile getirmeye çalışmıştır[64].

Ermeni lobisi, yoğun bir şekilde gerek Birinci ABD – Irak Savaşı, gerekse İkinci ABD – Irak Savaşı sırasında Ankara-Washington pazarlığında, Ankara’nın lehine sonuçlanabilecek anlaşmayı bozma gayreti içerisine girmiştir.

Türkiye’nin İkinci ABD – Irak Savaşı sırasında izlemiş olduğu politika, son 12 yılın tecrübesi olarak ortaya çıkmıştır. Ankara, Washington’un siyasi ve mali destek vaatlerini, sonradan yerine getirmeyeceği endişesiyle, (Irak operasyonuyla ilgili olarak) ABD yönetimine açık çek vermeyi geciktirmiştir.

Savaş öncesi ve sırasında, Ankara, garanti istemiş Washington ise mali açıdan kendisini bağlamaktan kaçmaya çalışmış ve bunu yaparken de, Amerikan siyasal sisteminin önemli ayaklarından olan lobileri kullanma yoluna gitmeyi tercih etmiştir.

Yukarıda da belirtildiği üzere ANCA lobi kuruluşunun aniden düğmeye basılmış gibi birden bire ortaya çıkması ve Türk-Amerikan pazarlığında ABD çıkarlarını korumaya çalışması, New Jersey Milletvekili Frank Pallone’ın Dışişleri Bakanı Collin Powell’a gönderdiği mektup, zamanlama olarak oldukça düşündürücü bir şekilde kamuoyuna yansıtılmıştır. Böylesi bir organizasyonda,  Ermeni lobisinin söz konusu hareketi de yadırganmamıştır.

Son söz olarak, yukarıda da izah edildiği üzere Türkiye, 1991 yılında yaşadığı büyük tecrübeden hareketle 2003 yılında “Bir musibet, bin nasihatten efdaldir” misali geleceğe yönelik adımlarını iyi hesaplamaya çalışmış ancak bunda ne kadar başarılı olduğu, tartışmaya açık bir şekilde tarihteki yerini almıştır.


[1] Ümit ÖZDAĞ ‘Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri’ ASAM, Stratejik İnceleme Raporu, www.avsam.org .



[2] ÖZDAĞ “Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri”, s. 1 “Ankara'nın taleplerinin en önemli boyutunu Irak'ın siyasal geleceğinin nasıl şekillendirileceği ile ilgili politik güvenceler oluşturmaktadır. Ankara, ABD'den savaştan sonra Irak'ın yeniden şekillendirilmesi sırasında Türkmenlerin de Araplar ve Kürtler ile birlikte Irak'ın asli halklarından birisi olarak kabul edilmesini haklı olarak talep etmektedir” 


(ÖZDAĞ ‘Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri’, s. 1, www.avsam.org ).

[3] http://www.asbarez.com/frontpage2.htm .
[4] http://www.asbarez.com/frontpage2.htm.
[5] http://www.asbarez.com/frontpage2.htm.
[6] http://www.asbarez.com/frontpage2.htm.
[7] http://www.asbarez.com/frontpage2.htm.
[8]  http://www.asbarez.com/frontpage2.htm.
[9]  http://www.asbarez.com/frontpage2.htm
[10] http://www.asbarez.com/frontpage2.htm
[11] http://www.asbarez.com/frontpage2.htm
[12] AZG ARMENIAN DAILY, 30 Ağustos 2002.


[13] AC’nin dışında ABD Kongresi’nde AAA ve ANCA ile irtibatlı olarak çalışan 1997’de Los Angeles’te kurulan Ermeni-Amerikan Demokratik Liderlik Konseyi (Armenian-American Democratic Leadership Council, AADLC) bulunmaktadır.
[14] United State Congressional Record, Apr. 24, 1991, s. S4923. (Bundan sonraki dipnotlarda ‘U.S. CONG. REC.’ şeklinde verilmiştir. April: ‘Apr.’ olarak, Senate: ‘S’ olarak, House: ‘H’ şeklinde kısaltılmıştır.
[15] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. S5047.
[16] 1920 yılında ABD Senatosu’nun bunu katliam (massacres) olarak tanıdığını 24 Nisan 1991 yılındaki konuşmasında T.M.Ü. Moakley’de söylemiştir. Moakley: ‘They United States Senate formally recognized the nature of the massacres in 1920. And every year we commemorate this event’ demiştir,  U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. H2523).
[17] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. S5047.
[18] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. S5047.
[19] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. S5048.
[20] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. S4982.
[21] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. S4921.
[22] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. S4924.
[23] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. H2521.
[24] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. H2520.
[25] T.M.Ü Annunzio, 1921 yılına kadar yaklaşık 100 bin Ermeni’nin Birleşik Devletler göç ettiğini söylemiş ve bunu 1915 yılına bağlamıştır (U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. H2530).
[26] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. H2530.
[27] U.S. CONG. REC., Apr. 24, 1991, s. H2526.
[28] U.S. CONG. REC., Feb. 21, 1991, s. S2243.
[29] Son dönem Türk-Amerikan ilişkileri için bkz: George S. HARRIS, Troubled Alliance: Turkish-American Problems in Historical Perspective, 1945-1971, (Washington, D.C.: 1972); Dankwart A. RUSTOW, Turkey-America’s Forgotten Ally, (New York: 1989); Philip ROBINS, Turkey and the Middle East, (London: 1991). Ömer KARASAPAN, ‘Turkey and the U.S. Strategy in the age of Glasnost’, Middle East Report, Vol. 19 (5), (Sept. – Oct., 1989); Kemal KİRİŞÇİ, ‘Turkey and the United States: Ambivalent Allies’ Middle East Reviev of International Affairs, Vol. 2, No.4 (Dec.  1998); Ian O. LESSER, Turkey, Greece, and the U. S. In a Changing Strategic Environment, (Rand: Santa Monica, 2001); LESSER, NATO Looks South: New Challenges and New Strategies in the Mediterranean (Rand: Santa Monica, 2000); Zalmay KHALILZAD, Ian O. Lesser and F. Stephen Larrabee, The Future of Turkish-Western Relations: Toward A Strategic Plan (Rand: Santa Monica, 2000).
[30] John Duke Anthony, ‘The U.S. – GCC Relationship: Is It a Glass Leaking or a Glass Filling?’ David W. Lesch (Ed.), The Middle East and the United States, (Colorado and Oxford: 1996), s. 356.
[31] U.S. CONG. REC., Dec. 12, 1985, s. H11920.
[32] U.S. CONG. REC., Dec. 12, 1985, s. H11920.
[33] II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği büyük güçler olarak ortaya çıkmışlardır. İki zıt kutuplu ülke, dünya güç dengesinde ve yeni dünya düzeninde önemli rol oynamışlardır. Bu süreç SSCB’nin 1980’den sonra, ekonomik ve siyasî gücünün zayıflamasına kadar sürmüştür. 1989 yılıyla Doğu Avrupa’da Sovyet yanlısı yönetimlerin çökmeye başlaması ve hemen akabinde 1990’da SSCB’nin dağılması, iki kutuplu dünya düzeninin dağılmasına ve soğuk savaş dönemi olarak adlandırılan dönemin de bitişine sebep olmuştur (Kadir SAĞLAM, Körfez Savaşı ile Değişen Güç Dengeleri, (İstanbul: 1999), s. 64).
[34] İlhan UZGEL, ‘ABD ve NATO’yla İlişkiler’ Türk Dış Politikası, C. II.  Baskın Oran (Ed.), (İstanbul: 2001), s. 251.
[35] James BROWN, Delicately Poised  Allies: Greece and Turkey: Problems, Policy Choices and Mediterranean Security, (London: 1991), s. 160.
[36] THE NEW YORK TIMES, 21 Ocak 1991.
[37]UZGEL, ‘ABD ve NATO’yla İlişkiler’, s. 257.
[38] 82 milyon dolarlık bu yardım Bush tarafından Ocak 1991’de sağlanmıştır.
[39] THE SUNDAY TELEGRAPH, 27 Ocak 1991.
[40] Türkiye açısından böylesi beklentiler varken, aşağıda da görüldüğü üzere AB için aynı düşünce gerçekleşmemiştir.
[41] Ian O., LESSER, ‘Turkey’s Strategic Options’, The International Spectator, C. 34, No.1, (Ocak-Mart 1999), s. 88.
[42] UZGEL, ‘ABD ve NATO’yla İlişkiler’, s. 258.
[43] “ Körfez Savaşı’nın görünürdeki nedeni olan Kuveyt’in kurtarılmasından sonra, bölgede zarara uğrayan ülkelerin bu zararları Kuveyt’in petrol gelirlerinden ödenirken, Türkiye bunun dışında kasıtlı olarak bırakılmıştır. Bir anlamda savaş ile Irak yıkılırken, Türkiye’nin de dolaylı yollardan zarara uğramasına neden olunmuştur. Batı ittifakı uğruna fedakarlık yapan Türkiye’nin gözlerinin yaşına savaş sonrası dönemde kimse bakmamıştır.  Türkiye Batı’ya yaranmak isterken komşuları ile kötü olmuş ama karşılığında  uğradığı zarara Batılı ülkeler ilgi göstermemiştir. Kuveyt gibi zengin bir ülke bile savaş tazminatları sırasında Türkiye’yi görmezden gelmiştir. Bu durum bile açıkça Irak’ın Türkiye’nin ne derece benzer koşullara sahip olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.” Anıl ÇEÇEN, ‘Güney Komşumuz Irak’, Avrasya Dosyası Irak Özel, (Sonbahar 2000) C. 6, Sa:3, s. 23.
[44] ÇEÇEN, ‘Güney Komşumuz Irak’, s. 24.
[45] ÇEÇEN, ‘Güney Komşumuz Irak’, s. 24.
[46] ÇEÇEN, ‘Güney Komşumuz Irak’, s. 24.
[47] CHICAGO TRIBUNE, 21 Şubat 2003.
[48] CHICAGO TRIBUNE, 21 Şubat 2003.
[49] Armağan KULOĞLU, ‘11 Eylül Sonrası Değişen Dengeler Çerçevesinde Türkiye’nin Irak Politikası’, ASAM, Irak Özel, www.avsam.org.
[50] Türkiye daha sonraki çalışma gruplarında alt düzeyde temsil edilmiştir (UZGEL, ‘ABD ve NATO’yla İlişkiler’, s. 258).
[51] UZGEL, ‘ABD ve NATO’yla İlişkiler’, s. 258.                                                                              [52]ÖZDAĞ, ‘Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri’, ASAM Stratejik İnceleme Raporu, www.avsam.org.
[53] ÖZDAĞ, ‘Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri’, www.avsam.org.
[54]ÖZDAĞ, ‘Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri’, www.avsam.org “Amerikan yapılanmasının Orta Doğu’da da Irak ile sınırlı kalmayacağı anlaşılmaktadır. ABD Başkanı Bush’un Haziran 2002’de West Point Askeri Akademisi’nde İran’ı hedef alan konuşması, Savunma Bakanlığı Danışma Kurulu Başkanı Richard Perle’ün Suriye’yi uyaran açıklaması Washington’un amaçları doğrultusunda ipucu vermektedir. Bugün kimse üzerinde durmasa da Irak savaşını takiben Washington’un ilk yöneleceği Orta Doğu sorununun Arap-İsrail ihtilafı olacağı düşünülmektedir” (ÖZDAĞ, ‘Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri’, www.avsam.org).
[55] ÖZDAĞ, ‘Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri’, www.avsam.org.
[56] SUDDEUTSCHE ZEITUNG, 21 Şubat 2003.
[57] SUDDEUTSCHE ZEITUNG, 21 Şubat 2003.
[58] ASIA TIMES, 21 Şubat 2003.
[59] Oysa 1991 musibetinin Türkiye’ye zararı yaklaşık 40 milyar dolar olmuştur.
[60] ATLANTA JOURNAL, 21 Şubat 2003.
[61] WASHINGTON POST, 21 Şubat 2003.
[62] ÖZDAĞ, ‘Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri’, www.avsam.org.
[63] http://www.asbarez.com/frontpage2.htm.
[64] Konuyla ilgili geniş açıklamalar için bkz. ÖZDAĞ, ‘Türkiye’nin Irak Politikasının Belirleyicileri’, 



http://www.eraren.org/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=67


..