Fatih Sultan Mehmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fatih Sultan Mehmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Kasım 2014 Cumartesi

Fatih Sultan Mehmet'in Fermanı ( Osmanlıya Dışarıdan Gelecek ler ve İçerideki Yabancılar ),,



Fatih Sultan Mehmet'in Fermanı ( Osmanlıya Dışarıdan Gelecek ler  ve İçerideki Yabancılar ),,




Fatih Sultan Mehmed, Bosnayı fethettiği zaman Osmanlı devlet politikasının sonucu olarak bölge halkına dini serbestiyest getirmiştir. Fatih Sultan Mehmed'in buradaki latin papazlarına verdiği 883 (1478) tarihli ferman suretinde; "Nişanı-ı hümayun şu ki Ben ki Sultan Mehmed Han'ım; üst ve alt tabakada bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki, bu fermanı taşıyan Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum: Sözkonusu rahiplere ve kiliselerine hiçkimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara emn ü aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler; ne ben, ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışardan memleketimize getirecekleri kimselere yeri ve göğü yaratna Allah hakkı için, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki, yukarda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir." Bu ferman suretinde de görüldüğü gibi azınlıklar tam bir hürriyet ortamı içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir. 


Kaynak: Ermeni İddiaları ve Gerçekler.



Ermenileri İstanbul’a yerleştiren Fatih'ti


İstanbullu katolik Ermeni rahibi olan Çarkcıyan, "Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler" adlı kitabında Fatih Sultan Mehmed’e atıfta bulunarak şöyle diyor: "Osmanlı Devleti olmasaydı Ermeniler bu topraklarda tutunamaz, yükselemez ve gelişemezdi."

Feylesof Martin Heidegger, "Bazı insanlar ölür. Diğerleriyse telef olur" demiş. İyi demiş bana kalırsa. Baksanıza, bazı ölümler, estirdikleri rüzgarla tarihin karanlık sayfalarını bile açabiliyor önümüze. Hayır, yalnız Hrant Dink’in katledilmesinin ardından eski arkadaşlarının bir nevi operasyonu veya en hafif deyişiyle komplimanı olarak ortaya çıkan ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganını kastetmiyorum. (Eski arkadaşlarından neyi kastettiğimi anlayan anlamıştır. Nasipse, ileride açarız bu eski defteri. Şimdi istemeyin ama.)

Aynı zamanda epeydir yüzleşemediğimiz, kapının arkasına süpürmeyi tercih ettiğimiz Türkiye Ermenilerinin varlığı üzerine yoğun bir tartışmayı da başlattığı için Hrant Dink’in katli, bir telefata dönüşmemiş, gerçek bir ölüm olarak ortak hafızamızı hareketlendirmiş bulunuyor. Velhasıl, tartışma devam ettiği sürece yaşayacak demektir. Konuyu tartışmak da ister istemez Türkiye Ermenilerinin tarihini, özellikle de Osmanlı dönemindeki macerasını ayrıntılarıyla bilmeyi gerektiriyor. Tarih bir kere daha sahnede yerini alıyor; ne kadar susturmak istersek isteyelim, fırsatını bulup konuşmaya başlıyor.


ÇARKCIYAN NE DİYOR?

"Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesiyle Ermenilerin geleceği için yeni bir yıldızın parlamaya başladığını söylersem tarihî bir gerçeği ortaya çıkarmış olacağıma inanıyorum. Bu itibarla eğer İstanbul’a Türkler gelmemiş veya gelmeleri gecikmiş olsaydı, o oranda da Ermenilerin İstanbul’a yerleşmeleri ve gelişim göstermeleri şüpheli olur, hatta belki de izleri bulunmazdı."

Bu ilginç satırlar kime ait olabilir dersiniz? Bir Türke mi? Böyle düşünüyorsanız, yanıldınız. Olsa olsa bir Türk’ün telaffuz edebileceğine ihtimal verdiğiniz bu sözler, İstanbullu bir Katolik Ermeni rahibi olan Y.G. Çarkcıyan’a ait. Rahip Çarkcıyan, son derece ilginç bilgiler verdiği ‘Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler’ adlı kitabında (ilk baskısı 1953’de yapılmıştır) özelde Katolik Ermenilerinin, genelde de Ermenilerin Osmanlı Devleti bünyesindeki yer yer sevinç, yer yer de trajedi dolu sergüzeştini rahat bir dille anlatıyor. Yine de son kararı şu oluyor yazarın: "Osmanlı Devleti olmasaydı Ermeniler bu topraklarda tutunamaz, yükselemez ve gelişemezlerdi." Kitap buna dair yüzlerce misalle dolu.

Ben bu misallerden sadece birini, Fatih Sultan Mehmed’in Ermenilere gösterdiği hoşgörünün bir sembolü olarak Papaz Ovakim’le ilişkisini zikredeceğim. İşte bir Ermeni din adamının ağzından Fatih’in bir Ermeni papazıyla olan ilişkisinin hikayesi.




(Osmanlı'da Ermeni Sporcular)

BURSALI OVAKİM VE FATİH

Fatih Sultan Mehmed kelimenin tam manasıyla bir Müslümandır kuşkusuz. Ne var ki, bugün maruz kaldığımız bazı dar bakışlardan kesin olarak uzak bir Müslümanlıktır onunkisi. Fatih’in ufukları tarayan engin periskopu, bir yandan Ahi Evren’e, öbür yandan Homeros’a uzanır, coğrafyacı Batlamyus ilefilozof Ali Kuşçu arasında gider gelir ve İtalyan ressam Ferrara ile İranlı minyatürcü Behzat’ı buluşturur. Hıristiyan inancının esaslarını merak ettiği kadar İmam Gazalî’nin yazdığı felsefe eleştirisini de didikler.

Nihayet bütün bunlar onun Şeyhi Akşemseddin’in kuşatıcı Müslümanlık anlayışı içerisinde anlamlı birer yere sahiptir. Fatih’in üst bir gayesi, bir insanlık projesi vardı ve o gayeye bazı dar kalıplarla ulaşılamayacağını düşünüyor, bunun için de bugün hepimizi şaşkınlıktan şaşkınlığa uçuran şaşırtıcı eylemlerde bulunuyordu.

İşte Fatih, daha İstanbul’un fethinden önce, 1451’de, İstanbul’da Ortodokslar tarafından dışlanan Ermeni cemaatine yönelik yakınlaşma politikasının ilk adımlarını Edirne’de atmıştı. Ardından daBursa’da ikamet eden Ermeni Piskoposu Ovakim’le Ermeni kaynaklarında zikredilen bir görüşme yaptı.

Rivayete göre Fatih, tebdil-i kıyafet ederek Ovakim’le görüşmek istemiş. Ovakim o sırada Tevratokuyormuş. Karşısında birdenbire padişahı görünce hayrete düşmüşse de, Sultan’ın sevimli çehresi, heyecanını bastırmasına yardımcı olmuş. Sultan kendisine: "Şu sırada ne okuduğunuzu anlayabilir miyim?" diye sormuş. Ovakim, "Mukaddes Kitaptır, padişahım" cevabını vermiş ve konuşmaları bundan sonra şu minval üzre devam etmiş:

Fatih, "Öyle ise birdenbire bir sayfa aç, bakalım ne gelecek, oku orasını ve izah et" demiş. Bunun üzerine Ovakim Tevrat’tan rastgele bir sayfa açınca şu ayete rastlamış: "Bütün dünyaya sahip olacaksın, padişahım." Fatih hemen ayetin manasının İstanbul’un fethini de kapsayıp kapsamadığını sormuş. Aldığı cevap nettir: "Şüpheniz mi var, ayet tekmil dünyayı fethedeceğinizi söylüyor." Genç Sultan, "Öyleyse" demiş, "Benim için dua eyle. Eğer İstanbul’u alırsam onu payitaht (başkent) edeceğim ve seni de ahalinle birlikte oraya getirtip patrik yapacağım."

Sonuçta bu bir rivayet, deyip geçebilirsiniz. Lakin Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra hakikaten Ovakim’i Bursa’da aratıp buldurduğunu ve pek çok Ermeni aileyle birlikte İstanbul’a getirterek bir Ermeni Patrikliği tesis ettiğini ve başına da Bursa Piskoposu Ovakim’i getirdiğini bilince, bu rivayetin sıhhat cıvası termometremizi yükseltiyor.



PATRİKHANE KURAN PADİŞAH!

Fatih’in yeni başkentine Bursa’dan getirttiği Ermeniler din adamlarından ibaret değildi kuşkusuz. Sanatkár, mimar ve özellikle ziraatla uğraşan köylüler ağırlıktaydı. Tabii işçiler ve tüccarlar da bulunuyordu. Ermenilerin sadakatlerinden emin olan Fatih, onları şehrin en güzel ve merkeze yakın bölgelerine yerleştirdi. SamatyaTopkapıKumkapıEdirnekapıBalat gibi semtler Ermenilerin yeni mekanları oldu. Nihayet kendilerine dinî merkez olarak o zamana kadar Ortodoksların elinde bulunanSulu Manastır Kilisesi’ni tahsis etti ve başına da Patrik olarak Ovakim’i tayin etti. Yıl, 1461’di.

İşte Ermeni Ortodoks Patrikhanesi’nin kuruluş öyküsü böyle. Her yıl 29 Mayıs günü Ermeni Patriği Fatih’in türbesini ziyaretle kendisine duydukları şükranı ifade eder. Ve her seferinde de aşağı yukarı şu ifadeleri kullanır: "Fatih Sultan Mehmed Müslüman olmayan tebaya ruhanî önderlik makamı tesis eden ilk Müslüman hükümdar olarak tarihe geçmiştir."

Biz susalım, tarih konuşsun bir süre.

Mustafa Armağan


31 Ekim 2014 Cuma

TÜRKLER, SELÇUKLULAR VE OSMANLILAR İLE BAŞLAYARAK, ERMENİLERDEN TOPRAK MI ALMIŞ



TÜRKLER, SELÇUKLULAR VE OSMANLILAR İLE BAŞLAYARAK, ERMENİ TOPRAKLARINI ERMENİLERDEN ZORLA MI ALMIŞ VE İŞGAL ETMİŞLERDİR?

Ermenilerin bir zamanlar toplu olarak oturdukları bölge tarihin kaydettiği dönemlerde M.Ö. 521'den 344'e kadar bir Pers vilâyeti, 344'den 215'e kadar Makedonya İmparatorluğunun bir parçası, 215'den 190'a kadar Selefkitlere tâbi bir vilâyet, 190'dan M.S. 220'e kadar  ile Partlar arasında sık sık el değiştiren bir mücadele alanı, 220'lerden V. yüzyıl başına kadar bir Sasani vilâyeti, V. yüzyıldan VII. yüzyıla kadar bir Bizans vilâyeti, VII. yüzyıldan başlayarak bu kez Arap egemenliğinde bir toprak parçası, X. yüzyılda yeniden Bizans vilâyeti olmuş ve XI. yüzyıldan başlayarak bölgeye Türkler gelmişlerdir.

Bu denli çeşitli egemenlikler altında yaşayan Ermeniler, tarih boyunca, o dönemlerin olağan siyasî ve toplumsal düzeni olan derebeylik, yani belirli bölgelerde belirli ailelerin nüfuz sahibi olmaları sistemi dışında, hiçbir zaman bağımsız, birleşik ve sürekli bir devlete sahip olmamışlardır.

Ermeni tarihçilerin Ermeni Krallıkları olarak niteledikleri Ermeni Beylikleri aslında her zaman bir "suzerain"e bağlı "vassal"lar olarak yaşamışlar, yabancı devletler arasında tampon bölgeler oluşturmuşlardır. Ermeni Beylikleri ya da Prensliklerinin bir çoğu da bölgeye hakim olan yabancı devletlerce kurdurulmuş, Ermenileri kendi saflarına çekmek ya da bir diğer güce karşı kullanmak isteyen hakim devletler kendilerine yakın buldukları Ermeni ailelerini bu beylik ya da prensliklerin başına getirmişlerdir. Örneğin, Bagrat ailesinden Aşot'u ve Ardruzuni ailesinden Haçik Gaik'i Arap halifeleri prens yapmışlardır. Prens ya da Bey ünvanı verilen Ermeni Ailelerinden bazılarının da Ermeni değil, Pers soylu olduklarını belirtmek gerekir.

Bu husus Ermeni tarihçi Kevork Aslan'ın şu sözleriyle de doğrulanmaktadır:

"Ermeniler derebeylikler halinde yaşamışlardır. Birbirlerine vatan hisleriyle bağlı değildirler. Aralarında siyasi bağlar yoktur. Yalnızca yaşadıkları derebeyliklere bağlıdırlar. Vatanseverlikleri de bu nedenle bölgeseldir. Birbirleriyle bağlarını siyasi ilişkiler değil, dilleri ve dinleri oluşturur."(2)

Tarihleri boyunca çeşitli büyük imparatorluk ve devletlerin nüfuzu altında yaşayan ve bunlar arasında mücadele alanı olan Ermeni Beyliklerinin bir takım ek avantajlar sağlamak amacıyla bu güçler arasında sık sık taraf değiştirmeleri, Ermeni halkının büyük acılara maruz kalmasına yol açmıştır. Romalı tarihçi Tacitus, "Annalium Liber" adlı eserinde "Ermenilerin Roma ve Pers İmparatorlukları karşısında tutum değiştirerek kâh Romalılarla, kah Perslerle birlikte hareket ettiklerini" yazmakta ve bu nedenle Ermeni halkının "acayip bir halk" olarak nitelemektedir.

Gerek bu davranışları, gerek büyük imparatorluklara tâbi olarak yaşamaları Ermenilerin sık sık tehcire uğramalarına ya da kendiliklerinden göç etmelerine neden olmuştur.

Perslerden kaçıp İç Anadolu'da Kayseri yöresine yerleşmişler, Sasanilerce İran içlerine, Araplarca Suriye ve Arabistan'a, Bizanslılarca İç Anadolu, İstanbul, Trakya, Makedonya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Transilvanya ve Kırım'a, Haçlı seferleri sırasında Kıbrıs, Girit ve İtalya'ya, Moğal istilasında Kazan ve Astrahan'a, Ruslarca Kırım ve Kafkasya'dan Rusya içlerine tehcir edilmişlerdir. Ermenilerin Sicilya'dan Hindistan'a, Kırım'dan Arabistan'a kadar uzanan çeşitli bölgelere dağılmaları bu tehcirlerin sonucudur. Bu da göstermektedir ki, 1915'de Osmanlılarca tehcir edilmeleri uğradıkları ilk tehcir olmadığı gibi, Ermeni diasporası denilen olgu da 1915 tehcirinin sonucu olarak ortaya çıkmamıştır. Özellikle Sivas yörelerine getirilişleri Selçukluların Anadolu'ya gelişlerinden pek kısa bir süre önce olmuştur.

Hıristiyanlığı kabul etmelerinden sonra 451 yılında Bizans kilisesinden ayrılmaları Türklerin Anadolu'yu iskânlarına kadar süren bir Bizans-Ermeni çatışmasına, Ermenilerin Bizans tarafından ezilmesine, eritilmeye çalışılmasına ve esasen Bizans'a tâbi olan Ermeni beyliklerinin yok edilmesine yol açmıştır. Bizans'ın Ermenileri çeşitli yerlere sürmesi ve diğer yabancı güçlere karşı piyon olarak kullanması da buradan kaynaklanmaktadır. Bizans'ın bu zulmü Ermeni tarihçilerince bütün ayrıntılarıyla dile getirilmiştir.

Selçuklu Türkleri işte böyle bir ortamda XI. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu'ya toplu şekilde gelmeye başlamışlardır. Selçukluların ele geçirmeye başladıkları Anadolu topraklarında bir başka devlete tâbi durumda dahi bir Ermeni Prensliği bulunmamaktadır ve Selçukluların karşısındaki güç Bizans'tır.

Selçuklu Hakanı Alpaslan eski Ermeni Prensliği Ani'nin topraklarını 1064'de ele geçirmiştir ama, bu Prensliğin varlığına esasen 1045'de, yani Türklerin gelişinden 19 yıl önce Bizans tarafından son verilmiştir. Dolayısıyla, Selçukluların ilerlediği topraklar, üzerinde diğer kavimlerin yanı sıra Ermenilerin de yaşadıkları Bizans topraklarıdır. Bu nedenle Selçukluların bir Ermeni devleti ya da prensliğini işgal ve istila ettikleri yolunda ileri sürülebilecek herhangi bir iddianın tarih karşısında doğrulanmasına maddeten imkân yoktur.

Üstelik, tarih bunun tersini kanıtlamakta ve Ermenilerin Bizans'ın yüzyıllardır süren zulmüne son verilmesi amacıyla Selçukluların Anadolu topraklarını ele geçirmelerine yardımcı olduklarını göstermektedir.

Ermeni tarihçi Asoghik'in "Ermenilerin Bizans'ın olan düşmanlıkları nedeniyle Türklerin Anadolu'ya gelmesine sevinmişler, hatta Türklere yardım etmişlerdir" yolundaki sözleri bu olguyu belgelemektedir. Urfa'nın Türklerce fethinin de kentteki Ermenilerce bir bayram havası içinde kutlandığı yine Ermeni tarihçi Urfalı Mateos tarafından kaydedilmiştir.

Burada, Anadolu Selçuklu Devleti ile çağdaş olan bir Ermeni Prensliğinden de söz etmek gerekmektedir. Bu Prenslik, Kilikya Ermeni Prensliğidir. Kilikya'daki Ermeni varlığı ise Bizans'ın Ermenilere uyguladığı tehcir politikası sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Doğu Anadolu'daki son Ermeni Prensliklerinin Bizans tarafından yıkılması üzerine Kilikya'ya yeni bir Ermeni göçü daha olmuştur ve bu son göç 1080 yılında Kilikya Ermeni Prensliğinin kurulmasına vesile teşkil etmiştir. Haçlı Seferleri sırasında Haçlılara yaptığı yardımlar ve Bizans'ın giderek zayıflaması nedeniyle varlığını sürdürebilen, ancak yine de Bizans'a daha sonra Haçlılara ve Moğollara ve nihayet Katoliklere bağımlı durumda bulunan bu Prenslik Türklerle iyi ilişkiler içinde olmuş ve sonunda Kıbrıs'ta yerleşmiş Katolik Lusignan ailesinin egemenliğine girmiştir. Bu durum Gregoryen Ermenileri memnun etmeyecek ve bu memnuniyetsizlik prensliğin 1375 yılında Memlûkların eline geçmesinde önemli bir rol oynayacaktır.

Kilikya'ya bu son Ermeni göçünün burada Eçmiyazin'den aynı bir Ermeni kilisesinin kurulmasına da yol açtığını ve bu ayrılığın bugün de sürdüğünü belirtmekte yarar vardır. Osmanlılar döneminde ise durum çok daha açıktır. Doğu Anadolu, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde Akkoyunlular ile Safavilerden, Güney Anadolu ise Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır Memlûklularından alınmıştır.

Gerçek bu olduğuna göre, Osmanlıların bir Ermeni Devleti ya da Prenslik ve Beyliğine ait toprakların işgal ve istila ettikleri yolundaki iddia da tarih önünde yenik düşmektedir.

Dipnot:
( 2 ) ASLAN, Kevork; L'Arménie et les Arméniens, istanbul, 1914)

..