2 Mart 2016 Çarşamba

Emperyalizm, Evanjelizm ve Osmanlı Ermenileri



Emperyalizm, Evanjelizm ve Osmanlı Ermenileri,




Emperyalizm, Evanjelizm ve Osmanlı Ermenileri, 

Jeremy Salt 
İstanbul, Tarih/Kuram Yayınları, 2015, 215 sayfa, ISBN:978-605-9833-02-8 

Sait KARADUMAN ** 
* Kara Harp Okulu misafir öğretim elemanı 
Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 

Sait Karaduman 

Ermeni Sorunu konusunda yazılmış çok fazla kitap bulunuyor ve çoğunun gerçeği yansıtmadığı görülüyor. Jeremy Salt kitabının önsözünde, aydın diye görünen kişilerin rol aldığı şu üzüntü verici konuyu gündeme getiriyor. 

“2008 yılında bir grup Türk aydını internet üzerinden ‘özür diliyorum’ başlığı ile bir imza kampanyası başlattı: ‘Osmanlı Ermenilerinin 1915 yılında maruz kaldıkları Büyük Felakete duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor ve -kendi payıma-kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.” 

Yazar buna itiraz ediyor ve Türklerin de çok büyük kayıplar verdiğini, yarım milyon Müslüman Osmanlının hunharca öldürüldüğünü, dilekçeyi imzalayan aydınların bundan hiç söz etmediklerini belirtiyor. 

Bir yüzyıl sonra bile eğitimli Türkler sivil Müslümanların çektikleri acının boyutunu bilmiyorlarsa ya da kabul etmeye içleri elvermiyorsa bu boyutta savaş acılarının Batı’daki yaygın anlatılarda hiç yer almamasına şaşırmamak gerektiğini ifade ediyor. Jeremy Salt, bu eseri 1980’lerde ABD’de doktora tezi seçimi sırasında Hicaz Demiryolları konusunu seçmeyi düşünürken belgeleri incelediğinde, Ermeni Sorununun önemini ve sorunun ortaya çıkmasında yabancı devletlerin, misyonerlerin ve hümaniterlerin rolünü fark ediyor. Bunun üzerine tez olarak bu konuyu seçtiğini ifade ediyor. Çalışmaları sırasında on yılları kapsayan ABD ve İngiliz arşivlerini incelemiş, ayrıca on dokuzuncu yüzyılda yaşamış gezgin, diplomat ve misyonerlerin anılarından istifade etmiştir. 

Jeremy Salt, Ermeni sorununun on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğindeki durumunu araştırmış, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşananlarla ilgili çok şey yazılmış olmasına rağmen 1890’lar ve öncesi döneme ait pek inceleme olmadığını vurgulamıştır. Yazarın bu döneme ait belgeleri derinliğine araştırdığını görüyoruz. Ermeni sorununun 1915’ ten önce nasıl ortaya çıktığını ortaya koyuyor. Salt,araştırdığı dönemde Müslümanların çektiği sıkıntıların göz ardı edildiğini ifade ediyor. O dönemde Hristiyan Osmanlıların durumunun, 
Müslüman Osmanlılardan daha kötü olmadığını gösteren pek çok kanıt olduğunu belirtiyor. 

Batılılar, Berlin Antlaşmasına İngilizlerin de etkisiyle kapıyı aralama mahiyetinde Ermenilerin yaşadığı bölgelere reform yapılması ibaresini koyuyorlar ve bunun peşine düşüyorlar. Ermeniler, başta İngiltere olmak üzere Avrupa gücünün, arkalarında olduğunu hissedince sorunlar çıkarmaya, örgütler kurmaya isyan hazırlıklarına başlıyorlar. 

Bu arada yaşanan olaylarda Osmanlı topraklarında yaşayan misyonerlerin etkilerini görüyoruz. Misyonerlerin faaliyeti, Osmanlı Devleti’ndeki Hristiyanların durumunu başka bir boyuta taşımaya yardımcı olmuştur. 1830’larda Ermeni misyonerleri Anadolu’ya yayılmaya başlıyorlar. 1880’lerde misyonerlerin işgal ettiği kentler ve kasabaların sayısı 394’e ulaşıyor. Misyonerler Osmanlı topraklarında bir ömür geçirmiş olmalarına rağmen olayları sadece Hristiyan bakış açısıyla değerlendiriyorlar. Toplumu bütünüyle kavrayarak, sorunları gerçekçi bir şekilde görmekten çok uzak ve doğru bilgiyi saklayıp çarpıtan bir anlayışa sahip olduklarını görüyoruz. Onları ilgilendiren sadece Hristiyan halkın meseleleri idi. Her şeyden önemlisi, 1870’lerde İstanbul’daki elçiliklerin ve Avrupa basınının tek ve en önemli bilgi kaynağı idiler. Yazar, Misyonerlerin Amerikan kamuoyundaki etkileri nedeniyle bugün bile Osmanlı ve Türk tarihine önyargısız bakılamadığını ifade ediyor. 

Yazar Özellikle 1870-1895 yıllarında yaşanan problemlere odaklanmıştır. 

Bu dönemde olayları başlatanların Ermeni ihtilalciler olduğunu görüyoruz. Ermeni ihtilalcilerin hedefinin, 

Türkleri kışkırtarak Ermenilere saldırtmak ve böylece Avrupa’nın desteğini almak olduğu görülüyor.

   19’uncu yüzyılın son çeyreğinde Hristiyanların İslamiyet aleyhinde tartışmaları, Avrupalı güçlerin Osmanlı topraklarındaki maddi çıkarları, Yabancıların Hristiyan 
Osmanlıların durumuna gösterdikleri ilgi ve bu halkların istekleri bir noktada birleşiyor. Bu süreç Kırım Savaşını bitiren Paris Antlaşması ile başlıyor, 1878 Berlin Kongresi’yle hız kazanıyor. Böylece Batı, Osmanlı yönetiminin işlerine daha fazla müdahale etmeye başlıyor. 

1875-76’da başta Bulgar ayaklanması olmak üzere Balkanlarda yaşanan sıkıntılar ve bu isyanların bastırılması sırasında aşırı ve zalimce uygulamalar Avrupa’da büyük propaganda yapılmasına zemin oluşturmuştur. Başta İngiltere olmak üzere Batı Emperyalizmi; çıkarları ile Ermeni sorununu birleştirerek Abdülhamit’e yoğun baskı uygulamıştır. 

Türk düşmanı İngiliz Başbakanı Gladstone bunu kullanarak “ Bu basit bir Müslümanlık meselesi değildir, belirli bir ırkın özelliklerinin karıştığı Müslümanlık meselesidir. Bunlar Avrupa’ya girdikleri o ilk kara günden itibaren bütünüyle büyük bir kan izi bıraktılar; Egemenlikleri altına aldıkları yerlerde uygarlık yok oldu.” ifadelerini kullanarak Avrupa’da kamuoyu oluşturmuştur. 

Bu çalkantılı dönümde Ermeni meselesi uluslararası gündeme girmiştir. Berlin Kongresi öncesi Ermeniler; Londra, Paris, Roma ve Berlin’de yoğun kulis yapmışlar ve Ermeni bölgelerinde reform uygulamaları gündeme getirilmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Ermeni eylemcilerin faaliyeti yoğunlaştı. Van’da Kara Haç Cemiyeti Armenaklar, İstanbul’da Ermeni Vatanperverler İttihadı ve Erzurum’da Anavatan Savunucuları Hareketi. Bunlar ihtilalci eylemlerde çok etkili olmadılar. Buna karşın en etkili hareketler Avrupa’da Hınçaklar ve Rusya’da Taşnaklar tarafından gerçekleştirildi. “ Bağımsızlıklarını kazanmak için Ermenilere her yol serbesttir. Türkleri ve Kürtleri nerede ve nasıl olursa olsun bulduğun yerde öldür.” diyorlardı. 

Bütün tahriklerden sonra Ermeni isyanları gelmeye başladı. 1881’de Zeytun, 1894’te Sason ayaklanmaları, 1895’te Van isyanı, 1896 Maraş, Antep, Arapkir ve Harput olayları yaşandı. 

Jeremy Salt, olayların Ermeniler tarafından başlatıldığını, belgelerin geniş kapsamlı çalışmalarla ortaya konması gerekliliğini ifade etmektedir. Ermeniler ayaklanmayı müteakip Avrupa’nın hemen yardıma geleceğini zannediyorlardı. 

Bu olaylarda Amerika ve İngilizlerin tek bilgi kaynağı misyonerlerdi. Çok yanlı bilgiler veriyorlardı. Örneğin; Sason olaylarında 269 kişi ölmüş olmasına rağmen binlerce masumun katledildiği bildiriliyordu. Yazar, altı vilayette pek çok Müslüman öldürüldüğünü vurguluyor ancak misyonerlerin buna hiç değinmediğini ifade ediyor. 

1894-1896 yılları arasında 5.000 ile 10.000 arasında Müslüman öldürülmüştü. Ermeni sorununu açıklamaya çalışan Avrupa basınında, bu Müslüman kurbanlardan hemen hemen hiç bahsedilmemişti. 

Aslında Osmanlı yönetiminde Hristiyanlara kıyasla Türkler hep daha çok ezilmişlerdi. 40 yıl Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşamış olan konsolos Blunt ve konsolos Palgrave (İngiliz Diplomatlar) 1860-70 yıllarında yazmış oldukları raporlarda, Osmanlı toplumunda zarar görenlerin köylerde ve kasabalarda yaşayan Müslümanlar olduğunu, sorumsuz merkezi yönetimde hiçbir şekilde temsil edilmediklerini, şikayetlerini iletebilecekleri hiçbir yer olmadığını bildirmişlerdi. Hristiyanların ise ellerinin altında konsoloslukları, temsilcilikleri 
ve bazen büyükelçilikleri, ayrıca istinaf mahkemeleri ve haklarını arayan temsilcileri olduğu bildiriliyordu. 

Sason’dan gelen haberlerden sonra Ermeni davasının güçlü lobicileri -İngilizler ve diğerleriSultanı, Berlin Kongresi’nde verdiği sözleri yerine getirmeye zorluyorlardı. 1895-96 yılları ihtilalci komitelerin Osmanlı silahlı kuvvetleri ile yarıştığı şiddetli çatışmalara sahne oluyor ve binlerce kişi yaşamını yitiriyordu. 
Jeremy Salt, olayların tablosunu çıkarmaya çalışırken pek çok mektubun/ raporun onları yazanın gördüklerine değil, kendilerine anlatılanlara dayandığını unutmamak gerektiğini ifade ediyor. Bilgiler olayın yaşandığı yerin birkaç yüz kilometre uzağında yaşayan misyoner ya da konsolosun anlattıklarına dayanıyordu. Misyoner, tüm Ermenilerin katledildiğini bildirdiği bölgeye gittiğinde, yine hala orada bulunan bir Ermeni’nin ağzından duyduklarını aktarıyordu. 

Kayıp sayılarında Ermenileri artırıcı, Türkleri azaltıcı bir eğilim vardı. Bütün Avrupa gazetelerinde Ermenilere yapılan zulüm yürek parçalayıcı bir şekilde anlatılırken, yakılıp yıkılan Müslüman köylerin ve ölen Müslümanların çok azına değinilmektedir. Kuşkusuz her iki grupta da durum iyi değildi. Ermenilerin ve destekçilerinin, Türkleri ve Kürtleri suçladıkları acımasızlıkları kendilerinin de yaptıklarını ve mümkün olduğunda altta kalmadıklarını gösteren bolca kanıt vardır. 

Yazar, misyonerleri işgüzarlık ve sağduyu sahibi olmayan kişiler olarak belirtiyor. 

“Amerikalı seçkin eğitimci Robert Kolejinin müdürü Washburn İngiliz Kraliçesinin resmi kuryesi yerine geçti. Öğretmenler (Misyonerler) burada İngiliz Büyükelçisi ile Evangelik ittifakı kurdular. Zaman zaman New York, Londra ve Boston basınına halkın duygularını derinden etkileyecek vahşet makaleleri verdiler. Haziran 1895’te misyoner Cole, Bitlis’ten Amerikan Sefaretine ve İngiliz Büyükelçiliğine telgraf göndererek Sason’da 65 kişinin açlıktan öldüğünü ileri sürdü ve Sultanın yardım fonunun (Atiyye-i Seniyye) yönetimini eleştirdi. Fakat sonradan anlaşıldı ki Sason’da kimse açlıktan ölmemişti.” 

Jeremy Salt, Ermeni sorununu dini ya da etnik bağlamda açıklamanın ve diğer toplumsal olayları göz ardı etmenin meseleyi karıştırmaktan başka işe yaramayacağını ifade etmektedir. 

1890’larda yaşanan olaylarda, İngiltere’nin ve misyonerlerin takındığı tavır ve icraatın Ermeni sorununun doğmasına katkıda bulunduğunu belirtiyor. Abdülhamit’i şiddetle suçlayanlara karşı elde somut bir kanıt olmadığını vurguluyor. 

Bölgede yaşananların başlangıç noktasının; toplumsal ortam, idarenin ciddi eksikleri, Ermenilere yapılanlar anlamında Kürtleri kontrol etmenin zorluğu, yol ve iletişimin eksikliği, yaşam standardının ve eğitim seviyesinin düşüklüğü, en önemli kültürel dayanak noktasının din olması ve muhafazakar Müslümanların bunu korumaya kararlı olması, dengeyi bozacak gibi görünen her şeye kuşkuyla bakılmış olması gibi nedenler olduğunu söylüyor. 

19’uncu yüzyılda Avrupa-Osmanlı ilişkilerinde en önemli ve büyük olayların Abdülhamit döneminde yaşandığını, Abdülhamit’e ilişkin değerlendirmelerin kulaktan dolma olduğunu ve hala İngilizce bilimsel bir biyografisinin olmamasının şaşırtıcı olduğunu belirtiyor. Abdülhamit’in, Ermenileri cezalandırmak için resmi yaptırım uyguladığının bir kanıtı 

olmadığını vurguluyor. Ermeni sorununun gelişimi sırasında Abdülhamit’in rolünün pek çok etkenden yalnızca bir tanesi olduğunu ifade ediyor. 
Eser, Batılı bir akademisyenin birinci el kaynaklardan ve arşivlerden yararlanarak hazırladığı doktora tezidir. Ermeni problemi gibi çok önemli tarihi olaylarda Batılı veya herhangi bir aydını/yazarı değerli kılan olaya adil ve doğru bakabilmesidir. Jeremy Salt’da bu nedenle önemsenmelidir. 

Yaşanan olaylarda aktarılanlar, söylentiye ve olay sırasında bölgeden yüzlerce kilometre uzaklıkta bulunan misyonerlerin kulaktan dolma elde ettiği bilgilere dayanıyor. Günümüzde belge diye anlatılanlar bunlardır. Ermeni soykırımı yoktur diye ifade etmenin dahi suç sayıldığı medeni (!) Batıda, olayları objektif bakış açısıyla anlatan tarihçilerin varlığı çok önemlidir. 2008’de yayımlanan ‘Bildiri’de imzası bulunan Türk Aydınlarının düştüğü durum üzüntü vericidir. 

Tabii bu arada Ermeni katliamı ifadeleri ve beyanları ile ödüller alarak ortalıkta dolaşanların da bulunduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu durum konunun nasılda ticari bir boyut kazandığını, Batı emperyalizmi ahlaksızlığının, Nobel dahil her şeyi ve her türlü değeri nasıl kullanabildiğini açıkça göstermektedir. Ülkemizde aydınım diyerek ticaret yapan sahtekarların bilinmesi gerektiği gibi, tüm yabancı dürüst tarihçilerin de yakından tanınması, tercüme edilmesi, kıymetlerinin bilinmesi önem arz etmektedir. 

Hristiyan misyonerlerin, Avrupalıların fikirlerini büyük ölçüde etkilediğini düşünürsek, Avrupalının bize ilişkin düşüncelerini algılayabilmek için misyonerlerle ilgili anılar, raporlar, ciddi hazırlanmış tüm dokümanlar mutlaka Türkçeye çevrilmeli, misyonerlerin gerçeklerden kopma/yanıltma noktaları belirlenmelidir. 

Emperyalizmin 150 yıl önceki klasik oyunları kitapta açıkça görülmektedir. İngiliz diplomasisi çok titiz, ayrıntılı çalışıyor, küçük kazanımlarla işe başlıyor. Osmanlı 
topraklarındaki Hristiyanların yaşam şartlarının düzeltilmesi, iyileştirme ve reform yapılması, yarı özerklik, özerklik, hamilik elde edilmesi vb. bunun peşine düşerek sıkıştırma, olaylar çıkarma, isyanı teşvik etme ve ortam uygun olduğunda da tavizler koparıp hedeflerin gerçekleştirilmesi. Bu karışık ortamda Osmanlı Devleti azar azar parçalanırken, İngilizler 1878’de Kıbrıs üzerinde haklar elde etmiş ve müteakiben 1882’de de Mısır’ı işgal etmiştir. Bu gün dahi bu uygulamaların benzer örnekleri görülmektedir. 

Sorunların çözümü için 150 yıl önce yaşananları bilimsel olarak çok iyi tahlil edip ona göre adımlar atılmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Akla geldiği anda strateji değiştirmekle sorunlar çözülemez. 150 yıldır Balkanlarda, Müslüman Arnavutların kopuşunda, Ermeni olaylarında yaşananları, Batının izlediği yolu, kendi yaptığımız hataları irdelemeden günümüz sorularına çare üretmenin imkanı olmadığı görülmektedir. 

Eserde altı çizilmesi gereken bir ifade de şudur. “...On dokuzuncu yüzyılda Evangelist coşku doruk noktasına ulaştı. Diğer Hristiyanlar, Müslümanlar, hatta kafirler mutlak bir doğruya ihtiyaç duyuyorlardı ve eğer mesajının üstünlüğüne dair bir kanıt gerekli ise, Avrupa uygarlığının “somut başarıları” bir kanıt idi. Mutlak doğru ihtiyacı ve başarı birlikte ilerledi. 

Bu başarılar, ister Arap ister Türk, Orta Asyalı ya da Afgan olsun, ‘Doğu’ ve Müslümanlar hakkındaki indirgemeci görüşü pekiştirdi. Müslümanlar zayıflıklarının farkında idiler, fakat Batı uygarlığının gücünün ahlaki üstünlükte yatmadığını kavrayamadılar.” 

Bu doğrudur. Bugün dahi geçerlidir. 

Batı Emperyalizminin yanında, kendimize yönelik eleştirilere bakıldığında, 135 yıl önce bir Amerikan konsolosunun yazdıkları bugün yaşanmayan şeyler değildir. “ Yalnızca Türkiye’yi bilenler ve Türklerle birlikte yaşamış olanlar entrika sözcüğünün kapsamını ve uygulanabilirliğini kavrayabilirler. Despot bir yönetim altında, halkı korumak için değil, yetkilileri gizlemek için hazırlanmış yasalar. Güçlü olanın haklı olduğu, adaletin, daha doğrusu yargının alınıp satılabildiği, halkın çok azı dışında, kuşkucu, kıskanç, alçak, kinci ve eğitimsiz olduğu, ticaretle uğraşmadığı ve çalışmadığı, bir ülkede yaşayan halk, kötülük ve entrika ile zevki, yaşam tarzı haline getirmektedir.”  Bu ifadeler tabii ki çok insafsızca, ancak üzerinde düşünmeye analiz etmeye yetecek kadar da gerçeği içermektedir. 

Eserde geniş ölçüde Amerikan ve İngiliz kaynaklar kullanılmış, konunun başat unsurlarından olan Rus kaynaklara yer verilmemiştir. Son yıllarda Rus arşivlerini yoğun bir incelemeden geçiren Dr. Mehmet Perinçek, Batılı misyonerlerin Ermeni Sorunu üzerindeki etkisini, birçok kaynak, arşiv, gezgin anlatılarıyla açıkça ortaya koymaktadır. Perinçek’in araştırmalarıyla 1 Jeremy Salt’ın ortaya koyduğu konuların örtüştüğü görülmektedir. 

Eserdeki en önemli eksiklik, yazarın da ifade ettiği gibi, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşananlara değinilmemiş 1895-96’dan sonra yaşananların ilave edilmemiş olmasıdır. Savaş sırasında Doğu Anadolu’da Rus-Ermeni işgali sırasında büyük acılar yaşayan ve büyük bir katliama uğrayan Müslüman Osmanlının dramının vurgulanmamasıdır. 


1 Mehmet Perinçek, Ermeni Milliyetçiliğinin Serüveni, Kaynak Yayınları, 2015 

Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 



..

26 Şubat 2016 Cuma

1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?



1915 Trajedisi “ Soykırım ” mı?

BİLGESAM Araştırmacısı Dicle Sasaoğlu’nun Bilge Adamlar  Kurulu Üyesi Büyükelçi Ümit Pamir ile mülakatı

SORU- Nisan 2015 Türkiye’nin aleyhine kullanılan “ Soykırım ” suçlamasının 100. yılına denk gelmektedir. Günümüzde sadece siyasi boyutuyla ele alınan bu 
sorunun geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu tarihi sorunu değerlendirmeden önce o dönemin genel tablosuna bakmamız uygun olur. Tarihte bütün imparatorlukların yıkılışı ki Roma, Habsburg, Britanya 
ve Osmanlı imparatorlukları buna örnek olarak gösterilebilir, beraberinde sancılı, karmaşık, bazen felaketlerle dolu dönemlere sahne olmuştur. 

Osmanlı, Trablusgarp ve Balkanlar’dan sonra Kafkaslar, Suriye ve Irak cephelerinde, Çanakkale’de savaş halindedir. Ermenilerin “soykırım”ın başladığı tarih olarak algıladığı ve bazı Ermeni ileri gelenlerinin tutuklandıkları 24 Nisan 1915’te İngiliz donanması Çanakkale önündedir. Ertesi gün saldırıya geçeceklerdir. 
Sırpların ve Bulgarların bağımsızlıklarını kazanmaları, çöküntü halindeki Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermeni devleti kurmayı hedefleyen milliyetçilik cereyanlarını körüklemiş ve “ Doğu Meselesi ”nin Osmanlı’nın parçalanması suretiyle kesin bir çözüme kavuşturulmasının artık zamanı geldiğini düşünen Rusya, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci Batı ülkeleri Ermenilerin bu hayallerini istismar ederek onları teşvik etmişler, kışkırtmışlar ve ellerinden gelen yardımlarda bulunmuşlardır. Ermeniler de maalesef bu vaadlere kanmışlardır. 

SORU- Türklerin ve Ermenilerin yüzyıllarca barış içinde birlikte yaşayan dost milletler oldukları bilinmektedir. Bu çerçevede 1915 yılında alınan tehcir kararını nasıl yorumluyorsunuz? 

Birden bire bu dostluğun bozulması için yani birisinin sabahleyin kalkıp da “ Hadi ben 800-900 yıldır birlikte yaşadığım insanları tehcire tabii tutayım ” demesi için 
birşeylerin olması gerekir. Birşeyler oluyor ki hükümet tehcire başvuruyor. Bunlar nedir? 


Çöküntü halinde bir imparatorluğa dönüşen Osmanlıyı bölmek isteyen büyük devletlerin himayesinde “Doğu Hıristiyanlarını Koruma Cemiyetleri” kuruluyor, 
bunlar ayrıca federasyonlar da kuruyorlar. Bu misyonerlerin kışkırtıcı bir takım faaliyetleri mevcut. Yine bu dönemde bir takım Ermeni çeteleri oluşuyor. 
Bu çeteler isyanlar düzenlemeye başlıyor. Bazıları büyük kitleler halinde Rus ve Fransız ordularına gönüllü olarak katılıyorlar, özel taburlar kuruyorlar, onların 
üniformalarını giyiyorlar, Doğu’da ilerleyen Rus orduları ile birlikte düşmanla işbirliği yapan bir konuma geçiyorlar. Aynı durum Güneydoğu’da Fransızlarla da 
söz konusu. 

Yaptıkları mezalime karşı yerel halkta tepkiler oluşuyor. Zaten kendileri de Milletler Cemiyeti’ndeki görüşmelerde “200 bin Ermeni’nin İtilaf devletlerine yardım amacıyla” yaşamlarını kaybettiklerini açıkça kabul ediyorlar. O tarihe kadar “sadık tebaa” olarak tanımladığı Ermenilerin savaş halinde olduğu ülkelerle işbirliğinde bulunmasını ihanet olarak algılayan ve parçalanma süreci içindeki Osmanlı, çaresizlik içinde tek seçenek olan tehcir kararını alıyor. Ermeniler özellikle Rusların ilerlediği bölgelerdeki lojistik ve destek yollarında etkin olmamaları için bölgeden uzaklaştırılıyorlar. Gönderdikleri topraklar Suriye gibi gene Osmanlı toprağı. Hatırlanacağı gibi, Holocaust’ta Yahudiler Almanya’nın savaşta olduğu başka bir ülke ile işbirliği yapmadılar ve onların üniformalarını giymediler. Ona rağmen onlar Polonya gibi Almanya’nın sınırları dışında bir ülkeye gönderildiler. 

Osmanlı ise Suriye topraklarına gönderiyor. 1993 yılında Fransız Le Monde gazetesine verdiği beyanatta Bernard LewisOsmanlı hükümetinin Ermeni ulusuna karşı kitlesel imhayı öngören bir planının olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur ” derken bu hususa da ayrıca değinmiştir. 

Bu çerçevede Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’in Taşnaksutyun Partisi’nin kongresinde yaptığı konuşmada “ Ortada bir emperyalist proje bulunduğunu”, 
“İngiliz işgalinin Ermeni umutlarını yeşillendirdiğini ”, “ kayıtsız şartsız Batı’ya bağımlılıklarını ”, “ Osmanlı ordularına karşı savaşmak üzere gönüllü birlikler 
oluşturduklarını”, “ Türklerin savunma içgüdüsüyle hareket ettiklerini ”, “tehcirin amaca uygun olduğunu” içeren ifadelerini hatırlamak ve hatırlatmak uygun olacaktır. 


Tehcirin düzenli, kontrollü, kimsenin malına canına dokunulmayacak şekilde uygulanması yönündeki talimatlara rağmen, savaş halinde olan yerel halk Ermeni çetelerinin saldırılarının yarattığı öfke ve kin ile bazı olaylara tevessül ediyor. Bazı resmi görevlilerin de görevlerini büyük bir titizlikle yapmadıkları durumlar söz konusu. Devlet otoritesinin büyük ölçüde yıpranmasının yarattığı kargaşa ve zaaflar (açlık, salgın hastalıklar, ulaşım zorlukları, elverişsiz iklim koşulları, iaşe konusundaki ciddi imkânsızlıklar, yağma ve soygun gibi üzücü durumlar) nedeniyle Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı bu tehcir olayı bir trajedidir. Hiç şüphe yok ki bu felaket karşısında bir empati duymak, tehcirin yol açtığı acıları paylaşmak, haksızlıklara uğramış olanlardan özür dilemek gerekmektedir. 
Bu acıların yaşandığı ortamda Osmanlı Müslüman halklarının da büyük acılar yaşadığı görülmektedir. Balkanlarda, Kafkaslarda milyonlarca ölü ve yaralı 
söz konusu. Bir o kadar insan da anayurtlarından sökülmüşler ve Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmışlardır. Sığındıkları topraklarda da savaş süregelmektedir. 


Türk tarafında yaşanan bu trajediler için de üzüntü beyan etmek, empati duymak gerekmez mi? Aksi takdirde, bir tarafın uğradığı felaketi dile getirip öbür tarafın felaketini görmezlikten gelmek “seçici unutkanlığa” (selective amnesia) sığınmak olur.
Bir yıkılış döneminin geri planındaki tablo bu. 

SORU- Türkiye ve Ermenistan’ın farklı tarih anlatılarına sahip oldukları aşikâr. Bu noktada Türkiye’nin tarihçilerden oluşan bir tarih komisyonun kurulması önerisine nasıl bakıyorsunuz?

Ermeni tarihçilerle Türk tarihçilerin bir araya gelmesi fikri ilk defa 1978 yılında Başbakan Sayın Ecevit tarafından ortaya atıldı. Daha sonra 1989’da Türk Tarih 
Kurumu’nun düzenlediği bir sempozyum oldu. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi bir konferans düzenledi. 2009’da yine Tarih Kurumu bir toplantı yaptı. Bunlara 
Ermeni tarihçiler katılacağız dediler. Bazen bir kişi geldi bazen hiç gelmediler. Tarihinizle yüzleşin diyorlar. Tarihinizle yüzleşirken “ben neyi neden yaptım” 
diye bakarsınız. Yüzleşmenin geniş ve kapsayıcı bir kavram olduğu unutulma malı. Tarihle yüzleşirken o tarihteki bütün aktörlerle yüzleşmek, onlar ne yaptılar, ne ettiler onu da bilmek istersiniz. Yoksa “sen tarihe tek başına bak, ben ‘soykırım’ yaptım de, bu iş bitsin” denemez. Yüzleşmedeki tüm tarafların ortaya çıkması lazım, bütün tarafların elindeki belgeleri, bilgileri ortaya dökmesi lazım. 

Ayrıca büyük kargaşa ve altüst olmaların söz konusu olduğu dönemlere, o tarihte cereyan eden olaylara bugünün gözlükleriyle, parametreleriyle, fikirleriyle ve değer yargılarıyla bakmamak lazım. O günkü dünyaya bugünkü gözlükle baktığımız zaman, başka bir tablo görmüş oluruz ve haksız yargı ve sonuçlara varabiliriz. Biz de bu olaylara, ne olup ne bittiğine o günün koşullarından hareketle bakalım diyoruz. Ermenileri tehcir etme planı var, ama Ermenileri soykırıma uğratmak gibi bir plan yok. Bunu kanıtlayacak hiçbir belge de yok. 

Bizim okullarımızda, üniversitelerimizde çocuklarımıza anlattığımız tarihle sizinki arasında büyük fark var. Bu anlatılar arasındaki farkı gidermemizin mümkün 
olup olmadığını araştırmak amacıyla tarihçilerle bir çalışma yapalım diyoruz. Tarihçiler baksınlar eldeki belge ve bilgiler nedir, bunları nesnel biçimde tarasınlar, varacakları sonucu kabul edelim diyoruz. Bundan çekiniyorlar.

Türk, Ermeni ve 3. ülkelerden de tarihçilerin katılacağı komisyon önerisine yanaşmayan Ermenilerin bu konudaki çekincelerine değinmek gerekmekte. Ermeniler tarih komisyonunun kurulup çalışmasının, “soykırım” iddialarını sorgulanabilir hale getirmesinden ötürü çekiniyorlar. Bu özgüven eksikliğinden kaynaklanan bir tutumu yansıtır. Ellerinde “soykırım” konusunda kesin, inandırıcı bilgi ve belge varsa korkmamaları lazım. Türkiye Osmanlı arşivini açmıştır. Rus arşivlerinde çok önemli belgeler var, bir kısmını Mehmet Perinçek yayınladı. Boston’da Ermeni arşivleri var, bir türlü açmıyorlar. Açarlarsa orada kendilerinin de neler yaptıkları ve belki de bu üzücü olayın, bu trajedinin öyle sanıldığı gibi başlamadığı ortaya çıkabilir diye çekiniyor olabilirler. Komisyon çalışmaları sonunda “ Soykırım ” yapıldığı saptanırsa onu kabul ederiz diyoruz. Ama siz baştan “ Soykırım ” olmuştur deyip işe başlayalım dediğiniz zaman bizim, bir soyun “ Soykırım ” gibi çok ciddi bir suçlamayla itibarının lekelenmesini kabul etmemiz söz konusu olamaz. 


Ermenistan ile tarih konusundaki anlatılarımız farklı, ama tarihi yeni baştan yazamayız. Ermeniler bize “tarihi bir tek benim versiyonuma uygun şekilde yazalım” diyorlar. Bunu yapamayız, tarihi yazacaksak birlikte oturup bakmamız lazım. Tarihi yeniden yazamayacağımıza göre hiç değilse geleceği birlikte şekillendirebiliriz. 

Tarihteki travmaların esiri olup geleceği de travmatik bir yaklaşımla ele almamamız gerekir. Hiçbir ulustan tarihini unutması istenemez, tabi ki tarihlerini hatırlayacaklardır ama tarihteki travmalara günümüzdeki davranışlarımızı da etkileyecek şekilde bağlı kalır ve bugünkü ilişkilerimizi, yaklaşımlarımızı bu travmaların etkisinde şekillendirirsek sağlıklı bir konumda olmayız, bir takım hatalar yaparız ki bu hatalar bize pahalıya mal olabilir. Tarihi şekillendirmek lazımdır ama tek bir tarih anlatısını bir tarafa baştan empoze etmek de herhalde oldukça haksız bir durumdur. 

SORU- 1915 yılında yaşanan olayları bugün “ Soykırım ” olarak tanımlayan ve bu süreçte 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia eden görüşler mevcut. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dışişleri Bakanlığı’na 1965’te girdiğimde hatta 1970’lere kadar sayı 500 bin civarındaydı. Rakamlar giderek arttı 800 bin, 900 bin şimdi 1,5 milyona kadar çıktı. Kaldı ki Türkler “soykırım” suçunu işlemişlerdir derken dikkat edilirse bunu belirli bir idareye değil bir ulusa yüklemeye kalkıyorlar. Srebrenitsa’da ve Ruanda’da idareler söz konusu fakat burada tüm bir ulus “soykırım”la itham ediliyor. 

Ermenilerin tezlerinde dayandıkları iddialar Birinci Dünya Savaşı sırasında yayınlanan makaleler, misyonerlerin notları, bir takım hatıratlar ki bunların hiçbiri orijinal nitelikte değil. Üstelik de bunları çarpıtarak kullanıyorlar. Mesela hatırattaki 5 cümleden 1’ini alıyor öbür cümleleri görmezlikten gelip o cümleyi de bazı eklemeler yaparak yayınlıyorlar. Saptırılmış versiyonlarla karşı karşıya kalınca her defasında bunları çürütme konumunda kalıyoruz.

1960’lardan sonra, özellikle Soğuk Savaş’ın da etkisiyle bir Ermeni aktivizmi ortaya çıktı, bu da Türklerin “ Soykırım ” yaptığı tezine dayandı. Giderek bu Ermeni paradigması Ermeni kimliği ile eş anlama gelmeye başladı. Yani biz ancak Türk karşıtlığı üzerinden, Türklerin “soykırım” yaptığını iddia ettikçe Ermeni kimliğini canlı tutabiliriz algısı oluşmaya başladı. Böyle bir paradigma yaratıldığı zaman “ Irkçı Türk ”, “ Hitler’e ilham veren Türk ” gibi ifadelerle karşı karşıya kalınıyor. Bu yaklaşımın son derece siyasi bir yaklaşım olduğu aşikâr zira soykırım konusunda ortada hukuki ve bilimsel bakımdan bir oydaşma mevcut değil. “ Soykırım ” olmuştur diyenler de var, hayır olanlar “soykırım” olarak tanımlanamaz diyenler de.

Bizde tarih eğitimi olmasa da tarih bilmese de “Ermeni soykırımı olmuştur” diyen Taner Akçam, Hasan Cemal gibi gazeteciler var. Buna mukabil 1 Mart 1920 
tarihinde Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Sir Eric Drummond “Türkiye’deki azınlıklar baskıya uğramış ve başıboş çeteler tarafından katliamlar işlenmiştir. 
Ancak bunlar merkezi hükümetin kontrolü dışında cereyan etmiştir.” demiştir. (“Minorities were often oppressed and massacres carried out by irregular bands 
who were entirely outside the control of the central Turkish Government”). Ayrıca Doğu Perinçek davası var. Bu davada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Doğu Perinçek’in haklı olduğunu, 1915 olaylarına “ soykırım ” diyenler olduğu gibi böyle tanımlamayanların da bulunduğunu belirtmiştir. Tarihe siyasal bir açıdan değil, tarihçi gibi bakmak lazım yani belgelere inmek lazım. 

Hukuki bakımdan ortada “ soykırımı ” belgeleyecek bir şey bulunmamaktadır. Bilindiği gibi, 1948 Sözleşmesi soykırım için örneğin Holocaust ve Nurnberg’de 
olduğu gibi “yetkili bir mahkemenin”, “adil ve hukuka uygun” bir yargılama sonunda vereceği kararın, ayrıca “bir yok etme niyetinin” var olması gerektiğini ifade etmektedir. 1915 olaylarında “soykırım” ile ilgili bir mahkeme kararı ve imha niyeti söz konusu değildir. Zaten “soykırım” kavramı Almanya’da Holocaust’tan sonra ortaya çıkıyor. 1915’lerde “soykırım” kavramı diye bir kavram yok. Tabii bu kavramın o tarihlerde mevcut olup olmamasından çok, neyin yapıldığı önemlidir. 


Şimdiye kadar Ermeni “ soykırımı ” konusunda 20 civarında ülkede, parlamentolarda ya karar alındı ya da deklarasyon yayınlandı. Mesela İsveç’te 150’ye karşı 151 oyla, bir oy farkla kabul edildi. Bazılarında parlamentoda kararlar milletvekili sayısının %10’un oyuyla geçti. Kaldı ki siyasal bir konumda olan parlamentoların, kanun koyucunun tarihi olaylar hakkında kanun koyması sağlıklı bir yaklaşım olamaz.

Bu noktada sömürgecilik zihniyetinden kalma algıların hala devam ettiğini söyleyebiliriz. Bu algı “biz üstün toplumuz, sömürgecilik döneminde yaptıklarımız katliam sayılmaz çünkü biz uygarlık götürdük. Türkler ise Avrupa’ya yakışmayan barbarlar ve katliam yaparlar” üzerine kuruludur. Uygarlık götürdük deyip vicdanlarını rahatlatmak ve suçu kendilerinden geri olarak gördükleri toplumlara mal etmek söz konusu. Bunun geri planda var olduğunu akılda tutmamız gerekir. 

“ Soykırım ” temasının, Lozan Barış Antlaşması’ndan 50 yıl sonra uluslararası gündeme taşınmasında, ASALA gibi terör örgütlerinin işlediği cinayetlerin –ki bu 
çerçevede 31’i Türk diplomatı ve yakınları olmak üzere 90 kişi yaşamını yitirmiştir- yanı sıra Avrupa ve ABD’deki bu algının çok önemli rolü olmuştur. O kadar ki bu cinayetler karşısında bigâne kalmak veya olup bitenleri hoşgörüyle karşılamak, bazı Batılı ülkelerde failleri yakalamamak veya asgari cezalarla salıvermek ölçüsüne varabilmiştir. 

SORU- Nisan 2014’te Türkiye, 1915 olaylarında ölenler için Ermenistan’a taziye dileklerini iletmiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi amacıyla bir sonraki adımın sınırın açılması konusunda olacağının sinyallerini vermişti. Alican Sınır Kapısı’nın açılması halinde bunun yaratacağı etkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? 


Bilindiği gibi dünyada 8 milyon Ermeni var, bunun 3 milyonu Ermenistan’da, 2,5 milyonu Rusya’da -ki en büyük Ermeni diasporası Rusya’dadır-, 1,3 milyon 
civarı ABD’de ve 500-600 bini de Fransa’da yaşıyor. 3 milyon nüfusu olan Ermenistan’ın gayrisafi milli hasılası 10 milyar dolar civarında. Türkiye ile ihracatı Gürcistan üzerinden oluyor. Bizim oraya ihracatımız 250 milyon dolar civarında, onlardan da 1 milyon dolar civarında ithalatımız var. 250 milyon dolarlık bir ihracat Türkiye açısından çok önemli bir rakam değil. 

Ancak sınırın açılması sayesinde Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye arasında bölgede kurulacak istikrarlı bir barış ortamı her bakımdan 3 ülkenin de yararına 
olur. Buraya doğrudan yabancı sermaye akışı artar, ekonomik ve sosyal ilişkiler dokusu oluşur, tarihle barışma süreci de kolaylaşabilir. 

Sınırın açılmasının taşımacılık konusunda da bir takım olumlu getirisi olur; Gürcistan üzerinden olan yol kısalır, maliyetler düşer, Türkiye’nin Orta Asya pazarına kuzeyden de gitme imkânı doğar. Sınır ticareti hem Ermenistan hem de Türkiye’deki sınır bölgeleri bakımından kârlı olur. Ancak tüm bunların gerçekleşebilmesi için Yukarı Karabağ sorununda Ermenistan’ın adım atması gerektiğini düşünüyorum. 

SORU- Bu noktada Ekim 2009’da ilişkilerin normalleşme süreci bağlamında iki ülkenin dışişleri bakanları tarafından imzalanan Zürih Protokolleri’ni nasıl 
değerlendiriyorsunuz? 


Protokollerde sınırın açılması öngörülüyordu. Yalnız Zürih Protokolü’nde bildiğim kadarıyla zımni, bazı kaynaklara göre ise daha kesin ABD vaatleri vardı. Bilindiği 
gibi Yukarı Karabağ dışında reyon denilen 7 tane bölge var. Bunlar Ermeni işgali altında. Ermeniler bu protokolleri bizim meclise sevk etme sürecimize paralel 
olarak bazı reyonlardan çekileceklerdi. Bunu yapmadılar. O müzakerelerde ABD tarafının “ Siz merak etmeyin protokolü imzalarsanız, meclise sevk ettiğiniz 
aşamaya paralel olarak belli bir takvim çerçevesinde Ermeniler de bu reyonlar dan çekileceklerdir ” şeklinde bir vaadi olduğu görüşü doğruysa, bizim bu sözlü vaadlerle yetinmeyip bu anlayışı kâğıda dökmemiz lazımdı. ABD gibi büyük bir devletle iş yaparken çok dikkatli olmanız lazım. Benim anladığım kadarıyla biz bir sözlü vaatle yetindik, Amerikalılar Ermenileri ikna edemeyip de Ermeniler hiçbir reyondan çekilmeyince, Türk hükümetinin bunu parlamentodan geçirmesinin imkânı olmadı. Biz özellikle Yukarı Karabağ sorununda Azerbaycan’ı hesaba katmayan bir tutuma giremezdik. Bence hata orada oldu. Amerika vaatlerini gerçekleştiremeyince biz de parlamentodaki süreci ileriye götüremedik. 

SORU- Türkiye’nin iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için verdiği çabalar ortadadır. Peki, Ermenistan ne tür adım atabilir?

Zürih protokollerinin yürürlüğe girmesini sağlamak için Ermenistan’ın reyonların bazılarından çıkması olabilirdi, yapmadılar. Ortada enteresan bir durum da 
var. Ermeni diasporasıyla Ermenistan hep değişken rollere soyunuyorlar. Bazen Ermenistan yakınlaşmadan yana tutum sergiliyor ama diaspora karşı çıkıyor, bazen de diaspora “ Bu iş artık bitirilmeli ” diyor, bu sefer de Ermenistan hükümeti tutumunu sertleştiriyor. Günlük sıkıntıları çekenler Ermenistan’da yaşayanlar, diasporadakiler değil. Diaspora açısından bir de çıkar meselesi var. Diasporadaki Ermeni kuruluşları, özellikle Amerika ve Fransa’dakiler bu işten epey para kazanıyor. Yani bir de işin mali yönü var. “ Soykırım ” temasını işlemekten nemalanıyorlar. 

Ermenilerin meseleye Erivan’dan soğukkanlılıkla bakarak “evet tarihte bir felaket oldu, Türkler bu felaketi kabul ediyorlar, ama bunun baştan ‘soykırım’ 
olmasına karşılar, oturup konuşalım” demesi lazım. 

Bazı Ermeni aydınları, Ermeni halkı adına işlenen cinayetlerden ötürü Türklerden özür dilenmesi amacıyla bir metin hazırlamaya girişmişler fakat ASALA’nın 
kendilerini ölümle tehdit etmesi üzerine bu niyetlerini gerçekleştirememişlerdi. Örneğin bir diğer adım da bu projeyi canlandırmak olabilir.

Bir de bildiğiniz gibi 2015 Şubat ayında Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın protokollerin parlamentodan geri çekilmesi yönünde almış olduğu 
karar var. Karşılıklı iyi niyet adımlarının atılması beklenirken böyle bir kararın alınması hayal kırıklığı yaratmıştır. 

SORU- Sizce Nisan 2015’te neler olacak?

2015 Nisan’da neler olacak bilemiyoruz, ama parlamentolardan çıkacak kararlarla Türkiye’nin baştan “ Soykırımı ” kabul etmesi bekleniyorsa bu olmayacaktır. Ermenilerin yaklaşımı “ Soykırım ” kararını tanıyan 21 tane parlamentodan hareketle bu rakam büyür ve o zaman Türkler bu suçu kabul eder yönündeyse, bunun gerçekleşebileceğini sanmıyorum. Ermeni ulusu eski bir ulustur, ama Türk ulusu da eski bir ulustur. Yani Ermeniler için tarih ne kadar kutsal ve önemliyse bizim için de kutsaldır. Türkler 1071’den itibaren yaklaşık 10 asra yakın birlikte yaşadıkları Ermenilerin elim trajedisini yadsımamak tadır. Ermeni trajedisini kabulleniyoruz, bunun için taziyelerimizi, empatımizi sunuyoruz ve acılarını paylaşıyoruz ama bizim de bir takım acılarımız var biraz da buna bakalım dendiği zaman da bize karşı cimri davranılmaması gerektiğini düşünüyoruz. 

24 Nisan 2015’ten sonra 100. yıl da bittikten sonraki dönemde Ermenilerin tutumlarını yeni bir bakış açısıyla gözden geçirme imkânı bulmalarını, yeni dinamiklerin devreye sokulacağı yaklaşımların benimsenmesini diliyorum. Geleceği beraber şekillendirmemiz için bir 100 yıl daha beklemememiz lazım geldiğini düşünüyorum. 

Bilge Strateji, Cilt 7, Sayı 12, Bahar 2015

http://www.bilgesam.org/incele/2077/-1915-trajedisi--soykirim--mi-/


****

16 Şubat 2016 Salı

Savaş Esirleri..,


Savaş Esirleri..,




Nil Özben 
21.01.2016




1914-1922 yılları arasında Rusya’nın çeşitli bölgelerinde toplam sayısı 65 bini bulduğu düşünülen Osmanlı askeri esir düştü. Birinci Dünya Savaşı’nın esir askerleri, İkinci Dünya Savaşı’nın esir askerlerine kıyasla daha az incelenmiş bir konu. Osmanlı askerlerinin esaret hikayeleri ise literatürde oldukça küçük bir alan kapsıyor. Mevcut çalışmalar içinde daha ziyade Mısır’daki esir askerler üzerinde durulduğunu görüyoruz. Rusya’dakiler hakkında yapılan yerli çalışmalar son derece sınırlıyken yabancı çalışma neredeyse yok.

Öncelikle bir kavram olarak “ Savaş esiri ”nin üzerinde duralım. Temel bir tanım vermek gerekirse, savaş esiri, savaşan devletin çatışma devam ederken düşman devlet tarafından gözetim ve denetim altına alınan, bu devlette “tutuklu” bulunan vatandaşlarına verilen isim. Bir kişinin savaş esiri olarak tutulmasının çeşitli sebepleri olabilir: Kişinin birliğine yeniden katılıp savaşa dönmesini engellemek, ele geçirilen kişileri bir güç ve zafer göstergesi olarak sergilemek, cezalandırmak, işgücünden faydalanmak, önemli istihbarat elde etmek gibi. Savaş esiri statüsü ve olayın hukuki boyutu üzerine birçok yazı kaleme alınmış, ama bunlardan 1913 tarihli “The Prisoner of War” başlıklı makale ironik niteliği bakımından ayrı bir yerde duruyor. Askerî başsavcı George B. Davis’in yazdığı makalede bir savaş esirinin hukuki tanımının ne olması gerektiğine ilişkin görüşler ifade ediliyor ve bu kişilerin ne gibi haklara sahip oldukları anlatılıyor. Davis, savaş esiri kavramına tarihsel bir çerçeve çiziyor; kadim zamanlarda böyle bir kavram olmadığından, insanların zaman geçtikçe savaşta ele geçirilen kişilerin bir değer ifade edebileceğini anladığından bahsediyor ve özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında artık yerleşmiş bir uygulama haline gelen savaşta esir almanın hukuksal tanımının yapılıp sınırlarının çizilmesine çalışıldığını ifade ediyor. Davis’in tanımına göre savaş esiri insanca muamele görmeye hakkı olan, silahları dışındaki özel eşyalarını kendisini esir alanlara teslim etmek zorunda olmayan, bu kişilere özel veya askerî bilgi verme zorunluluğu bulunmayan, rütbesine göre maddi yardım alması gereken bir kişidir. Davis’in bu satırları kaleme almasından bir sene sonra patlak veren savaşta bu düzenlemelere ne ölçüde uyulduğu elbette önemli bir soru.

Savaş esirinin teoride kim olduğunu, pratikte ise teorinin öngördüğü standarttan ciddi sapmalar bulunduğunu biliyoruz, çünkü elimizde, savaşan devletlerin askerlerinin kaleme aldığı birçok anı var. Buna rağmen I. Dünya Savaşı’ndaki esir askerler konusu, yazının başında da belirtildiği gibi akademik açıdan sıkça ele alınmış bir konu değil. Bunun neden böyle olduğu sorusunu soran tarihçi Peter Gatrell, iki muhtemel cevap sunuyor: Savaş esirlerinin çatışma devam ederken sürekli vurgulanan kahramanlığın, büyük başarıların bir “antitezi” olması ve bu kişilerin sosyo-tarihî skalada nereye yerleştirilmeleri gerektiğinin tam olarak bilinememesi. Esir askerlerin savaş devam ederken ülkenin kurtuluşunun ve orduların zaferinin ön planda olması nedeniyle tecrübe etmiş olabilecekleri ihmal durumunun, savaştan sonra da yakın zamana kadar neden devam ettiği sorusu karmaşık bir soru. Bu sorunun bir boyutu da savaş esirleri hakkındaki çalışmaların neden daha ziyade belirli ülkelerin askerleri üzerinde yoğunlaştığı meselesi.

Esir Türk askerleri hakkında çok fazla çalışma olmadığından bahsetmiştik. Rusya’daki savaş esirleri konusu ise belirli isimler tarafından ele alınmış. Bu esirlerin sayısı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Mevcut tahminlerin 40 bin ile 65 bin arasında değiştiği düşünüldüğünde bu belirsizlik daha da açık hale geliyor. Cemil Kutlu, neden kesin bir rakama ulaşılamadığını çeşitli nedenlerle açıklıyor: Osmanlı ordusunda tutulan çizelgelerin pek güvenilir olmaması, devletler arasında bu kayıtların sağlıklı bir kıyaslamasının yapılamaması, ele geçirilen kişilerin ne kadarının esir olarak alınıp ne kadarının öldürüldüğünün bilinememesi ve iletişim imkanlarının kısıtlılığı. Özellikle Galiçya ve Kafkasya cephelerinden getirilen Osmanlı askerlerinin Rusya’nın çeşitli bölgelerine gönderildiğini ve gördükleri muamelenin de son derece değişken olduğunu biliyoruz. Rusya’daki savaş esirleri konusundaki bilgilerimizin çoğunu hükümet tarafından Hilal-i Ahmer temsilcisi olarak bölgeye gönderilen ve 13 Ocak 1918’den 1 Şubat 1919’a kadar burada kalan Yusuf Akçura’nın hazırladığı son derece uzun ve geniş kapsamlı rapordan elde ediyoruz. Öncelikli olarak savaş esirlerinin kesin sayısının tespiti ile görevlendirilen, daha sonra kendisinden bu esirlerin sağlık durumlarını ve ihtiyaçlarını öğrenmesi talep edilen Akçura’nın Rusya’da geçirdiği zaman boyunca özveriyle çalıştığını, elinden geleni yapmak için büyük çaba sarf ettiğini anlıyoruz. Kendisinin titizlikle tuttuğu düzenli notlar, bugün bölgedeki durumu anlayabilmek için elimizdeki en önemli kaynak.

Rusya’daki Osmanlı esirleri üzerine önemli çalışmaları bulunan bir başka isim de Yücel Yanıkdağ. Yanıkdağ, çalışmalarında sürecin nasıl işlediğine dair önemli bilgiler veriyor. Toplanan askerlerin Rus subaylar tarafından sorgulandıktan sonra gönderilecekleri yerlere gitmek üzere en yakın tren istasyonuna yollandıklarını yazan Yanıkdağ, bu esnada askerlerin karşılaştıkları muamelenin çeşitli olduğunu ifade ediyor. Rus askerlerinin değişik kaynaklarda genellikle ılımlı olduğu ifade edilen tutumunun önemli bir sebebi, topraklarında bulunan çok sayıdaki Türk ve Müslüman halkın tepkisini çekmekten kaçınmaları olabilir. Nitekim bu kişilerin gördükleri askerlere ellerinden geldiğince yardım etmeye çalıştıkları da birçok yerde dile getirilmiş. Yalnızca askerlerin kalacakları yere gönderilmeleri sırasında değil, yerleşmelerinden sonra da yerel Türk ve Müslüman toplulukların esirlere yardım etmek için çeşitli girişimlerde bulunduklarını biliyoruz. Yusuf Akçura, bu girişimlerin bir örneğini söyle aktarıyor: “Rusya’da sakin Müslümanlar, yani Şimal Türkleri, Osmanlı üserasına (esirlerine) her türlü ve birçok muavenette (yardımda) bulunmuşlardır. Daha Çar idaresi devam ederken bile bazı mahallelerde üseraya muavenet komiteleri teşkil ederek yakınlarındaki karargahlara bilhassa erzak vermek suretiyle muavenet ettikleri gibi, teşebbüs-i zatileriyle karargahlardan çıkıp memleketlerine avdet eden (dönen) müteşebbis ve cesur esirlerimize her türlü teshilatı (kolaylığı) izhar etmişler (göstermişler) ve nakdi ve fikri muavenetlerinden dolayı bazı Müslümanlar, Çar hükümeti tarafından mücazata (cezaya) bile duçar olmuşlardır.” Akçura’nın raporunda bu türden yardım faaliyetlerinde bulunan tam on altı farklı kuruluşun adı geçiyor. Akçura, bu yardım çalışmalarının bölgede Türkçe çıkan gazetelere verilen ilanlarla da duyurulduğunu ve desteklendiğini ayrıca not düşüyor.

Osmanlı savaş esirlerinin bu türden maddi ve manevi yardıma şiddetle ihtiyaç duydukları muhakkak. İki sıra tahta ranzadan oluşan kompartımanlarında balık istifi halinde kalacakları yere ulaşmayı başaran askerler -ki önemli bir kısmı yolda hastalıktan veya soğuktan ölmüştür- zorlu yolculuklarının sonunda kendilerini kirli, soğuk, ıslak, parazit ve bit dolu bir barakada buluyorlardı. Açlık ve hastalık olağan şeylerdi; askerlere savaş koşulları gerekçe gösterilerek gittikçe daha az yemek veriliyor, hijyenik koşulların eksikliği ve aşırı kalabalık başta tifüs, tifo ve kolera olmak üzere hastalıkların artmasına ve yayılmasına yol açıyordu. Yücel Yanıkdağ, konuyla ilgili kaleme aldığı bir makalede Türk askerlerinin etraflarını saran bitleri öldürmenin “yaratıcı yollarını” bulduklarını, bunun da onlar için bir nevi rahatlama aracı olarak görülebileceğini yazar. Bütün olumsuz koşullara rağmen, esirlerin hayatlarını olabilecek en olumlu şekilde idame ettirmeye çalıştıklarını biliyoruz. Esir kamplarındaki aktiviteler arasında futbol, resim ve müzik bulunuyordu. Askerlerin bu aktiviteleri yapma fırsatı bulmaları, Rus askerlerinin kendilerine olumlu şartlar sağlayamamasına rağmen en azından bir hareket alanı bıraktıklarının göstergesi olarak yorumlanabilir. Yanıkdağ, kamplardaki savaş esirlerinin çoğunun diğer ülke esirlerinden dil öğrendiklerini, bir el becerisi kazanmaya çabaladıklarını, kendi aralarında konserler ve tiyatro oyunları düzenlediklerini belirtiyor. Bu aktiviteler esirlerin hayatlarına bir nevi normallik getirirken muhtemelen benliklerini korumalarına da yardımcı oluyordu. Tabii savaş esirlerinden günlük olarak yerine getirmeleri beklenen fiziksel işler olduğunu da eklemek gerekir.

Savaş esirlerine kısıtlı da olsa bir özgürlük alanı tanındığının bir başka göstergesi de yerel halklarla etkileşim içinde olduklarını gösteren kayıtlar. Bu etkileşimlerde İslam’ın birleştirici ve kaynaştırıcı bir öge olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor. Yusuf Akçura, Ramazan ayında düzenlenen bir iftarı şöyle aktarıyor: “Moskova’da bulunan 53 esir Osmanlı neferine Hilal-i Ahmer murahhasının (görevlisinin) teşebbüs ve iştirakiyle yerli Müslümanlar bir iftar ziyafeti tertip eylediler. Ziyafet Moskova Türk-Tatar mektebinin büyük binasında verildi. Hamurlu et suyu, etli pilav, komposto, çay ve bol francaladan mürekkep bu iftardan esirlerimiz çok memnun kaldılar. Hele çay esnasında kendilerine tevzi edilen (dağıtılan) sigara ve kibritler memnuniyetlerini daha ziyade artırdı. Okur-yazarlarına Kuran, kitap ve risaleler de hediye edildi. İftardan sonra mektebin havalisinde ta sabaha kadar Anadolu şarkıları çağırıp Anadolu oyunları oynadılar.”

Yerel halkın desteğiyle zaman zaman moral bulsalar da savaş esirleri sonuçta tutsaktı. Osmanlı hükümeti, kendilerinden yardım bekleyen bu askerlere özellikle savaşın ilk zamanlarında yeterli ilgiyi göstermemekle, etkili müdahale teşebbüsünde bulunmamakla suçlanır; fakat hükümetin elinden geldiğince esir askerlerine yardım elini uzattığını söylemek gerekir. Osmanlı Devleti, bu girişimlerinde tarafsız kalan ve askerlerle ilgili arabuluculuk görevi üstlenen ülkeleri devreye sokmanın yanı sıra, kendisi de bölgeye çeşitli heyetler göndermiş, askerlerin iadesi veya takası için çeşitli anlaşmalar yapmaya çalışmıştır. Tarafsız devletler aracılığıyla savaş esirlerine ulaştırılmak istenen yardım ve özgürlüğün bir örneğini Nisan 2014’te İstanbul’da düzenlenen “Osmanlı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Var: Cihan Harbi’ne (1914-18) Yeniden Bakmak” konferansında bir konuşma yapan Tülin Uygur dile getirmişti. Savaş esirleri konusunu gündeme taşıyan İsveç’e 50 bin kron ödendiğinden ve bu meblağ karşılığında İsveç Kızılhaç’ının Rusya’daki kamplardan toplam 428 askeri ülkelerine geri getirdiğinden bahseden Uygur, izlenilen rota ve taşınan askerlerin ahvali hakkında bilgiler vermişti. Uygur’un konuşmasında tanıdık bir isim de geçiyordu: Yusuf Akçura. Uygur, Akçura’nın taşınmak üzere trenlere bindirilen askerlerin yanına gittiğini, onlara maddi yardım yapıp meyve ve sigara dağıttığını aktarmıştı.



Geride kalan esir askerler içinse 1917 Bolşevik İhtilali’nin önemli sonuçları oldu. Kamplar üzerindeki denetimin daha da azalması, yeni yönetimin esirlerin serbest olduğunu açıklaması üzerine askerlerin bir kısmı yakın kasaba ve şehirlerde iş bulmaya niyetlenirken bir kısmı da ülkenin içinde bulunduğu karışıklıktan dolayı kamplarda kalmayı tercih etti. Yerel halkın yardımlarını artık çok daha kolay bir şekilde yapabilmesi de birçok esir için umut oldu. Kendilerine sağlanan pasaportlar veya ulaştırılan maddi yardım sayesinde bir grup esir ülkelerine dönebildi. Yusuf Akçura’nın bu zaman dilimine denk düşen notlarına bakalım: “Kazan’da bulunan Osmanlı esirlerinin hemen hepsi Kazan’ın Müslüman mahallelerinde serbest yaşamakta idiler. Bunların zabit, sivil veya neferlerini ayırmak müşküldü. Bazı nefer veya çavuşlar zabit olduklarını iddia etmişler, bazı siviller kendilerini asker diye göstermişler, bazı askerler de bilakis sivil demeyi daha muvafık (uygun) bulmuşlardır. Bu karışık kümenin bir kısmı otellerde, bir kısmı evlerde, bir kısmı ise medreselerde yatıp kalkıyorlardı. (…) Birkaç çavuş ve nefer mahalle bekçisi yazılmışlar, birkaç zabit ve nefer de ‘Kızıl Hassa’ya, yani Bolşevik Ordusu’na kaydolmuşlardır. Bir miktarı Tatar köylerine dağılarak orada rençberliğe girmişler, ve hatta rivayete göre bazıları köylerde evlenerek adeta yerleşmişler ve mahalli Müslümanlar arasında eriyip gitmişlerdir.” Akçura’nın Bolşevik Ordusu’na katıldıklarından bahsettiği Türk askerlerinin sayısının oldukça az olduğu tahmin ediliyor. 1917 İhtilali’nden sonra Bolşeviklerin esir kamplarında propaganda faaliyetlerine giriştiği, kendilerine katılanlara para vadettikleri biliniyor olsa da akademisyenler, Türklerin buna pek fazla rağbet etmediğinde hemfikir. Bunun nedeni olarak da propagandanın temeli olan sınıf farklılıklarını ortadan kaldırma ülküsünün Osmanlı askerine hitap etmediği, çünkü bu türden farklılıkların yaratması muhtemel sorunlara aşina olmadıkları gösteriliyor.

Bolşevik İhtilali ve savaşın bitişi, esir askerlerin tümünün özgürlüklerine kavuşmasını sağlayamadı. Bazılarının esareti 1922 yılına kadar devam etti. Omsk, Tomsk, Nargin Adası, İrkutsk Samara, Kazan, Moskova, Nijniy Novgorod, Harkov gibi çeşitli bölgelere gönderilen yaklaşık 65 bin savaş esirinden yalnızca 20-25 bin kadarı ülkesine dönebildi. Geri döndükleri ülkenin savaşa gitmek için terk ettikleri ülkeyi ne kadar andırdığı, geride bıraktıklarının ne kadarını sağlam bulabildikleri, bu geri dönüşün ardından nasıl bir yeniden uyum süreci tecrübe etmek zorunda kaldıkları ise yalnızca kendilerinin bilebilecekleri konular. 



Kaynakça

Akgün, S. K., ve Uluğtekin, M. Birinci Dünya Savaşı Sonunda İskandinavya’dan Sibirya’ya Hilâl-i Ahmer Hizmetinde Akçuraoğlu Yusuf. Ankara: Türkiye Kızılay Derneği Yayınları, 2009.

Aslan, B. “I. Dünya Savaşı Esnasında Nargin Adası’ndaki Türk Esirler.” A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi 42 (2010): 283-305.

Davis, G. “The Prisoner of War.” The American Journal of International Law 7 (1913): 521-545.

Gatrell, P. W. “Prisoners of war on the Eastern front, 1914-1918.” Kritika: Explorations in Russian and Eurasian History 6 (2006): 557-566.

Köstüklü, N. “I. Dünya Savaşında Rusya’nın Ukrayna ve Diğer Bölgelerindeki Türk Savaş Esirlerine Dair Bazı Tespitler.” Uluslararası Türkiye-Ukrayna İlişkileri ve VII. Uluslararası Gagauz Kültürü Sempozyumu bildirisi, 2009.

Yanıkdağ, Y. “Ottoman Prisoners of War in Russia, 1914-22.” Journal of Contemporary History 34 (1999): 69-85.


http://www.tarihhaber.net/savas-esirleri/

http://www.tarihhaber.net/


..

14 Şubat 2016 Pazar

Ermeni Ayaklanması ve Büyük Savaş



(Ermeni Ayaklanması ve Büyük Savaş) 


The Armenian Insurrection and the Great War 
Pat Walsh and Dr. Garegin Pastermadjian “Armen Garo” 
Belfast, Belfast Historical & Educational Society, 2015, 215 s, ISBN: 978-1-8722078-23-6. 





Şükrü Server AYA
Çev. H. Kübra SAYGILI** 
Araştırmacı, yazar** 
İngilizce Okutmanı, İstanbul Şehir Üniversitesi, kubrasaygili@sehir.edu.tr 
Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 
The Armenian Insurrection and the Great War 

Geniş kapsamlı, yüzeysel ve çapraz kaynaklar doğrultusunda araştırma yapanlar için, sadece son elli yılda popüler olan "soykırım tantanası” terimi, bazı mantıksal soruları içerir. Bu sorular genellikle ya hiçbir zaman sorulmamış ya da yüz ila yüz elli yıllık, unutulmaya yüz tutmuş eski tarihi olaylar tartışıldığında asla cevaplanmamıştır. Asıl önemli gerçek şudur ki; soykırım iddialarına ilişkin bir asrı aşkın eski olaylar, resmi evrak, geçmiş muhtıralar veya yazışma benzeri herhangi bir güvenilir yazılı delillere dayanmamaktadır. Genellikle bunlar 
büyükanne hikâyelerine hatta gerçek görgü tanığı raporlarına bağlı olmaksızın kişisel şayialara dayanmaktadır. Genellikle bunlar, geniş kapsamlı okumayan ve amaçlarına uygun olmayan kaynaklara atıfta bulunmayan bir kaç akademisyenin isimlerine dayanırlar. 


Akademik makalelerin en güncel örnekleri arasında Ermeni Devrimci Federasyonu adına teşekkürlerini ileten “ Ermeni Soykırımı Tazminat Çalışma Grubu ” tarafından hazırlanan Son Rapor – Eylül 2014 ” vardır. Bu çalışma Henry C. Theriault tarafından yönetilmiş olup üyeleri; Alfred de Zayas, Jermaine McCalpin ve Ara Papian’dır. 

Raporun adı “ Hakkaniyet ile Kararlılık-Ermeni Soykırımı için Tazminat ” dır. Raporun tamamına bu bağlantıdan ulaşılabilir:
http://armenians-1915.blogspot.com/2014/10/3489resolution-
with-justice.html

Bu yazarlar ilgili döneme dair belge veya kitaplara neredeyse hiç atıfta bulunmazlar, onun yerine cömert bağışları kabul eden kişilere itimat gösterirler. Bu zamana kadar, hepimizin bildiği üzere, bu iddiaya ilişkin tarihi kanıt niteliğinde takdim edilen tüm belgeler yanlış, içeriği ile oynanmış veya imal edilmiştir. 

Cinayet ve ihanet vb. gerçekleştiren çeşitli devrimci grupların liderleri için "Ermeni Kahramanı" isimleri mevcuttur. Mahalli devrimlere ilişkin, en ihtişamlı günlerinde, cesaretleri hakkında övünme ve işgalci ordulara ithaf en (Rus, Fransız, İngiltere) ve anakaranın Müslüman çoğunluk üyelerinin yok edilişleri üzerine kitaplar yazmışlardır. Bu tür kitaplar veya belgeler, ana kütüphanelerden kayboldu ve beyni yıkanmış diaspora dikkatine veya bilgisine asla getirilmedi. Birçok Ermeni ileri gelenlerinin devrimci amaç ve taktikleri onaylamadığı ve kendi halklarını uyarmaya çalıştıkları, fakat onlar ya göz ardı edildiler veya ortadan kaldırıldılar. 

Dr. Pat Walsh, son iki yüzyılın İrlanda-İngiliz ilişkilerini inceleyen ve Protestan İngilizler tarafından Katolik İrlanda halkına karşı olan emperyalist kötü davranışları tartışan bir tarih bilimcidir. Bu kıyımlar İrlandalı çiftçilere birçok felaket ve İrlanda halkına da perişanlık getirmiştir. 1840 sonrasında, yaklaşık bir milyon İrlandalı vatandaşı ABD'ye göç etti ve 1900' lerde, "İrlanda doğumlu" Amerikalılar ABD'de kabul edilen tüm göçmenlerin yaklaşık % 43’nü oluşturmaktaydı. Dr. Walsh o kötü açlık günlerinde başka ülkelerden İrlanda’ya beş gemi tahıl ve para olarak birçok bağış yapılırken, İngiltere’nin patatesi vergi olarak alırken istisna yapmamasına bir hayli şaşırmıştır. Dr. Walsh’in diğer kitapları için lütfen bkz 
< http://drpatwalsh.com/about/publications/

Ermeni kaynakları kendi Partisi'nin 1923 Bükreş Kongresi'nde bir itiraf yapan (Ağustos ortaları 1919 -30 Mayıs 1918) Taşnak Ermeni Cumhuriyeti Başbakanı Hovannes Kaçaznuni'yi hiç anmazlar. Verilen vaatlerle ve fazla gösterilen güçleri hususunda nasıl yanlış yönlendirildiklerini ve kısacası kendileri Ermeni halkının imhasına neden olduklarını detaylandırmıştır. 

Bu muhtıra Müslümanlara karşı işlenen büyük suçların çoğundan bahsetmek için değil, siyasi incelik ile yazılmıştır. http://louisville.edu/as/history/turks/Katchaznouni.pdf. Buna 
rağmen, bu asgari samimiyete bile şu anda bir yüzyıldır diasporanın ve bir çok büyük hareketin kontrolünü elde tutan Taşnaklar’ın ANCA teşkilatı tarafından tahammül edilememiştir. ( Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 Şükrü Server Aya/H Kübra Saygılı )



Garekin Pastırmacıyan’nın (Cesur Armen) Ermeni Devrimciler ve kendi halkı için cesaret dolu ve dikkat çekici bir hayatı vardı. Gürcistan’da 1868 yılında doğmuş, İstanbul'da eğitim almış ve 1896 yılında Osmanlı Bankası'nı basarak 48 saat boyunca 160 kişiyi rehine alan üst liderlerinden biridir (bu kuşatmada bomba ve silahla yaklaşık 50 kişi öldürülmüştür). 
Suçluların Fransa'ya gitmelerine izin verildi ve Pastırmacıyan İsviçre'de Kimya Doktoru oldu. Tiflis'e döndü ve kendi işini kurdu. Fakat 1908 ve 1913 Osmanlı Meclis seçimlerinde parlamentoda Erzurum'u temsil eden, 12 Ermeni mebustan biri oldu. Kabinede ona bir görev teklif edildi fakat reddetti. Meclis Üyesi iken, yaklaşık 2000 atlı ile ayrı bir Devrimci kıtası oluşturmuştu. 2 Kasım 1914’te Osmanlılar için Birinci Cihan Harbi başlamadan önce, Pastırmacıyan ve onun güçleri zaten sınırın Rus tarafında, Rus Ordusuna kendilerini "yol gösterici ve keşif hizmeti" olarak sunmuşlardı. 

Garekin Pastırmacıyan ve onun iki kitabı onu en meşhur Ermeni Devrimci liderlerden biri olarak tasvir eder. Kitaplarımda yaptığı işlerden örnekler sunmaya çalıştım, 2008’de yayınladığım makale de, neredeyse dışarıdan hiç dikkat çekmedi: 
< http://armenians1915.blogspot.com/2008/10/2610-genocide-lies-need-no-archives.html

Daha sonradan "ABD’nin genç Ermenistan Cumhuriyeti’ni tanıması için" ABD’ye büyükelçi olarak görevlendirilen bu büyük Ermeni Liderinin önemini vurgulamak ta daima kendimi yetersiz his ettim. Her an çok aktif çalıştı ve 1918 yılında Boston'da basılmış iki mükemmel kitap ile iddialarını destekledi. Osmanlı İmparatorluğu'nun tesliminden sonra (Ekim.30, 1918) "Nemesis İntikamı Örgütü"nü kuran liderlerden biri oldu. Paris ve Lozan Barış Konferanslarında, Ermeni davası için verdiği sonsuz çabaları hiçbir sonuç vermedi ve o hayal kırıklığı içinde kalp krizi geçirerek 1923 yılında İsviçre'de öldü! Bu kitabı yazarken Dr. Walsh çok sıra dışı ve akıllı bir hamlede bulundu. Walsh, kitabına ortak yazar olarak Garegin Pastırmacıyan’ı aldı. Ayrıntılı olarak verilen içerik ve açıklamalar Ermeni Devrimcilerin ihanetleri hakkında hiçbir şüphe bırakmamaktadır ve Osmanlı Parlamentosu’nun Ermeni üyelerinin de ihtilalcı olarak düşmanlarla birlik oldukları, ülkelerinin tüm kurumlarına karşı komplo kuranlara hizmet ettikleri açıklanmıştır. Bu örneğin kendisi bile, Osmanlı yetkililerin Ankara’nın Çankırı bölgesinde 24 Nisan 1915’te yaklaşık 235 Ermeni eşrafı ev ve cezaevlerinde tutulmaları için çok iyi nedenleri olduğunu kanıtlamaya yeterlidir. Sadece bu tedbir, onların Ermeni devrimciler, Patrikhane ve ertesi gece çıkartma yapan İngiliz-Fransız-Anzac güçleri ile temaslarını önleyebilirdi. 

Dr. Walsh, Pastırmacıyan’ın kitaplarından birini kullanmak yerine; Senatör Henry Cabot Lodge (Cumhuriyetçi) tarafından sunulan "Ermenistan’ın Özgürlüğü ve Ulusal Egemenliği İddiası Muhtırasından" kopya ve alıntı yapmıştır. Senatör Lodge, Başkan (Demokrat) Wilson’un Amerikan Bağımsızlığı’na uymayan ve Milletler Cemiyeti’ni düzenlemeyi umarak, 14 maddelik hedefler dâhil olmak üzere, yürüttüğü her şey ile daima anlaşmazlık içinde olmuştur. Muhtıra 1919 yılının 15 ya da 23 Aralık tarihinde, “Washington Hükümeti Yayın Ofisi tarafından basılmıştır.” Dolayısıyla Washington Anıtı gibi güçlü ve devasa bir belgedir. Türk kaynaklarının, bu " Anıt belgeyi " asla kullanmayışının sebebi olarak, bir asırdır 
"Türk bilim adamlarının, yazarların ve politikacıların bilgisinin bu konuda dev bir kara delik olduğu" gerçeği dışında açıklama ya da bahane yoktur. 

History Critique-Issue 2, January 2016 The Armenian Insurrection and the Great War 

Muhtıra Türk Ermeni İlişkileri ve anlaşmazlık nedenlerini detaylandırır. Pastırmacıyan 18.000.000 Osmanlı nüfusunun 2.100.000’inin Ermeni olduğunu iddia eder. Bunu destekleyen hiçbir kanıt bulunmamaktadır. 1 Mart 1914 tarihli ortak Fransız-Ermeni Toprak Dağıtım Komitesi tarafından dolaysız olarak hazırlanan ve toplam Ermeni nüfusunu 1.280.000 olarak veren ve daha düşük rakamlar sunan diğer resmi kayıtlarca da onaylanan bir raporumuz var. 1912 yılında Ermeni Patrikhanesi Ermeni nüfusunu 1.425.000 olarak ilan etmişti. Bu sayının (iddia edilen katliam, salgın hastalık ve açlığa rağmen) 2.100.000’e nasıl yükseldiği Ermenilerce açıklanmalıdır. Daha da ilginci, Doğu Karadeniz kıyı şehirlerinden başlayarak, İskenderun ve Kilikya dâhil olmak üzere Akdeniz'in aşağısındaki şehirlere kadar olan, net ve talep edilen Ermeni topraklarına ait bir harita da mevcuttur. 
Bugünün Türkiye'sinde baktığımızda, Ermenilerin bugünkü Anadolu’nun % 40’ını, “Hıristiyan olmayan tüm unsurlardan” (açıkçası yerleşik insanların %80’iniden 
arındırılmış) talep ettikleri anlaşılmaktadır. Bugün Türklerin tehcir döneminde 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdüğünü sıklıkla duymaktayız (bunun için 150 gün boyunca, her gün ortalama 10.000 Ermeni’nin öldürülmesi ve her gün 5000 işçi tarafından kazılan stadyum büyüklüğünde mezarlara gömülmesi gerekir). Böyle bir mezar şimdiye kadar asla bulunmuş, belgelenmiş, veya herhangi bir katliama tarafsız kişiler tarafından tanıklık edilmiş değildir. (1.3 milyon toplam içinden 1.5 milyonun öldürüldüğünü iddia eden akademisyen ve diğerleri, bu büyük alana hangi Ermenilerin iskan edileceğini açıklamak zorundadırlar. Bu Soykırım palavrası, bir odaya bir fili gizlemek saçmalığından çok da farklı değildir. 

1919 yılının Ermeni gündemi için birçok önemli tarih vardır. Bunlardan bazıları aşağıdaki gibi kronolojik olarak belirtilebilir: 

a-28.5.1918’de Osmanlı Koruması altında, özel anlaşmalarla kurulan Ermenistan Cumhuriyetinde, Keri, Dro, Antranig, gibi liderler anlaşmayı yok sayıp, bölgelerinden Müslümanları temizlemeye devam etmişlerdir. 

b-30.10.1918 tarihinde Osmanlı teslim oldu; bir sonraki ay 30.11.1918 tarihinde Ermenistan Osmanlı İmparatorluğu ile olan anlaşmalarını feshederek, İran’daki İngilizlerin izni ile Ardahan ve Kars vilayetlerini ele geçirmiştir. 

c-Pastırmacıyan 1918 yılının Temmuz ayında, Amerikan yardımı aramak ve tanınmak için; Ermeni Patrik’in mektubu ile ABD’ye Büyükelçi olarak yollanmıştı; Ekim 1918’de Boston’da iki kitap yayınladı. 

d-1918 yılının Aralık ayı sonlarında, Walsh’ın kitabının ilk bölümünde de tam olarak alıntı yaptığı gibi Pastırmacıyan, Ermeni taleplerini Senatör Lodge aracılığı ile ABD Senatosu’na iletti. 

e-1919 yılının 26 Şubat tarihinde, Ermeni Delegasyonu, Aharonian ve Boghos Nubar tarafından imzalanan ve benzer istekleri içeren muhtırayı Paris Barış Konferansı'na sundu. ( Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 Şükrü Server Aya/H Kübra Saygılı )

f-Antranig, Paris Konferansı’na geç kalır, Londra'ya devam eder; 19 Haziran 1919 tarihinde Ermenileri kışkırtan İngiliz devlet adamları tarafınca büyük ihtişamla bir konferans düzenlenmiştir! 

g-ABD, savaşta zarar gören kalan bölgeler üzerine bir durum keşfi yapmak üzere 1919 yılının Temmuz ayında Yüzbaşı Emory Niles ve Arthur Sutherland’i gönderir. Bunlar da Konstantinople , 16 Ağustos 1919 tarihli raporları ile Ermenilerin yaptığı katliam ve hasarlar hakkında detaylı bir rapor verirler. 

( http://louisville.edu/as/history/turks/Niles_and_Sutherland.pdf 
(ABD Ulusal Arşivler Ref. 184,021 / 175). 

h-ABD Başkanı, General Harbord ve yaklaşık 40 kişilik bir heyeti "1 Ağustos 1919 tarihinde Anadolu ve Ermenistan'a yollayarak " Ermenistan'ın Amerikan mandası altına sokulmasını” desteklemek için durum tespiti ve rapor hazırlamak üzere görevlendirmiştir. Heyet bölgede bir ay seyahat eder, Mustafa Kemal ile tanışır, Batum ve Ermenistan'a gider ve İstanbul'a dönerek, 1919 yılının Ekim ayının sonunda çok kapsamlı bir rapor hazırlayarak, Başkan ve Senato’nun beklentilerine karşı olarak ABD’nin böyle bir yük altına girmesinin nedeni ve avantajı olmadığını detaylandırır. 

i-Senatör Lodge 1919 yılının Aralık ayının ikinci yarısında, General Harbord’un tavsiye ve bulguları ile çelişen Ermeni Taleplerini Amerikan Senatosuna sunar. 

j-Bay Lodge, Genel Harbord’un Raporunu ABD Senatosu’na ancak 1920 yılının Nisan ayının ortası gibi geç bir tarihte sunar.. 

Pek çok "belgelenen gerçekler" arasında, Pastırmacıyan’ın kabul ettiği ve görmezden gelinen üç nokta vardır. Birincisi "250.000 Türk Ermeni’nin Ruslar tarafından Sibirya'ya gönderilmiş" olmasıdır. Çok çeşitli kaynaklardan biliyoruz ki, en az 250.000-300.000 Türk Ermeni Rus Ordusu ile Rusya'ya göç etmiştir. ABD Yakın Doğu Yardım Raporu bu sayıyı 500.000 olarak belirtir. Bu göç Rus kayıtları ile de teyit edilir. Taşnak Ermeni Cumhuriyeti (28 Mayıs 1918 ‘ta Türk koruması altında) kurulduğunda kendi nüfusu 885.000’di. Bu aslında mevcut 500.000 Rus Ermeni’sine ilâveten 385.000’inin (veya daha azının) Rusya'ya sığınan Ermeniler olduğunu göstermektedir. 30 ay sonra 1920 Aralık ayında bu nüfusun, Ermenistan’da kendi hükümetleri döneminde 195.000 Ermeni’nin (çoğunluğu Türkiye’den gelmiş) ölerek 690.000’a düştüğünü kanıtlar. Bundan asla söz edilmez fakat Ermeni tarih bilimcisi tarafından yazılmış Sovyet belgesi açık durmaktadır. 

İkinci önemli nokta Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerinde, Ruslar hicret etmiş Türk Ermenilerden sadece yaklaşık 25.000’inin geri dönmesine izin verdi. 
Ruslar Ermenilere güvenmiyordu ve boşaltılan köylere (Ermenileri kontrol için) Kazakları yerleştirecek idiler! 

Üçüncü önemli detay ise; Ermenilerin ayrıldıklarında, kıymetli eşyalarını sandık ve denkler içinde, açıklayıcı not ekleyerek geride emanet bırakmışlardı, çünkü "Osmanlılar savaşı kazanınca geri döneceklerdi". Sandık ve denkler kilit ve koruma altında bir Ermeni Kilisesi ya da Katedral içinde saklandı ve kimsenin girmesine izin verilmedi. Fakat Rus Komutanı ( History Critique-Issue 2, January 2016 The Armenian Insurrection and the Great War )

General Kaledine kente girdiğinde ve bu depolanmış malları duyduğunda, Katedrale girerek sandık ve balyaları açar. Kendisi için doldurarak bir kaç araba alır. Ondan sonra, diğer memurlar da geriye kalanları paylaşır ve bu bugünkü bazı müzelerin kaderi gibi "yağmalama düzeni" kurulur. 

"ABD’deki Ermeni Büyükelçisi Garekin Pastırmacıyan" nın kendini açıklayıcı raporunun ardından, Dr. Walsh kendisinin "hukuk esaslı” çalışma ve açıklamalarına başlar. ABD Senatosu’ndaki Pastırmacıyan Muhtırasının birçok önemli noktasının, Ermenistan Cumhuriyetini temsilen A. Aharonian ve Boghos Nubar’ın ortak imzaladığı ve Paris Barış Konferansında Ermeni Delegasyonu tarafından sunulan 26 Şubat 1919 Muhtırası ile büyük benzerlikler taşıdığını unutmayalım. 

Bu belgelere "G" âlimleri veya savunucuları asla rucü etmezler! Onlar, Cemiyet-i Akvamın 21.9.1929 tarihli Resmi Gazetesini görmemişlerdir. Bu kurum Türklere karşı olan savaşta, 

200.000 Ermeni’nin düşmanla bir olup çarpışmalarda öldüğünü teyit etmiştir. Fil palavraların altında gizlenmektedir. Dr. Walsh çalışma yaptığı bölümüne "Bir Uyarıcı İhanetin Öyküsü" başlığı ile başlar ve sadece "Ermeni mağduriyeti iddiaları sonuçlarının neticesini" değil, aynı zamanda daha önceki devirlere de geri dönerek, Amerikan Misyonerlerinin etkilerini, İngilizlerin istikrarı bozma gücünü ve Osmanlı İmparatorluğunu paylaşırken, "onların sahip olmadığı kara kuvvetlerine İngiltere’nin ihtiyaç duyduğu için", Rusya’ya vermek zorunda kaldıkları tavizler konusunda da inanılmaz analizler sunar. Tüm deniz ve okyanusları kontrol ediyorlardı fakat insan gücüne de ihtiyaçları vardı ve bu yüzden Çanakkale’yi kendileri için alıkoyup, nihayet Rusya’ya da İstanbul ve Boğaziçi’ni vaat ettiler. Dr. Walsh’ın dâhil ettiği bilgi ve kaynaklar "bu hukuksal tarih gerçekleri çalışmasında" yeni ve tutarlıdır. 

Hangi kişilerin ya da makamların bu özlü ve iki – üç mukabil kaynakla uyumlu mükemmel çalışmalarından ötürü Dr. Walsh’e teşekkür edeceklerini bilmiyorum. Dr. Walsh, bu değerli çalışmayı benim adıma ithaf ederek başka bir eylemle beni şaşırttı. Bunun nedeni yaşım veya bazı yazılarımda bu Ermeni kahramanının önemini belirtmem olabilir. 
Sayın Dr. Walsh, "G" (Jenosit) Tarihine devasa katkılarınızdan dolayı size teşekkür ederim! 


Tarih Kritik -Sayı 2, Ocak 2016 


***