Emekli Büyükelçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Emekli Büyükelçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2015 Pazartesi

Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu 2





          Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu  2


Gündüz AKTAN,
Emekli Büyükelçi.

Buradan da görüleceği üzere Ermeni tehciri için çok önceden karar verilmiş olması; bu karara uygun olarak planlar yapılması; gerekli teşkilatlanmanın oluşturulması ve nihayet hazırlıkların tamamlanarak tehcire başlanması söz konusu olmadı. Ortada, doğu cephesindeki gelişmelerden endişelenen bir komutanın acilen önlem alınması talebi var. Hükümet bu talebe derhal cevap vermek istiyor. Önceden hazırlık yapılmadığı öylesine açık ki, İç İşleri Bakanı Talat Paşa daha fazla gecikme olmasın diye, gerekli yasayı bile çıkarmadan göç hareketini başlatıyor. Yasa arkadan geliyor. Bu durumda yok etme kastıyla plan ve örgütlenme yapılması söz konusu değil.

Yasanın metninde, sevk sırasında istirahatlarının, can ve mal güvenliklerinin temini; “göç ödeneği”nden gıdalarının sağlanması; iskan için gerekli arazi tahsisi, ihtiyaç sahiplerine hükümetçe konut inşası; çiftçilere tohumluk, alet-edevat dağıtılması; geride bıraktıkları değerlerin bedelinin kendilerine ödenmesi; terk ettikleri gayrı menkullere başkalarının yerleştirilmesi halinde bunların değerinin saptanıp sahiplerine verilmesi gibi hususlar yer alıyor[23]. 

Ayrıca 10 Haziran 1915 tarihinde yayınlanan talimatname ile de tehcire tabi tutulan Ermenilerin malları koruma altına alındı. Gittikleri yerlere yerleşmelerini kolaylaştırmak içinde nakdi ve ayni yardımda bulunuldu. Sevk edilen Ermenilerin geride kalan taşınmaz malları hükümetçe kendileri namına müzayede ile satıldı ve kurulan komisyonca kendilerine ödendi[24]. 25 Kasım 1915 tarihinde Anadolu’daki vilayetlere gönderilen bir emirle tehcir geçici olarak durduruldu. Daha sonra yapılan tehcir mevzii kaldı. Nihayet 1916 sonunda da tehcire fiilen son verildi. Savaştan sonra Ermenilerin istediklere yerlere dönmeleri için izin çıktı. Komisyonlarca hıfzedilen veya satılan gayrı menkullerini geriye almaları için kolaylık gösterildi[25]. Tüm bu düzenlemeler bir soykırım girişimine tezat teşkil etmektedir.

Tehcir uygulamasıyla ilgili olarak başkentle taşra teşkilatı arasında cereyan eden yazışmalarda da Ermenileri yok etme kastı kuşkusu yaratan hiçbir atfa rastlanmıyor. Tersine güvenlikli biçimde sevk edilmelerini sağlamak amacıyla karşılıklı taleplerde bulunulduğu görülüyor. Bunlar arasında en ilginç olan yazışmalardan bir bölümü Erzurum valiliğiyle Talat Paşa arasında geçiyor. Rus sınırında olduğu için öncelik verilen bu bölge Ermenilerinin tüm şahsi eşyalarını birlikte götürebilecekleri bildiriliyor. Diyarbakır, Harput, Sivas Ermenilerinin ihracına gerek olmadığı belirtiliyor ki, Rus tehlikesi orta Anadolu’ya yönelince bu karar değiştiriliyor. Erzurum’dan sevk edilen 500 kişilik bir gruba Erzincan ile Erzurum arasında “Kürtlerce” saldırılması üzerine, yol boyunca mevcut köy ve kasabalardan yapılacak saldırıların şiddetle cezalandırılması Diyarbakır, Elaziz ve Bitlis’ten isteniyor. Dersim eşkıyasının Erzurum’dan gelen Ermenilere saldırmaları üzerine Elaziz valiliğine acil tedbir alması emrediliyor. Tehcir sırasında Ermenilerin güvenliğin in tam olarak korunamadığını görüp sevki durdurduğu anlaşılan Erzurum valisine ertelemenin askeri nedenlerle mümkün olmadığı anlatılıyor. Buna rağmen zaman zaman Erzurum’dan göçün durdurulduğu görülüyor[26].

Tüm bu tedbirlere rağmen sivil Ermenilerin tehcir sırasında öldüğüne kuşku yok. Bu ölümlerin, devletin asli görevini bilerek ihmal etmesinden kaynaklanmadığı açık. Doğu cephesindeki 90,000 kişilik Osmanlı ordusu da Sarıkamış’ta donarak öldü. İklim ve coğrafya şartları, Ermeni konvoylarını korumakla görevli askeri birliklerin yetersizliği, ihtiyacı karşılayacak gıda ve ilaç bulunmaması ve salgın hastalıklar . ölümlerin doğal nedenlerini oluşturuyor.

Son günlerini yaşamakta olan bir devletin güçsüzlüğü görev ihmali olarak nitelenemez.

Britanya arşivlerinde bulunan orijinal bir Osmanlı belgesinde (dosya no:371 , belge 9518 E. 5523) “Bu talimatın amacı münhasıran (terörle uğraşan) komitelerin kapatılmasıyla ilgili olduğundan, Türklerle Ermenilerin birbirlerini öldürmelerine yol açacak hiçbir uygulama yapılmaması gerekmektedir.” deniyor. Bu belgenin üzerine dış işleri memuru D.G. Osborn, “her ne pahasına olursa olsun katliamı önlemeyi amaçlıyor” diye not düşüyor[27].

Bütün bunlar tehcirin Ermenileri yok etmek amacıyla düzenlenmiş olmadığını gösteriyor.

Bazı Ermeni yanlısı yazarlar, arşivlerin tasnifi nedeniyle gecikerek açılmasını, hükümetin yok etme kararını kanıtlayacak belgelerin ortadan kaldırılmasını amaçladığını ileri sürüyorlar. Bunlar savaş sonunda İttihatçıların kendilerini ilzam eden belgeleri toplayıp imha ettiklerini iddia ediyorlar. Oysa Osmanlı arşiv sisteminde gelen ve giden evrak kayıt defterlerine işleniyor. Bir kez buna kaydedilen bir belgenin yok edilmesi mümkün değil. Kaldı ki Bab-ı Ali’nin gönderdiği çok büyük sayıya varan belgeler çok çeşitli taşra merkezlerine dağılıyor. Büyük bir bölümü de birden çok merkeze gönderilen genelgelerden oluşuyor. Hükümet merkezindeki müsveddelerin imha edildiği varsayılsa dahi, taşradaki asıllarının yok edilmesi pratik olarak imkansız.

Dönemin hükümetinde Ermenileri yok etme kastının bulunmadığının. açık bir kanıtı da sevk sırasında Ermenilere saldıran çetelerle, Ermenilerin durumundan yararlanan, görevlerini yapmayan ve yetkilerini kötüye kul­lananların divan-ı harbe sevk edilerek cezalandırılmaları oluyor. 1918 yılına, yani Mondros Mütarekesi’ne kadar bu çerçevede 1397 kişi çeşitli cezalara çarptırılıyor ve yarısından çoğu idam ediliyor[28]. 28 Yahudi soykırımından sorumlu Nazi SS'lerinin böyle nedenlerden değil de, soykırımı etkin biçimde uygulamamalarından dolayı cezalandırıldıkları biliniyor.

SOYKIRIM FİİLLERİ

Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırımda büyük çoğunlukla Sözleşme’nin 2.maddesi (a) fıkrasında kayıtlı olan “ Gruba mensup kişileri öldürme” fiilini işledikleri görülüyor. Bilindiği gibi bu katliamlar temerküz kamplarına taşınan, yani ‘deporte’ edilen Yahudilerin bu kamplarda uzun süre yaşanması mümkün olmayan şartlarda tutulmaları, sonra da gazla öldürülmeleri şeklin de oluyor. Bir başka ifadeyle ‘deportasyon’ ölümlere neden olan bir soykırım fiili değil. Buna karşılık kamplardaki yaşam Şartları Sözleşme 2. madde (c)’ye, gaz odalarındaki ölümler de aynı madde (a)’ya uygun fiiller. Bu fiiller, Nazi­ler tarafından önceden planlanarak, örgütlenerek ve sistematik ve kitlesel biçimde uygulanarak gerçekleştiriliyor.

Tehcir sırasında Ermeni nüfusa ve yerleşim birimlerine Osmanlı güçlerince silahlı saldırılar olmaması 2.madde (a) ve (b)’de öngörülen fiillerin işlenmediğini gösteriyor. Ermeni taraftarı yazarlar, etnik temizliğin bu temel unsurunun tehcirde bulunmamasını telafi etmek ve tehciri soykırım gibi göstermek için, tehcirin madde.2 (c)’ye göre Ermenilerin fiziksel olarak yok edilmelerini dolaylı yoldan sağlamak için, “grup yaşam şartlarının bilerek ya da kasten bozulmuş” olduğunu ileri sürüyorlar. Kısaca Osmanlılar, Ermenileri açıkça katletmemişler; tehcirin şartlarını Ermenilerin kendiliklerinden ölmelerini sağlayacak şekilde ayarlamışlar. Ermeni soykırım tezi tümüyle bu zemine oturuyor. 

Açıkça soykırım fiilleri işlemekten farklı olarak, tehcirin dolaylı soykırım olduğunu kanıtlamak çok daha zor. Zira soykırım için gerekli yok etme kastının varlığını gösterecek beyan ve talimatlara rastlamak imkansız. Aksine tüm arşiv belgeleri tehcirin imkan ölçüsünde az kayıpla uygulanmasıyla ilgili.

Bu gerçeği saptırmak için Ermeni yazarlar iki izah yoluna başvuruyor. Tehcir sonucunda ölenlerin sayısı olağanüstü yüksek gösteriliyor. Bu amaçla önce toplam nüfus rakamları yükseltiliyor, sonra da buna oranla ölenler çok yüksek saptanıyor ve böylece amacın göç değil öldürme olduğu kanıtlanmak isteniyor. Bu yaklaşımı destekleyen diğer yol ise, sözlü tarih denen ve tehciri yaşamış olanların başlarından geçenlerin derlenmesi suretiyle kastın yok etme. olduğunu ispatlamaktan oluşuyor. Denebilir ki, Ermeni tarihçilerin yazdıkları kitapların hemen tümünde soykırım bu yöntemlerle kanıtlanıyor.

Tehcir sırasında çok sayıda aile ve bireyin kişisel trajediler yaşamış olduklarına kuşku yok. Mübadele bile daha hafif ama benzer trajediler yaratıyor. Ancak, bu durum grubun soykırıma uğramış olduğunu göstermez. Bu açıdan sözlü tarih yaklaşımı, hukuki değeri olmamak bir yana, tarih yazımı bakımından da sorunlu, tarihle hatı­rat arası bir alan.

Yukarıda da belirtildiği üzere tehcir, 20 Nisan 1915 tarihinde Rusların bir Müslüman sivil topluluğu perişan halde sınırlarımıza sokması olayını Enver Paşa’nın Talat Paşa'ya 2 Mayıs’ta yazılı olarak bildirmesi üzerine resmen alındı. Daha önce Ermenilerin Van’da isyan çıkarmalarını takiben 24 Nisan’da silahlı Ermeni gruplara karşı bazı küçük harekatlar başlamıştı. Tehcirin soykırım olduğunu kanıtlama sadedinde, aynı gün tutuklanan 235 Ermeni komitacı liderin, Ermeni toplumunun ileri gelen entelektüelleri olduğu iddiasının geçerli olmadığı biliniyor.

Osmanlı Hükümeti, Enver Paşa’nın iki önerisinden diğerini, yani Rusların Müslümanlara yaptığı gibi, Ermenileri Rus sınırına sürmeyi yeğleyebilirdi. Bu, Balkan ülkelerinin Ermenilerden çok daha büyük Türk ve Müslüman nüfusa yaptığı Şeydi. İngiliz ve Fransızlara karşı bir ölüm kalım savaşına girmiş olan imparatorluğun, bunların kamuoyundan çekinmesi ve tehcirin arkasına saklanması için fazla bir neden yoktu. Bir başka deyişle, İttihatçılar için, Türklere ve Müslümanlara yapılanın aynısını Ermenilere yapmak sanıldığı kadar zor değildi. Tehcirin seçilmiş olması, bu nedenle, dolaylı öldürme değil, Ermenileri ülkenin savaş güvenliği açısından daha az sakıncalı bir bölgesine taşımaktan ibaretti.

Ermeni toplam nüfusuna gelince, 1. Dünya Savaşı öncesi Batı kaynaklarına göre 1,555,000 (Fransız Sarı kitabı) ile 1 ,056,000 (İngiliz Yıllığı) arasında değişiyor. Bu rakam zaman ilerle dikçe 3 milyona kadar çıkıyor. Fransız Milli Meclisi’nin kabul ettiği soykırım yasasına esas olan raportör François Rochebloine’ın 15 Ocak 2001 tarihli raporunda, Ermeni nüfusu 1,8 milyon olarak veriliyor. Ölümlere ilişkin rakamlarda da sürekli artış trendi izleniyor. Encyclopaedia Britannica'nın 1918 tarihli nüshasında 600 bin olarak gösterilen Ermeni ölümlerinin, 1968 nüshasında 1,5 milyona çıktığı görülüyor. Rochebloine raporunda, başka hiçbir yerde rastlanmayan biçimde, 600 bin Ermeni’nin bulundukları yerde, diğer bir 600 binin tehcir sırasında olmak üzere 1,2 milyonun öldüğü; 200 bininin Kafkaslara (Rus ordularıyla birlikte) kaçtığı; 100 bininin kaçırıldığı (?); 150 bininin tehcirden ölmeden kurtulduğu; 150 bininin de tehcire uğramadan kaçtığı belirtiliyor.

Ermeni nüfusu olarak, döneminde Batılı iki kaynağın ortalaması olan Osmanlı istatistiklerindeki 1,295 milyonun esas alınması doğru olacak. Zira Osmanlılar vergilendirme ve askere alma gibi işlemleri düzenli bir biçimde gerçekleştirebilmek için nüfus kayıtlarını doğru tutmak zorundaydılar.

Ölenleri hesaplamak için önce tehcirle sağ salim Suriye ve Irak’a ulaşanların sayısını bulmak lazım. Osmanlı İçişleri Bakanlığı’nın 7 Aralık 1916 tarihli raporunda 702,900 kişinin nakledildiği, bu amaçla harcanan para ile birlikte bildiriliyor[29]. Milletler Cemiyeti’nin Göçler Komisyonu, I. Dünya Savaşı boyunca Türkiye’den Rusya’ya geçen Ermenilerin sayısını 400-420 bin olarak veriyor[30]. Tehcire tabi tutulmayan İstanbul, Kütahya, Aydın (İzmir dahil)da yaşayan Ermenilerin 170-180 bin olduğu hesaba katıldığında, tehcir dolayısıyla ölen Ermenilerin ciddi bir rakama ulaşmadığı sonucu çıkıyor.

Sevres müzakerelerinden önce İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin İngilizlere verdiği bilgiye göre, 1920’de Mondros Mütarekesi sonrası Osmanlı sınırları içinde kalan Ermeni nüfus 625 bin. Buna Kafkaslara gidenler eklendiğinde 1,045 milyon ediyor. Savaş öncesi toplam nüfus l,3 milyon olduğuna göre, ölenler 265 binde kalıyor.

Ermeni Milli Komitesi başkanı olarak Paris Barış Konferansı’na katılan Bogos Nubar Paşa, 700 bin Ermeni’nin başka ülkelere göçtüğünü; 280 bin Ermeni’nin Türkiye sınırları içinde yaşadığını ilan ediyor. Bunların toplamı 1,3 milyondan çıkarıldığında, 320 bin Ermeni’nin öldüğü anlaşılıyor. Ama kendisi 1 milyondan fazla Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia edebiliyor ki bunun doğru olabilmesi için savaş öncesi Ermeni nüfusunun 2 milyonu geçmesi gerekiyor. Adı geçen savaş öncesi Osmanlı Ermenilerinin 4,5 milyonluk bir nüfusa sahip olduğunu vurguluyor ve gelecek kuşaklara açık arttırma konusunda ilk örneği oluşturuyor.

Savaş sırasında propaganda işlerinden sorumlu Arnold Toynbee’nin yazdığı “Mavi Kitap”ta ölen Ermenilerin 600 bin olduğunu bildiriyor[31]. Bu rakam bilahare Encyclopaedia Britannica’ya geçiyor. Buna karşılık Toynbee’nin 38 nolu notunda, 5 Nisan 1916’a kadar tehcirle Zor, Şam ve Halep’e ulaşan Ermenilerin sayısı 500 bin olarak veriliyor. Tehcire tabi olmayan 180 bin ve Kafkaslara giden 400 binle birlikte Ermeni nüfusu 1 ,7 milyona çıkıyor. Nüfus 1,3 milyon olarak alınırsa, ölenlerin 600 binden 200 bine inmesi gerekiyor.

Yukarıdaki rakamlardan, Ermeni nüfusuna ilişkin değişik tahminlere göre, Ermeni kayıplarının birkaç binden 600 bine kadar uzandığı anlaşılıyor. Ölümlerin 300 bini aştığını gösteren tüm istatistiklerin savaş öncesi Ermeni nüfusunu aşırı derece yükselttiği görülüyor. Şurası unutulmamalıdır ki, tüm olumsuz koşullara rağmen Toynbee’ye göre bile yaklaşık 500 bin kişi varacakları bölgeye varmışlardı. Bu da olayın bir soykırım olmadığını gösteriyor, zira eğer soykırım gerçekten düşünülseydi, kimse hayatta bırakılmazdı.

Her şeye rağmen ciddi boyutlarda ölümlerin vuku bulmuş olması muhtemel. Ancak tüm ölümlerin tehcir sırasında olmadığını da akılda tutmak gerekiyor. Dönemin savaşlarında düşman ordularının önünden kaçanlar da göç halinde bulunuyorlar. Rus ordusunun 1915 Mayıs ayında Van civarında başlayan harekatından sonra, Osmanlı ordusu kaybettiği yerleri geri alıyor. Ondan sonra başlayan çok daha büyük Rus saldırısı Elazize kadar ulaşıyor. 1917 Ekim devriminin hemen ardından Rus orduları bu kez çekiliyorlar ve Osmanlılar tekrar ilerliyor. Bu ileri geri askeri hareketlerin önünde Türkler de Ermeniler de göçe zorlanıyorlar. Örneğin doğu Anadolu’da ülke içi göç etmek zorunda kalan Müslüman nüfusun 900 bin civarında olduğu hesaplanıyor[32]. Son derece zor bir coğrafyada, çoğu kez Müslüman-Hıristiyan ayırımı yapmayan çetelerin saldırı ve soygunlarına da maruz kalarak, ilkel ulaşım şartlarında soğukta yürüyerek veya araba ve atla yapılan göçlerde 3-4 gün içinde yiyeceklerin bitmesi, su sıkıntısı ve yorgunluktan, özellikle çocuk ve yaşlıların zayıf düşmesi üzerine, tifo ve tifüs hastalıklarının ölümleri süratle arttırdığı görülüyor.

Aynı coğrafi ve fizik şartlarda yapılan tehcirin, bir çok bakımdan bu tür göçlerden çok daha güvenli ve sağlıklı olduğu söylenebilir.

Kaldı ki, Kurtuluş Savaşı sırasında Maraş’ı boşaltan Fransızlarla birlikte çekilen 5000 Ermeni’nin, 10-24 Şubat 1920’de yaptıkları yolculuğun zor şartları dolayısıyla, dış saldırılara uğramadıkları halde, 2-3000’i ölüyor[33].

Bu nedenlerle, Barış Konferansı sırasında bir Alman raporuna atfen, Bogos Nubar Paşa, Türklerin Ermenilerden daha fazla kayıp verdiğini; Türklerin savaş sırasındaki tüm kayıplarının 2,5 milyon olduğunu; bunun “savaş, epidemi ve kıtlıkla, ilaç ve hastane personeli yetersizliği” dolayısıyla vuku bulduğunu; bu kayıpların en az yarı-sının “Rus ve Ermeni ordularınca işgal edilen Ermeni vilayetlerì”nde yaşayan Türkler arasında gerçekleştiğini bildiriyor. Bu, doğu Anadolu’da 1.25 milyon Müslüman’ın ölmüş olması demek.

Gerçekten de bilahare yapılan nüfus çalışmaları bu rakamın doğruluğunu büyük ölçüde kanıtlıyor. Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı sırasında savaş alanı kayıpları 500-550 civarında. Sivil nüfus kaybıysa 2 milyon. Savaş alanı Anadolu’nun doğusu olduğundan, kuşkusuz, toplam sivil kayıpların yarısından fazlasının bu bölgede olması doğal. Nitekim McCarthy’nin 1914-21 arasında bölgedeki sivil Müslüman kayıplara ilişkin tahmini de 1,19 milyon,

Nihayet Türk ve Ermeni sivil nüfuslarının ‘mukatele’ denen karşılıklı çatışmalardaki ölümleri de, kesin rakamlar bilinmemekle birlikte, bu toplamların içinde yer alıyor. 1980’lerin başında başlatılan ve toplu mezarların incelenmesini amaçlayan Şüheda projesinin bulgularına göre, doğu Anadolu’da çok sayıda toplu mezar mevcut. Antropolojik çalışmalar bu mezarların kimlere ait olduğunu bilimsel şekilde ortaya çıkarıyor. Henüz genel bir değerlendirme için erken olmakla birlikte, Türklere ait mezarların daha çok olduğu görülüyor. Bu mezarlardan, halkın Ermeni mezalimi hakkında söylediklerinin bir mitoloji olmadığı da anlaşılıyor. Savaşa katılan Müslümanlar savaş sonuna kadar orduları terk etmiyorlar. Buna karşılık Ermeni kökenli askerlerin yoğun olarak kaçtıkları görülüyor. Bunların oluşturduğu silahlı grupların Müslüman köylerine yaptıkları saldırılara karşı eli silah tutan kimse bulunmadığından, etkin savunma yapma imkanı bulunamıyor. Müslüman ölümleri bu nedenle Ermeni ölümlerinden bu denli daha büyük oluyor.

Anadolu’nun doğusuyla batısından tehcir edilenlerin akıbeti arasında fark var. Batı’dan yapılan kısmi tehcir demiryollarının bulunması dolayısıyla çok daha az ölümlere yol açıyor ve savaş sonunda geri dönenlerin sayısı da yüksek oluyor. Buna karşılık doğuda arazinin sarp olması, demiryolu bulunmaması ve çetelerin faaliyetlerine karşı, cephelerde savaşmayan çok az sayıda jandarmanın Ermenileri korumakla görevlendirile bilmesi, Ermeni ölümlerinin batıdan daha fazla olmasına neden oluyor.

Yine de Ermeni ölümlerinin iddia edilenin çok altında kalan sayısı ve bu ölümlerin çoğunluğunun tehcir dışı vuku bulmuş olması gerçeği, tehcirin yok etme kastını gizleyen bir soykırım fiili olmadığını gösteriyor. Aksi halde, ‘soykırımcı’ Türklerin ‘soykırım kurbanı’ Ermenilerden çok daha fazla kayıp verdiği, garip ve izahı zor bir soykırımla karşı karşıya kalmış olacaktık.

KISMEN VEYA TAMAMEN

Soykırımda bir grubun tümünü veya bir bölümünü yok etme iradesiyle bazı fiillerin işlenmesi gerekiyor Soykırımda, bir grubun mensuplarının o gruba ait olduklarından dolayı, ırkçı nefretle yok edilmesi söz konusu olduğundan, yok etme iradesinin mantıken grubun tümüne dönük olması lazım. Soykırım sonunda grubun bir kısmının kurtulması, hepsini yok etme kastının bulunmamış olmasından ziyade, geriye kalanların soykırım yapan örgütlenmenin erişiminin dışında kaldığını ya da soykırım yapanın gücünün işi bitirmeye yetmediğini gösteriyor. Bu, Nazilerin Yahudileri soykırıma uğratmasında böyle olmuştu.

Ermeni tehciri sadece Gregoryan Ermenilerin sevkini öngördü. Katolik ve Protestan Ermeniler tehcir dışı kaldılar. Üç dine mensup Ermenilerin sadece bir dine mensup olanlarının tehcir edilmesi, Osmanlılarda Ermenilerin tümüne dönük bir ırkçı nefretin bulunmadığını gösteriyor. Kaldı ki esasen Katolik ve Protestan gruplara mensup olanlara karşı bir ırkçı nefretin bulunmaması, İslam açısından üç dinin de Hıristiyanlığın sadece farklı mezhepleri olarak algılandığı göz önüne alındığında, Osmanlılarda Gregoryanlara karşı da ırkçı nefretin bulunmadığını kanıtlıyor. İmparatorlukta Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında din konusunda, tehcirle sonuçlanacak bir ihtilafın bulunmadığı da biliniyor. Ortodoks Ruslarla dindaş olan Gregoryan Ermenilerin, Rus ordularının yardımıyla, bölgede etnik temizliğe girişip bağımsızlık kazanması ihtimalini bertaraf etmenin tehcirde payı olduğu aşikar. Rus ordusunun ilerleme hattı üzerinde bulunan bu en büyük Ermeni grubun için-den çıkan terörist ve gerillaların Osmanlı ordusunu arkadan vurması, lojistik yollarını kesmesi, Müslüman yerleşim birimlerinde katliamlara girişmesi, tehciri askeri açıdan kaçınılmaz kılıyor. Bu nokta tehcir kararının altında yatan nedenin, ülke savunması, güvenliği ve toprak bütünlüğü ile Türklerin can güvenliğini koruma olduğunu gösteriyor.

Öte yandan bazı kentlerdeki Ermeniler, dini aidiyetlerine bakılmaksızın tehcirin dışında bırakılıyor İstanbul, Kütahya ve Aydın -ki İzmir’i de kapsıyor- Ermenileri bunların arasında bulunuyor. İzmit, Bursa Kastamonu, Ankara ve Konya’dan tehcir edilen Ermeniler hemen tümüyle geri dönüyorlar. Kayseri, Sivas, Harput, Diyarbakır Ermenileri büyük kısmıyla geri döndükleri halde, köylerine gidemiyorlar. Erzurum ve Bitlis’ten tehcir edilenler ise Kilikya’ya geçiyorlar[34] ve Kurtuluş Savaşı. sırasında Fransızlarla birlikte Türklere saldırıyorlar.

Tehcir yapılmayan illerdeki Ermenilerin sayısı 170-180 bin civarında. Ama bunun sembolik anlamı önemli. Irkçı nefretin yol açtığı Yahudi soykırımında, Berlin veya Münih Yahudilerinin soykırım dışında bırakılabileceğini düşünmek bile mümkün değil. Sadece bu örnek bile Ermenilere soykırım yapılmadığını ortaya koyuyor.

MAHKEMELER

Savaştan sonra İstanbul’un işgaliyle birlikte Sevres Antlaşması’na göre Ermeni olaylarını kovuşturmak amacıyla mahkemeler kuruldu. Bunların en ünlüsü Nemrut Mustafa mahkemesiydi. Amiral Calthorpe 24 Ocak 1919 günü Londra’ya gönderdiği bir telgrafta, Vezir-i Azam’ın kendisine 160-200 kişinin tutuklandığını söylediğini bildiriyor. Mahkemenin bir özelliği, İttihat Terakki düşmanı Hürriyet ve İtilaf Hükümeti’nce kurulmuş olmasıysa, diğeri de sanıklara savunma hakkının tanınmaması oldu. Bir süre sonra mahkemenin adil yargı yapamayacağını, belki de etkin yargıda bulunamayacağını anlayan İngiliz işgal kuvvetleri 118 sanığı Malta adasına taşıdı. Günün hukuk kurallarına aykırı olmasına rağmen, İngiliz mahkemesinin bu sanıkları yargılamasını istedi. Savaşa gecikerek girmesi dolayısıyla 1916 yılına kadar açık olan Amerikan Büyükelçiliği ve Anadolu’daki konsoloslukları nın elindeki kanıtların İngiltere’ye verilmesi talep edildi. İngiltere’nin Vaşington Büyükelçiliği’nden bir uzman Amerikan arşivlerini incele dikten sonra, Londra’ya çekilen 13 Temmuz 1921 tarihli bir telgrafta Amerika’nın elinde Malta’daki sanıkları suçlamada kullanılabilecek herhangi bir kanıt olmadığı bildirildi. İngiliz Kraliyet başsavcısı, 29 Temmuz 1921 tarihli raporunda, “...Şu ana kadar sağlanan yazılı tanıklıklarda, sanıklara yöneltilen suçları belli bir kesinlikle ortaya koyan bilgiler elde edilmediğinden , bana sunulan davaların başarısı hakkında herhangi bir beyanda bulunamayacağımı bildiririm” demekteydi. 

Bundan sonra hala Ermenilere karşı soykırım suçunun işlendiği iddiası, sadece bir sözleşmenin geriye işletilmesi gibi hukuka aykırı bir istek olmayacak, hakkındaki suçlamalardan dolayı yargılanması dahi mümkün olmadığı karara bağlanan kişilerin, yeni kanıtlar yokken, yargılanmalarını istemek anlamına gelecektir. Eğer Ermeni soykırım iddiaları, Sözleşme’nin IX. maddesindeki devlet sorumluluğu ilkesine dayandırılıyorsa, hukuktaki gelişmenin soykırım fiillerini işleyen kişilere münhasır olduğunu ya da o hale geldiğini de unutmamak gerekir.

ERMENİ TEHCİRİ İNSANLIĞA KARŞI SUÇ MUYDU?

Yukarıda ayrıntılarıyla anlatıldığı üzere, tehcir, Ermenilerin grup nitelikleriyle, yaşam şartlarını yok olmalarına yol açacak şekilde “kasten” zorlaştırmayı amaçlamadığından, bir soykırımı değil[35]. Buna karşılık tehcir edilen bir grubun verdiği kayıpları, insanlığa karşı suç kavramı içine sokmaya imkan var mı?

Yukarıda da belirtildiği üzere, Ermeni tehciri başladığında İngiliz, Fransız ve Rus hükümetleri “..Türkiye’nin insanlığa ve uygarlığa karşı ...suçları”ndan söz ederek, ilgilileri sorumlu tutacaklarını 24 Mayıs 1915’te bir ortak bildiriyle ilan etmişlerdi. O tarihlerde insanlığa karşı suç kavramı bir deyişten ibaretti ve henüz hukuki bir kavram olarak kabul edilmemişti. Bu nedenle Ermeni tehciri ile insanlığa karşı suç arasında bu bildiri vasıtasıyla bir ilişki kurmak mümkün olamaz.

İnsanlığa karşı suç kavramı uluslararası düzeyde ilk kez 3.sayfada da belirtildiği gibi, (1946) Nuremberg İlkeleri 6 (c)’de yer aldı. Bu suçun savaş sırasında işlenmesi öngörülüyordu. Herhangi bir sivil toplumun, siyasi, ırki veya dini nedenlerle mezalime tabi tutulması ; (mensuplarının) katledilmesi, yok edilmesi, göçe zorlanması vb fiilleri içeriyordu.

1948 yılında kabul edilen soykırıma ilişkin Sözleşmenin 2.maddesindeki soykırım suçu tanımı, Nuremberg İlkeleri içinde yer alan bu in-sanlığa karşı suç kavramından üretildi. Böylece soykırım, insanlığa karşı suçların dışına çıkarılıncaca, geriye Uluslararası Ceza Mahkemesi (Roma) Statüsü’nün 7.maddesindeki insanlığa karşı modern suç tanımı kaldı. Buna göre,

_ İnsanlığa karşı suçların Nuremberg İlkeleri’nde öngörülen savaş sırasında işlenmesi şartı terk edildi.

_ Bu suçların işleneceği gruplar sayılmadı. Herhangi bir sivil topluluğa karşı işlenebileceği kabul edildi.

_ 7.maddenin girişinde insanlığa karşı suçların “siyasi, ırki veya dini” gibi nedenlerle işlenmesine ise değinilmedi. Bu suçun oluşması için nedenlerin zikredilmemesi, hangi nedenle olursa olsun, öngörülen fiillerin işlenmiş olmasının yeterli olduğunu gösteri- yor.

_ Buna karşılık, 7.maddede, öngörülen filin insanlığa karşı suç sayılabilmesi için aranan tek şart, söz konusu fiillerin bir.sivil topluluğa karşı yapılan "yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak ve saldırı amacını bilerek” işlenmesine bağlandı. Yani 7.maddede a’dan k’ya kadar sayılan 11 fiilin tek başına işlenmesi halinde insanlığa karşı suç oluşturmayacağı benimsendi.

_ Bir topluluğa karşı siyasi, ırki milli, etnik, kültürel; dini ve cinsi nedenlerle yapılan mezalim, insanlığa karşı suçun genel saiki olarak değil de, 11 fiilden biri olarak sayıldı.

Bu açıklamadan, her ikisi de uluslararası suç olan ve dolayısıyla uluslararası yargıya tabi tutulan soykırım ile insanlığa karşı suç arasındaki farklar kendiliğinden ortaya çıkıyor. Sözleşme’nin 2.maddesinin giriş bölümündeki soykırım tanımıyla kıyaslandığında,

_ Soykırımın milli, ırki, etnik ve dini olmak üzere sadece dört gruba karşı işlenmesi mümkün. Siyasi gruplara karşı işlenen fiil­ler soykırım içine girmiyor. Buna karşılık insanlığa karşı suçlar her gruba karşı işlenebiliyor.

_ Soykırımda bir grubu yok etme kastıyla bazı fiillerin işlenmesi gerekiyor. İnsanlığa karşı suçun oluşması için yok etme iradesi aranmıyor. Gruba karşı “yaygın ve sistematik saldırı” yeterli görülüyor.

_ Soykırımda fiillerin saiki, bir grubu, grup niteliğiyle, yok etme şeklinde ortaya çıkıyorken ve bu ancak o gruba karşı ırkçı nefretin varlığı halinde geçerliyken, Roma Statüsü 7. maddesinin giriş bölümünde, insanlığa karşı suç için herhangi bir genel saik aranmıyor.

Bu şartlar altında, bir siyasi grup da olsa, Ermenilere karşı, ırkçı nefretle yok etme kastı ol-madan yapılan tehcir sonunda önemli sayıda Ermeni’nin ölmüş olmasını, insanlığa karşı suç kavramına sokmak için 7. maddede sayılan öldürme (a), katliam (b), tehcir (d), mezalim (h) gibi fiilleri kullanmaya kalkışanlar olabilir.

Yukarıdan da görüldüğü üzere, insanlığa karşı suçun oluşmasının temel şartı, belli fiillerin, bir sivil nüfusa karşı “yaygın ve sistematik bir saldırının parçası” olarak işlenmesidir. Bu nedenle böyle bir saldırının niteliğini iyi tanımlamak gerekiyor. Şayet bir sivil nüfusa karşı açık bir askeri saldırı varsa ayrıca bir kanıta ihtiyaç yok. Ama saldırı şartının yerine gelmesi için askeri nitelikte bir saldırı olması icap etmiyor. Bir sivil topluluğa karşı, 7.maddede sayılan fi­illerin çoğunun, birlikte ve yoğun biçimde işlenmesi gerekiyor. Böyle bir saldırının, devlet veya yaygın bir örgütlenme tarafından aktif biçimde geliştirilmesi, sevk ve teşvik edilmesi şartı da aranıyor[36].1915-16 Ermeni tehcirini, 7.madde (1) fıkrasında sayılan ve tehcirle ilişkili olan fiillerin ışığında incelemek yararlı olabilir.

7.madde (l)(a) fıkrasında belirtilen öldürme veya ölüme neden olma fiillerinin, böyle yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olması ve suçu işleyence böyle “bilinmesi” gerekiyor.

7.madde (1)(b) fıkrasında yer alan yok etme ya da katliam, yine topluluğa karşı yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak, bir grubun kısmen yok olmasına yol açacak hayat şartlarının önceden hesap edilerek o topluluğa dayatılmasını da içeriyor. Örneğin o topluluğu gıda ve ilaç kaynaklarından kasıtlı olarak mahrum bırakmak da bu çerçeveye giriyor.

7.madde (l)(d) fıkrasında yer alan tehcir veya diğer zorla nakillerin de yaygın ve sistematik saldırının parçası olarak vuku bulmasının yanında, devletler hukukunun izin verdiği askeri gereklilik gibi nedenlerin dışındaki nedenlerle yapılmış olması icap ediyor. Öte yan-dan tehcir için, topluluğa mensup insanların şiddete başvurularak evlerinden atılmış olmaları gerekmiyor. Şiddet dışı zorlamalarla gerçekleştirilen tehcir de, saldırıya ilişkin şartların yerine gelmesi halinde, insanlığa karşı suç içine giriyor.

7.madde (1)(h) fıkrasında yer alan mezalim, devletler hukukuna aykırı olarak, topluluk men-suplarının temel haklarından mahrum bırakılmasını kapsıyor. Mezalim temel hakların hemen tümünün yoğun biçimde ihlali niteliğindeki çok sayıda fiilden oluşuyor. Bir sivil toplumun kimliğini hedef alıyor. Bu suçu işleyenler, devletler hukukunda yasaklanan siyasi, ırki, milli, etnik, kültürel, dini, cinsi ve diğer nedenlerden hareket ediyorlar[37].

1915-16 Ermeni olaylarına, vukuundan 85 yıl sonra yani 2000 yılında oluşan insanlığa karşı suç kavramını uygulamak, değil hukukla, akıl ve sağduyuyla dahi bağdaşmıyor. Bununla birlikte böyle bir incelemeden şu hususlar ortaya çıkıyor: 

_ 7.madde (1) paragrafında sayılan fiillerin insanlığa karşı suç oluşturması için bir topluluğa karşı yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olması gerekiyor. Oysa tehcirin bizzat kendisi bir yana bırakılırsa, Ermenilere karşı Osmanlı güvenlik güçleri böyle bir saldırıya girişmiyor. Bir başka ifadeyle Ermeniler 'saldırı'yı oluşturan fiillere birlikte ve yoğun biçimde tabi tutulmuyorlar.

_ Ermenilerin, çeşitli nedenlerle, grup olarak kimliklerini hedef alan bir mezalim yok. I. Dünya Savaşı başlayınca ve doğu cephesin de tehlikeli durum ortaya çıkıncaya kadar, temel haklardan herkes gibi yararlanmaya devam ettikleri gibi, tehcire kadar da bu haklardan mahrumiyetleri söz konusu olmuyor. Tehcir sırasında temel haklara elden geldiğince riayet ediliyor.

_ Yaygın ve sistematik saldırıların mevcut olmadığı bir ortamda grup mensuplarının ölümleri böyle bir saldırının ne unsuru ne de parçası niteliği taşıyor. Çetelerin tehcir halindeki Ermenilere saldırıları tamamen bir asayiş olayı niteliğinde.

_ Yukarıda soykırım iddialarını incelerken, yok etme kastının bulunmadığı belirtilmişti. Ermeniler, Osmanlıların tehciri kullanarak ‘hayat şartlarının yok olmalarını sağlayacak şekilde dayattığı’nı iddia ediyorlar. Bu nedenle katliam ithamıyla birleştirilen tehcir konusunu ele almak doğru olacak. Tehcir, Ermenilere yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak yapılmadı. Tehcirin kendisi de böyle bir saldırı oluşturmuyor. Bu gerçek, tehcirin insanlığa karşı suç olmadığını açıkça gösteriyor. Tehcirin Ermenilerin hayat şartlarını yok olmalarına yol açacak şekilde dayatıl masının söz konusu olmadığı, yukarıda soykırıma ilişkin bölümde de açıklanmıştı. Tehcir, Enver Paşanın doğu cephesindeki gelişmeler karşısında yaptığı talep üzerine başlatıldı. Ermeni nüfus içindeki silahlı elemanların Osmanlı ordusunun güvenliği açısından yarattığı tehlikeleri bertaraf etmeyi amaçlıyordu. Bu, bir nüfusun başka yere taşıması için devletler hukukuna uygun bir gerekçe oluşturuyor. Öte yandan tehcir sırasında dönemin hükümeti   nin Ermenilere gıda ve ilaç sınırlaması getirmediği, aynı bölgede göç halinde bulunan Türk-Müslüman nüfusta da gıdasızlık ve ilaçsızlık nedeniyle çok daha fazla ölümlerin vuku bulması, Bogos Nubar Paşanın Paris Barış Konferansı’ndaki beyanlarından da anlaşılıyor.

_ Balkan Savaşları’nın sonuçları ışığında, Ermenilerin işgalci Rus ordularıyla birleşerek, Türk ve Müslümanların büyük çoğunlukta olduğu doğu bölgesinde soykırım boyutlarında bir etnik temizlik yaparak kendi devletlerini kurma gayretlerini önlemek için tehcir yapıldı. Bu, özellikle günün şartlarında, devletler hukuku bakımından güvenlik gerekçesinden de önemli bir gerekçe oluşturuyor.

Bu şartlar altında Ermeni tehciri meşru oluyor ve tehcir sırasında vuku bulan ölümler de ceza hukuku açısından adi suçları oluşturuyor. Nitekim 1914-18 arasında bu tür suçları işleyen 1397 kişinin çok ağır cezalara çarptırıldığı da biliniyor.

Olayı daha iyi anlamak için, hepsi zorla nüfus nakli olan etnik temizlik, tehcir ve mübadele konularını kısaca gözden geçirmekte yarar olabilir. Etnik temizlik de tehcir de ilk bakışta bir etnik grubu belli bir toprak parçasından uzaklaştırarak, o toprakta homojen bir nüfus yaratmak amacı taşıyor gibi gözüküyor. Biraz ayrıntıya girildiğinde saiki, yöntemi ve coğrafyası arasında önemli farklar bulunduğu ortaya çıkıyor. Hukuki nitelikte olmayan etnik temizlik kavramı, l980’lerde eski Yugoslavya’nın Sırbistan bölümünde kullanılmaya başladı. Hatta deyimi Seslj adlı bir Sırp gerilla liderinin bulduğu söyleniyor. Bu nedenle Bosna-Hersek’teki etnik temizliği esas alıp, bunu önce Balkan Savaşları sırasında Türk ve Müslümanlara yapılanlarla ve sonra da Ermeni tehciriyle kıyaslamak lazım.

Etnik temizlik bir tarafın silahlı güçlerinin karşı taraftaki sivil nüfusa saldırmasıyla başlıyor. Doğal olarak, kendilerini savunma imkanına sahip olmayan siviller öldürülüyor, yaralanıyor. Evleri ve yerleşim birimleri yakılıyor. Gıda ve gibi yardım getirebilecek insani konvoylara izin verilmiyor Eli silah tutabilecek erkekler tutuklanıyor, yaşama şartları çok bozuk kamplara hapsediliyor veya doğrudan öldürülüyor Kadınların sistematik ve kitlesel biçimde ırzına geçiliyor. Hedef grubun yaşadığı bölgedeki kültürel değerleri, bu arada dini mabetleri, binaları, kitaplıkları yıkılıyor. Yerlerini terk etmedikleri takdirde, sürekli ateş ya da bombardıman altında tutuluyorlar. Katliam sürüyor. Bir süre sonra bu saldırılar semeresini veriyor ve kitleler sürülmek istenen istikamete doğru kaçıyorlar. Etnik bakımdan temizlenmesi öngörülen bölgenin dışına, daha doğrusu kurulacak devletin olası sınırlarının dışına atılıyorlar. Bunların geriye dönmesi her ne pahasına olursa olsun engelleniyor. Etnik temizliğin belli bir aşamasında saldırgan grupta hedef gruba karşı ırkçı nefrete benzer bir duygu hakim olmaya başlıyor. Örneğin Boşnaklara “Türk tohumu” deniyor. Geçmiş Osmanlı hakimiyetinin tüm faturası bunlara çıkarılıyor. Irza geçmeler yeni hakim ırka ait bir nesil yaratma amacını taşımaya başlıyor. Bir bölge etnik açıdan homojen hale getirildikten sonra bile erkekler, örneğin Srebrenica’da olduğu gibi, büyük gruplar halinde katlediliyor ve toplu mezarlara gömülüyor. Bugünkü hukuka göre insanlığa karşı suç kavramı içine giren etnik temizlik böy­lece, bir grubun grup olduğu için yok edilmesini amaçlayan soykırım fiilleri de içeriyor.

Eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesi savcısı, Karaciç ve general Mladiç için hazırladığı iddianamede bu nedenlerle 9 kez soykırım işlendiğini bildirdi.

1877-78 Rus-Türk Savaşı ve 1912-13 Balkan Savaşları sırasında Türk ve Müslüman nüfusa yapılanlar, Bosna-Hersek’te Sırpların gerçekleştirdiği etnik temizlikle özde uyuşu yor. Tek farkı vüsatinin çok daha büyük ol-ması. Balkanlarda Türklere uygulanan etnik temizliğin etkilediği nüfus çok daha büyük. İki savaşta ölen Türk ve Müslümanların 2 milyona vardığı, ülke dışına yani Anadolu’ya göçe zorlananların ise 1 milyona çok yaklaştığı görülüyor.

Ermeni tehcirinde yine zorla göç ettirme var. Ancak göçe zorlama sivil nüfusa saldırı şeklinde olmadığından, yerleşim birimlerinden sökülüp atılmaları için öldürülenler, yara­lananlar, ırzına geçilenler, katledilenler, ateş altında tutulanlar, aç bırakılanlar hemen hiç yok. İkinci olarak, tehcire tabi tutulanlar, ülke dışına atılmıyorlar. Ülkenin bir başka yerine götürülüyorlar. Bu nedenle yeni yerleşim yerlerinde yeni hayatlarına uyum sağlamak için bazı nakdi ve ayni imkanlardan yararlanıyorlar. Denebilir ki tehcir başladıktan sonra, günün şartları dolayısıyla yine de ölümler vuku buluyor. Bu doğru. Buna rağmen tehcir, bir çok önlem alındığından, etnik temizliğe oranla çok daha az ölümle sonuçlanıyor. Tehcirle’ göçenler yanlarına çok daha fazla kişisel eşya ve menkul değerler alabiliyorlar. At ve araba gibi taşıt vasıtalarından yararlanabiliyorlar. Geriye bıraktıkları büyük ölçüde yağmadan kurtuluyor. Kültürel değerleri tahrip edilmiyor.

Bu şartlar altında, tehcir, soykırım fiillerinin de işlendiği bir insanlığa karşı suç olan etnik temizlikten çok farklı.

Eğer XX.yüzyılın ilk soykırımı aranıyorsa, bunun 1915-16 tehciri değil, 1912-13 Balkan Savaşları sırasında yapılan etnik temizlik olduğuna kuşku yok. Bir bakıma tehcir, Rus ordusuyla Ermeni gerilla ve teröristlerin, Balkanlar’dakine benzer bir etnik temizlik ve soykırımı doğu Anadolu’da yapmalarını önlemek için yapıldı. Osmanlı istatistiklerine göre tehcire tabi bölgedeki toplam nüfus olan 5,061,857’nin 811.085’i Ermeni idi. Yani Ermeniler nüfusun % 1 6’sına tekabül ediyordu. Şayet tehcir olmasaydı veya Rusya 1917 sonunda savaşı durdurup, Brest-Litovsk Antlaşması’yla çekilmeseydi, bölgedeki nüfus yapısının ışığında, esasen başlamış olan etnik temizlik potansiyelinin boyutlarını tasavvur etmek mümkün[38].

Tehciri diğer zorla göç hareketleriyle de kıyaslamak mümkün. II. Dünya Savaşı sırasında Amerika, ülkenin batısında yaşayan Japonları doğuya taşıdı. Bu tehcire “üç küçük bombalama olayı ile, saptanamayan bazı radyo sinyalleri neden olmuştu”. Pearl Harbor baskınından dört ay geçmişti. Japonya’nın Pasifik’i aşıp batı Amerika’yı işgale başlayamayacağı anlaşılmıştı. Buna ne niyetleri ne de güçleri vardı. Yani Amerikan Japonlarının Japon ordusuyla birleşip Amerika’ya karşı silahlı harekata girişmeleri söz konusu değildi. İlgili Amerikan Temyiz Mahkemesi’nin 18 Aralık 1942’de Korematsu davası hakkında verdiği kararda, 112 bin Japon asıllı kadın, erkek, yaşlı ve çocuğun tehcirinin, “günün kritik şartlarında”, “sadık vatandaşların sadık olmayanlardan ayrılmasının mümkün olmaması karşısında” “casusluk ve sabotajları önlemek” gibi “askeri gerekçelerle” başka yere taşınmasının gayri hukuki olmadığı hükme bağlandı. “Savaş zamanında tüm Amerikalıların zorluklarla karşılaşmış” olması mazeret olarak gösterildi. Amerika’ya sadakat yemini etmeyen 5 bin civarında Japon bulunduğu hatırlatıldı. Tümgeneral J.L. DeWitt’in raporlarında Japonlar aleyhine ırkçılık sayılabilecek ibareler yer alıyordu. Japonların doğuya taşınması lehine lobi faaliyetinde bulunan yerel grupların da ırkçı argümanlar kullandıkları görüldü.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra çoğu Batı Polonya’daki 15 milyon kadar Alman da, 1945 Potsdam Protokolünün XIII. maddesi gereğince Almanya’ya göçe zorlandı.[39]

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yapılan nüfus mübadelesiyle Türkiye’den Yunanistan’a 900 bin Rum giderken, Yunanistan’dan Türkiye’ye 430 bin Türk daha geldi.

Bu kişilerin onayı alınmadan zorla yapılan nüfus hareketleri sonunda az sayıda insan öldüğüne kuşku yok. 1913-45 arasında böyle yirmi mübadele anlaşması yapıldı. Barış zamanında yapılan bu göçlerin çok daha düzenli olması ve ulaşım gibi fizik Şartların da elverişli bulunması nedeniyle kayıpların düşük düzeyde kalması, göçlerin zorla yapılmış olduğu gerçeğini değiştirmez.

Kısaca, tehcir bir grubu, ne grup niteliğiyle ne de başka bir nedenle yok etmek amacıyla değil, Rus işgal ordularıyla işbirliğine girmiş olan; bu çerçevede kılavuzluk ve casusluk yapan; isyanlar çıkaran; birlikleriyle Osmanlı ordusuna saldıran; lojistik hatlarını kesen; terörist gerillalarıyla Türk-Müslüman yerleşim birimlerine saldırıp katliamlara ve etnik temizliğe girişen Ermenileri doğu cephesinden ülkenin güneyine, savaş dışında kalan bir bölgeye taşımak amacıyla yapıldı. Tehcirin bu askeri gereklilik yönü, bugün geçerli olan hukuka da uygun[40]. Kaldı ki tehcir yapılmasaydı, tüm işaretler Rus ordusuyla birleşen Ermeni güçlerin, Balkanlar’daki gibi, çoğunluktaki Türk-Müslüman nüfusu soykırım boyutların da bir etnik temizlikle bertaraf ederek, kendi devletlerini kuracaklarını gösteriyordu. Tehcirin nedeni açık ve kesin biçimde askeriydi ve Türk-Müslüman nüfusun varlığı ve güvenliğini sağlamakla ilgiliydi. Bu haliyle Ermeni tehcirinin insanlığa karşı suç oluşturması söz konusu olamaz.

SONUÇ OLARAK

Bu çalışmanın sonuçlarını Şöyle özetlemek mümkün:

1. Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde önce otonomi, sonra bağımsız devlet kurmak için siyasi ve silahlı faaliyetlerde bulunduklarından siyasi grup niteliğindedir. Bu nedenle Sözleşme 2. maddesi tarafından korunan dört grup arasına girmemektedirler.

2. Osmanlılarda Nazilerin Yahudilere karşı duyduğu anti-semitizme benzer bir anti- Ermenizm, bir başka deyişle Ermenilere karşı ırkçı bir nefret bulunmadığından tehcir, Ermenileri, grup olarak yok etme saikiyle yapılmamıştır Tehcir kararı Ermenilerin Rusya ile tarihi anlaşmalarla teyit edilen dostluk ve işbirliği çerçevesinde Rus işgal ordularıyla birleşip Osmanlı ordularına karşı başlattıkları harekatı önlemek ve ‘vilayat.ı sitte’ denen doğu bölgesindeki nüfusun %84'ünü oluşturan Türk ve Müslümanları, Balkanlardaki gibi soykırım boyutlarında bir etnik temizlikle yok etmesine engel olmak için alınmıştır. Tehcirin nedeni bir yandan askeri gereklere, öte yandan da Türk-Müslüman nüfusun varlığını savunmaya dönüktür.

3. Osmanlı Hükümeti’nde, Sözleşme 2. maddede aranan Ermenileri yok etme kastı bulunmamaktadır. Yok etme niyetini kanıtlayacak yazılı ve sözlü belgeler olmadığı gibi, tüm belgeler tam tersine Ermenilerin korunmasını ve rahatça iskan edilmelerini öngörmektedir. Ölen Erme­nilerin sayısı, soykırımın mevcudiyetini ispattan çok uzaktır. Ermeni ölümlerinin önemli bir bölümü tehcir dışı nedenlerden kaynaklanmıştır. Aynı nedenlerle bölgede vuku bulan Türk sivil ölümleri çok daha yüksektir. Bu açıdan tehcir, Sözleşme 2 (e) anlamında, gizli ya da dolaylı bir soykırım değildir.

4. Katolik ve Protestan Ermenilerle, İstanbul, Aydın (İzmir dahil) ve Kütahya Ermenilerinin tehcire tabi tutulmaması, Osmanlıların gücünün yetersizliğinden ziyade, diğer bölgelerdeki Gregoryan Ermenilerin Rusların dindaşı olarak ve Rus ordularının ilerleme hattı üzerinde bulunmaları dolayısıyla tehcir edildiğini göstermekle, olayın askeri nedenini teyit etmektedir.

5. Bu koşullarda Sözleşme’ye göre soykırım olmayan tehcirin ardındaki askeri gerekler de göz önüne alındığında, hukuken insanlığa karşı suç kategorisine girdiği de savunulamaz. Zira tehcir sırasında, Roma Statüsü 7.maddede aranan şartlar yerine gelmemiştir. Yani Ermeni nüfusa karşı, devletin bir planı çerçevesinde “yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak”, insanlığa karşı suç oluşturan fiillerin çoğunun birlikte işlendiği bir durum ortaya çıkmamıştır. Tehcir, etnik temizlikten farklı olarak, Ermenilerin şiddetle yerinden atılmasını amaçlamamıştır. Ermenilere karşı dini veya başka bir ,nedenle mezalim yapılması söz konusu olmamıştır. Tehcir askeri güvenlik nedenleriyle yapılmıştır. 

6. Bunun da ötesinde, Ermenilerin işgalci Rus ordularıyla birleşerek, Balkan Savaşlarındaki gibi bölgede çoğunlukta olan Türk ve Müslümanların soykırım boyutunda bir etnik temizlik yapmalarını engellemeyi amaçlamıştır. Bölgedeki çeteler, devletin olmayan saldırı kastını bilmelerine de imkan bulunmadığından, kendi özel amaçlarıyla göç halindeki Ermenilere saldırmış, öldürmüş ve mallarını yağmalamışlardır. Üç cephede çarpışan Osmanlı elindeki sınırlı jandarma güçleriyle bazen Ermenilerin hepsini etkin biçimde koruyamamıştır. Benzer iklim, coğrafya, gıdasızlık, ilaçsızlık ve hastalık şartları nedenleriyle, göçe zorlanan sivil Türklerin ölümlerinin Ermenilerden fazla olması da, tehcirde dolaylı yoldan yok etme amacı bulunmadığını göstermektedir.

7. Nihayet göç ettirilenlere karşı göç ettirenlerde bir acıma duygusu, istenmeyen olaylara karşı bir pişmanlık ve saldırganlara karşı kızgınlık doğmuştur. Adi suç kategorisine giren soygun ve öldürme sanıkları savaş sonundan önce yargılanmış ve çoğu idam edilmiştir.

--------------------------------------------------------------------------------



[1] Shabas, William A., Genocide in International Law, Cambridge University Press, 2000, s.7
[2] Report of the International Commission to Inquire into the Causes and Conduct of the Balkan Wars, Washington: Carnegie Endowment for International Peace, 1914, ‘Katliam, Göç, Asimilasyon Bölümü, s.148-58
[3] In the present Convention, genocide means any of the following acts committed with intent to destroy, in whole or in part, a national, ethnical, racial or religious group, as such: (a)Killing members of the group; (b) Causing serious bodily or mental harm to members of the group, (c) Deliberately inflicting on the group conditions of life calculated to bring about its physical destructi­on in whole or in part; (d) lmposing measures intended to prevent births wit­hin the group; (e) Forcibly transfering children of the group to anot­her group
[4] c. Crimes against humanity: Murder, extermination, enslavement, deportation and other inhuman acts done any civilian popula tion, or persecution on political, racial or religio us grounds... Buradaki ‘grounds’ sözcüğünün Türkçe hukuk dilinde ‘gerekçe’ anlamına geldiği ve yasa gerekçesinin İngilizce karşılığı olduğu; Fransızca’sının ise ‘neden’ anlamına ‘raison’ ol-duğunu belirtmek gerekir. (yazarın notu)
[5]… the crime (genocide) is committed on religious, racial, political or any other grounds…
[6]Article II in the present Convention, genocide means any of the following acts committed with intent to destroy, in whole or in part, a national, ethnical, racial or religious groups, as such:.. “ Buradaki ‘as such’ veya Fransızca’daki ‘comme telle’ grubun grup olması nedeniyle yok edilmesi anlamına geliyor.
[7] Ibid., Schabas, s.255; kitabı boyunca Ermenilerin soykırıma uğradıklarını sadece Ermeni yazar Vahakn N. Dadrian’ın yazılanna atfen belirten Schabas, klasik soykırımlar içinde Ermeni “soykırımını” zikretmiyor.
[8] Poliakov, Leon, Le Mythe Aryen, Editions Complexe, Paris, 1971 başta olmak üzere aynı yazarın eserleri
[9] Encyclopaedia Britannica, Macropaedia, 1985, Volume 15, s. 360-6
[10] Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü Madde 7: “İnsanlığa Karşı Suçlar

Bu statünin amaçları için “insanlığa karşı suç” herhangi bir sivil nüfusa karşı gerçekleştirilen yaygın ve sistematik saldırının parçası olarak ve saldırının amacını bilerek, aşağıdaki fiilleri işlemektir:
(a)Katl;
(b)yok etme;
(c)köleleştirme;
(d)tehcir ve zorla yapılan nüfus nakilleri;
(e)kanun dışı tutuklama…;
(f)işkence;
(g)Irza geçme...;
(h)Bir gruba veya topluluğa, siyasi, ırki, milli, etnik, kültürel, dini, cinsi, ve diğer nedenlerle yapılan mezalim...;
(i)Zorla kaybolmalar;
(j)Apartheid suçu
(k)Diğer insanlık dışı fiiller…”
7/2 (a): Herhangi bir sivil nüfusa karşı girişilen yaygın ve sistematik saldırı: Yukarıdaki fiillerin (a-k) herhangi bir sivil nüfusa karşı bir devlet veya örgüt politikasının sonucu olarak çok sayıda işlenmesidir.
[11] Ermeni nüfusu hakkında tahminler şöyle:
l.Ermeni Patrikhanesi’nin rakamlarını esas alan Marcel Leart’a göre 2,560,000
2.Ermeni tarihçi Basmaciyan’a göre 2,380,000
3.Paris Barış Konferansı’na katılan Ermeni Heyetine göre 2,250,000
4.Ermeni tarihçi Kevork Aslan’a göre 1,800,000
5.Fransız San Kitabına göre 1,555,000
6.Encyclopedia Britannica’ya göre 1,500,000
7.Ludovic de Constenson’a göre 1,400,000
8.H.F.B. Lynch’e göre 1,345,000
9.Revue de Paris’e göre 1,300,000
10.1893 Osmanlı istatistikkrine göre 1,001,465
11.1906 Osmanlı istatistiklerine göre 1,120,748
12.1. Dünya Savaşı'ndan hemen önceki Osmanlı istatistiklerine göre 1,295,000
13. İngiliz Yıllığına göre 1,056,000
[12] Başlıca Ermeni isyanları şunlar: 1862 ve 1895 Zeytun, 20.6. 1 890 Erzurum; 15.7.1890 Kumkapı; 892 Merzifon, Kayseri, Yozgat olayları; Ağustos 1894 1.. Sassun isyanı; Eylül 1895 Bab-ı Ali gösterileri; 1895-96 Van isyanı; 1895’de Ermenilerin silahlı saldırılar gerçekleştirdikleri şehirler: Trabzon, Erzincan, Bitlis, Maraş, Erzurum, Diyarbakır, Malatya, Harput; 26.8.1896 Osmanlı Bankası baskını; 1904 2. Sassun isyanı; 21.7.1905 Sultan Abdülhamit’e bombalı suikast saldırısı 1909 Adana İsyanı, Nisan 1915 Van İsyanı vb.
[13] Nalbandian, Louise, Armenian Revolutionary Movement, University of California Press, 1963, sf.110-111, Hınçak parti programı hakkında aşağıdaki bilgileri veriyor: “Ajitasyon ve terör halkın moralini yüksek tutmak için gerekliydi. Halk düşmanlanna karşı tahrik edilmeli, aynı düşmanların misilleme eylemlerinden de yararlanılabilmeliydi. Terör halkı korumak ve halkın güvenini kazanmak için bir yöntem olarak kullanılmalıydı. Parti, Osmanlı Hükümetini terörize ederek rejimin itibarını sarsmalı ve tümüyle yıkılması için çalışmalıydı. Hükümet terörün tek hedefi olmayacaktı. Hınçak, muhbirler ve casuslarla, o sırada hükümet için çalışan en tehlikeli Türk ve Ermeni kişileri yok etmek istiyordu. Bu açıdan kendisine yardımcı olması için parti, terörist eylemler yapacak özel bir örgüt kurmuştu. Genel isyan çıkarmak için en uygun zaman Türkiye’nin bir savaşa girmesiydi.
[14] Papazian, K. 8., Patriotism Perverted, Boston, Baker PresŞ, 1934, sf. 14-15, Taşnak Derneği hakkında şunları söylüyor: “A.R. Federasyonu (Taşnak) ayaklanma yoluyla Türk Ermenilerinin ekonomik ve siyasi bağımsızlığını sağlamayı amaçlıyordu. ...terörizm başından itibaren Kafkas Taşnak Komitesi tarafından bu amaca ulaşmak için bir yöntem ve politika olarak kabul edilmişti. ‘İmkanlar’ başlığı altında 1892 yılında kabul ettikleri programda aşağıdaki hususları okuyoruz: Ermeni Devrim Federasyonu (TaŞnak) ayaklan mayla amacına ulaşmak için devrimci gruplar oluşturur. Yöntem 8 aşağıdaki gibidir: Savaşmak ve hükümet mensuplarını ve hainleri teröre maruz bırakmak... Yöntem 11 ise: Hükümet kurumlarını yıkmak ve yağmalamak...”
[15] Loris-Melikoff, Dr. Jean, la Revolution Russe et tes Nouvelies Republiques Transcaucasìennes, Paris,1920, sf. 81, Taşnak’ın kurucularından ve ideologlarından olan yazar şöyle diyor: “Gerçek şu ki, parti (Taşnak Komitesi) , çıkarları halk ve milletin önünde tutan bir oligarşi tarafından yönetiliyordu Bunlar burjuvazi ve büyük tüccarlardan oluşuyorlardı. Sonunda bu imkanlar tükenince, Rus devriminin öğretisi olan ‘amaçlar araçları meşru kılar’ ilkesine uygun olarak teröre başvurdular.”
[16] 28.3.1894’te İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Currje ‘Foreign Offlce’e şunları yazıyordu: “ Ermeni devrimcilerin amacı karışıklık çıkarmak, Osmanlıları şiddetle karşılık vermeye zorlamak ve böylece dış güçlerin müdahale etmesini sağlamaktır.
[17] McCarthy, Justine, Death and Exile..., sf. 339
[18] Tchalkouchian, Gr., Le Livre Rouge, Paris, 1919, sf. 12
[19] Tchalkouchian, Gr., op. cit.
[20] Andonian, Aram, Documents Officiels concernants les Massacres Armeniens, Paris, Armenian national Delegation, 1920
[21] Roma Statüsü madde 7 ve Eski Yugoslavya ile Rwanda Uluslar arası Mahkemeleri’nin statülerindeki ilgili maddeler.
[22] Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara, 1994, sf. 8
[23] Ibid., sf. 31-32
[24] Ibid., sf. 11
[25] Ibid., sf. 12
[26] Ibid., sf. 35, 43, 44, 51
[27] Gürün, Kamuran, Le Dossier Armenien, Societe Turque D’Histoire, Triangle, 1983, Paris, sf. 284
[28] Ibid., si. 259: Cezalandırılan kişilerin illere göre dağılımı şöyle: Sivas 648; Mamuretilaziz 223; Diyarbekir 70; Bitlis 25; EskiŞehir29; Şebinkarahisar 6; Niğde 8; İzmit 33; Ankara 32; Kayseri 69; Suriye 27; Hüdavendigar 12; Konya 12; Urfa 189; Canik 14
[29] Genelkurmay, ½, KLS 361, dosya 1445, F. 15-22
[30] Gürün, op. cit., sf. 263
[31] FO. Hc. 1/8008, XC/A-018055, sf. 651
[32] McCarthy, op. cit., sf. 339
[33] Boudiere, Georges, “Notes sur la caınpagne de Syrie-Cillicie. L’affaire de Maras”, Tıırcica. IX/ 2-X, 1978, sf. 160
[34] Ermeni patriğinin İngilizlere verdiği bilgiler, FO. 371-6556/E.2730/800/44
[35] International Law Commission, 48th session, 6 May-26 July 1996, Draft Code of Crimes Against Peace and Security of Mankind, p. 92
[36] PCNICC/2000/INF/3/Add.2, sf. 9
[37] Ibid., sf. 15
[38] 

Vilayetin İsmi       Toplam Nüfus            Ermeni Nüfus
Erzurum                645,702                    134,967
Bitlis                398,625                    131,390
Van                       430,000                      80,798
Elaziz               578,814                      69,718
Diyarbakır       471 ,462                      79,129
Sivas            1,086,015                    170,433
Adana               403,539                      97,450
Trabzon            1,047,700                      47,200

[39] Schabas, Ibid., sf. 195
[40] Protocol II Additional to the Geneva Conventions of 12 August 1949, article 17

http://www.eraren.org//bilgibankasi/tr/index2_1_1.htm

..

6 Kasım 2014 Perşembe

GÜNCEL BOYUTUYLA ERMENİ SORUNU..,



GÜNCEL  BOYUTUYLA  ERMENİ  SORUNU..,


*Ömer E.LÜTEM 
*Emekli Büyükelçi,Ermeni Araştırmaları Enstitüsü Kurucu Başkanı

Ermeni sorununun güncel boyutlarını açıklayabilmek üzere Lozan Antlaşmasından sonraki gelişmeleri kısaca anımsamakta yarar bulunmaktadır.

Sevr Antlaşması'nın öngördüğü ve günümüz Ermenistan'ından başka Doğu Anadolu topraklarının büyük bir kısmını da içermesi plânlanan büyük Ermenistan kurulamamıştır. Bunun başlıca nedeni Türk Milli Mücadelesinin Sevr'i uygulanamaz hale getirmesidir. Diğer yandan Ermeniler giriştikleri savaşta Kazım Karabekir komutasındaki Türk güçlerine yenilerek 1920 yılı sonunda Gümrü Antlaşması'nı imzalamışlar ve Sevr'i geçersiz saymış ve iki ülke arasındaki yaklaşık bugünkü sınırları kabul etmişlerdir. Ermenistan kısa süre sonra Sovyetler Birliği tarafından ilhak edilmiş ve bağımsız bir devlet olarak ortadan kalkmıştır. Yeni Türk Devleti'nin uluslar arası yükümlülüklerini saptayan Lozan'da Ermenistan ve Ermenilere dair bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durum Ermeni sorununu hukuken ortadan kaldırmıştır.

Lozan Antlaşması'nı izleyen yaklaşık 20 yıl, Ermenilerden ve Ermenistan'dan pek söz edilmemiştir. İkinci Dünya Savaşı'ndan galip çıkmanın yarattığı hırsla Rus İmparatorluğu sınırlarını yeniden elde etmeyi amaçlayan Sovyetler Birliği, bir yandan Doğu Avrupa'da uydu komünist rejimler kurmayı sürdürürken diğer yandan Türkiye'den Boğazlarının kontrolünü ve Doğu Anadolu'da da Kars ve Ardahan'ın kendisine bağlanmasını istemiş ve bu talebi Ermenistan ve Gürcistan adına yapmıştır. Aynı zamanda çeşitli ülkelerde bulanan Ermenilerin Sovyet Ermenistan'ına gelip yerleşmesi için de bir kampanya açılmıştır. Bu kampanyayla, Ermenistan nüfusunun yetersizliği dikkate alınarak, Türkiye'den Kars ve Ardahan alındığı taktirde, buraya yerleştirilecek Ermenilerin bulunması öngörülmüştür. Sovyet talepleri, o zamana kadar bir tür tarafsızlık politikası izlemiş bulunan Türkiye'yi Batı Bloku ile işbirliğine götürmüş ve Kore Savaşma katılan Türkiye 1952 yılı Şubat ayında NATO'ya girmiştir. Hatalarının farkına varan Sovyetler, Stalin'in 1953 Martında ölümünün ardından Türkiye'ye bir nota vererek Boğazlar üzerindeki iddialarından ve Ermenistan ve Gürcistan adına ileri sürdüğü taleplerinden vazgeçtiklerini bildirmişler. Türkiye'nin batının yanında yer almış olmasını değiştirememişlerdir.

Böylece Sovyetlerin, Türkiye üzerinde baskı kurmak amacıyla Ermeni sorununu yeniden gündeme getirme gayretleri bir sonuç vermemiş ancak Ermenistan'da, Sovyetlerin izin verdiği ölçüde, milliyetçilik akımlarının zaman içinde yeniden güçlenmesine neden olmuştur. Bu akımlar sayesinde Erivan’da bir Ermeni soy kırımı anıtı inşa edilmiş ve anıt 1967 yılında büyük bir törenle açılmıştır. Ermeni şovenizminin hâlâ mevcut olduğunu gösteren bu olay Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunda o zamana kadar pek görülmeyen Türkiye ve Türkler karşıtı duyguların güçlenmesine yol açmıştır. Yahudi Holokostu'ndan esinlenerek ve Federal Almanya'nın bu olayda zarar görenlere büyük tazminat ödediği de dikkate alınarak 1915 sevk ve iskanını bir soy kırım olduğu ileri sürülmeye ve Türkiye de bu hayali olayın faili olarak suçlanmaya başlamıştır. Bu yolda hayli yoğun propaganda yapılmışsa da o yıllarda bunların kamuoyunda kayda değer etkisi görülmemiştir.

1973 yılında Los Angeles'te yaşlı ve yarı meczup bir Ermeni, Türk Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Yardımcısı Bahadır Demir'i katletmiştir, kurbanları ile hiçbir sorunu olmaması ve onları sadece asılsız Ermeni soy kırımından "sorumlu devletin temsilcileri olduğu için katletmesi ilgi uyandırmış ve basın, olayın evveliyatı hakkında bilgi vermek için, soy kırımı iddialarından uzun uzun bahsetmiştir. O zamana kadar "davalarını" duyurmak hususunda pek başarılı olamayan Ermeni milliyetçileri, bu olayın öğretisinden yararlanarak Türk diplomatlarını katletmek üzere aşırı sol eğilimli olduğu belirtilen, ASALA adında bir terör örgütü kurulmuş, Taşnaklar da buna paralel olarak Adalet Komandoları adı altında bir başka örgüt oluşturmuşlardır. ASALA ağırlıklı olmak üzere, bu iki örgüt 1975 ilâ 1985 yılları arasında, genellikle Ermenilerin çok olduğu ülkelerde görev yapan, 4'ü büyükelçi 34 Türk diplomatını katletmiştir. Her olay, bu cinayetin neden işlenmiş olduğunun açıklanması bahanesiyle soy kırım iddialarının gündeme gelmesine vesile olmuş ve yayınlanmaya başlayan asılsız soy kırım konusunda çok sayıda kitap, makale, belgesel film, sergi gibi faaliyetlerin de katkısıyla, batı ülkeleri kamuoyunda Ermenilerin Türkler tarafından soy kırımına uğratılmış olduğu hakkında bir kanı yerleşmiştir. Bu kanı, Ermeni terörizmini izleyen yıllarda bazı ülke parlâmentolarında asılsız Ermeni soy kırımını tanıyan kararlar atamasının başlıca nedenini oluşturmuştur.

Türk diplomatlarını katleden Ermenilerin hemen hepsi çok genç insanlardı ve 1915 sevk ve iskânından sonra yabancı ülkelere gidip yerleşen Ermenilerin torunlarıydı. Hemen hepsi yaşamlarında bir Türk ile karşılaşmamıştı. Büyük çoğunluğunun sabıkası yoktu. Bu durumda olan kişilerin cinayet gibi son derecede ağır bir suçu işlemeleri ilk bakışta makul görülmüyordu. Normal koşullarda 1915 sevk ve iskânına tâbi olan birinci kuşağın Türklere karşı duygular beslemesi beklenirdi. Onların çocuklarının oluşturduğu ikinci kuşağın ise anne ve babalarının aksine, bulundukları ülkeye uyum sağlamaları nedeniyle, soy kırım söylentilerine daha az önem vermesi gerekirdi. Torunları oluşturan üçüncü kuşak için ise bu söylentilerin fazla bir değeri olmaması normaldi. Ancak bu konuda gerçeğin farklı olduğu ve söz konusu üç kuşak arasında Türkiye ve Türklere en az kin besleyenlerin birinci kuşak olduğu görülmüştür. Bu olgu, aynı zamanda 1915 sevk ve iskânı sırasında soy kırım olarak tanımlanacak olayların vuku bulmamış olduğunun diğer bir kanıtı oluşturmaktadır.

Türk diplomatlarına karşı işlenen cinayetlerin faillerinin 1915 olaylarından hiç etkilenmeyen üçüncü kuşağa mensup kişiler olması, diğer bir deyimle, Ermeni kuşaklan arasında Türklere karşı farklı davranışların mevcut bulunması Ermeni kiliselerinin, siyasî partilerinin ve derneklerinin etnik karakteri ile açıklanabilir. Yabancı ülkelerdeki Ermeni kiliselerinin var olabilmesi Ermeni cemaat olmasına, siyasî partilerinin ve çeşitli derneklerinin faaliyetlerini sürdürebilmeleri de Ermeni üyeleri olmasına bağlıdır. Oysa Ermeniler, göç eden her halk için olduğu gibi, ikinci kuşaktan itibaren göç ettikleri ülkenin halkı arasında erimeye başlamışlardır. Bu, Ermeni kiliseleri için cemaat ve parti ve dernekler için de üye sayısının azalmasına neden olmuş, söz konusu örgütlerde kendi gelecekleri için endişeler yaratmıştır. Ermenileri bir arada tutabilmek ve onlarda Ermeni bilincini yaşatabilmek için bulunan çare de, 1915 sevk ve iskânının Yahudi Holokostu ile aynı nitelikleri taşıdığını ileri sürüp bir "Ermeni soy kırımı" yaratmaya çalışmak olmuştur. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, tedricen, Ermeni kiliselerinde, okullarında, siyasî partilerinde ve derneklerinde Türklerin Ermenileri soy kırımına uğrattıkları teması sürekli işlenmeye başlamıştır. Kişilerin baba veya dedelerinin soy kırımına uğradığına inanmaları ise Ermeni milliyetçiliğinin daha da canlanması sonucunu vermiştir. Bu milliyetçiliğin başlıca amacı dedelerinin intikamını Türklerden almak ve "Büyük Ermenistan" in kurulmasına çalışmaktır. Bu "beyin yıkama" en fazla üçüncü kuşak Ermeni-lerini etkilediği için Türk diplomatları katilleri de bu kuşak arasından çıkmıştır.

Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun terörizm dışında Türkiye'ye karşı yürüttüğü faaliyetleri iki kategoride toplamak mümkündür: Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler ve siyasi faaliyetler.

Ermenilerin soy kırımına uğramış olduğunu kanıtlamak için, özellikle son 25 yılda, birçok kitap yazılmış bulunmaktadır. Bunlar genelde bilimsel görünüştedir. Vaktiyle bu konuda, bir iki istisna dışında, genellikle Ermeniler eser verirken son yıllarda Ermeni kökenli olmayanların da yazmaya başladıkları ve bunlar arasında, çok az sayıda da olsa, bazı Türk yazarların da bulunduğu görülmektedir.

Ermeni ve yabancı yazarlar kitaplardan başka, bilimsel dergilerde olduğu gibi günlük gazetelerde, Ermeni iddialarına yer veren çok sayıda makale yayınlamışlardır.

Ayrıca, özellikle Ermenilerin çok olduğu ülkeler ile hedef olarak seçilen bazı ülkelerde asılsız soy kırımı hakkında birçok konferans, panel vb düzenlenmektedir.

Soy kırım konusu edebiyat alanında romanlarda, şiir kitaplarında ve piyeslerde işlenmektedir.

Filmlere gelince çok sayıda "belgesel" film mevcut olup bunlar, genellikle Nisan ayında, başta ABD, Fransa ve Lübnan olmak üzere birçok ülke televizyonunda gösterilmektedir. 1915 yılına dair görsel malzeme çok az olduğundan bu filmlerde kullanılanların bir kısmının uydurma olduğu bir kısmının ise gerçekliği tartışmalıdır. Bu husus, yine her yıl genellikle Nisan ayında açılan sergiler için de geçerlidir.

Konulu filmlerden ikisi özellikle dikkat çekmektedir. Bunlar Ermeni asıllı Fransız Yönetmen Henri Verneuil (Aşot Malakyan) tarafından 1991 yılında çevrilen Mayrig (Anne) filmi ile Ermeni asıllı Kanadalı Yönetmen Atom Egoyan'ın 2002 'de gösterime giren Ararat (Ağrı Dağı) filmidir. Mayrig, asılsız soy kırıma temas etmekle birlikte, esas konusu 1915 sevk ve iskânı sonrasında Fransa'ya göçmüş bir ailenin yaşam mücadelesidir. Ararat ise karma karışık bir senaryo içinde, Türklere atfedilen bir takım vahşet sahneleriyle, sadece asılsız soy kırımı ele almaktadır.

Yukarıda değindiğimiz bilimsel nitelikli olmayan kitaplar, makaleler, romanlar, şiirler, piyesler, filmler, sergiler ve çeşitli toplantılar son yıllarda çok yoğunlaşmıştır. Bunlar için Ermeni çevrelerinden büyük bir talep olması ve bu talebi karşılamak üzere bu faaliyetlerin üretilmesinin gerekmesi, bu üretimi mümkün kılacak malî fonların mevcut olması, bu üretimden gelir sağlayan çok sayıda kişi bulunması bir bütün olarak dikkate alındığında ortada bir "Ermeni Soy kırım Endüstrisi" bulunduğunu ifade etmek abartma olmayacaktır.

Ermenilerin bu faaliyetler için yaptıkları harcamaların kaynağı bağışlardır. Soy kırım iddialarının güçlendirdiği milliyetçilik, Ermeniler arasında esasen yaygın olan bağış geleneğini daha da arttırmıştır. Günümüzde varlıklı Ermeniler için bağışta bulunmak bir millî görev olarak addedilmektedir.

Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetleri ile aşağıda açıklayacağımız siyasi faaliyetler için ne kadar harcama yapılmaktadır? Ermeni kaynakları bu konuda bilgi vermemektedir. Ancak kesin sonuçlara varılamasa da bir tahmin yapmak mümkündür. Bir yazar Ermenilerin ABD Kongresi üyelerini etkileyebilmek için yılda 14 milyon dolar sarf ettiklerini yazmaktadır. Bir diğer kaynak, Ararat filminin0 maliyetinin 15 milyon dolardan fazla olduğunu belirtmektedir. Bunlara yukarıda değindiğimiz kitaplar, makaleler, romanlar, şiirler, piyesler, filmler, sergiler ve çeşitli toplantılar da eklenirse ve bu tür faaliyetlerin sadece ABD'de değil Fransa, Kanada,Avustralya ve Lübnan başta olmak üzere diğer bazı ülkelerde de yapıldığı düşünülürse, bulunacak rakamın yılda yüz milyon dolardan daha az olamayacağı sonucuna varılmaktadır.

Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun siyasi faaliyetlerine gelince, propaganda faaliyetlerin asılsız Ermeni soy kırımını kamuoyuna duyurma amaçlamasına karşın siyasî faaliyetlerin birinci amacı bu iddiayı bazı ülkelerin yerel veya millî meclislerine kabul ettirmektir. Ermeniler kayda değer bir azınlık oluşturdukları ülkelerde oylarını bölmeyerek azımsanmayacak bir siyasî nüfuz sahibi olmuşlar ve bunu soy kırım iddialarını o ülkelere kabul ettirmek için kullanmışlardır. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun soy kırım kadar önem verdiği bir diğer konu, bulundukları ülkenin Ermenistan'a yardı yapmasıdır. Bu husus özellikle ABD için önemlidir. Ermenistan, Rusya ile gayet yakın ilişkiler yürütmesine ve Güney Kafkaslarda Rus çıkarlarının korunmasına hizmet etmesine rağmen ABD'den, sanki bu ülkenin yakın bir müttefikiymiş gibi, büyük yardım sağlamış bulunmaktadır. ABD'nin 2001 yılına kadar Ermenistan'a doğrudan yaptığı yardımların toplamı 1,4 milyar dolara- varmaktadır ki bu Ermenistan'ın yılda 2 milyar civarında olan millî gelirinin %7'sine tekabül etmektedir. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu kuruluşlarının Ermenistan'a yaptığı yardımlar bunun dışındadır.

Ermeni toplumunun görev bildiği bir diğer husus da bulundukları ülkede Türkiye ve Azerbaycan'ın lehine olabilecek her hareket ve girişimi bunlar kendilerinin veya Ermenistan'ın aleyhine olmasa bile, karsı çıkmaktır.

Bu durum özellikle ABD'de görülmektedir. Örneğin, Ermeni saldırıları sonucunda Azerbaycan topraklarının % 20'sini kaybetmiş ve bir milyon kadar Azeri de kaçkın (mülteci) durumuna düşmüş iken ABD'nin Azerbaycan'a yapacağı yardımlar Ermeni lobisi tarafından 1993 yılında yardım mevzuatına getirilen bir değişiklikle önlenmiş. Amerikan hükümetinin ısrarlı girişimleri sonucunda bu hükmün uygulaması, 2002'den itibaren birer yıllık sürelere bağlı olmak kaydıyla, durdurulabilmiştir. Türkiye'ye gelince, Türkiye ve Türkleri soy kırımla suçlamak amacıyla Kongre'den bir karar çıkartmak için harcanan büyük çabaların dışında, Bakû-Ceyhan petrol boru hattının inşa edilmesini engellenmeye çalışılması ve ABD tarafından Türkiye'ye tanınmak istenen bazı ticaret kolaylıklarına karşı çıkılması örnek olarak gösterilebilir.

Türkiye aleyhindeki bu faaliyet ve girişimleri sadece düşmanlık ve intikam duygularıyla açıklamak zordur. Bu duyguların etkisi olmakla beraber Ermenilerin bu faaliyetlerden bazı beklentileri olduğu ve bunların birbirini izleyecek dört aşamada gerçekleşmesini ümit ettikleri anlaşılmaktadır. Bu aşamalar şu şekilde özetlenebilir.

Birinci aşama, asılsız soy kırımının, başta büyük ülkeler olmak üzere, mümkün olduğu kadar çok sayıda ülke ile ayrıca belli başlı uluslar arası kuruluşlar tarafından tanınmasıdır.

İkinci aşama, Türkiye'nin yabancı ülkelerin asılsız soy kırımını tanımasından etkilenmesi ve bu ülkelerin baskısı ile asılsız soy kırımını tanımak mecburiyetinde kalmasıdır.

Üçüncü aşama, Türkiye'nin asılsız soy kırıma maruz kalan kişilere veya onların mirasçılarına tazminat ödemesidir. Burada dikkat edilecek husus soy kırımı tanımanın vaktiyle bazı kişilere zarar verilmiş olduğunun da kabulü anlamına geleceği ve genel hukuk ilkesi gereğince bu zararın tazmin edilmesi gerekeceğidir. Diğer bir deyişle üçüncü aşama ikinci aşamanın doğal bir sonucudur.

Dördüncü ve son aşama ise Sevr Antlaşması ihya edilerek Doğu Anadolu'dan Ermenistan'a toprak verilmesidir.

Bu talepler ayrıca açıklamaya gerek olmayacak kadar gerçek dışıdır. Ancak, gerçekçi olmasa da militan Ermenilerin inanç ve beklentileri bunlardır. Özellikle Taşnak Partisi üyelerinin, Türkiye'den toprak talepleri olduğunu açıkça belirten beyanları vardır. Örnek olarak, Taşnak Partisi Yönetim Kurulu üyesi ve Basın Bürosu Şefi Gegham Manukian'ın bir Türk gazetesine verdiği mülakatı gösterebiliriz.Manukian, "Ermenistan'ı Sevr'e göre mi tanımlıyorsunuz?" sorusuna "Evet. Sevr sözleşmesini temel alıyoruz. Dolayısıyla ''Batı Ermenistan" (Doğu Anadolu) bu sınırlar içerisinde" diye cevap vermiştir. Taşnak yetkilisi "Peki Sevr'in gerçekleşeceğine inanıyor musunuz,Türkiye'nin size toprak bırakacağına gerçekten inanıyor musunuz?" sorusunu da "Ben öyle düşünüyorum ki bu gerçekten mümkün." sözleriyle cevaplamıştır.

Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun gelecekte Türkiye'ye karşı neler yapabileceklerine gelince esas itibariyle şimdiki faaliyet ve girişimlerini sürdüreceklerini düşünmek yanlış olmayacaktır.

Soy kırım iddiaları Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunda Ermeni bilincini yaşatabilmek için bir araç olarak kullanılmıştır. Bu toplumdaki Ermeni kiliseleri cemaatlerinde, siyasi partileri ve dernekleri ise üyelerinde bir Ermeni bilinci var olduğu taktirde kendi varlıklarını sürdürebileceklerinden bu kuruluşların soy kırım iddiasından vazgeçmeleri, kendi çıkarları bakımından, mümkün görülmemektedir. Diğer yandan, yukarıda değindiğimiz gibi, "Ermeni Soy Kırımı Endüstrisi" için çalışan Ermeni ve Ermeni olmayan çok sayıdaki kişi de soy kırım iddialarından kazanç sağlamaktadır. Son olarak Ermeniler Türkiye aleyhinde bazı sonuçlar doğurabileceği ümidiyle de soy kırım iddialarına önem vermektedirler. Amerika'da Ermeni Milli Komitesi Başkam Ken Hachikian bu hususu şöyle açıklamaktadır: "Türkiye'nin soy kırımını tanıması bu ülkeyi Ermenilere karşı soy kırınımı yapan ve bunu uzun zamandan beri inkar eden bir ülke olarak tanımayacak. Türkiye'nin Ermenistan'a karşı hareket alanını sınırlayacak... ve tazminat ödenmesine ve diğer uygun cezalara kapıyı açacaktır."

Yukarıda saydığımız nedenlerle Ermeniler gelecekte de asılsız soy kırımının bazı ülkeler ve başlıca uluslar arası kuruluşlar tarafından tanınması faaliyetlerini sürdürecekler ve yine aynı amaçla propaganda faaliyetlerine (kitaplar, makaleler, konferanslar, romanlar, şiirler, piyesler, filmler vb devam edeceklerdir.

ABD Kongresinin asılsız soy kırımını tanıyan bir karar alması Ermenilerin en büyük düşüdür. Böyle bir kararın Türkiye'yi soy kırımını tanımaya zorlayacağı düşüncesi Ermenilerde hâkimdir. 2000 yılı son baharında Temsilciler Meclisinin bu yönde bir kararı kabul etmesi ancak Başkan Clinton'un şahsi müdahalesiyle önlenebilmiştir. 11 Eylül olayından sonra Türkiye'nin bulunduğu bölgedeki stratejik öneminin çok artmış olması Amerikan kongresinden bu tür bir karar geçmesini çok güçleştirmiş buna karşın Türkiye'nin Irak savaşı karşısındaki tutumunun bazı ABD çevrelerince eleştirilmesi Ermenilerde yeni ümitler yaratmıştır.

Amerikan eyaletleri asılsız soy kırımını tanımaları çabalarına da devam edecektir. Ermeniler özellikle 1980'li yıllardan itibaren Amerikan eyaletlerinin çeşitli makamlarından asılsız soy kırımını tanıyan kararlar almasına çalışmışlardır. Hâlen 50 eyaletten 28'i bu yolda karar almıştır.

Amerikalı Ermenilerin diğer bir uğraşısı Ermeni soy kırımını okul müfredatlarına almış bulunan eyaletlerin sayısının arttırılması yönünde olacaktır.

Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu özellikle ABD'de Türkiye ve Azerbaycan'ın her türlü çıkarını önlemek, buna karşın Ermenistan'a maddi yardım sağlamak yolundaki gayretlerini sürdüreceklerdir.

Avrupa'da Ermenilerin en fazla nüfuz sahibi oldukları ülke Fransa'dır. Asılsız Ermeni soy kırımını tanımak için kanun çıkarmış olan tek ülke de Fransa'dır. Bu kanun, soy kırım iddialarını reddedenlere karşı bir müeyyide içermediğinden Fransa'daki Ermenilerin gayreti, Yahudi soy kırımını reddedenlere karşı müeyyideler öngören kanunun (Gayssot kanunu) Ermenilere de teşmil edilmesidir. Asılsız soy kırım hakkındaki kanun nedeniyle Türkiye ile ilişkilerinde ciddî bir sarsıntı yaşayan Fransızların, bu kere Ermeni iddialarını kabul etmeyenleri cezalandırmak suretiyle Türkiye ile tekrar bir bunalım yaşamak isteyecekleri zannedilmemektedir.

Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine aday olması Ermenilere bu üyeliği Türkiye'nin asılsız soy kırımının tanınması koşuluna bağlama fikrini vermiştir. Avrupa Birliği üyesi ülkelerden Fransa, Yunanistan ve Belçika bu asılsız soy kırımı tanımıştır. Halen Ermenilerin Almanya, İngiltere, Hollanda ve İsveç'e öncelik verdikleri ancak henüz başarılı olamadıkları görülmektedir. Türkiye’nin adaylığı olumlu sonuçlanmadığı sürece Ermenilerin bu ülkeler ve asılsız soy kırımını tanımamış diğer Avrupa Birliği üyesi ülkeler nezdinde girişimlerini sürdürmeleri beklenmelidir. Ancak Türkiye’nin Fransa'ya gösterdiği tepkiler, Fransa'yı takip etmesi muhtemel bazı ülkeleri uyarmıştır. Buna mukabil Türkiye'nin Avrupa Birliğine üye olmak için son derece istekli davranması bazı ülkelerde Türkiye’nin bu üyelik uğruna Ermeni sorununda taviz vereceği gibi düşüncelere yol açmış olması olasılığı vardır.

Ermenileri bu konuda cesaretlendiren Avrupa Parlamentosunun 1987 yılında aldığı bir karardır. Bu kararda Avrupa Parlamentosu 1915 olaylarını soy kırım olarak kabul etmekte ve Türkiye soy kırımı tanımadığı taktirde Avrupa Birliği üyeliğine alınmayacağı belirtilmektedir. Bu karar 1987 yılında Türkiye'nin tam üyelik için başvurması üzerine alınmış, üyelik başvurusu bir sonuca bağlanmayınca da gündemden düşmüştü. Türkiye'ni 1999 yılında adaylığının kabul edilmesinden sonra Ermeni soy kırımının tanınması konusu gündeme gelmiş ve Avrupa Parlamentosu 2000 yılı Kasım ayında Türkiye'nin adaylığı ile ilgili ilerleme raporu hakkındaki kararında asılsız soy kırımı tanıması için Türk Hükümetine ve Türkiye Millet Meclisine çağrıda bulunmuştur. 2001 yılı ilerleme raporunda bu konu yok iken 2002 yılı ayı sonunda kabul edilen Güney Kafkasya Raporu ile ilgili Karar, 1987 yılı kararına atıfta bulunmakla, Türkiye’nin adaylığı ile asılsız soy kırım arasında tekrar bağ kurulmuştur. Ermenilerin Avrupa Parlamentosundan her fırsatta bu konuda bir karar çıkartmaya veya eski kararları teyit ettirmeye çalışacakları ve Türkiye'nin adaylık statüsü devam ettiği sürece bu yoldaki faaliyetlerinin devam edeceği görülmektedir.

Bu konuda bilinmesinde yarar olan başka bir husus da Avrupa Parlamentosunun bu tür kararlarının tavsiye mahiyetinde olduğu ve o nedenle de ne Avrupa Birliği üyesi ülkeler hükümetlerini ne de Türkiye'yi bağladığı, buna karşın Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturulmasına yardım ettiğidir. Ancak, Türkiye Avrupa Birliğine üye olursa bu konudaki antlaşma tasdik için Avrupa Parlamentosuna gelecektir. Parlamento önceki kararlarını dikkate alarak tasdikten önce Türkiye'nin asılsız Ermeni soy kırımını tanımasını istemesi olasılığı vardır. O sırada herhangi bir nedenle Türkiye'nin üyeliğine ihtiyaç duyuluyorsa Parlamentonun bu konuya hiç değinmeden tasdik işlemini yapması da mümkündür. Türkiye'nin tam üyeliğinin kısa vadede gerçekleşmesine pek olanak görülmediğinden yukarıda değindiğimiz durum güncel değildir. Ancak Ermeni sorununun Avrupa Parlamento bağlantısı hatırda tutulmalıdır.

Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla hukuken ve fiilen ortadan kalkmış olan Ermeni sorununun, bundan yaklaşık 30 yıl önce tekrar canlandığı ve zaman zaman Türkiye için bir endişe kaynağı olabilecek boyutlara ulaştığı görülmektedir.

Ermeni sorununun kaynağında 1915 sevk ve iskânının aslında bir soy kırım iddiası olduğu yatmaktadır. Türkiye ve Türklerin insanlığa karşı işlenmiş en büyük suç olan soy kırım ile itham edilmesi ciddî bir imaj bozulmasına yol açmaktadır. Oysa, teknik ilerlemeler sonucunda çok küçülmüş olan dünyada sahip olunan imaj, ticaretten turizme kadar geniş bir alanda etkisini hissettirmekte ve bu nedenle de ciddî bir önem taşımaktadır.

Siyasî alanda ise Ermeni sorunu Türkiye'nin bazı ülkelerle olan ilişkilerine olumsuz etki yapmaktadır. Bunların başında Ermenistan gelmektedir. Asılsız soy kırım iddiaları, başta Karabağ olmak üzere mevcut birçok sorun nedeniyle barış ve istikrara kavuşamayan Güney Kafkasya için, ek bir yük oluşturmaktadır. Ayrıca Türkiye'nin asılsız soy kırımını kabul etmiş ülkelerle ilişkilerinde de, bir süre için olsun, ciddî gerilemelere neden olmaktadır. Nihayet Ermenilerin soy kırım iddialarını kabul ermediği taktirde, Avrupa Birliğine üye olmaması yolunda Avrupa Parlamentosunda mevcut eğilimin de ileride Türkiye için olumsuz sonuçlar doğurması olasılığı mevcuttur.

1915 sevk ve iskânın bir soy kırım olmadığı hakkında ülkemizde bazı değerli çalışmaların varlığına rağmen bunların yurt dışında tanıtılması yeterince sağlanamamış ve yabancı ülkelerde gitgide yerleşmekte olan Ermenilerin soy kırımına uğradığı kanısı değiştirilememiştir. Bu durumun başlıca nedeni Türkiye'de Ermeni sorununun yaratabileceği tehlikeler hakkındaki bilinçsizliktir. Bu tehlikenin devamlı olmasına karşın, genellikle ülkemizde siyasî makamların bu sorunla ilgileri güncelliği ile orantılı olmuştur. Diğer bir deyişle ancak kriz olduğu taktirde bu sorunla yakından ilgilenilmiş, geçici olarak gündemden düştüğü zamanlarda ise önemini kaybetmemiş olmasına bakılmaksızın, bu ilgi azalmıştır. Medyanın Ermeni sorununa yaklaşımı aynen bu şekildedir. Başta üniversiteler olmak üzere bilimsel çevrelerin de Ermeni sorununa ilgisi sınırlı olmuş ve bu konu az sayıda bilim adamın uhdesinde kalmıştır.

Bu olumsuz tablonun son zamanlarda değişmeye başladığı memnuniyetle görülmektedir. 2001 yılı sonunda, Ermeni sorunu konusunda devlet daireleri çalışmalarının bir uyum içinde yürütülebilmesini sağlamak üzere bir "Asılsız Soy Kırım İddialarıyla Mücadele Koordinasyon Kurulu" kurulmuştur. Diğer yandan Ermeni sorununun okulların müfredat programına alınması gençlerin bu konuda bilinçli bir şekilde yetişmeleri sürecini başlatmakla önemli bir eksikliği gidermiştir. Ermeni sorunu hakkında, üniversitelerde bilimsel çalışmaları özendirmek ve koordine etmek için de Yüksek Öğretim Kurulu tarafından bir "Türk-Ermeni İlişkileri Milli Komitesi" oluşturulmuştur. Üniversite dışında ise özel bir kuruluş olan Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi 2001 yılı başlarında bir Ermeni Araştırmaları Enstitüsü kurmuştur. Bu Enstitü "Ermeni Araştırmaları" başlığı altında Türkçe ve "Review of Armenian Studies" başlığıyla İngilizce olmak üzere iki dergi çıkarmış ve Türkiye'de Ermeni sorunu konusunda çalışmalar yapan bilim adamlarının katıldığı bir "Ermeni Araştırmaları Kongresi" düzenlemiştir.

Ermeni sorununa yaklaşımlarda ciddî bir değişikliğe işaret eden ve bu konunun derinliğine bilimsel araştırılmasını ve öğretilmesini öngören bu gelişmeler sorunun kalıcı bir çözümüne katkı yapabilecek niteliktedir, bu nedenle de gelecek için ümit vericidir. 
..